EVRİMİN VE EVRİM TEORİSİNİN (!) BİLİMSEL, FELSEFİ VE İSLAMİ İNCELEMESİ

 


Öncelikle vurgulamak isterim ki aklı başında hiç kimse mutasyonun, doğal seçilimin, coğrafi yalıtımın, gen akışının, adaptasyonun, canlı bünyelerde meydana gelen değişim ve dönüşümlerin varlığını inkâr etmez. Esas üzerinde durulması gereken evrim konusu mevzubahis olduğunda, bunların ne tür etkilerinin ve sınırlarının olduğu veya bunlara nasıl bir rol biçildiğidir. Yani bu mekanizmalara birer “yaratıcı” gibi rol verip canlıların oluşumunu kör ve amaçsız süreçlere mi bağlayacağız, yoksa bunların canlı yapılar üzerinde sadece sınırlı bir etkiye sahip olduğunu söyleyerek Yaratıcı üzerinde mi duracağız? (1)

EVRİM TEORİSİ (!) NEDİR?

Evrim teorisi (!) hakkındaki tartışmaların, savunan ve karşı çıkanların karşıdakine sarf ettikleri ağır hakaret ve ithamların başlıca nedenlerinden biri, kavram kargaşasıdır. Yani evrim teorisinin (!) içeriğinin iyi anlaşılmamasıdır. Esasında karşımızda iki bütüncül blok yoktur. Evrim teorisi (!) hakkında dillendirilen fikirlere bakılacak olursa, birbirinden farklı onlarca, yüzlerce yaklaşım olduğu görülür. Ne evrimciler kendi içerisinde bir bütündür, ne de evrime karşı çıkanlar. Her iki grubun içerisinde de çok çeşitli yaklaşımlar ve fikir akımları vardır. Kabul edenler de reddedenler de kendi aralarındaki farklı yaklaşımlara karşı çoğunlukla hoşgörülüdürler; fakat söz konusu zıt kutup olduğunda çoğu zaman bu müsamahadan eser kalmaz.

Oysaki reddedenin neyi reddettiği, kabul edenin de neyi kabul ettiği çoğu durumda açık ve belirgin değildir. Bilhassa evrim teorisini (!) eleştirenler doğrudan bilimi ve bilimsel gerçekleri reddetmekle veya en azından evrimi anlamamakla itham edilirler. Evrim teorisinin (!) değişik iddiaları içerdiği, “mikroevrim” ve “makroevrim” olmak üzere iki farklı çeşidinin olduğu, “evrim” ile “evrim teorisinin” farklı anlamları ifade eden iki kavram olduğu gibi gerçekler göz ardı edilir. Bu yüzden konuyla ilgili ayrıntılı malumatı olmayan kimselerin sapla samanı ayırması hiç de kolay değildir.

En yalın haliyle evrim kelimesinin manası “değişim” demektir.(2) Ama biyologlara göre evrim, “bir popülasyondaki gen frekanslarında (oranlarında) meydana gelen değişiklik” anlamına gelir. (3) Evrimciler devam eden bir tür içerisinde meydana gelen değişiklikleri tanımlamak için mikroevrim terimine başvururlar. Makroevrim ise türlerin ve daha üst grupların doğumu ve ölümü için kullanılır. (4) Yani alttürlerin/ırkların oluşması mikroevrim olarak tanımlanırken, tür üstü kategorilerin (cins, familya, takım, sınıf, filum) oluşması (türleşme) ise makroevrim kavramıyla ifade edilir.

Makroevrim iddiasını savunanların da kabul ettiği üzere söz konusu iddianın henüz cevap veremediği ve açıklayamadığı yığınla soru ve sorun vardır. Daha sonraki izahlarımızdan da anlaşılacağı üzere, makroevrim iddiasının tartışma konusu yapılmayan, itiraza uğramayan, farklı izahlar getirilmeyen neredeyse hiçbir mekanizması ve sözde kanıtı yoktur. Biyolojik yapıların geçmiş asırlarda nasıl bir değişim ve dönüşüm geçirdiğine dair bir netlik olmadığından, makroevrimciler arasında farklı farklı hipotezler ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu şartlarda makroevrim iddiasını, modern bilim anlayışı açısından kesin ispatı yapılmış bir tabiat yasası gibi görmek zordur. (5)



Normal koşullarda böyle bir iddiayı savunan bilim insanlarından beklenen tavır, her tür eleştiriye açık olmaları, bütün eleştirileri dikkate almaları ve her tür zıt fikrin doğru olabileceğine ihtimal vermeleridir. Ne var ki gözlemlediğimiz kadarıyla bazıları için durum hiç de böyle değildir. Makroevrimi savunan bazı bilim çevreleri ve onların takipçileri makroevrim iddiasını neredeyse kutsallaştırmakta, dogmalaştırmakta ve mutlaklaştırmaktadır. Makroevrim iddiasına sanki bir “dokunulmazlık zırhı” giydirilmiş gibidir. Bu sebeple makroevrim, karşı çıkılması en zor iddialardan biridir. Bu zorluğun nedeni, makroevrim iddiasının sahip olduğu delillerin kesinliği değildir; bilakis onu savunanların makroevrim iddiasına verdikleri özel imtiyazdır.

Çinli fosilbilimci Jun-Yuan Chen’in 1999 yılında ABD’yi ziyaret ettiği sırada başından geçen şu hâdise, eleştirilerden koruma adına evrim teorisi (!) etrafında nasıl kalın duvarlar örüldüğünün güzel bir misalidir:

Chengjiang’da keşfettiği sıra dışı fosiller, onun makroevrim iddiasını sorgulamasına sebep olmuştu. Bilimsel bir tutumla seminerlerinde bu eleştirilerine yer verdi; fakat çok az karşı cevap alabildi. Tepkilerdeki bu cılızlık onu şaşırttı. Sonunda kılavuzlarından birine problemin ne olduğunu sordu. Kendisine, Amerika Birleşik Devletlerinde makroevrim iddiasına yönelik bu tür bir eleştirinin bilim adamlarınca hiç de hoş karşılanmadığı söylendi. Bunun üzerine, Çin’le ABD arasındaki farkı şu veciz sözüyle özetledi: “Çin’de biz Darwin’i tenkit edebiliriz ama hükümeti eleştiremeyiz; Amerika’da ise siz hükümeti eleştirebilirsiniz ama Darwin’i eleştiremezsiniz.” (6)

Makroevrim iddiasına itiraz edenler, her tür hakareti, itibarsızlaştırmayı göze almak zorundadır. Makroevrim iddiasına itiraz eden birinin karşılaşacağı ilk suçlama “evrimi anlamamaktır”. Çünkü anlasa, itiraz etmeyecektir. Peşinden “bilim düşmanı”, “yobaz” ve benzeri aşağılamalar takip eder. Mesela Richard Dawkins, evrime itiraz eden birinin “cahil, aptal, deli veya kötü ruhlu” olduğunu yazmakta bir sakınca görmemiştir. (7)

Biyolog Garrett Hardin de makroevrim iddiasını sorgulama cesareti gösteren bilim adamlarının psikiyatrik vak’a olarak görüldüğünden bahsetmiştir. (8)

Jeremy Rifkin, şu çarpıcı tespitlerde bulunur: “Evrim teorisi, çevresi dayanıklı duvarlarla örülü bir dogmadır. Bu tabu, bir korku içermektedir. Çünkü onda oluşabilecek en ufak bir çatlağın çağdaş dünya görüşünün entelektüel temelini tamamıyla sarsmasından kaygılanılmaktadır. Bilim dünyası aynen geçmişte dine yönelen sorgulamaların kafirlikle itham edilmesi gibi, evrim kuramını sorgulayanlara uzun yıllar bu gözle bakmış; hatta bu cesareti gösteren kimi bilim adamları ‘psikiyatrik vaka’ olarak değerlendirilmiştir. Bu, bilim adına utanç verici bir durum olmalıdır.” (9)

Çağımızda azımsanmayacak sayıda bilim adamı tarafından temsil edilen “yaratışçılık” ve “akıllı tasarım” ekollerine bağlı akademisyenlerin ciddiye alınmadığı, küçümsendiği ve bilim karşıtlığıyla suçlandığı herkesçe bilinen bir gerçektir. Örneğin yazdığı God’s Undertaker: Has Science Buried God? adlı eserinde makroevrim iddiasına önemli eleştiriler yönelten ve evrimin, omuzlarına yüklenen tüm ağırlığı taşıyıp taşıyamayacağını sorgulayan matematik profesörü John Lennox, şu espiriyle önemli bir gerçeğe dikkat çeker: “(Makroevrim iddiasını) en ufak bir sorgulama çabasının bile intihardan farksız olduğunu düşünen pek çok kişi olduğu için ben de doğal olarak sonumu hazırlamış olabilirim düşüncesiyle kendime yazdığım kısa mezar taşı yazımı okuyucuyla paylaşarak başlamak isterim:

Burada John Lennox uyuyor,

Biri neden bu tabutta olduğunu mu soruyor,

Ölüm sebebi frengiden de vahim,

Bir inanca karşı geldi: Darwinizm.” (10)

John Lennox, makroevrim iddiasının nasıl bir tabu hâline getirildiğini şu sözleriyle özetler: “Yalnızca bilimsel kanıtlara dayanarak evrimin sorgulanması dahi bilim insanları için risklerle dolu bir hâl aldı. Çünkü bu, birçoklarının gözünde, felsefi gereklilik yüzünden kesin bir gerçek olarak kabul ettikleri şeyi sorgulamak anlamına geliyor. Bu nedenle, sorgulayan kimse, marjinal (radikal) bir topluluğun üyesi olarak yaftalanmak riskiyle karşı karşıya kalıyor. Ancak ne ilginçtir ki bu tavır, Galileo’nun maruz kaldığı tavrın ta kendisidir. O dönemin Aristoculuğuyla, günümüzün natüralizmi arasında dikkat çeken bir benzerlik var. Galileo da, Aristo’yu sorgulama riskini göze almıştı ve neler yaşadığını biliyoruz. Ama hepimiz sonuçta kimin haklı çıktığını da biliyoruz. (11)

Makroevrim iddiasını reddeden bilim adamları şimdiye kadar defalarca medya linçine maruz kalmış, akademik kariyerleri engellenmiş veya işlerine son verilmiştir. Çünkü onlar bilim çevrelerinin en büyük tabusu hâline getirilen bir şeyi sorgulama cüretini göstermişlerdir. Makroevrim iddiasını kabul ettikten sonra onun nasıllığını tartışmada bir mahzur görülmezken, makroevrim iddiasının reddi durumunda bilim camiasından inanılması zor olan ve bilim insanlarına yakışmayan tepkiler yükselmektedir. Bu sebeple ne zaman ki makroevrim iddiası konusunda iki farklı zıt düşünceyi savunan bilim insanları televizyon programına çıksa, bir türlü ilmî ve soğukkanlı müzakereler yapılamamakta, genellikle tansiyonlar yükselmekte ve gerilimli bir hava oluşmaktadır.

Şu örnekler de makroevrim iddiasının, bilimsel bir meselenin ötesinde âdeta “seküler bir din” hâline getirildiğine işaret etmektedir: “Londra’daki Doğa Tarihi müzesinin, neşrettiği bir broşürde ‘Eğer evrim teorisi doğruysa…’ şeklinde bir cümleye yer vermesi büyük tartışmalara yol açmıştır. Böyle bir olasılıktan bahsetmek ve bunun da British Natural History Museum tarafından yapılması, Cambridge, Oxford, Sussex üniversiteleri ve ülkenin diğer müessir kurumlarındaki beyefendileri kızdırmaya yetmiştir. Hâkim bilimsel (!) görüşün gayr-ı resmi sesi olan Nature mecmuası, başyazısında, müze idarecilerini sert cümlelerle azarlamıştır. Başyazı, çoğu bilim insanının ‘Eğer evrim teorisi doğruysa…’ benzeri bir ifade kullanmaktansa, sağ ellerini kaybetmeyi tercih edeceklerini’ vurgulayan ifadeler ve ‘Bu sinsi sözler kafa karıştırmaktan başka hangi maksada hizmet edebilir ki?’ şeklinde küçümseyici hesaba çekmeler ihtiva etmektedir.” (12)

Almanya gibi demokratik ve gelişmiş olduğu iddia edilen bir ülkede Max Planck Enstitüsü’nden Prof. Dr. Wolf-Ekkehard Lönning, su bitkileri hakkında yaptığı çalışmasının sonucu olarak kaleme aldığı bin sayfalık raporunda konuyu Yaratıcıya bağlayınca aforoz edilmiştir. Bu da bazı kimselerin zihninde evrimle hatta bilimle ateizmin özdeşleştirildiğine işaret etmektedir. Bu bağlamda bir televizyon programında makroevrim iddiasını savunan ateist bir bilim adamı hiç çekinmeden şunları söyleyebilmiştir: “Allah’a inanan bir bilim adamı olmaz, bunun üniversitede yeri yoktur, atılması gerekir.” (13)

Prof. Dr. Arif Sarsılmaz da sırf makroevrim iddiasına aykırı görüşleri sebebiyle bir biyoloji profesörünün meslekten ihraç edildiğini, diğer bir öğretim üyesinin dokuz sene profesörlük ünvanı alamadığını belirtmiş, Biyolojiyle alakalı doçentlik ve profesörlük başvurularında, makroevrim iddiasını tartışanlara yol vermemek için devamlı kulis faaliyetleri ve telefon trafiği ile (gerekirse laiklik abartılarıyla) jürilerin uyarıldığını, makroevrim iddiasını tartışan adayların engellendiğini, Türkiye’de bazı profesörlerin ise popüler mecmualarda Darwinizm aleyhinde bir makale yazacaklarında mahlas isimle kaleme alarak akademik idari mekanizmalardan sakınma yolunu tercih ettiklerini, yılların getirdiği birikimin oluşturduğu hava ile öğretim üyelerinin büyük çoğunluğu sindirilmiş olduğundan makroevrim iddiasına inanmasalar bile seslerini çıkaramadıklarını söylemiştir. (14)

Bilim çevrelerinde makroevrim iddiasını savunmanın veya en azından bu görüşe taraftar olmanın bilimselliğin gereği gibi takdim edilmesinin veya ilericilik ve çağdaşlık olarak gösterilmesinin; makroevrim iddiası karşıtlarının ise “bilim düşmanı” veya “gerici” olarak yaftalanmasının bağnazca yaklaşımlar olduğunda şüphe yoktur. Bu gibi tavırlar, ne bilim etiğiyle ne de düşünce hürriyetiyle telif edilebilir. Dahası bunlar bilim üzerinde suni bir kısıtlama oluşturmaktadır. Sürekli eleştirel düşüncenin, sorgulamanın, şüpheciliğin ve fikir özgürlüğünün üzerinde duran bilim insanlarının, söz makroevrim iddiasına geldiğinde bir anda aşırı korumacı bir yaklaşım sergilemeleri, bilim insanı kimliğini kaybettiklerini gösteriyor.

Buraya dek yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere makroevrim iddiası aleyhinde konuşanlar üzerinde, bilim dünyası ve medya tarafından oluşturulan büyük bir mahalle baskısı vardır. Sırf maruz kalacakları tahkir ve tezyiflerden veya maddi ve manevi yaptırımlardan korktukları için birçok bilim insanının makroevrim iddiasıyla ilgili gerçek düşüncelerini açığa vuramaması, bilim dünyası adına kabul edilmesi mümkün olmayan büyük bir ayıptır. 

MAKROEVRİM İDDİASINA GÖLGE DÜŞÜREN FAKTÖRLER

En nihayetinde bilimsel bir olasılıktan öteye geçmeyen bir konunun, bu ölçüde canhıraşane savunulması ve muhaliflerin, itibarsızlaştırma kampanyasına maruz bırakılması bile tek başına makroevrim iddiasının bilimselliğine gölge düşüren önemli bir sebeptir. Çünkü sahip olduğu kesin delillerden ötürü güneş gibi ortada olan ve hakikatinden şüphe edilmeyen ilmî bir mesele zaten kendi kendini savunacaktır. Onun, ne kelime oyunlarına ne demogojiye ne de bağnazca savunulmasına ihtiyacı vardır.

Ayrıca saplantı derecesinde bir konunun üzerine abanmak, makroevrim iddiası çöktüğünde sanki bilim çökecekmiş gibi fanatik tavırlar içine girmek, bilim adamlarını objektiflikten ve makuliyetten uzaklaştıracaktır. Onları, ulaştıkları verileri tek taraflı yorumlamaya ve yanlış çıkarımlarda bulunmaya yönlendirecektir. Böylesine bir tutum sergileyen araştırmacılar, içine düştükleri çelişkileri ve mantık hatalarını göremeyecek, alternatif yaklaşımlardan istifade edemeyeceklerdir.

Esasında makroevrim iddiasını savunan bazılarının en büyük handikabı, fikirlerini her tür metafizik izahı baştan reddeden pozitivist ve natüralist bir anlayış üzerine bina etmeleri; Yaratıcı fikrini hiçbir şekilde denkleme dâhil etmeksizin, canlılar âlemindeki bütün varoluşları, değişim ve dönüşümleri tabiat içinde kalarak izah etmeye çalışmalarıdır. Yaratıcının varlığı veya yokluğu hakkında bir şeyler söylemeyi dahi bilim dışı sayan bir yöntemin, varlık âlemindeki akıl almaz ihtişamı izah etme adına maddeden, sebeplerden ve tesadüflerden başka başvuracağı bir açıklama şekli yoktur.

Böyle bir ön kabulden yola çıkan bilim insanlarına göre kuramları, kanıtları, mekanizmaları değişse de makroevrim iddiasının bizatihi kendisi değişmeyecektir. Çünkü evren içinde kalarak ortaya konulabilecek başka alternatif bir açıklama bulunmamaktadır. Makroevrim iddiası reddedildiği anda, canlılar dünyasının baş döndürücü çeşitliliğini izah etmek için karşılarına Yaratıcı fikri gerçeği çıkacaktır ki bu da büyük çoğunluğu itibarıyla onların zaten reddettikleri bir şeydir. “Öne sürülen açıklama şekli her ne olursa olsun, yeter ki işin içinde Tanrı olmasın” mantığından yola çıkan bir metodun, bilimsellik ve hakikat iddiası ne kadar tatmin edici olabilir ki!

Doğaüstü varlıkları baştan reddeden ve evrendeki her şeyin, dışarıdan gelecek tüm müdahalelere kapalı bir şekilde işlediğini kabul eden natüralist ön kabul terk edilmediği sürece, objektif ve makul bir değerlendirme yapmak mümkün değildir. Çünkü bilimsel ve metodolojik natüralizm nedeniyle bilim insanları tüm araştırmalarına şartlanmış bir zihinle başlamakta, sonrasında da elde ettikleri bütün bulguları buna göre değerlendirmektedirler.

Oysaki objektif ve bilimsel metottan beklenen tavır şudur: En başta objektif bir bakış açısıyla araştırmalarına başlamak, ulaştığı veri ve kanıtlar kendisini nereye götürüyorsa oraya gitmek. Eğer bilimden; varlıkların dilini anlamasını, evrenin sırlarını çözmesini ve bizi doğruya ulaştırmasını bekliyorsak, bilimin nasıl bir neticeye ulaşacağını daha baştan tayin edemeyiz, onun sahasını daraltamayız ve bilimsel faaliyetlere sınır koyamayız. İşin başında, gözlemlediğimiz ve üzerinde deney yaptığımız varlıkların bizi ilim ve kudret sahibi bir Yaratıcının varlığı sonucuna götürmesini yasaklamak ve Tanrı’nın varlığını kabul etmenin bilime aykırılığından dem vurmak objektif değil dogmatik bir yaklaşımdır.

Buna ek olarak hatırda tutmak gerekir ki gözlenemeyen ve laboratuvara sokulamayan her şeyi baştan reddeden bilimsel metot, tamamıyla modern döneme özgüdür. Bu durum iki yüzyıldır Batı medeniyetinin entelektüel hayatını etkisi altına almıştır. Bundan önce yaşayan Kopernik, Kepler, Newton, Descartes, Kant gibi bilim adamları ve folozoflar, bir Yaratıcıya inanmanın bilimsel faaliyetlerine zarar vereceğini; doğada bulunan varlık ve olayları açıklamak için mutlaka doğa içinde kalmaları gerektiğini akıllarından dahi geçirmemişlerdir. Eğer Newton’un kaleme aldığı bir eseri, şu anda, bir fizik hocası ders kitabı olarak yazmış olsaydı, bu eserin ders kitabı olması muhtemelen yasaklanırdı. Dahası Darwin’in en bilinen kitabı olan ‘Türlerin Kökeni’ni, günümüzde bir biyoloji hocası kaleme almış olsaydı, muhtemelen bu kitaptaki Yaratıcıya atıflar çıkartılmadan, bu kitap ders kitabı olarak okutulamazdı. (15)

Her şeyin açıklamasının doğada bulunduğunu nereden biliyoruz? Niye hayatın ve varoluşun temelinde rol oynayan sebepleri, sadece maddî ve fizikî kuvvetlerle sınırlı tutuyoruz? Natüralizm savunucularının bu konudaki özgüveninin ve ön kabullerinin dayanağı nedir? Bilimselliğin ölçütünün natüralist ve pozitivist izahlara sıkı sıkıya bağlı kalmak olduğu iddiası subjektif bir yorum değil mi? Makroevrim iddiasını savunanlardan bazıları, bütün açıklamalarında niye materyalist bilimin sınırları içinde kalmada bu kadar kararlı davranıyorlar? Gerçekliği, materyalist görüşün dar bakış açısına ve bilimsel metodolojisine sıkıştırmak mümkün mü? Yaratıcıyı denklem dışı tutarak yaratılış mucizesi izah edilebilir mi?

Esasında bilimsel gelişmeler gün geçtikçe bütün bu sorulara olumlu cevap vermenin zorluğunu ortaya koyuyor. Çünkü her yeni keşif, bilim insanlarını, keşfedilmeyi bekleyen bambaşka dünyalarla karşı karşıya getiriyor. Gerek mikro gerekse makro âlemlerle ilgili derinleştirilen araştırmalar, maddenin maddî sebep ve süreçlerle açıklanmasının sanılandan çok daha zor olduğunu gözler önüne seriyor. Ne var ki günümüzün biyologları, materyalizmin temel mantığını öyle içselleştirmişler ki birbirinden farklı milyonlarca canlı organizmanın oluşumunu, her tarafı delik deşik olmuş makroevrim iddiasıyla izah etmedeki tutarsızlık ve mantıksızlıkları göremiyorlar. Çünkü bakış açıları farklı.

Şunu belirtmek lazımdır ki ne natüralizm, ne de makroevrim iddiası, bilimin zorunlu bir neticesi olmadığı gibi, ön koşulu da değildir. Böyle bir kabul, materyalist felsefenin kendini dayatmasının bir sonucudur. Ne var ki bunlar, bilimden de öte günümüzde bir ideolojiye dönüşmüş, hatta modern bir mit veya seküler bir din hâline gelmiştir.

Gerçekten de makroevrim iddiasını savunan önemli filozoflardan biri olan Michael Ruse da, 1993'de American Association for the Advancement of Science için yaptığı bir açılış konuşmasında, birçok evrimci için evrim 'seküler bir din' gibidir demiştiAynı şekilde İngiliz fosilbilim uzmanı Colin Patterson, Popper’ın, “bilimsel bir teorinin bile entelektüel bir moda, bir din alternatifi ve kemikleşmiş bir dogma hâline gelebileceği” şeklindeki uyarısını yaptıktan sonra, “Bu evrim teorisi için kesinlikle geçerli.” demiştir. (16)

Bütün bu sebeplerden ötürü makroevrim iddiasını savunanlar, varlığından şüphe dahi etmedikleri bir iddiaya daha baştan “iman ediyor”, arkasından da delil aramaya başlıyorlar.  Şöyle de diyebiliriz: Onlar ne bulmak istiyorlarsa onu arıyorlar. Makroevrimin varlığını apriori bir bilgi olarak varsayıp, peşinden ulaştıkları tüm bilimsel verileri bu iddiayı ispat edecek şekilde yorumluyorlar. DNA molekülünü keşfeden iki bilim insanından biri olan Francis Crick’in şu ifadesi tam da bu gerçeğe işaret eder: “Biyologlar, gördükleri şeylerin tasarımlanmadığını aksine evrim geçirdiğini hiç akıllarından çıkarmamalıdırlar.” (17)

Tüm bu nedenlerden ötürü makroevrim iddiasını savunan bilim adamlarının objektif davranması zor görünüyor. Vakıadaki durum da bunu gösteriyor. Çünkü onlar ne kendi kanıtlarına yöneltilen eleştirilere ne de aksi yöndeki kanıtlara yeterince önem veriyorlar. Üstelik yine makroevrim iddiasını savunanlar tarafından çürütülmüş geçmişte öne sürülmüş bir kısım kanıtları bile, makroevrim iddiasını desteklemek için kullanmaktan geri durmuyorlar. Örneğin ne Heackel’in embriyo çizimlerinde yaptığı  sahtekârlığın ortaya çıktığından ne de çarşaf çarşaf önümüze serilen bir kısım fosillerin delil niteliğini yitirdiğinden bahsediyorlar. Sonra da bilimsellikten dem vuruyorlar.

Makroevrim iddiasını savunanların, bilimi mutlaklaştırmaları ve sınırlarının dışına taşırmaları da makroevrim iddiasına gölge düşürüyor. Öncelikle şunu kabul etmek gerekir ki insanı hakikate ulaştıran tek bilgi, bilimsel bilgi değildir. Bunun yanında din, felsefe, sanat, edebiyat ve metafizik gibi disiplinler de farklı oranlarda hakikatin anlaşılmasına ışık tutarlar. Demek istediğimiz, hem insanı gerçekliğe götüren tek disiplin bilim değildir hem de bilimin de bir sınırı vardır. Örneğin yaşamın manası, varlığın amacı, beşerin nereden gelip nereye gittiği, ahlâkın kaynağı, güzellik ve estetiğin ölçüsü gibi konular bütünüyle pozitif bilimin araştırma alanının dışında kalır.

Buradan yola çıkarak makroevrim iddiasını ve izahlarını incelediğimizde, yalnızca bilimin üstesinden gelemeyeceği tarafları olduğunu görürüz. Bilim, canlıların yapılarını keşfetme, bu yapılardaki değişim ve dönüşümleri tespit etme, bu yapıların işleyişini sağlayan mekanizmaları ortaya çıkarma ve benzeri meselelerde karşımıza son derece başarılı veriler koysa da, bunlardan hareketle oldukça kapsamlı ve muğlak bir mesele olan yaratılış hakikati hakkında genel geçer bir teori ortaya koymak onun üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Çünkü bizim milyonlarca, hatta milyarlarca sene evvel yaşanan hadiseleri gözlemleme ve deneye tabi tutma imkanımız yoktur. Bu mevzuda bilim insanlarının elinden gelen en fazla şey, canlılar veya fosillerle ilgili yapacağı incelemelerden yola çıkarak akıl yürüterek ve kıyaslamalara giderek bir kısım tahminler ortaya koymaktan ibarettir.

Çatışma da buradan çıkıyor. Az çok mesele hakkında bilgisi olan hiç kimsenin bilimsel verilere itiraz etmesi söz konusu değildir. Esas itiraz, bu verilerden hareketle, bazı felsefi ve metafizik ön kabullerle ulaşılan sonuçlara yöneliktir. Dolayısıyla gözlem ve deneyler neticesinde elde edilen bilgilerle veya ortaya konulan değişim anlamındaki evrim gibi yasalarla, bunların yorumlarından biri olan makroevrim iddiasını birbirine karıştırmamak gerekir. Maalesef çoğu kişinin sapla samanı birbirine karıştırmasının ve bu sebeple de makroevrim iddiası karşıtlarına haksız eleştiriler yöneltmesinin asıl sebebi, bu ayrımı düzgün yapamamasıdır.

Son olarak makroevrim iddiasının, baş tacı edilmesinden, kendisine ayrı bir statü verilmesinden ve eleştiriden muaf tutulmasından ötürü, henüz bilim insanları arasında yeterince tartışılmamış bir iddia olduğunu ifade etmek gerekir. Mevcut paradigmanın etkisiyle makroevrim iddiası, özellikle Batı dünyasında, yeterince eleştirilmeden kabul görmüştür. Dolayısıyla da makroevrim iddiasının temelini meydana getiren savlar ve varsayımlar dikkatlice incelenmemiş ve sorgulanmamıştır. Makroevrim iddiasını savunan eserleri objektif bir nazarla okuyan bir kişinin, kullanılan kanıtlardaki zayıflık ve çelişkileri, canlıların birbirinden nasıl türediğine dair anlatılan hikâyedeki boşluk ve mantıksızlıkları fark etmesi hiç de zor olmayacaktır.

Esasında çoğu makroevrim iddiası savunucusu da bunları görmekte fakat “Eldeki en iyi teori bu.” diyerek alternatif düşüncelere yaşama hakkı vermemektedir. Gerçekten de pozitivist temellere dayalı modern bilim mantığı ve felsefesi esas alındığında, daha iyi bir izahın olmadığı söylenebilir. Çünkü Yaratıcının varlığı peşinen inkâr edildiğinde, yani ateizm apriori bir ilke olarak benimsendiğinde, makroevrim iddiasını kabul etmekten başka elde bir seçenek kalmamaktadır. Ama gerçek yanıtın bulunamadığı gerekçesiyle yanlış cevapta diretmenin, savunulabilecek bir yönü yoktur.  Çünkü böyle dogmatik bir tavrı kabullenmek bilimde ilerlemenin önüne geçecektir.

MAKROEVRİM İDDİASININ ÖNE SÜRDÜĞÜ MEKANİZMALARIN İNCELENMESİ



Makroevrim iddiasının tanımı yapılırken görüldüğü üzere, onun en önemli iddialarından biri, meydana gelen rastlantısal genetik değişimlerin ve çevre koşullarının etkisiyle farklı türlerin oluşmasıdır. İşte makroevrim iddiasını savunanlar, gerek tür içindeki varyasyonların, gerekse türleşmenin oluşmasını bir kısım mekanizmalara bağlar. Bu sayede ortaya attıkları savları bilimsellik kılıfına sokmaya, onları belirli biyolojik prensiplerle ilişkilendirmeye çalışırlar.

Bu mevzuda ilk akla gelen mekanizma, Darwin tarafından geliştirilen doğal ayıklanmadır. Genetik biliminin gelişmesiyle genlerde yaşanan mutasyonlar da makroevrim iddiasının önemli mekanizmalarından biri olmuştur. Bunlar, makroevrim iddiasının en önemli iki mekanizması olarak kabul edilir. Bunların yanında adaptasyon ve izolasyon da ortak gen havuzunda önemli değişimlere sebebiyet verdiği için makroevrim iddiasının başlıca mekanizmaları arasında yerini alır. Makroevrim iddiasının mekanizmaları bunlarla sınırlı değildir. Bazı makroevrim iddiası savunucuları bunların sayısını on beşe kadar çıkarır. Ama diğer mekanizmaların etkisi saydıklarımıza nazaran daha sınırlıdır.

Makroevrim iddiasının geniş kitleler nazarında makuliyet kazanmasında ve ikna edici bir hüviyete kavuşmasında söz konusu mekanizmaların önemi büyüktür. Çünkü makroevrim iddiasını savunanlar, hipotezlerinin doğruluğunu göstermek için, Allah’ın tabiatta vaz etmiş olduğu biyolojik prensiplere dayanıyor ve bunları kendi iddialarını destekleyecek şekilde ustaca takdim ediyorlar. İnsanlar da bu mekanizmaların tabiattaki mevcudiyetlerine, işleyişlerine ve neticelerine bakarak makroevrim iddiasının gerçekleşebileceğini zannediyorlar.

Öte yandan, konu hakkında yeterince bilgisi olmayan bazı kimseler de, makroevrim iddiasıyla mücadele etme adına tabiat yasalarını ve biyolojik gerçekleri inkâr ediyor ve böylece hem yaptıkları haklı itirazları gölgede bırakıyor hem de alay konusu oluyorlar. Hâlbuki takdir etmek gerekir ki makroevrim iddiasını savunanlar tabiatı didik didik etmiş, çok önemli yasalar tespit etmiş ve canlı formların işleyişiyle ilgili biyolojik prensipleri ortaya çıkarmışlardır. Fakat elde ettikleri bu verileri, daha önceden zihinlerinde hazır bulunan makroevrim iddiası şablonuna uydurabilmek için işlerine geldiği gibi yorumlamış ve çarpıtmışlardır.

DOĞAL SELEKSİYON

Doğal seleksiyon, sadece diğer bireylere göre daha avantajlı durumda olan bireylerin hayatta kalmalarını sağlar. Fakat ne yapay ne de doğal seçimde ortaya yeni ve farklı organlar, yapılar çıkmaz. Yapay seleksiyonla yapılabilmesi mümkün olan şey, en fazla aynı türe ait değişik ırkların üretilmesidir.

Gerek yapay gerekse de doğal seçilimin sonuçlarına bakarak canlı organizmaların uzun süre içerisinde tür üstü değişimler yaşanacağını söylemek oldukça abartılı bir yorumdur. Hiçbir gözleme ve ikna edici bilimsel veriye dayanmaz. Göz, beyin, kanat gibi oldukça kompleks organ ve yapıların doğal seleksiyon süreciyle nasıl meydana geleceğinin rasyonel bir açıklaması yapılamamaktadır. İddia edilen açıklamalar, bir kısım yanlış karşılaştırmalardan ve usta bir hayal gücüyle ortaya konulmuş spekülasyonlardan öte geçmemektedir.

Bir teistin nazarında doğal seleksiyon, oluşacak gıda zinciri ve besin piramidi vesilesiyle canlıların rızıklarını temin edebilmeleri ve bulundukları koşullara ayak uydurabilmeleri için Yaratıcı tarafından konulmuş bir yaratılış kanunundan veya tabiat yasasından başka bir şey değildir. Buna ek olarak doğal seleksiyon vesilesiyle canlı türlerinin kontrolsüz ve sınırsız bir şekilde çoğalarak dünyayı kaplamalarının da önüne geçilmiş olur. Esasında “doğal seçilim” şeklindeki kullanım problemlidir. Çünkü seçim, şuurlu bir faaliyet olduğu için, seçici bir iradenin varlığını zorunlu kılar. Bu nedenle “ilahî seçim” demek daha doğru olur.

Canlılar arasındaki mücadele ve rekabetin, tabiattaki tek realite olmadığını da vurgulamak gerekir. Doğa, her zaman güçlülerin zayıfları ezdiği, sadece güçlülere yaşama hakkının tanındığı acımasız bir mücadele arenası veya savaş alanı değildir. Farklı bir ifadeyle, mücadele, doğanın ne tek ne de en baskın özelliğidir. Yayınlanan belgesellerde de net olarak şahit olunduğu üzere, mücadelenin yanı başında müthiş bir yardımlaşma ve dayanışma, şefkat ve merhamet, koruma ve fedakârlık da hükmünü icra eder. (18)

J, A. Thompson ve P. G. Geddes, Yaşam: Genel Biyolojinin Ana Hatları adlı kitaplarında tabiatı şöyle resmederler: “Doğayla alakalı olarak konuşulanlar, realitenin bir kısmının abartıldığı tam bir karikatürdür... Gerçek şu ki, var olma mücadelesi, rekabete dayalı olmak zorunda değildir; bu mücadele sadece kendini zorla kabul ettirmekle değil, yavruların, arkadaşların, akrabaların korunmasıyla da gösterilebilir. Yeryüzü yalnızca güçlü olanın değil, şefkatlinin de mekânıdır” (19)

Doğada güçlülerle zayıfların birlikte yaşaması da doğal seleksiyonun etkisinin sınırlı ve geçici olduğunu gösteriyor. Çevresel şartların etkisiyle bir nesildeki zayıf hayvanların tamamının yok olması bile, bir sonraki neslin tüm üyelerinin sağlıklı olmasına yol açmıyor. Yeni popülasyon arasında yine zayıf, sakat ve hasta hayvanlar varlığını devam ettiriyor.

Makroevrim iddiasını savunanların doğal seçilimin işleyişiyle alakalı getirdikleri izahlara yüzeysel olarak bakan bir insanın, doğal seçilimin tüm canlı türlerinin ortaya çıkışını açıkladığı vehmine kapılması olasıdır. Fakat mevzuya daha derinlemesine bakıldığında, öne sürülen iddialar ile gözlemlenen gerçeklik arasındaki muazzam açıyı fark etmek hiç de zor olmayacaktır. Gözlemlediğimiz “güçlülerin ayakta kalacağı” şeklindeki basit bir kuralın nasıl olup da tek bir ortak atadan milyonlarca farklı canlı formunu meydana getirebileceği, gerçekten izahı imkânsız bir hâdisedir.

Nihai olarak şunu da vurgulamak lazımdır ki, doğal seleksiyonun devreye girebilmesi için hâlihazırda varyasyonların bulunması gerekir. Avantajlı varyasyonlar oluşmadığı müddetçe doğal seçilim işlevsiz kalır. Doğal seleksiyon, en uygun varyasyona sahip olanın yaşamaya devam etmesini açıklasa da, en uygun varyasyonun nasıl var olduğunu izah edemez.



ADAPTASYON

Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların, içinde yaşadıkları ortamla oldukça uyumlu organlara, sistemlere ve özelliklere sahip oldukları görülür. Makroevrim iddiasını savunanlar bu durumu adaptasyonla açıklar. Yani makroevrim iddiasını savunanlara göre tek bir ortak atadan çoğalarak gelen her bir tür, içinde yaşadığı fizikî şartlara uygun vücut yapıları geliştirmiştir. 

Ne var ki tek ve zorunlu seçenek makroevrim iddiasını savunanların yaptığı açıklama değildir. Adaptasyon canlı organizmalarda kısmi bazı değişimlere sebep olsa da hiçbir zaman onlara yepyeni yapılar verdiği gözlenmemiş ve deneylenmemiştir.  Pek tabii genel olarak canlıların ihtiyacı olan ortamla uyumlu organ ve sistemlere zaten sahip olarak yaratılan canlılara, ilahî hikmet ve rahmetin önemli bir tezahürü olarak kendi ortamına ayak uydurabilecek özellikler yaratılıştan verilmiş de olabilir. Şayet adaptasyona vesile olan genler Yaratıcı tarafından canlıların DNA’sına konulmasaydı, yeni çevresel koşullara ayak uyduramaz ve yok olurlardı.

Türlerin içinde yaşadıkları ortamlara adapte olabilecek yapılara sahip bir şekilde yaratıldıklarını reddeden makroevrim iddiası savunucuları, bu yapıların uzun zaman içinde kademe kademe oluştuğunu iddia ederler. Fakat herhangi bir türe mensup olan üyelerin, hayatta kalabilmek için ihtiyaç duydukları en uygun yapıya sahip oluncaya kadar nasıl ayakta kaldığının bir izahı yapılamaz. Her bir canlının bulunduğu ortama en iyi şekilde adapte olduğunu gören makroevrim iddiası savunucuları, bunu hemen iddia ettikleri makroevrime verseler de, geçmiş asırlar boyunca bunun nasıl gerçekleştiğini çözemezler.

Makroevrim iddiasını savunanlar, doğal seleksiyon ve adaptasyonla meydana gelen değişimin yavaş yavaş tür üstü değişimlere sebep olacağını da iddia ederler. Oysaki somut hiçbir kanıt ve gözleme dayanmayan bu tür izahların hayali varsayımdan öte bilimsel bir değeri yoktur. Çünkü aynen tabii seleksiyon gibi adaptasyon da türün ortak gen havuzundaki bilgiyi değiştiremez; onda herhangi bir artışa veya eksilmeye yol açamaz. Yalnızca canlı organizmanın genetik materyalinde var olan bilgiyi kullanır; gen frekanslarını değiştirir, genler arasında yeni kombinasyonlar meydana getirir, canlının fenotipinde (dış görünüşünde) etkisi görülmeyen çekinik karakterleri, dominant hâle getirir veya epigenetik faktörleri devreye sokar.

Sonuç olarak adaptasyon sonucunda canlının kazandığı yeni özellikler, aslında onun genotipinde mevcut olan potansiyelin açığa çıkmasından başka bir şey değildir. Adaptasyonun kendine has sınırları mevcuttur. Bu sınırları da onun genetik bilgisi belirler. Dolayısıyla adaptasyondan hareketle tür üstü değişimler olacağını savunmanın hiçbir tutarlı ve bilimsel açıklaması yoktur.

Gözlemlenen realitede adaptasyon nedeniyle tür üstü değişimler olmasının bir örneği yoktur. Görünen o ki, makroevrim iddiasını savunanlar da bunu reddedenler de canlı bünyelerde meydana gelen değişim gerçeğini kabul ederler. Bütün ihtilaf, bunun sınırlarını tespitte ortaya çıkar.

Son olarak makroevrim iddiasını ispatlamak için bu konuda sıkça verilen misallerden biri olan güveler (kelebekler) üzerinde duralım. Kettlewell’in güveler üzerinde yaptığı deney, her tartışmada makroevrim iddiasının kesin deliliymiş gibi öne sürülür ve neredeyse bütün biyoloji kitaplarında buna yer verilir. Kettlewell, sanayinin kirlettiği alanlarda koyu renkli güvelerin açık renkli olanlara nazaran daha fazla ürediğini tespit eder. Bu durumun nedeni ise açık renkli güvelerin, kendilerini yiyen kuşlara daha kolay boy hedefi olmalarıdır. Koyu renkli güvelerin, değişen çevre koşulları nedeniyle fark edilmesi kolay olmadığı için hayatta kalma ve üreme şansları da daha fazla olur. Sonuç olarak süreç içerisinde kelebek popülasyonunun renkleri koyulaşır.

Bahsi geçen deney doğru olabilir ve güvelerin renklerinde yaşanan bu değişim bir çeşit “evrim” olarak da isimlendirilebilir. Zaten kimsenin buna itirazı olmayacaktır. Fakat buradan yola çıkarak türlerin kökeni üzerine tahminde bulunulduğu veya tür üstü değişimlerin yaşanabileceği iddia edildiği anda ihtilaf başlayacaktır. Çünkü bahsi geçen olay, en fazla türün kendi varlığını devam ettirmek için çevreye uyum sağlayabilme kabiliyetine sahip olduğuna delil olur. Unutmamak gerekir ki endüstri devriminden önce de hem beyaz hem siyah güveler zaten vardı. Adaptasyon sonucunda bu varyasyonlardan birinin baskın duruma gelmesiyle güve popülasyonunun ortak gen havuzunda bulunan genetik bilgide bir değişme olmamıştır.

İZOLASYON (GENETİK SÜRÜKLENME, COĞRAFİ YALITIM)

Tür üstü değişimlerin diğer bir mekanizması olarak izolasyon gösterilir. Değişik izolasyon çeşitlerinden bahsedilse de bunların en bilineni coğrafi izolasyondur. Coğrafi izolasyon, kısaca şöyle gerçekleşir:

Herhangi bir türe ait popülasyondan ayrılan küçük bir grup, kendi aralarında çiftleşmeye ve üremeye başlar. Bunlar her ne kadar belirli bir türün üyeleri olsalar da geldikleri türün sadece bir bölümünü temsil ederler. Ayrıldıkları popülasyonun gen havuzundaki bütün özellikleri taşımazlar. Yani genetik çeşitliliğin azalmasıyla birlikte genetik kombinasyonlar da sınırlanmış olur.

Büyük havuzdan ayrılan bu grupta hangi özellikler dominantsa, bunlar tekrar etmeye, buna karşılık bazı özellikler de daha az görülmeye ve zamanla kaybolmaya başlar. Nesilden nesile hep aynı özelliklerin tekrarlanmasıyla birlikte, bir süre sonra tür içinde yeni varyasyonlar (ırklar, alt türler) oluşur.

Makroevrim iddiasını savunanlar buradan yola çıkarak, bu tür küçük ölçekli mikro değişimlerin, uzun zaman dilimleri boyunca tekrar etmesi sonucunda büyük ölçekli makro değişimleri ortaya çıkarabileceğini, yani yeni hayvan türlerinin oluşabileceğini iddia ederler. Hatta makroevrim iddiasını savunanlara göre coğrafi izolasyon, türleşmeye sebep olan en güçlü bariyerlerden biridir.

Ne var ki onların bu iddiası da hiçbir gözlem ve deneyle ispatlanmış değildir. Gözlemlenen realitenin abartılı bir yorumundan ibarettir.

Görüldüğü gibi burada da meydana gelen değişiklikler yine türün temsil ettiği ortak gen havuzunun taşıdığı kapasiteyle sınırlıdır.  Bu nedenle genetik sürüklenme neticesinde oluşan yeni varyantlar, yine mensup olduğu cinsin temel özelliklerini korurlar. Atsa at olarak, köpekse köpek olarak, kuşsa kuş olarak kalmaya devam ederler. Yeni organlar veya yeni vücut yapıları meydana gelmez. Çünkü bunun için yeni genetik kod dizilerine ihtiyaç vardır ki bu da izolasyonun ortaya çıkarabileceği bir şey değildir.

İzolasyon neticesinde yaşanan hadise ise yalnızca gen frekanslarının değişmesi, var olan genlerin tekrar düzenlenmesidir; yeni genlerin oluşması değil. Bırakın yeni genetik bilginin ortaya çıkmasını, aslında genetik sürüklenme, ortak gen havuzunda mevcut bulunan genetik bilgide kayba sebep olan bir olaydır. Buradan yola çıkarak canlılar âlemindeki çeşitliliği izah etmeye çalışmak, gerçeklik dünyasında karşılığı bulunmayan ancak hayalî bir senaryo olabilir.

MUTASYONLAR (DNA'DAKİ KOPYALAMA HATALARI)

Şu ana dek incelediğimiz makroevrim iddiasının mekanizmaları arasında yeni gen dizilimlerinin, yani yeni genetik bilgilerin ortaya çıkmasına neden olan tek mekanizma mutasyonlardır.

Makroevrim iddiasını savunanlar, mutasyonlar yoluyla genetik çeşitlilik oluşacağını, doğal seleksiyonla da bunların uygun olanlarının seçilip eleneceğini, yavaş yavaş biriken ve elenen mutasyonların uzun zaman içerisinde tür üstü değişimleri ortaya çıkaracağını iddia ederler. Bilhassa doğal seleksiyon, adaptasyon ve genetik sürüklenme ve benzeri mekanizmaların tür üstü makroevrimsel süreçler oluşturabileceğinden umudunu kesen bilim insanları, bütün ümitlerini mutasyonlara bağlamış ve bu konuya aşırı vurguda bulunmuşlardır.

Ne var ki hiçbir akıl, şuur, plan ve hedeften söz edemeyeceğimiz, DNA’nın bölünmesi esnasında rastlantısal gerçekleşen ve büyük çoğunluğu itibarıyla zararlı ve öldürücü olan mutasyonları, makroevrim iddiası için elverişli bir mekanizma kabul etme de makroevrim iddiasını savunan nonteistlerin zorlama tevil ve yorumlarından bir diğeridir.

Makroevrim iddiasını savunan bilim insanlarının, mutasyonlarla makroevrim iddiası arasındaki ilişkiyi gösterme adına sürekli gündeme getirdikleri örnek, bakterilerdir. Makroevrim iddiasını savunan bütün kitaplarda bakterilerin zamanla antibiyotiklere karşı dirençli hâle gelmeleri, makroevrim iddiasının en büyük delillerinden (!) biri olarak takdim edilir. Bilhassa Richard Lenski ve arkadaşlarının uzun yıllar boyunca E. coli bakterisi üzerinde yaptıkları deney çok meşhurdur.  Deney için bakterilerin tercih edilmesinin en önemli sebebi, çok hızlı bölünmeleridir (20 dk). “Lenski deneyi” yazılarak basit bir Google aramasıyla deneyin tüm ayrıntılarına ulaşılabilir.

Güya bu deney vesilesiyle bilim insanları makroevrim iddiasının delillerinden birini laboratuvar ortamında kendi gözleriyle görme şansını elde etmişlerdi. Çünkü 1988 senesinde start verilen deneyde kullanılan bakteriler, 2014 yılına gelindiğinde 60 bininci neslini vermiş ve evrimleşmişlerdi! Zira üreme hızları, hücre hacimleri, glikozu ve sitrat moleküllerini sindirebilme yetenekleri değişmişti. Bazı bilim insanları her ne kadar bakteri hücresinde meydana gelen bu değişiklikleri, makroevrim iddiasına delil diye lanse etmeye kalksa da  en nihayetinde elimizdeki bakteri, yine bakteridir. Tür üstü herhangi bir değişim yine gözlenememiştir.

Sonuç olarak bu tarz deneylerden yola çıkarak, mutasyonları, var olan bütün canlı türlerinin oluşum mekanizması olarak sunmanın, yani rastlantısal olarak oluşan mutasyonlar neticesinde balığın amfibi’ye, amfibi’nin sürüngene, sürüngenin kuşa dönüşeceğini iddia etmenin hiçbir makul ve bilimsel yönü olamaz.

Öte yandan tek hücreli bir canlıda meydana gelen ve sadece etkisi tek bir hücreyle sınırlı kalan bir değişimden yola çıkarak, çok daha kompleks yapılara sahip olan çok hücreli hayvanlarda meydana gelen mutasyonların organizmada köklü ve büyük çaplı değişiklikler yapacağını, yeni organları ve anatomik yapıları ortaya çıkaracağını, solunum ve dolaşım sistemlerini değiştireceğini ileri sürmek hayali bir varsayımdan öte geçmez.

Gerek genlerdeki kopyalama hatalarından kaynaklanan nokta mutasyonlar olsun, gerekse DNA parçasının bütününü içine alan kromozom mutasyonu olsun, genetik yapıda meydana gelen bu tür değişimlerin birikerek uzun zaman dilimi içerisinde işlevsel kompleks yapıları ortaya çıkaracağını beklemenin, bilimsel bir dayanağı yoktur.

Şimdiye kadar mutasyon neticesinde milyonlarca kez bozuk, kusurlu ve hastalıklı organ ve yapılar görülmüş olsa da sağlıklı ve işlevsel organ ve yapılar müşahede edilmemiştir. Gerçekten de X-ışınlarıyla mutasyon hızı 15 bin kat artırılarak uzun yıllar boyunca Drosophila melanogaster ismi verilen meyve sineği üzerinde yapılan deneyler de başarısızlıkla sonuçlanmış, başka tür bir sinek elde edilemediği gibi var olanlarda da anormallikler ve sakatlıklar oluşmuştur.

Nitekim Gordon Taylor şöyle yazmıştır: “Altmış senedir dünyanın dört bir yanındaki genetikçiler evrimi ispatlamak için meyve sinekleri yetiştiriyorlar. Ama halen bir türün hatta tek bir enzimin bile ortaya çıkışını gözlemlemiş değiller” (Taylor, The Great Evolution Mystery, s. 48). (20)

Devamlı mikroevrimden misaller vererek, “Bu oluyorsa daha büyüğü de olur.” yaklaşımıyla makroevrimi (tür üstü değişimleri) de mümkün görmek, kıyas-ı fasittir, önyargılı bir çıkarımdır.

Makroevrim iddiasını savunanların iddia ettiği üzere sudan çıkan bir deniz canlısının karada yaşayabilmesi veya denize giren bir kara memelisinin suda yaşamaya adapte olabilmesi için genetik, anatomik ve fizyolojik yapılarında milyonlarca mutasyonun sıralı, kontrollü, dengeli ve planlı bir şekilde meydana gelerek yepyeni dokular, organlar ve sistemler meydana getirmesi gerekir ki ihtimal hesapları içerisinde böyle bir olayın nonteistlerin iddia ettiği gibi bir Yaratıcı olmadan gerçekleşmesi imkânsızdır.

Değil bu tarz köklü ve büyük çaptaki değişimler, şimdiye kadar mutasyonlar yoluyla fonksiyonları bozulmadan bir türe ait üyelerin, küçük bir organlarının bile başka bir organa dönüştüğü gözlenmemiştir.

Bombardıman böceğinin hasımlarına karşı yakıcı sıvı fışkırttığı, ateş böceğinin ışık ürettiği, yarasaların radar olarak kullandığı, ipekböceğinin ipek salgıladığı, leylek ve yılanbalığı gibi hayvanların uzun göçler yapabildiği, örümceğin ağ ördüğü, arının bal yaptığı, sülüğün pıhtılaştırmadan kan emdiği, kuşların çok iyi tasarlanmış yuvalar yaptığı akıl almaz sistemlerin,  nonteistlerin iddia ettiği gibi bir Yaratıcı faktör olmadan rastlantısal olarak meydana gelen mutasyonlarla yavaş yavaş, kademe kademe ortaya çıkmasını beklemenin hiçbir makuliyeti yoktur.

Makroevrim iddiasını savunan nonteistlerin, bu tip hayvan davranışlarını evrimle izah noktasında tam bir acziyet yaşadıklarını ifade etmek gerekir. Sanatın, şuurun, ayrıntılı bir planlamanın bulunduğu apaçık ortada olan bu tür hayvan davranışlarını izah etme adına “içgüdü” diye bir isim vermek hiçbir şeyi halletmez. Önemli olan, bunun nasıl ve niçin meydana geldiğini açıklayabilmektir. Bu da makroevrim iddiasını savunan nonteist yaklaşımın üstesinden gelebileceği bir iş değildir.

Bir Müslüman için problemin çözümü oldukça basittir; arıya vahyettiğini bildiren Yüce Allah (21), bütün hayvanlara da hayatlarını nasıl sürdürmeleri gerektiğini ilham etmiş, onlar da sevk-i ilâhî ile kendileri, yavruları ve türleri açısından en elverişli davranış kalıplarını ustaca yerine getirmektedirler.

Peki Yaratıcı tarafından mutasyonlar yönlendirilerek mikroevrimlerin birikmesiyle iddia edilen çapta makroevrimler gerçekleşmiş olabilir mi?

Bu soruya ilerde detaylı olarak değineceğiz ama şimdilik şu kadarını söyleyelim ki, mikroevrimlerin birikmesiyle iddia edilen çapta makroevrimler gerçekleşmiş olması hiçbir şekilde gözlemlenmemiş hayali bir varsayımdır. Oysaki iki sölekant türünde mikroevrimler şempanze ile insandan daha fazla birikmiş, genetik olarak iki sölekant türü birbirinden insan ile şempanzenin genetik farklılığındam daha fazla uzaklaşmış ama bu ölçüde mikroevrim birikimi dahi makroevrimi netice vermemiştir. Yine bakteriler 20 dakikada yeni nesil veriyor. Buna rağmen onlarca yıldır laboratuvarda bakterilerin genetik yapıları değiştirilip mikroevrim biriktirilmesine rağmen iddia edilen çapta makroevrim olmuyor. Mikroevrimlerin birikerek iddia edilen çapta makroevrimi netice vermediğini gösteren bu kadar çok deney ve gözlem varken iddia edilen çapta makroevrimi netice veren tek bir deney ve gözlem mevcut değildir.

ANİ SIÇRAMALAR

Makroevrim iddiasını ispat etme adına savundukları mekanizma ve kanıtların ikna edici olmadığının farkına varan makroevrim iddiası savunucuları hemen yeni hipotezlerini ve argümanlarını devreye sokuyorlar. Tabiatta görülen baş döndürücü canlı çeşitliliğinin ve biyolojik mekanizmaların rastlantısal mutasyonların bir araya gelmesiyle açıklanamayacağının farkına varan ve ara tür fosillerinin yokluğunu gören Niles Eldredge, Stephen Jay Gould, Otto Schindewolf ve Richard Goldschmidt gibi meşhur Neo-Darwinciler (aralarında görüş farkları olsa da) “sıçramalı evrim” kuramını ortaya atmışlardır.

Mesela Stephan Jay Gould aynen şöyle yazmıştır: "Ders kitaplarımızı süsleyen evrim ağaçlarının yalnızca dallarının uçlarında ve çatallanma noktalarında veriler bulunur; gerisi, olabildiğince akla yakın, çıkarsamadır; fosillerle kanıtlanmış değildir." (22)

Onlar, ilk başta öne sürülen “yavaş ve tedrici değişimlerle evrimleşme” ve bunların makroevrimi netice vermesi hipotezinin gerçekleşmesinin handikapları karşısında, yeni bir hipotez geliştirmiş ve canlıların geçirecekleri makro mutasyonlarla bir anda tür üstü değişimlerle sıçrayıvereceğini iddia etmişlerdir. Aslında onların savundukları şey, tam olarak bir mucizenin gerçekleşmesidir ki bu da makroevrim iddiasını savunan nonteistlerin ortaya attıkları iddiaları ispatlamada nasıl bir acziyet içerisine düştüklerinin, nasıl çıkmaz bir sokağa girdiklerinin farklı bir yansımasıdır.

Öncelikle, bu hızlı evrim periyodu boyunca, ana (tür) ile âniden ortaya çıkan yavru (tür) arasında çok önemli bir değişiklik olmadığını söyler (meselâ, bir kurt, bir kuzu doğurmaz veya tam tersi olmaz), böylece yavruların hâlen ebeveynlerine benzediğini, farklılıkların nesilden nesile kademeli ve yavaş ilerlediğini belirtirler. Daha sonra organizmaların sadece, jeolojik açıdan kısa süren periyotların başında ve sonunda evrime sebep olan yoğun aktiviteler neticesinde önemli değişikler geçirdiğini kabul ederler. Bu bakımdan önce bir klâsik Darwinci gibi yavaş ve denge durumunda kalan bir süreç, ikinci süreçte ise tam tersi bir anlayış ortaya koyarlar. Geçiş türlerinin, evrimci patlamanın yapıldığı bu aktif süreçte ortaya çıktığını ve az sayıda olmaları sebebiyle de geçiş içinde bulundukları zamanın kısa olmasından dolayı, fosil olarak geride bir iz bırakmadığını söylerler. Onlara göre geçiş formları çok hızlı bir şekilde evrimleşerek çevreye uyum sağlamaya çalışır ve bunların birçokları "deneme" türleridir, çok uzun süre o çevreye tutunamazlar. Diğer türler devamlı olarak onlardan evrimleşir ve onların üzerine üstünlük kurarlar. Netice olarak bu "deneme" türlerinin çoğunun nesli çabuk tükenir. Sonunda, orijinal türden önemli derecede farklı bir veya iki yeni tür, başarılı bir şekilde çevreyi doldurur. Sadece bu serpilmiş, dayanıklı türler fosilleşir.

Sıçramalı denge, evrimin akışını önce uzun süre birinci viteste giden bir araba gibi görürken, nadir durumlarda bu arabanın hızlanarak beşinci vitese çıktığını ve âniden savrularak yeni bir yola geçtiğini kabul eder. Diğer bir deyişle sıçramalı denge, farklı bir ritimde ilerleyen yine bir Darwinci evrimdir. Ancak geleneksel Darwinistlerden farkı, iki şeyin bir arada olmasını istemesidir. Hem, Darwin'in düşüncesine göre kendi teorisi ile bağdaşmayan hızlı değişmeleri, hem de aynı zamanda, Darwinizm ile uyum içerisinde olan evrim için mekanik bir açıklamayı birlikte ister. Bunun en birinci sebebi hem değişim istemeleri, hem de bu değişimin geride evrime dâir bir kayıt kalmayacak kadar jeolojik açıdan çok kısa bir süre içerisinde olmasını istemeleridir. Kısacası sıkıştıkları noktada yeni bir argüman ortaya atarak hedef saptırma yoluna giderler.

Ancak, bu evrimleşme faaliyetini açıklama kapasitesinde olan mekanik bir mekanizmaya dâir, deneylerle doğrulanmış lâboratuvar bulguları gibi, sıçramalı denge teorisini destekleyecek hiçbir pozitif delil yoktur. Sadece fosil kayıtlarındaki eksikliği ve sessizliği aşmak için ortaya attıkları ve doğruluğu kendilerinden menkul bir anlayıştır. Gerçekte ise, burada derin bir ironi vardır. Sıçramalı denge, kendisini delillendirme açısından ana desteğini, geçiş fosillerinin olmamasında arar. (23)

Makroevrim iddiasını savunanlar arasında yeterince meşhur olmayan ve kabul edilmeyen daha farklı kuramlar da vardır ve bu kuramlar da önceki zikredilenlerden daha ikna edici değildir. Görünen o ki makroevrim iddiasını savunanlara göre kuramlar, mekanizmalar, ispat vasıtaları değişse de değişmeyen ve değişmemesi gereken bir gerçek vardır: Canlıların tek bir ortak atadan evrimleşerek meydana geldikleri iddiası.



MAKROEVRİM İDDİASINA GÖSTERİLEN KANITLARIN İNCELENMESİ

CANLILAR ARASI BENZERLİKLER (HOMOLOJİ)

Evet, canlılar arasındaki benzerlikler apaçık bilimsel bir gerçektir. Peki, benzer yapılara sahip olan canlıların aynı ortak atadan geldiklerinin kanıtı nedir? Tek başına benzerliklerin kendisi makroevrim iddiasının kesin kanıtı olabilir mi? Ya da şöyle soralım: Biz benzerliklerden yola çıkarak mı makroevrim iddiasını ispatlıyoruz; yoksa makroevrim iddiasını kabul ettiğimiz için mi kendimizce bir kısım homolojiler belirliyoruz? Burada da hem gizli bir totoloji dikkati çekiyor, hem de iki bilinmeyeni birbiriyle izah etmeye kalkma şeklinde bir kısır döngü meydana geliyor.

Bu durum pek çok filozofun ve biyoloğun dikkatini çekmiş ve eleştiriye yol açmıştır. Mesela filozof Ronald Brady homoloji tanımıyla verdiği bir örnekte şöyle der: “Açıklamamızı, izah edilmesi lazım olan durumun tanımına dönüştürdüğümüzde, bilimsel bir hipotezden daha çok bir inancı dillendirmiş oluruz. Açıklamamızın gerçekliğine o kadar kanaat getirmişizdir ki, tanımımızı, açıklanması gerekli durumdan ayırmaya gerek bile görmeyiz. Bu tarzdaki dogmatik yaklaşımlar bilim alanından uzaklaştırılmalıdır.” (24)

Canlılar arasındaki yapı benzerliklerini izah etmenin gerçekten makroevrim iddiasından başka yolu yok mudur? Gerçekten bütün yollar makroevrim iddiasına mı çıkar? Elbette böyle değildir. Canlı organizmalar arasındaki yapı benzerliklerini her şeyi bilen ve her şeye kadir olan bir yüce Kudret’in baştan böyle yaratmasıyla izah etmenin ne sakıncası var? Gerçekten de Yaratıcının varlığına iman eden çok sayıda bilim insanı, bu benzerliklerin sebebini Yaratıcı birliğiyle açıklar. Yüce Yaratıcı tüm canlı organizmaları aynı hammaddeden, aynı yasalarla, aynı ilâhî plâna göre yaratmıştır.

Buna, tüm canlı organizmaların aynı yeryüzünde hayat sürmesini, aynı besin kaynaklarını kullanmasını, aynı havayı teneffüs etmesini de ekleyebiliriz. Üstelik canlıların, hayatta kalmak, çoğalmak, enerji kullanmak ve hareket etmek gibi ortak vasıfları da vardır.

Biyolog Tim M. Berra, şu ifadeleriyle benzerlikten yola çıkarak makroevrim iddiasını savunmakla ilgili şöyle der: “Eğer 1953 model ve 54 model iki Corvette’i yan yana getirirseniz, sonra 54 ve 55 model ikisini yan yana koyarsanız ve bu şekilde devam ederseniz göreceksiniz ki ortada tartışılmaz bir değişerek türeme mevcuttur.” (25) Phillip Johnson, Berra'nın bu söylemini şöyle değerlendirir: “Varmak istediğim yer şu; Berra esasında farkında olmadan bir şeyi anlatıyordu, benzer formların birbirini takip etmesinin izahı, onların kendisinde aranmaz. Bir mekanizmaya ihtiyaç vardır. Örneğin Corvettelerde bu mekanizma insanın üretimidir.” (26)

Peki, o zaman canlılardaki benzerliğin mekanizması nedir? Genler mi? Benzer süreçlerden geçerek dünyaya gelmeleri mi? Kök birlikteliği mi? Asıl açıklanması gereken sorun budur. Çünkü salt benzerliğin kendisi bizi kesin bir neticeye götürmez. Makroevrim iddiasını savunanların da henüz bu mekanizma sorununu çözdükleri söylenemez. Fakat teist bir insan açısından sorunun çözümü bellidir: Canlılardaki bazı yerlerdeki  benzerliğin yanında her birinin kendine özel özelliklere sahip olması, bütün bunları bilen ve yaratan bir Yaratıcı’yı gösterir. Tüm türleri yaratan Yüce Yaratıcı tüm canlıların üzerine Kendi damgasını vurmuştur. Tek bir Yaratıcıya vermeden canlı organizmalar arasındaki benzerlikleri de, benzerlik içindeki farklılıkları da açıklamak imkansızdır.

Tabii ki Yaratıcı, her canlı türüne, hatta bir türdeki bütün organizmalara muhtelif şekiller, farklı yapılar vermeyi tercih buyurabilirdi. Eğer böyle olsaydı ne besin zinciri, ne canlılar arasında yardımlaşma ve dayanışma, ne de yakınlaşma ve kaynaşma meydana gelmezdi. Böyle bir dünyada yaşamak hiç de kolay olmazdı. Yaratıcı, buna benzer birçok hikmet nedeniyle canlı organizmalar arasında önemli benzerlikler yaratmıştır.

Diğer taraftan, makroevrim iddiası ele alınırken sadece benzerliklerden hareket edilip farklılıkların yeterince ele alınmadığını da belirtmek gerekir. Halbuki değil bütünüyle ayrı yapı ve organların, zahiren birbirine benzediği düşünülenler dahi detaylı bir incelemeye tâbi tutulduğunda, aralarında nasıl önemli farklar olduğu ortaya çıkmaktadır. En basitinden, dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insanın hiç birinin yüzü ve parmak izi diğeriyle aynı değildir (istisnalar kaideyi bozmaz). Tüm bunlara ek olarak şekil benzerlikleri bulunan pek çok yapının da, birbirinden tamamen farklı görev ve fonksiyonlar gördüğü unutulmamalıdır.

Sözün özü, peşinen makroevrim iddiasının doğruluğu kabul edilmediği sürece, biyolojik varlıklar arasındaki benzerliklerden yola çıkarak onların birbirinden evrimleştikleri şeklinde bir neticeye ulaşmak, ilmî ve mantıkî bir temele dayandırılamaz.

GENETİK YAKINLIK (MOLEKÜLER BENZERLİKLER)

İnsan ve şempanze genlerindeki büyük benzerliğe rağmen, bu iki canlı arasında çok önemli farklar vardır. Şempanze genlerinin %98 insanla benzer olması, ne onu yüzde 98 oranında insan yapar ne de insanı bu oranda şempanze yapar. Beyin yapıları, davranışları, konuşma becerisi sayesinde insanlar diğer hayvanlardan ayrılır.

Demek ki yüzdelik olarak söylendiğinde gen oranlarında küçük gibi görünen fark, fenotipte (gözlemlenebilen özelliklerde) büyük farklara yol açabiliyor. Çünkü insan vücudundaki gen sayılarını göz önünde bulundurursak, yüzde ikilik farklılık dahi milyonlarca genetik bilginin farklılığı manasına gelir.

Demek ki canlı organizmaların biyolojik yapıları sadece genlerle açıklanamaz. Biyologlar da, canlı vücudunda gerçekleşen bütün faaliyetleri genlerle izah etmenin sağlıklı bir yöntem olmadığı üzerinde dururlar. Örneğin City University of New York’ta görev yapan Barry Commoner “DNA Efsanesini Çözmek” isimli makalesinde detaylı bir şekilde hayat için DNA’dan daha fazla şeyler gerektiğine ve insan olmak için genlerin sağladığı cevaptan daha fazlasına ihtiyaç duyulduğuna, vücutta gerçekleşen biyolojik faaliyetlerde proteinlerin önemli rol aldığına dikkat çekmiştir. (27)

Tekrar vurgulayalım ki bütün canlılarda DNA sarmalının dört çeşit nükleotid bazdan oluşması veya bütün proteinlerin 22 adet aminoasitin farklı kombinasyonlar kurmasıyla meydana gelmesi, evrensel ortak ataya delalet etmek zorunda değildir. Genetik bilgideki veya kromozom sayılarındaki yakınlıktan yola çıkarak ortak atalar bulma çabası da şartlanmışlığın makroevrim iddiasını savunanları mecbur bıraktığı bir neticedir.

Bir kütüphaneye giren kimse, binlerce, belki milyonlarca kitapla karşılaşır. Bu kitapların her birinin ele aldığı mevzu, manası ve mahiyeti farklı olsa da nihayetinde hepsi 29 harfle yazılmıştır; yani aynı malzemeden üretilmiştir. Hatta harflerin de ötesinde bu kitaplarda binlerce ortak kelime vardır. Sözcüklerin de ötesinde benzer ifade kalıplarına veya tümcelere denk gelmek de mümkündür. Bu durum bize her bir kitabın akıl ve şuur sahibi bir müellif tarafından yazıldığını düşündürür. Morfolojik ve anatomik benzerliklerde olduğu gibi moleküler seviyedeki benzerlikler de bize ilim, irade ve kudret sahibi bir Yaratıcının birliğini göstermesi için Yaratıcı bu şekilde yaratmayı tercih buyurmuş olabilir. Çünkü Yaratıcı, aynı harfleri kullanarak milyonlarca değişik tür, milyarlarca farklı insan yaratmıştır.

Sonuç olarak genetik benzerliğin tek ve zorunlu açıklaması ortak ata değildir.

Kaldı ki genetik benzerlik ortak ata için babalık testi gibi kısa vadede daha güvenilir sonuçlar verirken uzun vadede yanıltıcı sonuçlar verebiliyor. Örneğin iki sölekant türü arasındaki genetik benzerlik şempanze ve insan arasındakinden daha azdır. (28) Fakat bilimsel olarak iki sölekant türünün daha yakın akrabadır. Taksonomide insan ile şempanze cinsin daha üstü olan familyada(Hominidae) birleştirilirken, Batı Hint Okyanusu Sölekantı olarak bilinen Latimeria chalumnae ile Endonezya Sölekantı olarak bilinen Latimeria menadoensis türü familyanın daha altı olan cinste( Latimeria ) birleştiriliyor.

Şempanze ile insanın genetik benzerliği daha fazla ama taksonomide daha uzaklar, iki sölekant türünün genetik benzerliği daha az ama taksonomide daha yakınlar.  Sölekant gibi başka canlılar da var. Bilimsel kanıtın temel özelliği olan her seferinde aynı sonucu verme özelliği kanıt olarak gösterilen genetik benzerlik için geçerli değil. Demek ki genetik benzerlik de ortak ata için uzun vadede kanıt olarak kabul edilemez; çünkü yanıltıcı sonuçlar da verebiliyor. 



FOSİLLER

Makroevrim iddiasının insanlık tarihinde belli ölçüde kendine yer bulmasının ve çokları tarafından benimsenmesinin başlıca sebeblerinden biri fosillerdir. Fosiller, delil olarak gösterilen diğer argümanlara oranla daha ikna edici görünürler. Çünkü insanlar, duyduğundan daha çok gördüğüne inanırlar. Makroevrim iddiasını savunanlar da fosillerin bu etkisinin bilincinde olduğu için, makroevrim iddialarını ispatlama adına her kitaba çarşaf çarşaf fosillerin fotoğraflarını yerleştirir, belgesellerde, programlarda devamlı fosilleri gösterirler.

Gerçekten günümüzde bulunmuş milyonlarca fosil makroevrim iddiasının gerçekliğini ispat edebilir mi? Fosillerin tamamıyla sübjektif yorumlarla iddia edilen evrim ağacına yerleştirilmesi, peşin hükümle hazırlanmış kurgusal bir senaryoya göre dizilmesi, hile ve sahtekârlıklara konu olması, makroevrim iddiasından ziyade biyolojik formların kararlılığını göstermesi gibi olgulara bakılırsa bunun hiç de kolay olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

Daha evvel vurguladığımız gibi bir takım makroevrim iddiası savunucularını, evrimin büyük sıçramalar halinde yaşandığı fikrine yönlendiren en önemli sebep, fosil kayıtlarından umutlarını kesmeleridir.

Fosillerin, bütün halinde olmaması da fosiller üzerinde ideal incelemeler yapılmasını güçleştirmiştir. Pek çok fosil bilimcinin de vurguladığı gibi bilhassa omurgalı büyük canlılara ait fosiller etrafa dağılmış küçük parçalar hâlinde bulunduğu, bunlar uzun yıllarca yapılan çalışmalarla bir araya getirildiği ve bir kısım parçalar eksik kalabildiği için, bu iskelet yapılarından yola çıkarak ara tür iddiasında bulunmak hiç de kolay değildir.

Birçok parçasının noksan ve yıpranmış olmasına ek olarak, fosiller yumuşak dokularını yitirdikleri için fosillerden yola çıkarak gerçek resimlerin çizilmesi de oldukça zordur. Gerçekten de National Geographic Dergisi, aynı kafatasını dört sanatçıya vererek kafatasının nasıl bir canlıya ait olabileceğini çizmelerini talep etmiş fakat birbirinden alakasız dört farklı çizim ortaya çıkmıştır. Bu da fosiller hakkında yapılacak değerlendirmelerin ne kadar sübjektif olduğunu gösterir. Fosillerin tam olarak hangi canlıya benzediğini bile tahmin etmek bu kadar güç iken, onlardan hareketle hangi türün hangi türden geldiğini çıkarmaya çalışmak ancak makroevrim iddiasının kesinliğine “iman” eden bir bilim insanının işi olabilir. (29)

Nature dergisinin bilim başyazarı Henry Gee, kendisi de makroevrim iddiasının doğruluğunu savunmasına rağmen fosilleri ayıran zaman sürecinin uzunluğunun onlar hakkında ata ve soy yoluyla bir şey söylememize imkan tanımadığını belirtip karamsar bir şekilde şu yorumu yapmıştır: "Mevcut evrim şeması, olgudan sonra yaratılmış, tamamen insan ürünü olup, insani önyargılarla şekillendirilmiştir… Bir fosil dizisinin, bir nesli temsil ettiğine dair iddia, bilimsel bir hipotez değil, çocuk uyutmak için anlatılan; masal değerinde, eğlenceli, hatta öğretici olabilen, fakat bilimsel olmayan bir niteliktedir." (30)

Dünyadaki en büyük fosil müzelerinden Chicago’daki Field Museum’un müdürlüğünü de yapmış olan fosil bilimci David M. Raup, şu ifadeleriyle mevcut fosil verilerinin, canlıların adım adım evrimleştiği şeklindeki Darwin’in iddiasını hiçbir şekilde desteklemediğini ifade etmiştir: “Pek çok insan fosillerin Darwinci yorumları desteklediğini zanneder. Darwin’den günümüze 120 sene geçti ve fosillerle alakalı bilgilerimiz olağanüstü arttı. Ama ilginçtir ki bugün evrimle ilgili bir değişimi destekleyen örnekler Darwin’in zamanından daha azdır.” (31)

Geçiş formu bulunduğu savıyla devamlı gündeme getirilen az miktardaki fosil de oldukça tartışmalıdır. Birincisi, bunların bir kısmı üzerinde oynamalar yapılmıştır. Mesela bir zamanlar makroevrim iddiasının en büyük kanıtları olarak gösterilen Java Adamı, Pekin Adamı, Nebraska Adamı, Neanderthal Adamı ve Piltdown Adamı’nın uydurma fosiller olduğu ortaya konmuştur. (32) Örneğin halka Piltdown insanı (Eoanthropus Dawsoni) şeklinde sunulan, uzun yıllar bilim insanlarını meşgul eden ve üzerine çok sayıda akademik çalışma yapılan fosilin, sahte olduğu noktasında bugün bilim insanları müttefiktir. Çünkü yapılan incelemeler sonucunda onun, insan ve maymuna ait parçaların birleştirilmesi ve yapay bir takım parçaların eklenmesiyle elde edildiği kesin olarak kanıtlanmıştır. Nebraska insanı ise sadece bir domuz dişi üzerinden kurgulanmıştır. Epey bir zaman onun insan ve maymun arası bir geçiş formu olduğu kabul edilse de 1927’de iskeletin kalan parçalarının bulunmasıyla bu dişin bir yaban domuzuna ait olduğu anlaşılmıştır.

İkincisi de bu fosillerin geçiş formu olduğu, homolojiden hareket edilerek var olan türlerle benzerliğine göre belirlenmekte ve basit soyut bir savdan ileriye gitmemektedir. Makroevrim iddiasını savunan paleontologlar (fosil bilimciler) buldukları fosillerden yola çıkarak bilimsel bir neticeye ulaşmak yerine, zihinlerinde hazır bulunan makroevrim senaryosunu “ete kemiğe bürüyebilecek” fosiller aramaktadırlar; fakat fosiller üzerinden hareketle makroevrimleşmenin tespit edilebilmesi de mümkün gözükmemektedir. Çünkü fosiller, ölmüş organizma ile ilgili veri sağlar; ama bu canlının nasıl türediğini söylemez; fosillere dayalı çıkarım da tamamen soyut akıl yürütmelere dayanır. (33)

Kuşların, sürüngenlerden mi yahut dinozorlardan mı evrimleştiği makroevrim iddiasını savunanlar arasında tartışmalı bir konudur. Kuşların atası olarak dinozorları işaret edenler, bunun en büyük delili olarak 1861 yılında keşfedilen Archaeopteryx isimli fosili öne sürerler. Bu fosilin 150 milyon yıl önce yaşayan bir canlıya ait olduğu tahmin edilir. Makroevrim iddiasının konu edildiği nerdeyse tüm ortamlarda delil olarak bu fosil öne sürülür. Ne var ki makroevrim iddiasına karşı çıkanlar söz konusu fosilin nesli tükenmiş bir kuşa ait olduğunu öne sürer ve daha sonraki yıllarda bulunan ve daha eski tarihlere ait olan Liaoningornis, Elolulavis ve Protoavis gibi kuş fosillerinin Archaeopteryx’un kuşların atası olduğu şeklindeki iddiaları çürüttüğünü ifade ederler.

İskoçyalı fosil bilimci William Elgin Swinton, Kuşların Biyolojisi ve Karşılaştırmalı Fizyolojisi isimli eserinin hemen girişinde kuşların kökeni hakkında oldukça indirgemeci bir yaklaşım sergilendiğini ifade ettikten sonra, çeşitli evreler içinde sürüngenlerden kuşa geçildiğini gösteren hiçbir fosil kaydına ulaşılamadığını itiraf etmiştir. (34)

Hatta makroevrim iddiasını savunanlar içerisinden de ilgili fosilin ara form olamayacağıyla alakalı itirazlar yapılmıştırBunlardan biri olan Pierre Lecomte du Noüy bu mevzuda şunları yazmıştır: Olağan dışı bir durum olan Archaeopteryx’i, gerçek bir halka olarak nitelemeye hakkımız yokHalka ile sürüngenler ve kuşlar ve benzeri sınıflar veya daha küçük gruplar arasında olması zaruri dönüşüm döneminden bahsediyoruz. İki gruba ait özelliklere de sahip bir organizma, onunla öteki iki grup arasındaki geçiş formları keşfedilmeden ve dönüşüm mekanizması bilinmeden, gerçek halka muamelesi göremez.” (35)

Birçok araştırmacı tarafından, makroevrim iddiasını savunan neredeyse tüm kitaplarda resimleri bulunan küçükten büyüğe doğru sıralanmış at fosillerinin de gerçeği yansıtmadığı, bunların gerçekte dünyanın farklı bölgelerinde yaşamış farklı tür memelilere ait fosillerin kurmaca bir senaryoya göre dizilmesiyle oluşturulduğu belirtilmiştir.

Örneğin PBS televizyonunda yayınlanan “Darwin Yanlış mı Anladı?” adlı bir programda Darwin uzmanı Norman Macbeth imza atılan sahtekârlığa şu sözleriyle işaret etmiştir: “1905 senesinde Amerikan Tabiat Tarihi Müzesi’nde bütün atları içine alan bir sergi düzenlendi. Bu sergide atlar büyüklüklerine göre dizilmişti. Tüm insanlar bu dizilimin nesillerin yaş sırası baz alınarak yapıldığını zannetti. Ama böyle bir şey yoktu, atlar arasında bir nesil bağı bulunmuyordu. Farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda bulunan atlar sergide, sanki küçük boyludan büyük boyluya doğru evrimleşmişler intibaı verecek şekilde sıralanmışlardı. Ama artık bunları okul kitaplarından alıp çıkarmak mümkün değil.” Kendisi de makroevrim iddiasını savunan Boyce Rensberger ile British Museum’un Tabiat Tarihi bölümünde çalışan paleontolog Colin Patterson da atın evrimi adına ortaya konulan fosillerin hiçbir dayanağının olmadığını, atın yavaş yavaş büyüyerek bugünkü şekline geldiği şeklindeki anlayışın doğru olmadığını ifade etmiştir.

Rensber: “50 milyon yıl önce yaşadığı ileri sürülen dört tırnaklı ve tilki büyüklüğündeki canlıların bir seri değişim geçirerek bugün yaşayan hem daha büyük hem de tek tırnaklı olan ata dönüştüğü iddiası artık geçersiz kabul ediliyor. Bu konuda ara formlar bilinmemekte, her türün fosilleri bütünüyle farklı olarak ortaya çıkmakta, değişmeden kalmakta, sonra da nesilleri tükenmektedir”.(RENSBERGER, B. (1980): Houston Chronicle, November 5, Part 4, p. 15.)

Colin Patterson: “Hayatın mâhiyeti hakkında her biri diğerinden daha hayali birçok kötü senaryo mevcuttur. Bunların en meşhur misali ise 50 sene kadar önce hazırlanmış olan ve hâlâ alt katta duran atın evrimi sergisidir. Yüzlerce bilimsel kaynak tarafından büyük bir hakikatmiş gibi takdim edilen atın evrimi hakkındaki iddiaları ortaya atanların yaptıkları tahminlerin şimdi sadece spekülasyon olduğu kanaatindeyim.” (PATTERSON,C. (1984): Harper’s, February. p.60) (36)

Homo sapiens ile ilk maymunsular arasında geçiş formu olarak takdim edilen fosillerin de bundan bir farkı yoktur. Sahte olanları bir kenara bırakacak olursak, geri kalanların da geçmişte yaşamış fakat günümüzde nesli tükenmiş farklı maymun ve insan türlerine ait fosiller olduğunda şüphe yoktur. Muhtemelen makroevrim iddiasının gerçekliğine yönelik peşin kabuller olmasaydı, makroevrim iddiasını savunan paleontologlar da bu fosilleri farklı maymun türlerinin altında sınıflandıracaklardı.

Antropoloji profesörü Robert Eckhardt, “Erken fosil hominidlerinin şaşkınlık verici dizilerinin içerisinde, morfolojisi onu insanın hominid atası olarak gösteren bir hominid var mıdır?” diye sorduktan sonra şu cevabı vermiştir: “Genetik değişkenlik faktörü dikkate alınırsa, cevap hayır gibi görünmektedir.” (37)

Kendisi de makroevrim iddiasını savunan ünlü paleontolog Niles Eldredge, paleontologların uzun süredir makroevrim iddiasından uzak durmalarına şaşırılmaması gerektiğini söyler. Çünkü fosil verilerine göre makroevrim sanki hiç yaşanmamış gibidir. Ona göre makroevrim iddiasıyla ilgili yazılanları okuyan kimseler, her tarafta makroevrim iddiasını destekleyen fosil kayıtlarının bulunacağını zannetseler de durum hiç de öyle değildir. Fosil verilerinin, makroevrim iddiasıyla ilgili bir şeyler öğrenmeye çabalayan paleontologları şaşkına uğratmasının sebebi de budur. (38)

Keşfedilen fosillerin geçmişte hayat sürmüş bağımsız türler olduğuna kanıt olmasında hiçbir engel yoktur. Aksine fosil kayıtları makroevrim iddiasından ziyade türlerin bir yerden sonra büyük çaplı değişim yaşamadığını ispatlamaktadır. Yeni keşfedilen fosiller, makroevrim iddiasını savunanların beklediği gibi iddia edilen evrim ağacındaki boşluğu dolduracağına, yeni yeni boşluklar oluşturmaktadır.

EMBRİYONUN ANNE KARNINDA GEÇİRDİĞİ SAFHALAR

Makroevrim iddiasını ispatlamak için sıkça kullanılan argümanlardan bir diğeri de Haeckel’in çizdiği embriyo resimleridir. Ne var ki Michael Richardson tarafından oluşturulan bir bilim kurulu, Haeckel’in çizimlerini gerçek fotoğraflarla karşılaştırmış ve onun gerçeği nasıl çarpıttığını ortaya koymuşlardır. Bunun üzerine Elizabeth Pennisi, Science dergisinde “Haeckel'in Embriyoları: Sahtekarlık Yeniden Keşfedildi” başlıklı bir makale yazarak yapılan sahtekârlığı gözler önüne sermiş ve şunu söylemiştir: “Bir İngiliz araştırmacı, modern teknikleri kullanarak, Ernst Haeckel'in ünlü, asırlık çizimlerinde resmedilenlere benzer embriyoları fotoğrafladı ve Haeckel'in görüntülerinin tahrif edildiğini kanıtladı. Haeckel bir keresinde çizimleri kendisinin yaptığını itiraf etti, ancak bu itiraf unutuldu.” (39)

Natural History dergisinde “İğrenç” başlığıyla kaleme aldığı makalesinde Haeckel’in yapmış olduğu sahtekârlığı ele alan ve kendisi de sıçramalı evrim hipotezini savunan Stephen Jay Gould da şu ifadeleri kullanmıştır: “Bir yüzyıl boyunca devam eden ve birçoğuna olmasa bile çok sayıda modern ders kitabına bu resimlerin girmesine sebep olan aptalca bir tekrarlamadan dolayı hepimizin hem şaşırması hem de utanması gerekir diye düşünüyorum.” (40)

Pek çok eserde Haeckel’in çizimlerinde iddiasını doğru göstermek amacıyla iç içe nasıl pek çok sahtekârlık yaptığının ayrıntıları anlatıldığı için burada bunlara yer vermeyeceğiz. (41) İşin garip tarafı şu ki, yapılan sahtekârlık ortaya çıkmasına rağmen günümüzde hâlâ birçok biyoloji ders kitabında söz konusu çizimlere yer verilmeye devam edilmektedir.

Günümüzde pek çok bilim insanı, değişik canlı türlerine ait embriyolar arasında zannedildiği kadar benzerlik bulunmadığını, bilakis bunların önemli ölçüde birbirlerinden ayrıldıklarını ifade etmektedir. Mesela makroevrim iddiasını savunanların iddia ettiği üzere insan embriyosunda hiçbir zaman solungaç yarıklarının görülmediği, insanın sürüngen veya maymuna benzer hâllerden geçmediği ifade edilir. Solungaç yaylarının kalıntısı olarak lanse edilmeye çalışılan yapılar, alt ve üst çene, hyoid (dil kemiği), kemiklerini, tiroid, paratiroid ve timüs bezlerini, yutak ve ses kutusuna ait kıkırdakları meydana getiren embriyonik yapılardır.

Bununla birlikte anne karnındaki embriyolar arasında benzerlik değil aynılık olsa dahi gerçekten bu makroevrim iddiasının kesin bir kanıtı olabilir mi? Buradan hareketle canlı türleri için evrensel ortak ata savı ileri sürülebilir mi? Embriyolar arasındaki benzerlik veya tıpkılık bunların birbirinden nasıl türediğine dair bize bilgi verir mi? Hepsinden ziyade embriyolar ne denli birbirine benzer olursa olsun, doğumdan sonra ortaya çıkan canlı türlerindeki büyük farklılıkları nasıl izah edeceğiz? Özellikle Yaratıcıyı, ruhu, kaderi kabul etmeyen makroevrim iddiası savunucularının bu ani değişimle ilgili öne sürebilecekleri bir açıklama modeli var mıdır?

Kısaca söylemek gerekirse zorlama bir kısım yollarla canlı embriyoları arasında benzerlikler bulmaya, sonra da bunlardan hareket ederek evrensel ortak ataya ulaşmaya çalışmanın tek mantıklı açıklaması, makroevrim iddiasına duyulan sarsılmaz inanç olabilir. Canlılar arasındaki morfolojik (görünüşsel), genetik, embriyolojik veya fosil kaynaklı benzerliklerden yola çıkarak makroevrim iddiasını ispatlama çabalarının, bütünüyle hayali ve spekülatif izahlar olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür benzerliklerin hiçbirisi, canlı organizmaların ne ortaya çıkış keyfiyetleri ne de milyonlarca senedir geçirdikleri süreçler hakkında kesin bilgi vermez.



KÖRELMİŞ ORGANLAR

Darwin’den sonra bazı makroevrim iddiası savunucuları insan vücudundaki körelmiş organ sayısını 180’e kadar çıkarmış; apandis, kuyruk sokumu kemiği, kıllar, kulak kasları, epifiz bezi, yirmilik dişler, plantaris kası, erkek memesi, ayak serçe parmağı, bademcikler gibi birçok organın işe yaramaz veya olması gerekenin çok altında fonksiyonel olduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre bu yapıların varlığı homo sapiens'in maymunsu canlılardan evrimleştiğinin en önemli delillerinden biridir. Bize atalarımızdan miras kalmıştır. Onlarda işlevsel olan bu yapılar, yaşanan mutasyonlar neticesinde güdükleşmişlerdir.

Örneğin ayak serçe parmağı maymun atalarımızda ağaçların dallarını kavramak için etkinken, maymunların insana evrimleşmesi ve yerde yürümeye başlamasıyla birlikte körelme eğilimine girmiştir. Benzer olarak kuyruksokumu kemiği de daldan dala atlarken sahip olduğumuz kuyruğun, bize miras olarak verilmiş kalıntısından başka bir şey değildir.

Hatta makroevrim iddiasını savunanlara göre üşüdüğümüzde veya çok korktuğumuzda tüylerimizin diken diken olmasının sebebi de atalarımızdan bize miras kalmış davranışlardır. Atalarımız, tüyleri olan sıradan memelilerdi. Havanın sıcak veya soğuk olmasına göre vücutlarındaki hassas ısıölçerlerin emirleri doğrultusunda bu tüyler dikilir ya da indirilirdi.

Makroevrim iddiasını savunanlar, insandaki sözde körelmiş yapıların asıl işlevlerini sadece hominidlerde ve primatlarda da değil, çok daha eski atalarda ararlar. Örneğin insan elinde var olan kılların dizilim ve konumlanmasını 250 milyon yıl evvel yeryüzüne hakim olan sürüngenlerin pullarındaki dağılımla irtibatlandırırlar.

Makroevrim iddiasını savunanlara göre körelmiş organlara sahip olan tek canlı homo sapiens değildir. Aksine Darwin’in söylediği gibi her hayvanda bu tür körelmiş yapılar vardır. Örneğin uçma yetisini ve ekipmanlarını kaybeden deve kuşlarının, penguenlerin ve emuların kanatları bunun güzel bir misalidir. Benzer olarak bit ve pire gibi böcekler de bir zamanlar atalarının sahip oldukları kanatları yitiren canlılar listesine dahildir.

Bununla birlikte zaman geçtikçe makroevrim iddiasını savunanların “körelmiş”, “güdükleşmiş” veya “arta kalan” olarak isimlendirdikleri organ ve yapıların vücut açısından ne kadar önemli fonksiyonlar eda ettikleri ve zannedildiği gibi bunların hiç de lüzumsuz olmadıkları çok daha iyi anlaşılmıştır. Şu anda kılların, kuyruk sokumunun, tiroid bezinin, bademciklerin yahut apandisin işlevsiz olduğunu savunan tek bir bilim insanı dahi yoktur. Zira bunların her birinin çok önemli vazifelere sahip olduğu anlaşılmıştır. İnternette yapılacak küçük bir araştırmayla bunların fayda ve fonksiyonları öğrenilebilir. İşin tuhaf tarafı şu ki hâlâ söz konusu organlar makroevrim iddiasının delili olarak gösterilmeye devam etmektedir.

Bilimin halihazırda faydasını keşfedemediği organların bünye açısından gereksiz ve işlevsiz olduğu da iddia edilemez. Zira yapılacak yeni çalışmalarla pekâlâ bunların yararları tespit edilebilir. Daha evvel yararsız denilip daha sonra faydalı olduğu tespit edilen organlar vardır.

Makroevrim iddiası savunucularının, devekuşları veya penguenler gibi bir kısım hayvanlarla ilgili dile getirdikleri iddialar da ciddi tenkide uğramış, bu hayvanların sahip oldukları kanatların, içinde yaşadıkları koşullara en uygun organlar oldukları ifade edilmiştir. Örneğin zamanlarının önemli bir kısmını sularda geçiren penguenlerin kanatları âdeta birer yüzgeç gibi vazife görürler. Benzer olarak saatte 70-80 km. sürat yapabilen deve kuşları, sahip oldukları kanatları sayesinde dengelerini sağlayabilirler. Makroevrim iddiasını savunanların bu hayvanlarla ilgili iddialarının temelinde, “kanatların sadece uçmada kullanılabileceği” şeklinde son derece dar bir bakış açısı vardır.

Tüm bu işlevler ortaya çıkmaya başladıktan sonra makroevrim iddiasını savunanlar yeni bir strateji geliştirerek körelmiş organın sadece işlevsizleşerek iz halinde kalmış yapılar demek olmadığını, bazı körelmiş organların, zamanla ev sahibi organizmalar tarafından asıl işlevlerinden farklı görevlerde kullanılacak şekilde evrimleşebildiğini iddia etmeye başlamışlardır. Bu durumda karşımıza homoloji iddiasında olduğu gibi bir kısır döngü çıkıyor.

Daha ortak ata iddiasını ispat etmeden iddia edilen atadaki asıl işlevden bahsedilemez. Asıl işlevin değiştiğine dair bir varsayım peşinen doğru kabul edilip ortada bir körelmiş organ olduğu iddia ediliyor. Peşinen doğru kabul edilen asıl işlev iddiasının kanıtı nedir? Neden her canlı türünün kendi kullandığı işlev zaten asıl işlev değil? Bu ve benzeri sorular karşısında da makroevim iddiasına göre bu canlıların iddia edilen ataları ile farklı işlevlere sahip organlar olduğu, öyleyse asıl işlevlerin zamanla değişerek farklı görevlerde kullanılacak şekilde evrimleştiği iddia ediliyor.Sonuç olarak körelmiş organ iddiası makroevrim iddiasına, makroevrim iddiası da döngüsel olarak körelmiş organ iddiasına delil gösterilerek safsata yapılıyor. Biz körelmiş organ iddisından yola çıkarak mı makroevrim iddiasını ispatlıyoruz; yoksa makroevrim iddiasını kabul ettiğimiz için mi kendimizce bir kısım körelmiş organlar belirliyoruz? Tıpkı hokoloji iddiasında olduğu gibi burada da hem gizli bir totoloji dikkati çekiyor, hem de iki bilinmeyeni birbiriyle izah etmeye kalkma şeklinde bir kısır döngü meydana geliyor.

Diğer sözde delillerde olduğu gibi makroevrim iddiasını savunanların körelmiş yapı savlarının temelinde de hayali varsayıma dayalı bir makroevrim ön kabulü vardır. Bu peşin kabulle varlığı inceleyen bilim insanları, karşılaştıkları her varlık ve olguyu bir şekilde makroevrim iddiasına yormaya çalışır. Gözlemlenen gerçeklikten hareketle canlıların sahip oldukları organlar hakkında yukarıda geçen iddiaları dile getirmek kolay olsa da soyut iddiaların ve kurgusal senaryoların ötesine geçerek bunların hiçbirinin bilimsel, mantıklı ve ikna edici açıklamasını yapamazlar.

CANLI ORGANİZMALARDAKİ İDDİA EDİLEN EKSİKLİK VE KUSURLAR

Makroevrim iddiasını savunanlardan bazıları, varlığın hiçbir seviyesinde mükemmellik bulunmadığını iddia ederler. Ne zaman kemalden, düzenden, dengeden bahsedilse hemen itiraz ederek kendilerince gördükleri kusur ve eksiklikleri saymaya başlarlar. Çünkü maddeye, sebeplere ve rastlantısallığa verilen bir oluşumun hâliyle bunlara sahip olmaması gerekir. Sonuç olarak onlar, uzun süreçler içerisinde evrimleşen canlı organizmalarda da birçok hata ve eksiklikler olduğunu öne sürerler. Bunun temel sebebi de çevrelerinde gördükleri bir kısım varlıkların kendi düşündükleri ve arzu ettikleri şekilde olmamasıdır.

Mesela pandaların başparmağı (altıncı parmak) ile zürafaların gırtlak siniri makroevrim iddiasını savunanları ciddi meşgul etmiştir. Makroevrim iddiasıyla ilgili kanıtlar sıralanırken sıklıkla bu ikisine de yer verilir. Pandanın parmağı mevzusu, Stephen Jay Gould’un Panda'nın Baş Parmağı kitabıyla meşhur olmuştur. Ona göre etçiller sınıfından evrimleşen panda, bambu ile beslenmeye başladıktan sonra doğal seçilimle bu altıncı parmak oluşmuş ama epey eksik, işlevsiz ve üstünkörü kalmıştır.

Oysaki gerçekte bir parmak olmayan bu çıkıntının “tam bir parmak olması gerektiği” yahut “işlevini yeterince yapamadığı” şeklindeki iddialar bilim insanları tarafından reddedilmiş ve bu çıkıntının panda açısından ne kadar işlevsel olduğu detaylı bir şekilde izah edilmiştir. (42)

Michael Behe’ye göre “Gould, fikirleri için bilimden asla destek almamıştır: Pandaya faydalı olacak minimum bilek kemiği uzunluğunun ne olduğunu göstermiş ya da hesaplamış değildir; kemik yapısından faydalanmak için gereken davranış değişikliklerini değerlendirmemiştir ve söz edildiği şekilde bir başparmağa sahip olmadan önce pandaların nasıl beslendiklerinden hiç bahsetmemiştir. Yaptığı tek şey bir masal uydurmaktır.” (43)

Başka bir örnek olarak, başta Richard Dawkins olmak üzere makroevrim iddiasını savunan biyologlara göre zürafaların gırtlak sinirleri de tam bir tasarım hatasıdır. Oysaki zürafalarda da bulunan Recurrent Laryngeal siniri genellikle insan dâhil her canlıda vardır. Rekürren sinir boyunun sol bölgesindeki Vagus sinirinden (10’uncu kafa çift siniri) çıkan karışık bir sinirdir. Kanı boyun ve kollara taşıyan damarın (subclavian artery) altından geçip boğaza çıkarak yemek borusu, soluk borusu, boğaz gibi boyun organlarını donatır ve bu organlara dallar verir. Solda göğüs boşluğuna kadar varır. Boğaz kaslarını sinirlerle donatan rekürren larengeal sinir, sağ ve sol ses tellerini hareket ettirerek ses vermeyi (phonation) de sağlar.

Dawkins ise, zürafalarda bulunan bu sinirin beyinden çıktığını ve gereksiz bir şekilde aşağıya doğru indiğini ve geri döndüğünü, aklı başında hiç bir mühendisin böyle bir hata yapmayacağını söyler.

Burada Dawkins'in ya gözünden kaçırdığı ya da görünmesini istemediği bir kaç nokta vardır:

Öncelikle bu sinir beyinden başlamaz. Beyinden başlayan Nörus Vagus'tur. Bu sinir ise subclavian arterin alt bölgesinden, vagus sinirinden ayrılır ve nörus vagus sinirinin bir kolu olarak devam eder.

İkincisi; yukarı doğru seyrederken sadece gırtlağa değil, nefes borusu ve yemek borusuna da dallar verir ve onların hareketlerine etki eder.

Üçüncüsü bu sinir aşağıdan yukarıya dolandığı için rekürren adını almıştır ve Dawkins gibi makroevrim iddiasını savunanlar bunun yukarıdan ayrılması gerektiğini aşağıya kadar inip, tekrar yukarıya çıkmasının saçma olduğunu söylerler. Hâlbuki bu sinir onların istediği gibi seyrettiğinde ki, böyle durumlar da istisna olarak yaratılmıştır. Tıpta bir problem olarak karşımıza çıkar.

Bu sinir insanlarda özellikle gırtlak için motor fonksiyon ve algılama kaynağıdır. Özellikle tiroid bezi ile yakın ilişkili bu sinir, tiroid bezinin alınması sırasında zarar görmesi durumunda konuşma bozukluğuna ya da konuşma yitimine de neden olmaktadır.

Eğer bu sinirin, makroevrim iddiasını savunanların istediği gibi non-rekürren yani dolaşmayan hali çoğunlukta olsaydı; o zaman gırtlakta yapılacak tüm ameliyatlar, başta gırtlak felci olmak üzere çok büyük riskler teşkil edecekti. Zaten troid operasyonlarında en önemli hususlardan birisinin bu sinirin zedelenmemesine dikkat edilmesi olduğu belirtilmektedir. Eğer bu sinir non-rekürren halde olsaydı zedelenme riski artacaktı.

Yine baştan kalbe kadar giden bölümden yukarı çıkan ve aşağı inen damarların ve sinirlerin oluşturduğu bu U sistemi, ters yönde akan kan damarları toplam basıncını sıfırladığı, böylece canlıların ani kanamalara neden olacak iç basınçtan kurtulacağı söylenmiştir. Hatta bu görevin zürafa gibi uzun boyunlu canlılarda çok daha güçlü ve etkili olduğu, aksi takdirde basınç kaynaklı beyin kanaması riskinin artacağı belirtilmiştir.

Ayrıca Larengeal Rekürren sinirinin sadece gırtlağı indiği, aynı zamanda baro reseptörlerle çok önemli ilişkilerinin olduğu, yapılan fizyolojik çalışmalarla ortaya konulmuştur. (44)

En önemli baro reseptörler kalpte, atardamarlarda ana atardamar eğrisinde ve karotid sinüstedir. Bu sinir uçları aracılığıyla beyne kan basıncının durumu bildirilir. Kan basıncı çoğaldığı zaman beyne giden uyarılar, kalbin daha değişik bir tempoyla çalışmasını, damar çaplarının değişmesini emreden uyarıların doğmasına yol açar. Bu şekilde vücudun tümü bu basınç değişikliğine uymuş olur. Bu da bu sinirin kalbe kadar uzanmasının saçma, gereksiz bir durum olmadığını, tam tersine hayati derecede önemli fonksiyonlar için dolaşması gerektiğini göstermektedir.

Sonuç olarak; makroevrim iddiasını savunan görüşün, körelmiş organ noktasında, bilimsel zemini olmayan ve yalnızca o zamanki verilerin değerlendirilmesi ile ortaya çıkan ademi kabüller (anlayamama, belirleyememe, gözlemleyememe vs.) üzerine kurulmuş bir yaklaşım olduğu anlaşılmaktadır.

Hâlbuki insana ve bilim adamlığına yakışan hareket; çözemediği ve anlayamadığı durumu basitleştirerek üstünü kapatmak değil, daha fazla çalışmamız gerekiyor diyerek, o konu hakkındaki çalışmaların önünü açacak söylemlerde bulunmaktır.

Bu noktalardan hareketle Richard Dawkins ve benzeri makroevrim iddiasını savunan şahısların bilimin değil, ateist bir ideolojinin temsilcisi gibi davrandıkları anlaşılmaktadır. (45)

Makroevrim iddiasını savunanların, kusur ve eksiklik olarak gördükleri organlar, pandanın parmağı ve zürafanın siniri ile sınırlı değildir. Mesela günümüzde pek çok insanın mustarip olduğu sırt ağrısının sebebi de insanın geçirdiği ani evrimleşme sonucunda iskeletinin yeterince mükemmel bir yapıya kavuşamamasıdır. Aynı şekilde birçok insanda problem oluşturan yirmilik dişlerinin çıkması da zikredilen kusurlardan bir diğeridir. Oysaki sırt ağrılarının nedeninin günümüz insanlarının aşırı pasif yaşam şeklinden; yirmilik dişlerin tam çıkamamasının ise yine yanlış beslenme tarzına bağlı olarak çene kemiğinin küçülmesinden kaynaklandığı uzmanlarca dile getirilmektedir.

Prof. Dr. Âdem Tatlı’nın ifadesiyle makroevrim iddiasını savunanlardan bazıları kendilerini âdeta dünyanın ve canlı organizmaların yapısı ve şeklini tanzim etmeye memur edilmiş birer mühendis gibi görerek, kendi akıl ve mantıklarına uygun gelmeyen her düzenlemeyi lüzumsuz veya kusurlu sayarlar. (46) Bazı organ ve yapıların hala fonksiyonlarının bütünüyle bulunamamış veya kusur gibi görülen bazı özelliklerin daha başka hikmetleri olabileceğini akıllarından dahi geçirmezler.

Aslında canlıların sahip olduğu yapı ve organların güdük kalıp kalmaması veya kusurlu olup olmaması ayrı bir meseledir, bunların makroevrim iddiasına delil olması ayrı. Kaldı ki canlılarda bazı eksik ve işlevsiz yapıların var olduğunu kabul etsek dahi, buradan hareketle ilgili canlıların başka türlerden evrimleştiğini iddia etmenin hiçbir bilimsel kanıtı yoktur; bu iddia yanlış kıyasların ve makroevrim iddiasını savunmacı ön yargıların bilim insanlarını sevk ettiği çıkmaz bir sokaktır.

HURDA (YALANCI) GENLER

Makroevrim iddiasını savunanlar, DNA’nın protein kodlamada vazife yapmadığı tespit edilen bölümlerinin eski atalardan kalma kalıntılar olduğunu iddia etmiş ve yalancı gen (pseudo genler) veya hurda gen (junk genler) olarak isimlendirmişler ve literatüre de maalesef bu şekilde geçmiştir. İlgili genlerin hala görevini anlayamamış olmayı kabul etmezler. Mesela onlara göre maymunlarla insanların benzer hurda genlere sahip olmaları makroevrim iddiası için en büyük delillerden birini oluşturur.

Ne var ki konu etrafında yapılan birçok çalışmada, makroevrim iddiasını savunanların bu iddialarının da aceleyle verilmiş malul bir hüküm olduğu ortaya konulmuştur. Örneğin Pennsylvania Eyalet Üniversitesi’nden Wojciech Makalowski tarafından yapılan Not Junk After All (Artık Hurda Değil) adlı çalışmada, kodlama yapmadığı öne sürülen genlerin, daha başka fonksiyonları bulunan çok önemli birimler olduğu ifade edilmiştir. (47) Benzer olarak, Jonathan Wells, The Myth of Junk DNA (Hurda Gen Efsanesi) adlı eserinde, ilgili genlerin tek tek fonksiyonları üzerinde durmuş, bu genlerin hücre içinde nasıl ehemmiyetli roller üstlendiğini izah etmiştir. (48)

John Lennox da konuyla ilgili şu bilgileri vermiştir: “Şimdi çok iyi anlaşılıyor ki bu kısım, bırakın çöp olmayı, sadece genetik işlemleri düzenlemek, yürütmek ve tekrar programlamakla kalmayıp DNA’nın transpozon denilen oldukça hareketli bölümlerini de oluşturmaktadır. Bu bölümler kendilerinin kopyasını oluşturabilir ve peşinden genomun değişik yerlerine giderler, orada genleri işlevsiz hâle getirebilir ve o zamana kadar inaktif olan genleri harekete geçirirler. Kodlanmayan DNA bunlara ek olarak Alec Jeffreys’in 1986’da adli tıp alanında keşfettiği genetik parmak izi yönteminde de kullanılmaktadır.” (49)

Konuyla ilgili araştırmalar derinleştikçe makroevrim iddiasını savunanlardan bir kısmı da bu genlerin çöp/hurda olduğu iddiasından vazgeçmeye başlamışlardır. Mesela Washington Üniversitesi Tıp Fakültesi Genom Bilimi bölümünden makroevrim iddiasını savunan bilim adamı Evan E. Eichler “Hurda DNA tabiri bizim bilgisizliğimizin dışa vurmasından başka bir şey değil” demiştir. (50)

DNA sarmalı üzerindeki gen denilen kısımların fonksiyon ve yararlarını keşfetmek bilim insanlarının işidir. Fakat burada önemli olan şudur:  Sözgelimi DNA’da hiçbir fonksiyonu bulunmayan genler bulunsa bile, bu durum gerçekten makroevrim iddiasının kesin bir ispatı olabilir mi? Makroevrim iddiasını savunan biyologların, hurda genlerin niçin DNA’da bulunduğuna ve nasıl oluştuğuna dair tatminkâr açıklaması var mıdır? Maalesef diğer sözde delillerde olduğu gibi makroevrim iddiasını savunanların hurda gen adına söyledikleri de bilimsel bulguların tek taraflı ve çarpıtılmış bir yorumundan ibarettir.

DEĞİŞİM GERÇEĞİ

Değişim, diğer kanıtlara nazaran daha genel bir olgu olsa da, değişimin birçok bilim adamının makroevrim iddiasına ikna olmasında ve makroevrim iddiasını savunmasında önemli bir yeri vardır. Esasında evrim veya evolüsyon kavramlarının delalet ettiği öncelikli anlam da değişimdir. Tabiata bakan bir insan her şeyin değiştiğini görür. Bu realiteyi fark eden Herakleitos, “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” demiş ve aynı nehirde iki defa yıkanmanın mümkün olmadığına dikkat çekmiştir.

Biyolojik yapılar, her zaman dışarıdan gelen uyarıcılara tepki verir, içinde bulundukları ortam ve şartlara uyum sağlarlar. Zamanla türler içinde varyasyonlar, yepyeni ırklar oluşur, çeşitlilik ve zenginlik ortaya çıkar.

Makroevrim iddiasını savunanların değişim gerçeğine bakışı şudur: Çok kısa zamanda bile canlı organizmalarda olağanüstü değişim ve dönüşümler yaşanıyorsa, çok uzun zaman dilimleri içerisinde niye tür üstü değişimler yaşanmasın?! Yani onların makroevrim iddiaları aslında gözlemledikleri gerçeklik üzerinden çıkarsadıkları bir yorumdur. Yoksa şimdiye kadar tür üstü bir değişim gözlemlenmiş ve test edilmiş değildir.

Daha önce belirttiğimiz üzere, iki sölekant türünde mikroevrimler şempanze ile insandan daha fazla birikmiş, genetik olarak iki sölekant türü birbirinden insan ile şempanzenin genetik farklılığındam daha fazla uzaklaşmış ama bu ölçüde mikroevrim birikimi dahi makroevrimi netice vermemiştir. Yine bakteriler 20 dakikada yeni nesil veriyor. Buna rağmen onlarca yıldır laboratuvarda bakterilerin genetik yapıları değiştirilip mikroevrim biriktirilmesine rağmen iddia edilen çapta makroevrim olmuyor. Mikroevrimlerin birikerek iddia edilen çapta makroevrimi netice vermediğini gösteren bu kadar çok deney ve gözlem varken iddia edilen çapta makroevrimi netice veren tek bir deney ve gözlem mevcut değildir.

Makroevrim iddiasını savunanların buradaki en büyük yanılgısı, değişimin sınırlarını görememeleridir. Onlar maksimum tür ölçüsünde kalması gereken çeşitliliği tür üstüne taşımakla hata etmişlerdir. Köpek ne kadar değişim geçirirse geçirsin köpek olmaya devam edecektir. Kuş kuş olarak, sürüngen de sürüngen olarak hayatlarını sürdüreceklerdir.

ZAMANIN SİHİRLİ GÜCÜ

Tür üstü dönüşümün kolay olmadığının, bunun için canlı yapılarda üst üste, çok büyük çaplı çok miktarda değişimlere ihtiyaç olduğunun makroevrim iddiasını savunanlar da farkındadırlar. Bu yüzden ne zaman onlara makroevrim iddiasının (tür üstü dönüşümün) imkânsızlığı hatırlatılacak olsa, hemen zamanın sihirli gücüne sığınır ve bahsettikleri değişimin bizim anladığımız şekilde üç beş nesil içerisinde olamayacağını, bunun ancak milyonlarca ve hatta milyarlarca yıl içinde gerçekleşeceğini iddia ederler. Doğal olarak kimsenin bu denli uzun zaman diliminde olup biten hâdiseleri gözlemlemesi mümkün olmadığı için de kendilerince işin içinde sıyrılmış olurlar.

Makroevrim iddiasını savunanların sürekli olarak, dünya ve canlı organizmalar üzerinden geçen zamanın uzunluğuna vurguda bulunmalarını, somut ve bilimsel kanıt sunma noktasındaki acziyetlerinin bir neticesi olarak görebiliriz. Gerçekten zaman imkânsızı mümkün, mümkünü muhtemel, muhtemeli de gerçeğe dönüştürebilir mi? İşin garip tarafı, burada ihtimalinden bahsedilen husus, rakamlara sığmayacak ölçüde üst üste olasılıkların meydana gelmesidir.

Zaten zaman da makroevrim iddiasını savunanların zannettiklerinin aksine makroevrim iddiasının aleyhine işlemektedir. Örneğin ilk oluşan canlı kemosentez gibi bir enerji elde etme yöntemi ile hayatını devam ettiriyor idiyse, çok karmaşık bir sistem olan bu yöntemi cansızken öğrenemezdiCanlı olduğu andan itibaren öğrenmesi mümkün mü? Enerji elde etmeden hayatını devam ettiremeyeceği için mümkün değil.

İkinci olarak kemosentez gibi bir enerji elde etme yöntemine sahip olan canlı mesela solunuma geçmesi için bir çok mutasyon geçirmesi gerekir. Ama büyük olasılıkla daha ilk mutasyonda mevcut enerji elde etme yöntemini kaybeder. Henüz solunum da yapamadığı için ölür. 

Üçüncü olarak örneğin kuşların dinozorlardan evrimleştiği ve dinozorun pençesinin kanada dönüştüğü iddia edilir. Bu durumda da zaman iddia edilen makroevrimin aleyhine işler. Kuşun kanadı evrimleşene kadar kolun işlevselliği azalır, çünkü pençe azalmıştır. Pençenin işlevselliği azalmadan kanada dönüşüm mümkün değildir. Pençenin işlevselliği azalırken kanadın işlevselliği henüz oluşmadığı için azalan pençe işlevselliğini dengeleyecek olası bir işlevden canlı mahrum kalacak ve iddia edilen şekilde evrimleşme sürecine girmeyen eski pençeli dinozorlar karşısında evrimleşme sürecine giren canlılar dezavantajlı duruma düşecektir. Bu durum iddia edilen tüm organ dönüşümleri için düşünülebilir. Bu yüzden evrimleşme sürecine giren her canlı dezavantajlı duruma düşer, bu da doğal seleksiyonda elenmesine neden olur. Avantajlı olanın baskın olması beklenirken dezavantajlı durumdakinin baskın olduğunu iddia etmek makroevrim iddiasını savunanlar adına bir handikap ve çelişki değil midir?

Elimizde bu handikap ve çelişkileri çürüten tek bir bilimsel çalışma bile yoktur. Bu yüzden makroevrim iddiasını savunanlar, bu tarz çelişkilerle veya evrimle açıklanamayacak ölçüde kompleks biyolojik yapı ve sistemlerle karşılaştıklarında, makroevrim iddiası adına ileri sürdükleri sözde kanıtların yetersizliği ortaya çıktığında veya ilk yaratılış, şuur, cinsiyetler gibi meseleler sorulduğunda, henüz ortaya çıkarılmamış gelecek bilimsel keşiflerden medet ummaya başlarlar. “Günümüzde bilimin bu soruna tatmin edici cevap verememiş olması, gelecekte veremeyeceği manasına gelmez.” şeklindeki savunma, makroevrim iddiasını savunanların sıkça başvurdukları donelerden biridir. Onlar, makroevrim iddiasını zora ve hatta çıkmaza sokan ne tür olaylarla karşılaşırsa karşılaşsınlar, makroevrim iddiasına “iman etmeyi” bırakmaz ve bu sefer de kendi hayallerindeki geleceğin sihirli dünyasına sığınırlar. Ne var ki körü körüne bir iddiaya inanıp gelecekte savundukları iddialarının tüm yönleriyle ispat edileceğinin hayallerini kurmak bir bilim insanının yol ve metodu olmamalıdır. Bilim insanına düşen mevcut olgu ve bulguları incelemek suretiyle bunlardan bilimsel gerçeklere ulaşmaya çalışmaktır. Mevcut olgu ve bulgulara göre makroevrim iddiası bilimsel kanıtlardan mahrum hayali bir varsayımdır. Bu hayali varsayımın mevcut bilimsel verilerle izah edilemeyen çıkmazlarına karşı gelecekten medet ummak birilerini suçladıkları "boşlukların Tanrısı" bakış açısını bizzat kendilerinin sergilemesi anlamına gelir.



MAKROEVRİM İDDİASININ AÇIKLAYAMADIĞI GERÇEKLER

Bütün canlıların müstakil olarak Yaratıcı tarafından yaratıldığını kabul eden, tür üstü evrimin mümkün olmadığı görüşünde olan  ve dolayısıyla makroevrim iddiasını reddeden bilim adamları sadece makroevrim iddiasını savunanların ileri sürdükleri sözde kanıtların zayıflığını ve geçersizliğini göstermekle kalmamış; aynı zamanda makroevrim iddiasıyla cevaplanması mümkün olmayan çok önemli kanıtlar üzerinde durmuş, bunların makroevrim iddiasını geçersiz kılacağını ifade etmişlerdir. Makroevrim iddiasına yöneltilen en güçlü itirazlar yaratılışı ve tasarımı savunan Batılı bilim adamlarından gelmiştir. Özellikle Amerika’da makroevrim iddiası aleyhine önemli çalışmalar yapılmış; “Creation Research Society”, “Bible Science Association”, “Institute for Creation Research” ve “Discovery Institute” gibi kurumlar aracılığıyla makroevrim iddiasını savunanlara önemli cevaplar verilmiştir.

Makroevrim iddiası, hiçbir zaman Batı’daki ölçüde Müslümanlar arasında kabul görmediği ve geniş çaplı bir çatışmaya dönüşmediği için, İslâm dünyasında makroevrim iddiasına karşı yapılmış çalışmalar da oldukça sınırlıdır. Bazıları, Müslümanları, makroevrim iddiası aleyhine yapmış oldukları çalışmalarda, Hristiyan dünyanın üretmiş olduğu argümanları kullanmakla itham eder. Ne var ki bu tarz bir suçlama ve itirazın makul bir tarafı yoktur. Zira önemli olan, bir delilin kimin tarafından ortaya konulduğu değil; onun makuliyeti ve bilimsel değeridir.

Aslında makroevrim iddiasını savunanların büyük çoğunluğu kendi sözde kanıtlarındaki zayıflıkların farkındadır. Fakat eldeki en iyi açıklamanın makroevrim iddiası olduğunu söylerler. Tabi ki natüralizmle sınırlandırılmış bilimin imkânları dâhilindeki en iyi açıklama... Yani makroevrim iddiasını savunanların bir kısmını, yaratılış etrafında dile getirilen argümanları reddetmeye sevk eden temel sebep, pozitivist ve natüralist metoda sıkı sıkıya bağlılıklarıdır.

Bununla birlikte aşağıdaki izahlarda da görüleceği üzere, yaratılış ve tasarımı savunanların ortaya koydukları argümanlar, makroevrim iddiasını savunanların argümanlarına nazaran çok daha tutarlı, makul ve kabul edilebilirdir.

 HAYATIN KÖKENİ

Bugüne kadar makroevrim iddiasını savunan nonteistleri en çok zorlayan konu, hayatın kökeni olmuştur. Onlara göre varlıktaki oluş ve değişimlerin tümü tabiatın sınırları içinde izah edilmesi gerektiği için, ilk canlı varlığın da tabii güçlerin ve tesadüfün eseri olması gerekir. Makroevrim iddiasını savunan nonteistler şimdiye kadar ilk canlı varlığın nasıl oluştuğu etrafında birbirinden farklı çok sayıda hipotez ortaya atmış olsalar da olasılık ihtimalleri içerisinde bunların kabul edilebilmesi hiç de mümkün gözükmemektedir.

Makroevrim iddiasının en ateşli savunucularından biri olan Richard Dawkins bile "evrimin bu gezegende başladığı o tarihî olaya ışık tutan hiçbir kanıtlarının olmadığını" itiraf eder. (51)

Canlı bir hücrenin rastlantısal olarak oluşmasının olası olduğunu göstermek için pek çok deney düzeneği kurulmuş ve Stanley L. Miller ile Harold Urey tarafından Chicago Üniversitesi’nde gerçekleştirilen deney meşhur olmuştur. Miller ve Urey oluşturdukları düzenekte birtakım aminoasitlerin kendi kendine oluştuğunu söylemiş ve uygun atmosferik koşullar sağlandığı takdirde bazı organik moleküllerin kendiliğinden ortaya çıkabileceğini iddia etmişlerdir. Ne var ki onların bu deneyine pek çok eleştiri getirilmiştir. Örneğin ilk atmosferik şartların Miller’in simülasyonuyla hiç alakasının olmadığı, Miller’in yanlış gaz karışımı kullandığı ifade edilmiştir. (52)

Kaldı ki rastlantısal olarak aminoasitlerin oluşabildiğini ispat etmek de ilk canlılık adına hiçbir şey ifade etmez. Ortalama bir protein için yüzlerce doğru tür aminoasitin doğru bağlar ile doğru sırada ve doğru bir şekilde bir araya gelerek protein molekülünü oluşturması gerekir. Spesifik bir görev için hazırlanmış enzimler ve dizilimin şifresini veren DNA kodu olmaksızın bunun ihtimali yoktur. Bu gerçeğe karşı yukarıda da ifade ettiğimiz gibi zamanın sihirli gücüne sığınmaktadırlar ama bu konuda bu argüman da onları kurtarmaya yetmemektedir.

Glaskow Üniversitesi’nden organik kimyacı ve moleküler biyolog Alexander Graham Cairns-Smith rastlantısal olarak bir proteinin oluşma zorluğunu şöyle anlatır: “Beş milyar sene evvel yeryüzü tamamıyla aminoasit dolu olsaydı ve üstünde farklı hiçbir şey mevcut olmasaydı ve dünyanın tarihi boyunca bu aminoasitler her saniyede 10 birleşme yapsaydı bile, tek bir protein molekülünün, mesela sadece bir insülin molekülünün rastlantısal olarak meydana gelme ihtimali, sıfıra yakın derecede düşük olurdu.” (53)

Ne var ki tek bir proteinin rastlantısal olarak oluşması da ilk canlının oluşması adına hiçbir şey ifade etmez. Peşinden aynı süreçlerle farklı görevleri ifa edecek farklı yapılarda yüzlerce proteinin meydana gelmesi ve bunların her birinin hücrede rol alacak özel bir yapı ve biçime sahip organelleri oluşturması gerekir.

Fakat bu da yeterli değildir. Zira hücrenin meydana gelebilmesi için nükeotitlerden oluşan DNA ve RNA gereklidir. Her bir nükleotit, bir fosfat, beş karbonlu bir şeker ve bir azotlu organik bazdan oluşur. (54) DNA’nın oluşabilmesi için milyonlarca nükleotitin yine doğru ve ölçülü olarak bir araya gelmesi gereklidir. Hücre stoplazmasındaki organellerle birlikte hücrenin dış dünyadan bağımsız bir yapı hâline gelebilmesi için oldukça özel bir yapıya sahip bir zarla çevrili olması gerekir ki bunu sağlayan da yağlardır. Sorun bir şekilde rastlantısal olarak bir hücrenin meydana gelmesiyle de sona ermiyor. Bu hücrenin dış etkilerden korunmasına, beslenmesine, enerji elde etmesine, çoğalmasına ihtiyaç vardır.

Yani belirli atomlar belirli sayılarda bir araya gelerek aynı anda aminoasit, şeker, yağ ve nükleotit gibi molekülleri oluşturacak, bunlar yine rastlantısal olarak belirli sayı ve ölçülerde bir araya gelerek çok daha kompleks molekülleri oluşturacak, bunlar da bir araya gelerek âdeta kendi içerisinde büyük bir fabrika gibi çalışan, içinde harika bir işleyiş ve düzenin bulunduğu hücreyi oluşturacaklar. İşin tuhaf tarafı her biri ayrı bir imkânsızlığı içeren binlerce rastlantısallık aynı mekânda gerçekleşecektir.

Termodinamiğin canlı sistemlere uygulanmasını inceleyen biofizikçi Harold J. Morowitz’e göre tamamıyla doğru molekülleri içeren bir okyanus içinde en ilkel bir hücre oluşturmak için gerekli olan olasılık 10399.999.866’da birdir. (55) Matematiksel olarak 1050 üzeri rakamları imkânsız kategorisinde değerlendirildiğini ifade etmek gerekir. (56)

Tüm Kuzey Amerika'yı madeni parayla kaplayıp bunu (380.000 km uzaklıktaki) Ay’a kadar bir sütun şeklinde yükseltin, aynı şeyi eş büyüklükteki bir milyon tane kıta için daha yapın. Bir madeni parayı alın ve kırmızıya boyadıktan sonra bu milyarlarca sütundan birinin içine yerleştirin. Ardından da gözü bağlı bir arkadaşınıza boyadığınız madeni parayı bulmasını söyleyin. Bulma ihtimali, 1037‘de 1’e ancak o zaman eşit olacaktır. (57)

Bırakalım hiçbir canlılık eserinin bulunmadığı bir zaman zarfında milyarlarca belirli cins atomun bir araya gelerek molekülleri ve hücreyi oluşturmasını; günümüzde her çeşit organik molekülü diğer canlılardan temin etme şansı olmasına ve her tür teknik ve teknolojik imkân bulunmasına rağmen yine de bilim insanlarının bir hücre yapmaktan aciz olduklarını ifade etmek gerekir. Yani makroevrim iddiasını savunan nonteistlerin bizden beklediği, günümüzün son teknoloji bilgisayarlarıyla donattıkları laboratuvarlarda üretemedikleri canlıyı, akıl ve şuurdan yoksun tabiatın ürettiğine inanmamızdır.

Canlılığın kökeni hakkında çalışmalar gerçekleştiren biyokimyacı Klaus Dose da, uzun yıllardır bu alanda gerçekleştirilen deneylerin çözüm sunmaktan ziyade problemin ne kadar büyük olduğunun farkına varılmasına yol açtığını ifade eder. Ona göre bu alanda öne sürülen hipotezler ve gerçekleştirilen deneyler üzerine yaşanan büyük tartışmalar ya bir çıkmaza girmekte ya da bilginin yetersiz olduğu itirafı ile neticelenmektedir. (58)

İnsan genom projesine başkanlık yapmış olan genetik bilimci Francis Collins de kendini kopyalayabilen organizmaların ilk defa nasıl ortaya çıktığını sorduktan sonra, “Dürüst olmak gerekirse henüz bunu bilmiyoruz.” demiş, ardından da şu andaki hiçbir hipotezin hayatın başlangıcını izah edemediğini, yapılan olasılık hesaplarının imkânsıza yakın sonuçlar vermeye devam ettiğini itiraf etmiştir. (59)

The Mystery of Life’s Orgin adlı kitabı kaleme alan Profesör Walter Bradley, kendisiyle yapılan bir röportajda şunları söylemiştir: “Bilimin, hayatın nasıl başladığına dair en ufak bir fikri bile yok. Sanırım yaşamın natüralistik bir şekilde meydana geldiğine inananlar, mantık kurallarına göre bir akıllı tasarımcının olduğunu çıkarsayanlara nazaran çok daha fazla imanlarıyla hareket ediyorlar.” (60) DNA’nın moleküler yapısını keşfeden Nobel ödüllü moleküler biyolog, fizikçi ve nörobilimci Francis Crick ise şöyle demiştir: “Halen mevcut tüm bilgiyle donanmış dürüst bir adamın varması zorunlu sonuç şudur: ‘Şu an için hayatın kökeni, bir mucizeymiş gibi gözükmektedir. Onun devamı için çok fazla şartın karşılanması gerekmektedir’” (61)

İlk canlının maddî sebeplerle ortaya çıkışının izah edilemeyeceğini gören bazı makroevrim iddiası savunucuları, canlılığın dünyaya bir meteor vasıtasıyla uzaydan geldiğini iddia etmişlerdir. Ne var ki bu sefer de uzayda canlılığın nasıl başladığı sorusu gündeme gelecektir. Biyogenezin maddi süreçlerle açıklanamayacağını gören bazı makroevrim iddiası savunucuları ise, “Olanın olasılığı olmaz.” diyerek bu konu üzerinde konuşmanın gereksiz olacağını ileri sürerler. Onlara göre ne şekilde olduysa olmuş ve hayat yeryüzünde meydana gelmiştir. Bunun izahını yapmak bilimin işi olmamalıdır.

Makroevrim iddiasını savunanların işinin zorluğu sadece tek bir hücrenin oluşumunu izah etmekle de sınırlı değildir. Farklı niteliklere sahip milyonlarca/milyarlarca hücrenin bir araya gelerek dokuları, organları, sistemleri ve kompleks canlı organizmalarını ortaya çıkarması gerekiyor. Kaldı ki burada söz konusu olan tek bir canlı organizma da değildir. Aralarında muhteşem bir dengenin, iş bölümünün, yardımlaşmanın söz konusu olduğu milyonlarca değişik canlı türü söz konusudur. (18) Bütün bu süreçlerin meydana gelmesini ne maddeyle ne rastlantısallıklarla ne de tabiat yasalarıyla izah etmenin aklen mümkün bir tarafı yoktur.

Makroevrim iddiasını savunanlardan bazıları, bir canlının kendi kendine oluşabileceğini akla yaklaştırmak için sürekli canlıyla cansız varlıklar arasındaki farkın sanıldığı kadar da büyük olmadığını anlatmaya çalışırlar. Mesela şu ifadelere bakalım: “Yani günümüzde artık "canlı" ya da "cansız" diye bir ayrımdan, en azından bilimsel olarak, bahsedilmemektedir... popüler kültürde ciddi bir biçimde abartılan ve abartılagelmiş olan "canlılık" kavramının, aslında o kadar da özel olmadığını ve cansızlıktan evrimleşmesinin sanıldığı kadar zor bir olay olmadığını göreceksiniz. Bu ilk yazımızda, sizlere doğrudan canlılık ile cansızlık kavramlarının nasıl birbirinden tamamen farksız olduğunu göstereceğiz... Peki, demiri "cansız", hücreyi "canlı" yapan nedir öyleyse? İnsanlığın uydurduğu tanımlar haricinde, hiçbir şey. İkisi de, sıradan atomlar ve moleküller yığınıdır." (62)

19 Nisan 2011 tarihli bu yazısında canlı ile cansız arasında hiçbir fark olmadığını iddia ederek durumu kurtarmaya çalışan evrim ağacı yazarı Çağrı Mert Bakırcı, aynı sitedeki 14 Temmuz 2011 tarihli sadece 3 ay sonraki yazısında yazısında ise "Bir iğne ustasız olmaz." hakikati karşısında durumu kurtarmaya çalışırken önceki yazısında canlılık ile cansızlık kavramlarının tamamen farksız olduğu iddiasıyla çelişerek şöyle yazmıştır: "Söz konusu betimlemelerde, canlılık ile cansızlık olarak ayrılan yapıların kimyaları arasındaki farklar göz ardı edilmektedir... Canlılık, cansızlıktan gelir. Ancak arada bilim insanları tarafından tespit edilebilir farklar da bulunur." (63)

İkinci yazıda yapısal köken olarak canlı ile cansız arasında fark olmadığı ama işleyiş olarak farklılıklar bulunduğu söylenerek çelişki ortadan kaldırılmaya çalışılmış ama ilk yazıda "yapısal" ve "köken" kelimeleri hiç geçmiyor ve "canlılık ile cansızlık kavramlarının TAMAMEN farksız olduğu" iddia edilerek "Demiri cansız, hücreyi canlı yapan nedir?" sorusuna "İnsanlığın uydurduğu tanımlar haricinde, HİÇBİR ŞEY. İkisi de, sıradan atomlar ve moleküller yığınıdır." şeklinde cevap vererek "canlılık kavramının, aslında o kadar da özel olmadığını ve cansızlıktan evrimleşmesinin sanıldığı kadar zor bir olay olmadığı" iddiasına bunları gerekçe göstermişti.

Eğer ilk yazıda iddia ettiği gibi "canlılık ile cansızlık kavramları birbirinden tamamen farksız" ise ortada analoji hatası yoktur. Tamamen farksız ve ikisi de atomlar ve moleküller yığını değilse demek ki "canlılık kavramının, aslında o kadar da özel olmadığını ve cansızlıktan evrimleşmesinin sanıldığı kadar zor bir olay olmadığı" iddiası yanlış.

Sonuç olarak moleküler biyolojideki keşiflerle birlikte hücrenin baş döndürücü muhteşem yapısı çok daha iyi keşfedilmiş, canlılık dediğimiz şeyin sanıldığı kadar basit olmadığı çok daha iyi anlaşılmıştır.

Sözün özü günümüzde bilim insanları canlılığın ne şekilde başladığını bilmedikleri gibi, ne şekilde başlamış olabileceği konusunda da üzerinde hemfikir olunmuş hipotezlere sahip değillerdir.

İNDİRGENEMEZ KOMPLEKSLİK

İndirgenemez karmaşıklık (irreducible complexity) kavramı mikrobiyolog Michael Behe ile ön plana çıkmıştır.

Prof. Michael J. Behe indirgenemez karmaşıklığı bir makalesinde şöyle tanımlamıştır:

İndirgenemez karmaşıklıkla söylemek istediğim birçok etkileşimli parçadan oluşan, temel bir görevi yerine getiren ya da katkıda bulunan tek bir sistemdir. Bu tür bir sistem, tedricen, küçük, başarılı öncü değişikliklerle üretilemez. “Çünkü doğal seçilim işleyen bir görevi seçmeye dayanır. Bir indirgenemez karmaşık sistemin, eğer böyle bir şey varsa, doğal seçilim için tam bir bütün olarak çalışır halde aniden oluşması gereklidir” (64)

Behe, bu durumu fare kapanıyla örneklendirir. Behe'ye göre tahta platform, yay, yakalayıcı, metal çubuk ve benzeri kısımlardan oluşan fare kapanının işlevsel olabilmesi için bütün bu parçaların eksiksiz olarak bir arada bulunması ve uyumlu bir şekilde birbirine monte edilmiş olması gerekir. Bunlardan birinin bile eksik olması durumunda kapan çalışmaz. (65)

Behe’ye göre hücre ve hücrenin içindeki biyolojik sistemler/moleküler makineler insan eliyle yapılmış sistemlere oranla çok daha kompleks yapılardır. Bunların görev ve fonksiyonlarını yerine getirebilmeleri için sistemi oluşturan bütün parçalarının eksiksiz bir şekilde aynı anda mevcut olmaları, sırasıyla ve doğru bir şekilde bir araya gelmeleri gerekir.

Örneğin Behe şöyle der: "Aslında biyokimya araştırmaları pıhtılaşma olayının bir dizi bağımsız protein parçalarından oluşan son derece karmaşık, girift bir örme sistemi olduğunu göstermiştir. Sistemi oluşturan parçalardan bazılarının yokluğu ya da görevini yapmaması durumunda işlev görmeyecektir: Kan doğru zaman ve yerde pıhtılaşamaz." (66)

Bir motor gibi görev yapan ve dönerek bakterinin suda hareket etmesine vesile olan bakteri kamçısı da oldukça kompleks bir yapıya sahiptir. Kürek, pervane ve motor olmak üzere üç temel parçadan oluşur. Bu parçaların her biri de belirli tip yüzlerce proteinin uygun bir şekilde birbirine bağlanmasıyla meydana gelir. Bu parçalardan birinin dahi eksikliğinde sistemin işlevini yitirmesine sebep olan proteinler vardır. Sonuç olarak bu tarz bir sistemin evrimleşerek tedricen oluşması mümkün değildir. (67)

Moleküler biyoloji alanındaki keşifler vesilesiyle hücrenin yapısı aydınlatıldıkça bilim insanları, daha önce hayal bile edemeyecekleri nasıl karmaşık ve muhteşem bir sistemle karşı karşıya olduklarını daha iyi anlıyorlar. Çünkü stoplazmasındaki organellerin her biri ayrı birer moleküler makine olan hücre, nakil sistemleri, üretim hatları, enerji santralleri, rafineleri, genetik bilgi bankası ve savunma mekanizmalarıyla en büyük şehirlerden bile daha kompleks bir yapıya sahiptir. İçerisinde saniyede üç bin kimyevi reaksiyon meydana gelir. (68) Böyle kompleks bir sistemin düzen ve uyumunun bozulmadan uzun bir süre zarfında farklı parçaların kademe kademe bir araya gelmesiyle oluşabileceğini hayal etmek dahi zordur.

İndirgenemez karmaşıklık yalnızca hücre seviyesinde değerlendirilecek bir mesele değildir; gözün yapısından, midenin gıdaları sindirme faaliyetine, kalbin kan pompalamasından böbreklerin kanı süzmesine, dolaşım sisteminden solunum sistemine kadar bütün doku, organ ve sistemleri aynı şekilde kompleks birer biyolojik makine olarak görebiliriz.(69)

Çağımızda birçok bilim insanının çalışmalarıyla, hücredeki en ufak biyolojik makinelerin dahi evrimleşerek rastlantısal olarak oluşamayacağı ortaya konulmuştur. Michael Behe, dünya kütüphanelerinin katalogları ve bilgisayar arşivleri üzerinde yaptığı araştırmalar sonucunda, kompleks biyokimyasal sistemlerin evrimleşme sonucu ne şekilde meydana geldiğini izah eden herhangi bir eser ve çalışmaya denk gelmediğini ifade etmiştir. (70)



GENETİK BİLGİNİN ÜRETİMİ

Makroevrim iddiası açısından en önemli açmazlardan bir tanesi de DNA’da saklanan muazzam bilginin kaynağıdır. Hücredeki bilginin nereden geldiği sorusu, makroevrim iddiasını savunan nonteistler açısından hâlâ gizemini korumaktır. Gerçekten de DNA’da kayıtlı bulunan bu bilgi muazzamdır. Tek bir DNA molekülünde tam bir milyon ansiklopedi sayfasını dolduracak miktarda bilgi bulunur. Dikkat ediniz; tam 1.000.000 ansiklopedi sayfası… Bir benzetme yapmak istersek, dünyanın en büyük ansiklopedilerinden birisi olan 23 ciltlik “Encyclopedia Britannica”nın bile toplam 25 bin sayfası vardır. Bu durumda, karşımıza inanılmaz bir tablo çıkar. Çekirdekte bulunan bir molekülde, milyonlarca bilgi içeren dünyanın en büyük ansiklopedisinin 40 katı büyüklüğünde bir bilgi deposu saklı durmaktadır. Bu da 920 ciltlik, dünyada başka eşi, benzeri olmayan dev bir ansiklopedi demektir. Yapılan tespitlere göre ise, bu dev ansiklopedi yaklaşık 3 milyar farklı bilgiye (nükleotite) sahiptir. (71) Prof. Dr. Âdem Tatlı, depolanan bilginin devasa boyutunu şöyle bir temsille anlatır: “Genetikçiler, insanın DNA’sındaki verilerin tümünü tespit mümkün olsa ve bu verileri bir ansiklopedide toplamak istesiniz, bu ansiklopedilerin miktarının, buradan aya kadar 100 metre karelik bir alanı dolduracağını ifade etmektedirler.” (72)

İşin garip yanı âdeta bir bilgi dağını andıran DNA molekülü, vücudumuzda sadece altı mikrometrelik bir yer kaplar. (73) DNA’daki bütün bilgiyi kodlayan sadece dört harftir (adenin, guanin, sitozin ve timin). (74) Bu harflerin farklı dizilimleriyle farklı aminoasitler ve proteinler oluşur. Tek bir proteini sentezlemek için bile 1200-2000 arası harfe gereksinim vardır. Bill Gates The Road Ahead (Ötedeki Yol) isimli kitabında, DNA'nın bir bilgisayar programına benzediğini fakat o şimdiye kadar yapılmış yazılımlardan çok daha ileri düzeyde olduğunu ifade etmiştir. (75)

Makroevrim iddiasını savunan nonteistler şuur, akıl, bilgi gibi gerçekliklerin kaynağını da hücredeki biyolojik süreçlerde arar. Cansız ve şuursuz zerrelerin bir araya gelerek DNA’da şifrelenmiş bu baş döndürücü bilgi hazinesini ortaya çıkarmalarının hiçbir şekilde makul bir izahı yapılamaz. Yani DNA’yı meydana getiren kimyasal maddelerin tümü elimizde mevcut olsa bile, bu kimyasal maddelerin belli dizilimlerle düzenlenmesi için muazzam bir ilim gereklidir.

İlk canlılığın ortaya çıkışı da, gelişimi de, çoğalması da en temelde bilgiyle ilişkilidir. Bilginin kaynağı sorunu cevaplanamadığı sürece, canlı organizmaların oluşum ve gelişimleri de çözülemez. En ufak bir bakteri hücresinde bile milyonlarca sayfayı bulan genetik verinin, ne maddi sebeplerle, ne rastlantısal süreçlerle ne de tabiat yasalarıyla izahı mümkün değildir. Bilgi, ancak ilim ve şuur sahibi varlıklar tarafından üretilebilir. Hele dünyadaki milyonlarca canlı türündeki bilginin toplamını göz önünde bulunduracak olursak (ki bu bilgi dünyadaki bütün kitaplardan çok daha fazladır), bunun, rastlantısallıkların, atomların veya yasaların üstesinden gelemeyeceği muazzam bir iş olduğunu çok daha kolay anlarız. Bu, deyim yerindeyse Yüce Yaratıcının her hücreye kendi mührünü vurması, kendi imzasını atması demektir. (76)

Nasıl ki kitaplardaki veya bilgisayar programlarındaki veriler arka planda var olan bir ilim ve şuuru gösteriyorsa, tek bir kitap veya bilgisayar programından çok daha kompleks ve mükemmel olan DNA bilgisinin bir Yaratıcı olmaksızın vücuda gelmesi düşünülemez. Bırakalım bir kitabı, sahilde kuma yazılmış anlamlı bir cümle gördüğümüzde dahi, bunun, dalgaların rastlantısal vuruşlarıyla meydana gelmediğini; bilakis zekâ sahibi bir varlık tarafından yazıldığını biliriz. Buna rağmen eğer bütün hücresel süreçleri kontrol eden, vücudun ihtiyaç duyduğu bütün proteinlerin üretim kodlarını sağlayan muazzam bir bilgi kaynağını rastlantısal süreçlerle açıklamaya çalışırsak kendimizle çelişmiş ve tutarsız davranmış oluruz.

Dolayısıyla DNA molekülünün bulunması, canlılığın başlangıcıyla ilgili her tür natüralistik açıklamaya vurulmuş büyük bir darbe olmuştur. Makroevrim iddiası, hücreye ilk bilgi girdisinin nasıl gerçekleştiğini açıklayamadığı sürece, hayatın kökenini de açıklayamayacaktır.

İNSAN BİLİNCİ

Günümüzde makroevrim iddiasını savunanları en çok zorlayan konulardan bir diğeri de insan bilincidir. Burada bilinç diye tanımladığımız şey; irade, şuur, akıl ve benlik gibi insanı insan yapan, onun başta kendini, sonra da çevresini fark etmesini sağlayan, ona düşünme, akletme, hissetme ve duyumsama gibi yetileri kazandıran hususiyetlerin tamamıdır. Bunların fiziksel ve maddi kavramlarla izahı mümkün değildir.

Bununla birlikte makroevrim iddiasını savunanlara göre insanın sahip olduğu bütün bu olağanüstü özellikler de mutasyon ve tabii seleksiyonun birer ürünüdür. Makroevrim iddiasını savunanlar, insanın sahip olduğu bu yetenek ve kabiliyetler ile beyin büyüklüğü arasında güçlü bir irtibat olduğunu ifade ederek, bütün kerameti burada ararlar.

Beynin nasıl olup da büyüme sürecine girdiğinin, büyüyen beyinde bütün bunların nasıl ortaya çıktığının makul ve bilimsel bir izahı yoktur. Makroevrim iddiası savunucularının ortaya attıkları birçok iddia gibi bu da salt bir spekülasyondan ibarettir. 
Filozof Robert Augros ve fizikçi George Stanciu, The New Story of Science adlı kitapta ruh/beden ayrımıyla ilgili şu önemli tespiti yaparlar: “Fizik, nörobilim ve psikolojinin gelmeye başladıkları ortak nokta şu: Akıl maddeye indirgenemez. Maddenin bir gün akledeceğini düşünmek simyacının başka şeyleri altın yapmaya çalışması kadar boştur.” (77)
Netice itibarıyla hayali varsayımları değil de gözlem, tecrübe ve bilimsel verileri esas alacak olursak, insanın sahip olduğu şuurun, materyalist temellere oturan evrimsel süreçlerle izah edilemeyeceğini anlarız. Zira şuurun beynin fiziki birer işlemi olmadığını gösteren önemli deneyler yapılmış, bilimsel bulgular elde edilmiştir. (78)

KAMBRİYEN PATLAMASI

Makroevrim iddiasının önündeki en büyük engellerden biri de 530 milyon yıl önce gerçekleşen ve ismine kambriyen patlaması (cambrian explosion) denilen zaman diliminde otuzun üzerinde filumun bir anda ortaya çıkmasıdır.
Kambriyen döneminde ortaya çıkan canlıların hepsi oldukça karmaşık yapılı organizmalardır. Bu kompleks canlıların nasıl evrimleştiğine dair elde hiçbir kanıt mevcut değildir.
Makroevrim iddiasını savunanlardan bir kısmı Kambriyen dönemini çok uzun göstermeye çalışarak (30-40 milyon sene), o döneme ait fosil delillerini hafife alarak veya Kambriyen patlaması üzerinde yeterince durmayarak bu durumu maskelemeye çalışırlar. Tarihi 600 milyonlu yıllara ait çok hücreli canlı fosili ise çok az sayıda vardır. Fakat bu canlılarla Kambriyen canlıları arasında çok büyük farklar vardır. Evrimleşme yoluyla kambriyen öncesinden Kambriyen dönemine nasıl geçildiği gösterilememektedir.
İşin garip tarafı Kambriyen sonrası yaklaşık 500 milyon senelik zaman dilimi boyunca ortaya çıkan canlı türü oldukça sınırlıdır.
Sonraki zamanlarda da canlıların ortaya çıkışında bir tedricilik görülmez. Örneğin pek çok memeli türü Paleosen döneminde (60-65 milyon yıl önce) dünyanın yaşına oranla çok kısa bir zaman aralığında ortaya çıkar.
Böyle bir tablo ise makroevrim iddiasının çizdiği hayat ağacından oldukça farklıdır. Kambriyen patlaması, canlı organizmaların adım adım evrimleşerek ortaya çıkmadıklarını gösteren en büyük kanıtlardan biridir.


CİNSİYET-ÇİFT VAROLUŞ

Makroevrim iddiasının önündeki en büyük bariyerlerden biri de canlılar dünyasındaki cinsiyettir. Her bir türün dişi ve eril üyelerden oluşmasını ve bunların çiftleşebilmek için gerekli üreme organlarına sahip olmalarını rastlantısallıklarla izaha çalışmak aklen kabul edilebilir bir ihtimal değildir.
Makroevrim iddiasını savunan bilim insanları arasında cinsiyetlerin neden ve nasıl evrimleştiği konusunda henüz kabul gören bir hipotez ve açıklama yoktur. Bazı makroevrim iddiası savunucuları hiç bu mevzuya girmeyi istemez ve en fazla, “Bilim gelecekte bu problemi çözecektir.” demekle yetinirler. Bir kısım tahmin ve hayali varsayımlardan yola çıkarak bu konuyu izah etmeye çalışan makroevrim iddiası savunucuları olsa da, onların açıklamaları da tatmin edicilikten ve makuliyetten çok uzaktır.
Farklı cinsler arasındaki cazibe ve çekiciliğin nasıl ortaya çıktığı gibi yüzlerce soruya makroevrim iddiası içerisinde cevap aramanın hiçbir anlamı yoktur.
Nature dergisinin onursal editörü John Maddox konuyla ilgili şöyle der: “En önemli soru cinsel üremenin ne zaman ve nasıl geliştiğidir. On yıllardır ortaya konulan bütün tahminlere rağmen bunu bilmiyoruz.” (79)

Tüm bunlara ek olarak hayvanlarda duyguların ilk olarak nasıl ortaya çıtığı makroevrimsel olarak izah edilemiyor. (80)

MAKROEVRİM İDDİASINA KARŞI ÇIKAN BİLİM ADAMLARI

Darwin, makroevrim iddiasını ortaya attığı günden itibaren bilim camiasının önemli bir kısmını etkisi altına almış olsa da, o günden bugüne itiraz ve eleştirilerin ardı arkasının kesilmediği de bir gerçektir. 
Mesela www.dissentfromdarwin.org isimli internet sitesinde “Hayatın karmaşıklığının açıklanması için kullanılan tabii seleksiyon ve rastlantısal mutasyon mekanizmalarının yeterlilikleri konusundaki iddialara şüpheyle yaklaşıyoruz. Darwinci teori için kanıtların dikkatli bir şekilde incelenmesi desteklenmelidir.” şeklindeki bir bildiriyle birlikte makroevrim iddiasına karşı imza kampanyası başlatılmış ve dünyanın farklı yerlerinden 1200'den fazla bilim insanı bu kampanyaya destek vermiştir. (İlgili siteden bilim insanlarının isimlerinin, branşlarının ve çalıştıkları kurum bilgilerinin yer aldığı liste indirilebilir)
Makroevrim iddiasını savunanlar da yer yer evrimin bilimsel olduğunu ifade etme adına benzer kampanyalar düzenliyor ve ortak bildiriler yayınlıyorlar.
Esasında bilimsel olduğu ifade edilen bir meselenin bu tür yollarla insanlara benimsetilmeye, hatta dikte edilmeye çalışılması, onu bilimsel olmaktan çıkararak bir ideoloji hâline getirir. Dolayısıyla makroevrim iddiası aleyhinde düzenlenen imza kampanyaları onu reddetmek için makul bir sebep olmayacağı gibi, lehinde yapılanlar da onu ispatlamaz. Bilimsel bir mesele bilimsel metotlarla ispat edilir, siyasetçi seçer gibi oy devşirerek olmaz. Muhtemelen bilimsel bir konunun doğruluğuyla veya yanlışlığıyla ilgili “oy verilmesinin” yahut “imza atılmasının” bilim tarihinde başka bir örneği yoktur.
Bilimsel bir konu hakkında yapılması gereken, fikir ve teorilerin bilimsel veri ve kanıtlarıyla ortaya konulması, değerlendirmenin de kamuoyuna bırakılmasıdır. İleri sürülen aykırı fikirler, yorum ve değerlendirmeler de bir şans olarak görülür ve teorinin daha da geliştirilmesinde veya değiştirilmesinde ya da terk edilmesinde dikkate alınır. Bilimde oylama olmaz, olmamalıdır. Bu tarz bir zihniyetin Galile’yi mahkûm eden Engizisyon mahkemesinden bir farkı yoktur. Ne var ki makroevrim iddiası bilimin çok ötesine geçtiği, bazılarınca bir ideoloji, din ve hayat görüşü hâline getirildiği için, bu tür tuhaflıkların yaşanması da maalesef kaçınılmaz oluyor.
Bizim böyle bir başlık atmamızın ve makroevrim iddiasına karşı çıkan çok sayıda saygın bilim insanının da bulunduğunu söylememizin tek amacı, makroevrim savunusunun bir propagandaya dönüştürülerek kamuoyunda yanlış bir algı oluşturulmasıdır. Evrim, bir yandan tıpkı dünyanın yuvarlak olması gibi doğruluğu ispatlanmış bir olgu gibi sunuluyor, diğer yandan da evrimi ancak “dar kafalı dindarların” reddedeceği ileri sürülüyor. Değişim anlamındaki evrim kavramı için bu ifadeler belki doğru olabilir ama makroevrim iddiası için bu ifadelerin kuru propagandadan öte anlam ifade etmediği açıktır.
Yine farklı ortamlarda evrime karşı çıkan tek bir bilim insanının bile olmadığı söylenebiliyor. Yine değişim anlamındaki evrim kavramı için bu ifadeler belki doğru olabilir ama makroevrim iddiası için bahsi geçen imza kampanyası dahi yalnız başına bu tür propagandaların ne denli asılsız olduğunu göstermek için yeterlidir. Şayet makroevrim iddiası, yerçekimi kanunu veya suyun kaldırma kuvveti gibi kesin kanıtlarla ispatlanmış bilimsel bir gerçek olsaydı, bu kadar bilim insanının, kariyerini riske atma pahasına onun karşısında durması söz konusu olamazdı. Demek ki makroevrim iddasının pozitif bilimin deney ve gözlem sınırlarını aşan, “yorum” ve “iman” gerektiren ayrı bir yönü var.
Kaldı ki makroevrim iddiasını kabul etmediği halde mahalle baskısından ötürü tarafsız görünmeyi tercih eden bilim insanlarının sayısı da az değildir. Paleontolog Everett Claire Olson’un şu ifadeleri buna dikkat çeker: “Biyoloji ile meşgul olan yeni nesil arasında evrimle alakalı şimdiki fikirlerimizin çoğuna katılmayan, bu meseleyi çok önemsemeyen, tartışma zemini oluşturmanın çok bir şey getirmeyeceğini düşünen, dolayısıyla da bu meselelerde çok kalem oynatmayan sessiz bir topluluk var." Makroevrim iddiasına katılmayanların sayısına gelince, Olson, "bu sessiz kesimin nicelik ve niteliğini kestirmenin pek mümkün olmadığını, ama sayılarının da küçümsenemeyeceğini" belirtir. (81)
Zannedildiği gibi makroevrim iddiası sadece dinî nedenlerle reddedilmediği gibi, ona karşı çıkanlar da sadece din adamları değildir. Aksine bunlar arasında pek çok branşta uzmanlaşan önemli bilim insanları vardır. Özellikle son yarım asırdır Olson’un bahsettiği sessizlik bozulmuş, karşıt görüştekilerin sesi bir koroya dönüşmüş ve makroevrim iddiası aleyhine yazılan eserler büyük bir literatür oluşturmuştur.
Makroevrim iddiasına yöneltilen kökten sorgulamalar her geçen gün daha da artmaktadır. Canlı organizmalar üzerinde yapılan araştırma ve keşifler ilerledikçe, makroevrim iddiasının önüne de çözümü mümkün olmayan büyük çaplı engeller çıkmaktadır. Özellikle moleküler biyoloji, biyokimya ve genetik alanlarında sürdürülen araştırmalar, biyolojik yapıların kompleksliğini daha detaylı olarak önümüze sermekte, bu yapıların rastlantısal mutasyonlar sonucu ortaya çıkmasının imkânsızlığını daha net göstermektedir.
Arif Sarsılmaz, değişmeye başlayan tabloyu şu sözleriyle resmeder: “Darwinizm’e karşı geçmişte pek çok insan sadece dinî kaynaklara dayanan itirazlar öne sürerdi. Teorinin savunucuları ise, bugüne kadar bilimin kendi taraflarında olduğunu iddia ederlerdi. Oysa 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren elde edilen şaşırtıcı ilmî tespitler, tabloyu tersine çeviriyor. Bugün Darwin’e karşı itirazımız, bilmediklerimizden değil, bildiklerimizden kaynaklanıyor. Dogmatik düşünce yolunu seçenler ise artık Darwinistler. Biz onlara, canlılığın plânlı ve programlı yaratıldığını gösteren ilmî deliller sunuyoruz, onlar ise bunları, sadece felsefî ve ideolojik dünya görüşleri sebebiyle reddediyorlar.” (82)
Son sözü Fransız Bilimler Akademisi’nin (French Academy of Sciences) eski başkanlığını ve 28 ciltlik meşhur Traité Zoologie eserinin editörlüğünü yapan biyolog Pierre P. Grassé'ye bırakalım: “Biyologlar, sosyologlar ve filozoflar arasında tutunmasına karşın biyolojik evrimin öğretileri objektif ve kapsamlı bir eleştiriye karşı koyamaz. Bu öğretiler ya gerçekle çatışmakta ya da ilgilendiği temel problemleri çözememektedir. (83) Gizli varsayımlar ve çoğu zaman asılsız  ekstrapolasyonlarla sahte bir bilim meydana getirildi. Bu sahte bilim, biyolojinin tam kalbine kök salmakta ve temel kavramların kesinliğinin kanıtlandığına -ki kanıtlanmamıştır- samimiyetle inanan birçok biyokimyacı ve biyoloğu yanlış yöne sürüklemektedir.(84)”

MAKROEVRİM İDDİASININ BİLİMSELLİĞİ VE GERÇEKLİĞİ

MAKROEVRİM İDDİASININ İMKÂNSIZLIĞI

Evrim hakkında mikro-makro şeklinde bir ayrım yapılmasına karşı çıkanlar da vardır. Onlar, gözlenmesi ve test edilmesi mümkün olmayan makroevrim iddiasını savunmanın zorluğunun farkında oldukları için, böyle bir ayrımın sonuçlarından korkuyor olabilirler. Makroevrimi ve mikroevrimi tek bir torbaya doldurarak mikroevrim üzerinden verdikleri örneklerle her ikisini de kabul ettirmeye çalışırlar.
Fakat dikkat ederseniz çoğu araştırmacı gibi biz de evrimi ikiye ayırarak ele aldık ve makroevrim ile tür üstü değişimi aynı anlamda kullandık. (4) Zira böyle bir ayrım yapmadan sapla samanı birbirinden ayırmanın imkânı yoktur. Mikroevrim, gözlemlenebilen ve bilimsel olarak ispatlanmış realitelere dayanırken, makroevrim spekülasyondan öte geçmeyen iddialardan ibarettir.
Matematikçi ve genetikçi John M. Smith ile biyolog Eörs Szathmary’ın şu cümleleri de bu tezi doğrular: “Evrimsel soyların zaman içinde daha kompleks bir hâle gelmesi gerektiğini gösteren teorik bir gerekçe olmadığı gibi, bunun gerçekleştiğini gösteren ampirik bir delil de yoktur.” (85)
Makroevrim iddiasını savunanların mekanizma olarak gösterdikleri mutasyon, tabii seçilim, adaptasyon, genetik sürüklenme ve benzeri biyolojik ilkeleri inkâr etmek mümkün olmasa da bunların meydana getirebileceği değişimler oldukça sınırlıdır. Doku, organ ve sistemlerindeki devasa yapı farklılıkları nedeniyle balıkların sürüngenlere, sürüngenlerin memelilere, dinozorların kuşlara, omurgasızların omurgalılara evrimleşmesi bu mekanizmaların başarabileceği bir iş değildir.
Zaten bu mekanizmaların makroevrimi netice vermesi şimdiye kadar tabiatta hiç gözlenmediği gibi; meyve sinekleri ve bakteriler üzerinde yapılan onca deneye ve ortaya konulan onca emeğe rağmen laboratuvar ortamında da böyle bir şeyin varlığı ispat edilememiştir. Uzun seneler devam eden deneylerde bakteriler ve meyve sinekleri üzerinde bir kısım değişimler ortaya çıkmış olsa da asla tür üstü değişimler oluşmamıştır.
Son zamanlarda yeni türlerin ortaya çıktığı iddia edilmektedir. Onları yeni tür ortaya çıkması iddiasına yönlendiren en önemli sebep ise türün tarifinde yaşanan ihtilaflardır. Bazı bilim insanları türün üyelerinin, geçirdikleri evrimleşmeler sonucunda bir müddet sonra birbiriyle çiftleşememeye başlamasını türleşme olarak niteler. Ne var ki bazı bilim insanları ise yeni bir tür olduğu iddia edilen canlıların yeni bir ırk olarak dahi görülemeyeceğini ifade eder. Konunun teknik tartışmasını uzmanlarına havale ederek şunu söyleyebiliriz: Sonuç olarak bakteri yine bakteridir, meyve sineği de yine sinektir. Bunlar tür üstü dönüşümler geçirmemişlerdir.
Bu yüzden makroevrim iddiasını savunanların tür üstü değişmenin olabileceği yönündeki iddiaları, delilsiz bir kıyasa ve varsayıma dayanır; bilimsel kanıtlara değil. Amerikalı genetikçi Richard Goldschmidt, Evrimin Maddi Temeli isimli eserini bütünüyle makroevrim ve mikroevrim konusuna ayırmış ve girişte şunu söylemiştir: “Mikroevrimin realitelerinin makroevrimin anlaşılması için yeterli olmadığını göstermek, bu kitabın en önemli iddialarından biri olacaktır.” (86) Goldschmidt, bu eserinde mikroevrimin, tür sınırlarının ilerisine geçemeyeceğini, buradan yola çıkarak makroevrim iddiasının ispat edilemeyeceğini göstermiştir. Goldschmidt , 1940'larda ve 1950'lerde neo-Darwinizm baskın hale geldiğinde hipotezini sundu. Bu nedenle, fikirleri çoğu bilim insanı tarafından oldukça alışılmışın dışında görüldü ve alaya ve küçümsemeye maruz kaldı. Bununla birlikte son zamanlarda fikirlerine tekrar ilgi duyulmaya başlanmıştır. (87)
Bu konuda yapılmış diğer bir çalışmada ise şu bilgilere yer verilir: “Dürüst olmak gerekirse, türler içinde rastlantısal mutasyon ve tabii adaptasyonun (Darwin evrimi) oluştuğuna ve bunların da gaga boyutu, cilt pigmentasyonu veya antibiyotik direnci gibi alanlarda küçük değişikliklere yol açtığına dair yaygın olarak kabul edilen ikna edici kanıtlar vardır... Bununla birlikte, güncel evrim verileri, büyük miktarda yeni enzimler, protein sistemleri, organ sistemleri, kromozomlar ve spesifik olarak kodlayan DNA'nın yeni ipliklerinin oluşumunu gerektirecek bir balıktan amfibiye geçişi ikna edici bir şekilde desteklememektedir. Milyarlarca nesilde bile, deneyimler, fayda sağlamak için çoklu mutasyonlar gerektiren yeni karmaşık biyolojik özelliklerin doğal seçilim ve rastgele mutasyon yoluyla ortaya çıkmadığını göstermektedir. Yeni genlerin evrimleşmesi zordur. Bakteriler başka türlere dönüşmezler.” (88)
Esasında bazı makroevrim iddiası savunucularının bütün problemi, pozitivizmin ve natüralizmin sınırları içinde kalarak yeryüzünde yaşayan milyonlarca canlı türünün kökeni hakkında açıklamalar yapmaya çalışmalarıdır. Şayet makroevrim iddiasını kabul etmezlerse türlerin orijini probleminin çözümünde yaratma gerçeğini kabul etmekten başka alternatifleri kalmayacaktır. İşte bu alternatifsizliktir ki onları bilimsel verilerle gerçekliği ortaya konulamayan ve konulması da mümkün olmayan hayali varsayımları kabul etmeye, yani mikroevrimden makroevrim iddiasını çıkarmaya mecbur bırakmıştır.
Günümüze dek tür üstü değişim gözlemlenemediği ve test edilemediği için, makroevrim iddiasını savunanlar, melezleme ve kültürleme çalışmaları sonucunda meydana gelen tür içi varyasyonları abarta abarta aktarmayı çok severler. Ne var ki bunların hiçbirisi tür üstü değişimi ortaya koyan örnekler değildir. Mesela şimdiye kadar köpekler üzerinde yoğun olarak yapılan ıslah çalışmaları neticesinde farklı fizyolojik özelliklere sahip çok farklı ırklar elde etmiş olsalar da bunların hiçbirisi köpeklikten çıkmamış, tür üstü bir dönüşüm gözlenmemiştir.
Makroevrim iddiasını kanıtlama amacıyla her fırsatta sundukları başka bir örnek ise bakterilerdir. Makroevrim iddiasını savunanlar, gerçekleştirilen deneyler sonucunda bakterilerde meydana gelen dönüşümleri anlatmayı da çok severler. Fakat yukarıda da ifade ettiğimiz üzere bakteriler ne kadar değişim geçirirse geçirsinler, farklı tür bir bakteriye dönüşmemişlerdir.
Bakteriyolog Alan H. Linton da, 150 senelik bakteriyoloji bilimi tarihi süresince bir bakteri türünün başka bir türe evrimleştiğini gösteren hiçbir kanıta rastlanmadığını belirtmiştir. Linton'a göre en küçük canlı formları olan tek hücreli bakterilerde bile tür üstü değişime rastlanmazken, çok daha kompleks yapılara sahip çok hücreli organizmalarda bunun varlığını ileri sürmenin bilimsel bir temeli olamaz. (89)
Bu mevzuda The Mathematics of Evolution adlı eserinde Fred Hoyle şunları söyler: “Sağduyunun da önereceği gibi, Darwin teorisi küçük ölçekte geçerli olabilir ama büyük ölçekte doğru değildir. Tavşanlar biraz farklı olan diğer tavşanlardan geliyorlar, ilkel bir çorba ya da patatesten değil. İlk etapta nereden geldikleri henüz çözülmemiş bir problemdir, kozmik ölçekteki pek çok şey gibi.” (90)
Son olarak şunu belirtelim ki “evrim” lafzındaki muğlaklıktan ve konu etrafındaki tartışmalardan kurtulmak için mikroevrim ve makroevrim ifadelerinin her ikisine birden evrim demek yerine daha başka kavramlar kullanılmalı, yeni kavramlar ve terminolojiler üretilmelidir.


RASTLANTISALLIKLAR CANLI VARLIKLARI ORTAYA ÇIKARABİLİR Mİ?

Diğer canlılardan apayrı organ ve sistemlere, kendine mahsus savunma mekanizmalarına, fiziki ve anatomik yapıya ve bütün bunları ortaya çıkaracak devasa bir genetik bilgi havuzuna sahip olan bir türün, bambaşka bir türe dönüşmesi için üst üste, sıralı olarak, düzenli bir şekilde, dengeyi bozmadan ve birbirini tamamlayıcı bir tarzda milyarlarca mutasyonun gerçekleşmesi gerekir. En küçük detaylardan birinin bile ters gitmesi her şeyi alt üst edebilir. Makroevrim iddiasını savunanlar bu tür mutasyonların meydana gelmesini ihtimal dâhilinde görse ve basit bir şekilde anlatsalar da, aslında kendileri de bunun zorluğunun farkındadırlar. Bu yüzden bazıları Yaratıcının yönlendirmesi ile makroevrimin gerçekleştiğini iddia ederler. Yaratıcı elbette ki tercih buyurursa makroevrimin iddia ettiği şekilde canlıları sevk edebilir. Fakat bu şekilde sevk ettiğine dair hiçbir bilimsel kanıt yoktur, gösterilen mekanizmalar sadece mikroevrim ile ilgilidir. Ortada hiçbir bilimsel kanıt yokken ve bilimsel bulgular ilgili müstakil yaratılış hadisleriyle uyumluyken hayali bir varsayımın peşine takılıp ilgili hadisleri reddetmek ve ayetleri zorlama yorumlara tabi tutmak rasyonel bir yaklaşım değildir. Zaten makroevrim iddiasının İslami incelemesini yazının ilerleyen kısımlarında detaylı yapacağız inşaallah.
Bu açıdan makroevrim iddiasındaki esas problem, makroevrim iddiasının aklen mümkün olup olmamasında değil, muhtemel olup olmamasındadır. Aklî olasılıklar ile gerçekleşmesi mümkün görülen olasılıkları birbirinden ayırmak gerekir. Madeni bir paranın üst üste bir milyar kez tura atılması aklen mümkündür; ama aklı başında hiç kimse bunun gerçekleşmesi üzerine kurulan bir iddiayı savunmaz. Gerek rastlantısal olarak ilk canlının oluşumu, gerekse ondan diğer canlı türlerinin çıkması ise bundan daha zor bir ihtimaldir. İşte makroevrim iddiasını savunanların meydana gelmesini umdukları veya iddia ettikleri olay, tam da budur.
Robin Collins, bunu şöyle bir örnekle açıklar: Farz edelim ki dağlarda yürüyüşe çıktık ve kayaların, “Dağlara hoş geldin Robin Collins” yazısını oluşturacak şekilde yan yana sıralandığını gördük. Bunu açıklama iddiasındaki bir sav, bir deprem veya kayaların kayması sonucu bu yazının ortaya çıktığını söyleyebilir mi? Her ne kadar bu, aklen mümkün gözükse de, bizden evvel bu dağlarda gezen bir insanın bu kayaları bu şekilde dizdiğini söyleyen bir hipotez yanında hiç de ikna edici olmaz. (91)
Kayaların yan yana gelip basit bir cümle oluşturmasını dahi kabul etmeyen bir akıl, nasıl olur da müthiş bir düzenin, harika bir dengenin hâkim olduğu kâinatın (18), dünyanın ve yeryüzündeki canlı varlıkların rastlantısal olarak ortaya çıktığını kabul edebilir? Gerçekten anlaşılır gibi değil!


MAKROEVRİM İDDİASININ KANITLARI NE KADAR GÜÇLÜDÜR?

“Büyük iddialar büyük deliller gerektirir.” diye bir söz vardır. Makroevrim iddiası ölçüsünde büyük iddialara rastlamak çok zordur. Çünkü makroevrim iddiasını savunan nonteistler, her tür metafiziksel açıklamayı reddederek, yeryüzünde hayatın rastlantısal başladığını ve evrimleşerek günümüzdeki bütün canlı türleri oluşturduğunu iddia ederler.
Tabii ki böyle büyük bir iddianın ikna edici ve kabul edilebilir olması için ondan beklenen şey, “iki kere iki dört eder” katiyetinde deliller sunmaktır. Peki, gerçekten makroevrim iddiasının gerçekliğini ortaya koyan kanıtlar böyle midir?
Makroevrim iddiasını savunan bilim insanları, makroevrim iddiasını şüphe götürmez bir gerçek olarak kabul ederler. Örneğin Richard Dawkins şöyle der: “Şempanzelerin kuzenleri olduğumuz, maymunların biraz daha uzak kuzenleri olduğumuz, yer domuzlarının ve denizineklerinin daha da uzak kuzenleri olduğumuz, muzların ve şalgamların çok daha uzak kuzenleri olduğumuz (listeyi dilediğiniz kadar uzatın) yalın gerçektir. Doğru olmak zorunda değildi, ama doğru. Bunu biliyoruz çünkü yükselen bir sel gibi akan kanıtlar evrimi destekliyor.” (92)
Her ne kadar Dawkins sel gibi akan deliller olduğunu iddia etse de, makroevrim iddiasını savunan tüm kitaplarda hemen hemen aynı resimler gösterilir, aynı örnekler verilir, aynı deneylerden bahsedilir. Şayet iddia edilen makroevrim gerçek olmuş olsaydı, şimdiye kadar trilyonlarca defa çok farklı şekillerde gerçekleşmiş olan böyle bir hâdisenin hem fosil kayıtlarında hem de yaşayan canlı formları üzerinde milyonlarca kanıtının olması gerekirdi. Yani makroevrim iddiasını savunanların bu konudaki abartılı beyanlarının olgusal kanıtlarda bir karşılığı yoktur.
Kaldı ki makroevrim iddiasını savunanların delil olarak ortaya sürdükleri şeyler oldukça zayıf ve yetersizdir; ikna edicilikten ve inandırıcılıktan yoksundur. Daha evvel de detaylı olarak üzerinde durulduğu üzere makroevrim iddasını savunanların delil olarak ileri sürdükleri Miller deneyi, Haeckel’in embriyo çizimleri, Archaeopteryx fosili, yavaş yavaş büyüyen at fosilleri, rengi değişen güve deneyleri, ispinoz kuşları, Lenski’nin bakterileri, maymunla insan arası geçiş formu olduğu ileri sürülen fosiller gibi şeylerin hepsine farklı yönlerden itirazlar getirilmiş, güçlü eleştiriler yöneltilmiştir.
İngiltere Southampton Üniversitesi’nden fizyoloji ve biyokimya profesörü Gerald A. Kerkut, makroevrim iddiasını tenkit eden Implications of Evolution başlıklı kitabında şu sonuca varmıştır: “Biyolojik inancımın bir parçası olarak, ortodoks evrimciler tarafından sunulan evrim teorisinin bir çok yönden bazı kanıtların tatmin edici bir açıklaması olduğuna inandığımı belirtmek isterim. Aynı zamanda, tüm canlıları tek bir kaynaktan evrimle açıklamaya çalışmanın, cesur ve geçerli bir girişim olmasına rağmen, erken olduğunu ve günümüz kanıtlarıyla yeterince desteklenmediğini düşünüyorum. Aslında sonunda doğru açıklama olduğu gösterilebilir, ancak destekleyici kanıtlar keşfedilmeyi beklemektedir. İstersek böyle bir evrimsel sistemin gerçekleştiğine inanabiliriz, ama ben şahsen bunun "her türlü şüphenin ötesinde kanıtlandığını" düşünmüyorum. Kitabın ilerleyen sayfalarında bunun kanıtlarını sunacağım.” (93)
Harvard Üniversitesinden meşhur fosilbilimci David Pilbeam da şu itirafta bulunmuştur: “Yayınlanan kitaplar şunu ifade etmeye çekiniyorlar ki, ben de dâhil olmak üzere, nesiller boyu insan evrimini araştıran kişiler karanlık içinde çırpınıyoruz. Elimizde olan bilgiler, teorilerimizi şekillendirmek için son derece güvenilmez ve yetersizdir.” (94)
Makroevrim iddiasını savunanların yazılarında görülen “Şöyle evrimleşmiş olmalı, şununla ortak ata olduğu düşünülüyor, şununla aynı kökten geldiği varsayılıyor, şöyle evrimleştiği öngörülmektedir…” şeklindeki ihtimalli ifadeler de yine delillerin zayıflığının farklı bir ifadesidir. Bugünden geçmişe bakarak ve zahiri bazı benzerliklerden hareketle hayvanların nasıl değiştiği, hangi hayvanın hangisinden geldiği hakkında tahminler yürütürler. Ancak bazı olayların nasıl olması gerektiği hakkında hayali varsayımlar ortaya koymak bilimsel açıdan pek bir şey ifade etmez.
Kimsenin geçmiş asırlarda ne olup bittiğini gözlemleme şansı olmadığından ve günümüzde gözlemlenen gerçeklik de makroevrim iddiasına yol vermediğinden, makroevrim iddiasını savunanlar iddialarını en temelde üç farklı sözde kanıta dayandırırlar:
(1) Canlılardaki benzerlikler (morfolojik, genetik ve embriyolojik)
(2) Fosiller
(3) Tür içi değişim ve çeşitlilikle, tür üstü değişimler arasında analoji kurmak.
Makroevrim iddiasının sözde delillerini tahlil ederken bunların hiçbirinin iddia edilen makroevrimi kanıtlayan birer olgu olmadığını açıklamaya çalıştık.
Özet bir şekilde tekrar edecek olursak, benzerliklerden yola çıkarak ortak ataya ulaşmak sadece hayali bir varsayımdır. Stephan Jay Gould'un dediği gibi ders kitaplarını süsleyen evrim ağaçlarının yalnızca dallarının uçlarında ve çatallanma noktalarında veriler bulunur; gerisi akla yakın olduğunu iddia ettikleri çıkarsamadır; fosillerle kanıtlanmış değildir. (21) Tür içi çeşitliliğin meydana gelmesiyle tür üstü değişimlerin oluşması tamamen ayrı hâdiseler olduğu için bu ikisi arasında analoji kurulamaz. Yani pire, deve yapılamaz. Türlerdeki döngüsel ufak evrimleşmelere sebep olan mekanizmaların, tür üstü değişimleri de “yaratacağı” şeklinde indirgemeci ve genellemeci hayali varsayımlar ortaya koymak bilimsel bir kanıt değildir. Ödüllü yazar, Science ve New Scientist dergilerinin editörü Roger Lewin makroevrim üzerine düzenlenen tarihi ve bilimsel konferansı şöyle özetlemiştir: "Tüm mesele, mikro evrimi sağlayan mekanizmayı inceleyerek makro evrim olgusunu anlamanın mümkün olup olmadığıydı. Konferansa katılan kimi insanlar, mevkilerini tehlikeye atma riskini de göze alarak bu soruya net bir cevap verdiler: Mümkün değildir." (95)
Makroevrim iddiasını savunanlar, türlerin farklı jeolojik devirlerde yeryüzü sahnesine çıkmasını da makroevrim iddiasının kanıtı olarak görürler. Örneğin neden 500 milyon yaşında bir memeli yahut 100 milyon yaşında bir insan iskeleti bulamadığımızı sorarlar. Aslında onların bu tür yaklaşımları, ellerinde makroevrim iddiasını desteleyecek güçlü kanıtlar olmadığının ayrı bir delilidir. Zira yüzeysel bir nazarla dahi bakıldığında, bunların ne kadar zayıf argümanlar olduğu hemen anlaşılır. Çünkü türlerin farklı zaman dilimlerinde yeryüzüne çıkmasını illa ki makroevrim iddiasına bağlamak zorunda değiliz. Yani bu konuda tek ve zorunlu açıklama makroevrim iddiası değildir ki, bu durum makroevrim iddiasına delil olsun. Bu durumun pek çok sebebi olabilir. Pek tabii Yaratıcının yeryüzü şartlarının hazır olmasına göre canlı türlerini bağımsız olarak yaratmış olması da mümkündür ve bununla çelişen tek bir bilimsel veri yoktur.
Aslında makroevrim iddiasını savunanların yaptığı şey, biyolojideki her gelişmeyi, her deneyi, her yeni keşfi makroevrimci bir bakış açısıyla yorumlamak, sonra da bunları makroevrim iddiasına delil olarak sunmaktır. Oysaki Yaratıcının varlığını kabul eden biri açısından bunların her birinin farklı şekillerde yorumlanması pekâlâ mümkündür. İş yoruma kaldığında, ortaya birçok açıklama şekli çıkacaktır. Önemli olan ortada tartışma götürmez olgusal dayanakların bulunup bulunmadığıdır. Buradan hareket edilecek olursa makroevrim iddiasını savunanların çelişkili görüşlerini kabullenmek için gereken inanç miktarının, bilimsel kanıtların ortaya koyduğu gerçeklere inanmak için gereken miktardan kat be kat fazla olduğu görülür. (96)
Makroevrim iddiasını savunanlar, genellikle kanıt talebinden veya kanıtlara yöneltilen itirazlardan rahatsız olur ve hemen makroevrim iddiasının bilim camiası içinde tartışmasız bir şekilde kabul gördüğünü öne sürerler. Bazen de “Bunu ben söylemiyorum, dünyanın en önde gelen otoriteleri söylüyor.” diyerek otoriteye başvurma safsatası yaparlar. Diğer bir deyişle kanıtların ortaya çıkardığı boşluk ve zayıflıkları, otoritelere ve bilimin sihirli gücüne sığınarak telafi etmeye kalkarlar. Ne var ki bunun bilimsel bir tavır olmadığında şüphe yoktur. Bir konunun bilim camiası içinde gördüğü kabul ve rağbet ölçü alınarak geçtiğimiz yüzyıllara bakılırsa, çoğunluğun yanıldığı konuların listesinin nasıl uzayıp gittiği hayretle görülür. Bu nedenle ileri sürülen bir iddianın doğruluğu açısından esas önemli olan iddianın, hangi bilimsel delillere dayandığıdır.
Eldeki kanıtların zayıflığı karşısında makroevrim iddiasını savunanların sığındığı diğer bir kale de, şimdiye kadar makroevrim iddiasının yanlışlanamadığını öne sürmeleridir. Farklı bir ifadeyle onlara göre makroevrim iddiası, eldeki en iyi izah şeklidir. Halbuki gerçeğin takipçisi olan bir insan için önemli olan, ortaya atılan bir iddianın yanlışlanıp yanlışlanamadığı değil, ispat edilip edilemediğidir.
Makroevrim iddiasını savunanlardan bazıları ise delillerin yokluğunun, makroevimin olmadığını göstermeyeceğini ifade ederek farklı bir mantık oyunu ortaya koyarlar. Gerçekten de bir şeyin delilinin olmaması, onun olmadığı anlamına gelmez. Fakat bu tarz bir durumda hiç kimsenin kalkıp da başkalarını delilsiz iddiasını kabul etmeye davet etmesi ve hele zorlaması asla söz konusu olamaz, olmamalıdır. Çünkü bu durumda onun olmasıyla olmaması eşit duruma gelir ki, dileyen dilediği tarafı tercih eder.

MAKROEVRİM İDDİASI BİLİMSEL BİR GERÇEK MİDİR?

Makroevrim iddiasını savunanlar, iddialarının bilimselliğine ve gerçekliğine kesin olarak inanır ve her fırsatta bunu ifade ederler. Makroevrim iddiasının dünyanın yuvarlaklığı, gezegenlerin hareketleri ve maddenin moleküler yapısı kadar kesin, belirlenmiş ve yerleşmiş bir gerçek, delillerinden haberdar olan aklıselim sahibi hiç kimsenin ona itirazda bulunamayacağı tartışmasız bir gerçek, dünyanın güneş etrafında dönmesi kadar kesin ve karşı çıkanların aptal ve cahil olduğunu söylerler.
Makroevrim iddiasını savunanların bu iddialarını bir kenara bıkarak, bilim felsefecilerinin bilimle ilgili yaptıkları tanımlar ile bir hipotez veya teorinin bilimsel kriterleri karşılaması için getirdikleri ölçüleri esas alacak olursak, durumun hiç de resmedildiği gibi olmadığını, makroevrim iddiasının bilimselliğini savunmanın hiç de kolay olmadığını görürüz. Çünkü makroevrim iddiası, yapısı ve mahiyeti itibarıyla tabiatta gözlemlenemediği gibi, laboratuvarda bir deneyin konusu da olamaz. Tekrarlanabilmeye ve deneylenebilmeye açık değildir. Tümevarım ve olgusal yollarla elde edilmiş bir netice de değildir.  Yanlışlanmaya da açık değildir. Kısaca Kuhn ve Popper gibi meşhur bilim felsefecileri tarafından ortaya konulan bilimsellik kriterlerini yeterince karşılamaz.
Bütün bunlar da açıkça gösteriyor ki makroevrim iddiasına itiraz edenler iddia edildiği gibi olgularla ve gerçeklerle savaşmadıkları gibi, makroevrim iddiası da Dünya’nın yuvarlak olması ve Güneş’in etrafında dönmesi gibi ispatlanmış kesin bir gerçek değildir. Makroevrim iddiası bilim değil, bilim felsefesidir. Çünkü bilimsel verilerin yorumuna dayanır. İçinde, ispatlanmamış ve ispatlanması da mümkün olmayan hayali varsayımlar, spekülasyonlar ve hatta dogma ve inançlar barındırır.
Bilimsel araştırmaların, bilim insanının önceden sahip olduğu kanaat ve inançlarından ayrılmasının hiç de kolay olmadığı sıklıkla ifade edilir. Makroevrim iddiası açısından bunun doğruluğunda şüphe yoktur. Çünkü makroevrim iddiasını savunanlardan bazıları, peşin hükümle araştırmaya başlar, bütün bilimsel bulguları kendi iddialarını destekleyecek şekilde yorumlar, abartır ve hatta bazen de çarpıtırlar. Makroevrim iddiasına öyle güçlü bir inançları vardır ki iddialarının bilimsel ve metodolojik bir süzgeçten geçirilmesi gerektiğini dahi düşünmezler. Kati veri ile yorumu birbirinden ayırmaya da yanaşmazlar. İdeoloji, felsefe ve dinlerde bu tarz tavırlar bir yere kadar kabul edilebilir olsa da, bilimsellik iddiasındaki bir meselenin bağnazlık ölçüsünde savunulması ve seküler bir din haline getirilmesi anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir tavır değildir. Çünkü bu ölçüde bağnazlığın yaşandığı bir konuda yeni kuram ve değerlendirmelere yer yoktur.
Phillip E. Johnson’ın makroevrim iddiasını savunanlara yaptığı şu hatırlatmalar oldukça yerindedir: “Ehemmiyetli konuları hesap dışı tutarak, muhaliflerle alay ederek ve halihazırda el üstünde tutulan teoremlerin lehinde ve aleyhindeki kanıtları öğrenmekten insanları men ederek bilimi savunamazsınız. Müdafaa edilmeyi hak eden bilim, kendi metotlarıyla eleştirilmekten korkmayan bilimdir. Bu yöntemler, mantıklı savlama, açık ve kati tanımlar, tekrarlanabilir deneyler ve tarafsız bilimsel sorgulamayla çözülecek tüm sorulara açık bir zihin. Bilimin gerçek yöntemlerinden farklı yöntemlerle bazı teorileri ve kuramları müdafaa edebilirsiniz ama bu yolu tuttuğunuzda nihayetinde müdafaa ettiğiniz şeyin bilim olmadığını görürsünüz.” (97)

MAKROEVRİM İDDİASININ RASYONELLİĞİ

Natüralizmin sınırlarında kalmayı bilimsel bir zorunluluk olarak gören bilim insanları, “doğaüstü bir müdahaleyi” bilimsel ve rasyonel görmedikleri için ne pahasına olursa olsun, tabiatta gördükleri bütün oluşumları, yine tabiatın içinde kalarak izah etmek zorunda olduklarını düşünür ve öyle yaparlar. Bu, bağlı kalınan metodolojinin bilim insanlarını mecbur bıraktığı  önyargıdan başka bir şey değildir. Darwinistleri, rasyonellikten yoksun olmasına, getirdiği izahlardaki tutarsızlıklara ve mantıksal kurgusundaki boşluklara bakmaksızın iddialarına sıkı sıkıya bağlı kalmaya sevk eden sebep de budur.
İnsan, makroevrim iddiasını savunanların kendisine anlattığı etkileyici hikâyeyi bir kenara bırakarak, şartlanmamış bir zihinle yeryüzündeki hayatın, tek hücreli bir canlıdan başlayarak evrim yoluyla gelişimini hayal dünyasında canlandırmaya çalıştığında, bunun ikna edicilikten ne kadar uzak olduğunu kolaylıkla fark edecektir. Bakteriyle insan arasında, süre ne kadar uzun olursa olsun evrimin kapatamayacağı kadar büyük bir fark olduğunu yahut denizden çıkan bir balığın ayaklanarak kara hayvanı hâline gelmesindeki imkânsızlığı rahatlıkla görecektir. Sürüngenlerin yahut dinozorların kanatlanarak kuş olup uçmalarının sadece hayal dünyasında gerçekleşebileceğini görecektir. Her birisi farklı yeteneklere sahip bin bir çeşit hayvanın, kör ve şuursuz doğa yasalarının ve maddi süreçlerin rastlantısal müdahaleleriyle ortaya çıkamayacağını akıl ve mantığı tasdik edecektir.

Makroevrim iddiası açısından şu soruların da mantıklı bir cevabı yoktur: Suda yaşayan bir hayvan, kendisi için en uygun yaşam ortamını bırakarak gıda, solunum, barınak ve çevreye uyum gibi pek çok noktada bin bir zorlukla karşılaşacağı farklı bir ortama (karaya) da çıkmayı niye tercih eder? Karada hayat süren balinalar nasıl bir ihtiyacın neticesi olarak denizde yaşamaya karar verdiler? Dinozorların yahut sürüngenlerin kanat oluşumunu nasıl bir faktör tetikledi de zamanla kanatları oluşmaya ve vücutları değişmeye başladı? Bir zamanlar uçabildiği söylenen deve kuşu ve penguen gibi hayvanlar nasıl bir ihtiyacın neticesinde uçmaktan ve kanatlarını kullanmaktan vazgeçtiler de zamanla kanatları körelmeye başladı?

Montreal Üniversitesi’nden psikiyatrist Karl Stern de peşin hükümlerimizden sıyrılmamızı ve Darwinci iddianın değerini şöyle bir düşünmemizi ister: “Bir zamanlar dünyanın sıcaklık miktarı karbon atomlarıyla oksijenin, nitrojen-hidrojen karışımıyla birleşmesi için uygun hâle geldi; gelişigüzel oluşumlardan da hayatın oluşması için en uygun yapı olan moleküller ortaya çıktı. Sonra epey bir zaman geçti ve doğal seleksiyon devrine gelindi. Sonunda, sevgiyle nefreti, doğruyla yanlışı ayırt edebilen, Dante gibi şiir yazabilen, Mozart gibi beste yapabilen, Leonardo gibi resim çizebilen bir varlık meydana geldi. Böyle bir evren oluşumuna inanmak çılgınlıktır. Burada çılgın sözcüğünü hakaret manasında değil, kendi teknik anlamında, yani psikotik anlamda kullanıyorum. Gerçekten böyle bir görüş birçok bakımdan şizofrenik düşünceyle paralellik arz etmektedir.” (98)

Özellikle hazır cevaplarla yetinmeyip düşünen ve sorgulayan insanlar açısından makroevrim iddiası tam bir açmaz ve çıkmazdır. Çünkü sorulan soruların çoğu cevapsız kalır. Verilen cevaplar hiçbir zaman, anlaşılır ve basit cevaplar olmaz. Bir Yaratıcı fikrini kabul etmek ve canlıların O’nun tarafından bağımsız olarak yaratıldığı görüşü makroevrim iddiasına göre daha ikna edicidir, çok daha akla yatkındır.

Aslında makroevrim iddiasını savunan nonteistler, akla ve bilime aykırı buldukları Yaratıcı fikrinden kaçarken, farkında olmadan maddeye, atoma veya yasalara ilahî bir güç atfediyorlar. Yaratılış fikrinden yani mucizeden kaçsalar da, öne sürdükleri iddialar iç içe birçok mucizeyi içeriyor. Canlılar aleminde gözlemlenen sanat ve yeteneklerin tabiatın bir eseri olduğunu vehmediyorlar. Hakikat arayışını sadece deney ve gözleme indirgedikleri için, kâinattaki her tür oluşumu da bu bakış açısından çözmeye çalışıyorlar. Yani yağmurdan kaçarken doluya tutuluyorlar.

Oysaki natüralist ve materyalist izahlarla yetinmek, aklın önemli bir yanını atıl bırakma demektir. Çünkü akıl, her zaman görünenden görünmeyene gidebilir, gözlemlediği gerçeklik üzerinden kıyas ve çıkarımlarda bulunabilir, doğru öncüllerden hareket ettiği takdirde bilinmeyenleri bilinir hâle getirebilir. Esasında eserden müessire gitme, günlük hayatta hemen herkesin yaptığı basit bir akıl yürütmedir. Bir kitabı görülünce, kâtib de hatırlanır. İnce sanatlarla yapılmış harika yapılar incelenince sanatkârın büyüklüğünü de düşünülür. Canlılar alemindeki görkem, sanat ve sistemi görüp de “Sanatkârı” ve “Tasarımcıyı” düşünmemek aklın alacağı bir iş değildir.

Roket mühendisi ve tasarımcı, havacılık-uzay projeleri yöneticisi Werner von Braun’un ifadesiyle söyleyecek olursak, “Bir bilim adamının kâinatın var oluşunun ardında yatan mükemmel zekâyı inkâr etmesi, en az bir teoloğun bilimsel gelişmelere sırtını çevirmesi kadar mantıksızdır.” (99) İşte bu nedenle şunu diyebiliriz ki, kendini hiçbir inanca mensup hissetmese bile, akıl, mantık ve muhakemesini kullanan bir insanın, Darwinizmi kabul etmesi kolay kolay mümkün değildir.

MAKROEVRİM İDDİASINDA NİYE BU KADAR ISRAR EDİLİYOR?

Kanıtlarının zayıflığına, bilimsellik kriterlerini yeterince karşılamamasına ve makuliyetten yoksun olmasına rağmen makroevrim iddiasının canhıraşane savunulmasının sebebi ne olabilir? En nihayetinde bilimsel bir mesele olması gereken makroevrim iddiası nasıl oluyor da kabul edenler ve reddedenler arasında büyük tartışma ve kavgaların fitilini ateşleyebiliyor?
Bazı bilim insanları açısından makroevrim iddiası, yaratılışı ve dini inkâr etmenin rasyonel temellerini sağlamıştır. Makroevrim iddiası bir şekilde hem ateizm-teizm hem de din-bilim çatışmasının merkezine yerleşmiştir. Bu da meselenin ideolojiye dönüşmesinde oldukça etkili olmuştur. Kesin bir kategorik ayrıma gitmeden çok genel hatlarıyla ifade edecek olursak, makroevrim iddiasının ateşli savunucularının çoğunluğunu ateistler oluştururken, makroevrim iddiası aleyhine üretilen literatürün tamamına yakını da teist bilim insanlarının eserleridir. Dolayısıyla ister istemez makroevrim iddiasının doğruluğu veya yanlışlığı tartışmaları, çok defa ispat-ı ulûhiyet veya inkâr-ı ulûhiyet fikrine kaymakta veya bu tür imaları içermektedir. Hatta makroevrim iddiası, yer yer Yaratıcıyı inkârın bir dayanağı olarak kullanılmaktadır. Bu sebeple her tür inanç ve metafizik düşünceden sıyrılarak makroevrim iddiasına yaklaşmak ve bu alanda çalışmalar yapmak sanıldığından çok daha zordur.
Ortaçağ boyunca Kilisenin akıl ve bilim karşıtı tavırlarının da etkisiyle, dine karşı mesafeli duran bilim insanları, makroevrim iddiasını savunmayı âdeta bilim taraftarlığı, aydınlanma ve ilericilik; makroevrim iddiasına karşı çıkmayı ise gericilik, yobazlık ve bilim düşmanlığı gibi kavramlarla özdeşleştirmişlerdir. Pek çok bilim insanında gözlemlenen körü körüne makroevrim iddiası taraftarlığının önemli bir sebebi, bilim dünyasında oluşturulan bu suni algının güçlü tesiridir.
İslâm tarihinde hiçbir zaman bir sorun olarak kendini hissettirmemiş olsa da, son iki üç yüzyıldır Batı’da yoğun olarak yaşanan din-bilim çatışması, bilimin aşırı yüceltilmesine ve bir dogma haline getirilmesine yol açmıştır. Çoğu bilim insanı, içindeki inanma ve bir varlığa bağlanma ihtiyacını bilimle tatmin etmeye çalışmıştır. Sanki bilim, dinin yerine geçmiş ve dinden beklenen sadakat ve imanı da temsil etmeye başlamıştır.
Aleyhteki her tür açıklama ve kanıtı küçümseyecek ve dikkate almayacak ölçüde makroevrim iddiasına duyulan bağlılığın diğer bir sebebi de 19. yüzyılda bilim dünyasını etkisi altına alan pozitivist felsefedir. Onlar her türlü metafizik bilgiyi reddederek canlı varlıkların, hayatın ve kâinatın açıklamasını sadece tabii faktörlerle sınırladıklarından, makroevrim iddiasını kabul etmekten başka ellerinde bir alternatif kalmamaktadır. Çünkü makroevrim iddiasını reddettikleri anda karşılarına çıkacak tek alternatif bütün canlı türlerinin Yaratıcı tarafından yaratılmış olduğunu kabuldür. Bu da makroevrim iddiasını savunan natüralistlere göre konuyu bilimsel araştırma sahasının dışına çıkarma demektir. Natüralistler metafizik bilgiyi özenle bilimin alanından uzak tutmaya çalışırlar. Bilimsel araştırmaların neticesi Yaratıcıya varsa da onların ön yargıları ve peşin hükümleri bunu itiraf ve kabulden kaçınır. Onlara göre natüralist temellere yaslanan en kötü iddia bile, metafizik içeren en iyi teoriden daha kabul edilebilirdir. Makroevrim iddiası üzerindeki gereksiz ve aşırı ısrarın bir sebebi de budur.
Nonteist biri makroevrim iddiasını reddettiği anda oluşacak boşluğu çok iyi bildiğinden, kolay kolay buna yanaşmaz. Bu da onu makroevrim iddiasını destekleyen en küçük emarelere dahi sıkı sıkıya sarılmaya, fakat aleyhteki muazzam kanıtları görmezden gelmeye sevk eder. Ne var ki bunun adı düpedüz “bilimsel yobazlıktır.” Zira bilim insanına düşen görev, delilleri yönlendirmek değil, delillerin götürdüğü yere gitmektir.


MAKROEVRİM İDDİASI NASIL BU KADAR TARAFTAR BULUYOR?

Günümüzde akademi camiasının önemli bir kısmının makroevrim iddiasını kabul ettiği ifade ediliyor. Bilhassa Avrupa devletlerinde yaşayan halkın kabaca yüzde elliden fazlası canlılar âlemindeki çeşitliliğin evrimleşmeyle gerçekleştiğine inanıyor. Bazı ülkelerde bu oran çok daha yukarılarda. Müslüman ülkelerde makroevrim idddiasının doğruluğuna inananların oranları Batıya nispetle oldukça düşük olsa da, göz ardı edilemeyecek kadar da yüksek. (100) Peki, hiçbir kesin delil üzerine oturmayan ve varlığı ispatlanamamış böyle bir iddiayı kabul edenlerin oranı niçin bu kadar yüksektir?
Bu sorunun yanıtı bir öncekiyle bağlantılıdır. Dolayısıyla orada ortaya konulan izahlar burada da geçerlidir. Fakat buna ilave olarak bazı hususların üzerinde durmak istiyoruz.
Makroevrim iddiasının, gerek akademik dünyada gerekse halk kesimleri arasında belli ölçüde kabul görmesinin en önemli sebeplerinden biri, otoriteye itaattir. Maalesef çoğu bilim insanı dahi, konu hakkında yaptığı derin ve detaylı araştırmalar neticesinde eldeki kanıt ve olgulara bakarak makroevrim iddiasına ikna olmuş değildir. Esasında pek çok bilimsel meselenin durumu da bundan farklı değildir. Biz, okuduğumuz, öğrendiğimiz bilimsel yasaları ve teorileri, bizatihi tecrübe edip doğruluğuna kani olduğumuz için değil, bilimsel otoritelere güvendiğimiz için kabul ederiz. Şu ana kadar çoğumuz yerküremizin ne kendi etrafındaki ne de Güneş etrafındaki hareketini gözlemlemişizdir. Ama konuyla ilgili bireysel deneyimimiz olup olmadığına bakmaksızın bunları kabul etmekte kararsızlık göstermeyiz. Çünkü itimat ettiğimiz otoriterler bize bunu söylemektedir.
Bilim alanında yapılan çalışmalarda da otoriteye güvenmeden yol almanın imkânı yoktur. Çünkü herkesin her şeyi bizzat gözlem ve deney yaparak test etmesi çok zordur. Örneğin bir doktora, verdiği ilaçların faydasını nereden bildiğini soracak olursanız, size bu alanda yazılmış bir kısım bilimsel kitapları referans verecektir, yani sizi otoritelere havale edecektir. Canlıların dünyasında yaşanan değişim ve gelişimlerle ilgili edinilen bilgiler de bundan farklı değildir. Bilim insanları dahi, konunun uzmanları olduğunu düşündükleri kişilerin görüşlerine dayanırlar. Özellikle Darwin’den sonra ortaya çıkan literatürün ortaya koyduğu açıklamalar, büyük oranda makroevrim iddiası etrafında döner. Fakat son onlu yıllarda tablonun yavaş yavaş değişmeye başladığını da ifade etmek gerekir.
Çağımızda bilimin tarihte hiç olmadığı kadar yüceltilmesinin bir sonucu olarak “bilimsellik kisvesine” bürünen her iddia ve izah inanılmaz bir kuvvet kazanır ve çoğu durumda sorgusuz sualsiz kabul edilir. Makroevrim iddiasının da bir buçuk asırdır neredeyse bütün biyoloji kitaplarında tartışmasız tek gerçek olarak öğretilmesi, etrafında on binlerce akademik çalışma yapılması, çoklarınca onun kabul edilmesinin önemli sebeplerinden biri olsa gerektir. Doğal olarak böyle bir durumda da pek çok kimse bilime (!) karşı çıkan bir insan konumuna düşmemek için kolay kolay kendini riske atmak istememektedir.
Makroevrim iddiasını geniş kitlelere kabul ettirebilme adına yürütülen sistematik propagandayı da unutmamak gerekir. Evet, yanlış okumadınız propaganda. Medya, okullar, ders kitapları ve süreli yayınlar bu konudaki en kullanışlı propaganda araçlarıdır. Mesela bulunmuş bir fosilin makroevrim iddiasına delil olduğu öne sürülüyorsa, bu hemen gazete ve televizyonlarda ballandıra ballandıra anlatılır. Evrim ağacı, embriyo çizimleri, fosil resimleriyle süslenen ders kitaplarında, makroevrim iddiası, öğrencilere tek gerçek gibi sunulur. Büyüleyici makroevrim hikâyesiyle bir kere aşılanan çocukların, gerçekleri görüp kabullenmesi çok zordur. Çocuklar ancak doğru bilgi ile zaman içinde rehabilite edilebilir.
Teist bilim insanlarının kendi tezlerini destekleyecek veya makroevrim iddiasının gerçek yüzünü ortaya koyacak güçlü çalışmalar yapamamış olmalarının da bu konuda önemli bir etken olduğunu unutmamak gerekir. Kısacası makroevrim iddiasını savunan görüşlerin yaygınlığının sebebi, bilimsel kanıtların ikna edici gücüne dayanmaz, bilakis bunun altında harici faktörler vardır.

MAKROEVRİM İDDİASININ İSLAMİ OLARAK İNCELENMESİ

Makroevrim iddiası hakkında yeterli bilgisi olmayan bazı ilahiyatçılar, makroevrim iddiasına karşı çıkacağım diye bilim dünyasında varlığı kesin olarak ispatlanmış yasa ve olguları reddedebiliyorlar ki bu da onların makul açıklamalarını ve yerinde tespitlerini dahi değersiz hâle getiriyor. Bazıları da Batılı akademik çevrelerde makroevrim iddiasının elde ettiği prestijli konuma bakarak, onun kanıtlanmış bir bilimsel hakikat olduğunu zannediyor ve kendi akıllarınca din-bilim çatışmasına sebep olmamak için oldukça zorlama tevillerle ayet ve hadislerden makroevrim iddiasını destekleyecek çıkarımlar yapmaya çalışıyorlar. Siyak-sibak bütünlüğü içerisinde Kur’ân’ın ne söylediğini anlamaya gayret etmek yerine, keyfî ve sübjektif yorumlarıyla âyetlerin manasını zihinlerindeki hazır şablonlara uyduruyorlar.
Aşağıda yapacağımız detaylı izahlarda da açıkça görüleceği üzere Kur’ân ve Sünnet’ten makroevrim iddiasını destekleyecek çıkarımlar yapmanın imkân ve ihtimali yoktur.
Direkt olarak konuya girmeden önce bazı hususlara değinmek istiyoruz.


DİN VE BİLİM BİRBİRİYLE ÇATIŞIR MI?

Kur’an ve Sünnet ölçüsüyle konulara bakan bir birey açısından din ile bilimin, çalışma sahalarının hiçbir yerinde çatışma yaşaması söz konusu olamaz. Zira bilimin çalışma sahası olan kâinat kitabı ile dinin temel kaynağı olan Kur’ân’ın her ikisi de Allah’ın âyetlerini içerir. Kuran Allah’ın kelam sıfatından gelirken, bilimlerin ilgi alanı olan tekvini emirler de O’nun ilim ve kudret sıfatlarından gelir. Kur’ân’ı inzal buyuran da, kâinatı yaratan da Allah olduğuna göre, aynı kaynaktan gelen bu iki gerçeklik nasıl olur da birbiriyle çatışır?
Eğer bir çatışma varsa, burada iki ihtimal vardır: Ya Kur’ân âyetleri ya da kainat kitabı yanlış yorumlanıyordur. Yani Kuran ve bilim değil; bizim algı ve anlayışımız ile bunlar çatışıyordur. Bu durumda yapılması gereken dinî ve bilimsel bilginin bir kere daha gözden geçirilmesidir. Ama İslam ile bilimi uzlaştırma düşüncesiyle dinin özüne dokunmamaya, âyetleri anlamlandırırken zorlama yorumlara başvurmamaya ve bilimi İslam'a koltuk değneği yapmamaya dikkat edilmelidir.
Bilhassa müteşabih denilen ve manası kısmen veya tamamen kapalı ve belirsiz olan âyetler yorumlanırken kesin yargılardan ve iddialı ifadelerden uzak durulmalıdır. Âyetlerin genişliği daraltılmamalı, bir yorum yapılırken bunun muhtemel yorumlardan sadece biri olabileceği mutlaka vurgulanmalıdır. Âyetlerin bilimsel tefsiri yapılırken her zaman ölçülü bir dil tercih edilmeli, ileriki bir zamanda bilimsel görüşün değişebileceği hiçbir zaman hatırdan çıkarılmamalıdır. Yoksa çağın bilimsel yaklaşımları esas alınarak âyetler buna göre tevil ve tefsir edilirse, bilimsel yaklaşımların değişmesi karşısında âyetlerin sıhhatinin sorgulamasına kapı aralanmış olur.
Allah’tan gelen ayetlerin doğruluğuna kesin olarak iman eden bir mü’minin, bilimsel gelişmelerden korkmasına veya bilimin dini zayıflatacağından endişe etmesine gerek yoktur. Çünkü, Onun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada ve hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? (101) âyetinin de işaret ettiği üzere bilim ilerledikçe Kur’ân daha iyi anlaşılacak, bilim ulaştığı her burçta ilahî beyanın dalgalandığını müşahede edecektir.
Bir Müslüman için okumak, araştırmak, bilim yapmak korkulması değil, teşvik edilmesi gereken meselelerdir. Çünkü bunlar dinden tümüyle bağımsız faaliyetler olarak görülemez. Zira Kuran âyetlerini okuyup anlamak bir Müslümanın vazifesi olduğu gibi, tekvini âyetlerini araştırma, anlamaya çalışma ve onlardan insanlık adına faydalı ürünler devşirme de onun sorumlulukları cümlesindendir. Birçok Kur’ân âyetinin Müslümanlara, kâinat kitabı üzerinde tefekkürde bulunmayı emretmesi ve sürekli akletmeyi teşvik etmesi de bunu gösterir. Mesela bir âyette şöyle buyrulur: De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın. İşte Allah bundan sonra (aynı şekilde) ahiret hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah her şeye kadirdir. (102)
Bunun yanında Kur’ân’ın, bilenlerin bilmeyenlerden üstün olacağına işaret etmesi (103), Allah’tan en fazla âlimlerin korkacağını ifade buyurması (104), Allah’tan ilim istemeyi (105) ve bilmediğimiz konuları bilenlere sormayı tavsiye etmesi (106), savaşa çıkılırken dahi bir grubun ilim öğrenmek üzere geride kalmasını emretmesi ve Allah’ın iman edenlerle ilim sahiplerinin derecelerini yükselteceğini bildirmesi de (107) ilme, öğrenmeye, araştırmaya verdiği önemi gösterir.
Aynı şekilde yüzlerce hadis-i şerifte de yoğun olarak ilim üzerinde durulur ve mü’minler buna teşvik edilir. Misal olması açısından şunları zikredebiliriz: “Âlimin âbide olan üstünlüğü, Benim, ümmetimin en alt seviyedeki bir ferdine olan üstünlüğüm gibidir.” (108) “İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.” (109) “Kim ilim tahsil etmek için bir yola girerse, Allah o kişiye Cennet’in yolunu kolaylaştırır.” (110) “Âlimler, peygamberlerin varisleridir.” (111)
Bu nedenledir ki mü’min ilimden korkmaz, cehaletten medet ummaz; tam tersine ölünceye kadar ömrünü ilim yolunda geçirir.
Sonuç olarak din ile bilim arasındaki ilişki ne bazılarının sandığı gibi çelişkidir (conflict) ne de bağımsızlık (independence); bilakis uyumdur (consistence). Hatta uyumun da ötesinde bu iki disiplinin bir diğerini desteklediğini ve tamamladığını söylemek daha doğru olacaktır. Çünkü insan yaşamında bilimin elinin uzanmadığı, bilimin ilgi alanına girmeyen, bu yüzden de çözüm sunamayacağı alanlar vardır. Bilim, bizim nasıl yaşamamız gerektiği konusunda yönlendirmede bulunamaz. Nereden gelip nereye gittiğimizi söyleyemez. Yaşamın anlamı ve varoluş amacımıza yönelik izahlar yapamaz. Ahlâk ve faziletin kaynağını izah edemediği gibi, niçin ahlâklı olmamız gerektiği konusunda da bir gerekçe sunamaz.
Aksine bilimin görevi, tekvini emirleri okumak ve tabiata hâkim olan yasaları bulup çıkarmaktır. Fakat bilimsel çalışmalarla ulaşılan verilerin doğru yorumlanması ve onlardan doğru neticeler çıkarılması konusunda da yine dinî bakış açısına ihtiyaç vardır. Çünkü insan, varlık ve Yaratıcı arasındaki ilişki yerli yerine oturtulmayınca, bilimsel bulguların isabetli yorumlanması çok zordur. Bu ilişki ve dengenin nasıl olacağını bize öğreten yegâne hakikat ise vahiy bilgisidir.
Aynı şekilde hangi amaçla bilim yapacağımızı, teknolojiyi ne şekilde ve nerede kullanacağımızı da insanlığa bilim öğretmez, öğretemez. Günümüzde de bu gibi konularda bilim insanlarının tercihlerini belirleyen bilimin bizzat kendisi değildir; bilakis felsefe, ideoloji ve hayat görüşleridir. Dolayısıyla bir dine mensup olmak ve bir Yaratıcının varlığını kabul etmek hiçbir şekilde bilimsel araştırmalardan vazgeçmek anlamına gelmez; bilakis onlara yön verir, anlam katar, motivasyon sağlar.
Özetle, doğayı, hayatı, canlı varlıkları anlama ve anlamlandırma çabası tek başına bilimin üstesinden gelebileceği bir iş değildir. Burada mutlaka metafizik açıklamalara ihtiyaç vardır. Bilim kendi metodolojisi, yasaları ve disiplinleriyle tabiatı didik didik etmeli, canlı ve cansız varlıkların dilini çözme adına bütün imkânlarını kullanmalı fakat insan, varlık ve Yaratıcı hakkında bütüncül açıklamalar ortaya koymak için vahiy bilgisinden istifade etmesini bilmelidir.
Diğer taraftan Batılıların gözlemledikleri veya vehmettikleri çatışmanın din ile bilim arasında değil; din ile pozitivizm ve materyalizm arasında yaşandığını da belirtmek gerekir. Günümüzde yaşanan problemin asıl sebebi, modern bilimin materyalist felsefeyle pozitivist yöntem üzerinde gelişmesi ve bütün çalışmalarını bu bakış açısıyla sürdürülmesidir. Ne var ki bu, bilimin bizatihi kendisi olarak görülemez, yalnızca bilimin değişik görünümlerinden biridir. Nitekim günümüzde cılız da olsa teist bilim insanları tarafından alternatif yöntemler, araştırmalar, değerlendirmeler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Makroevrim iddiasının din-bilim çatışması ekseninde götürülmesinin sebebi de, bilimin onu desteklemesine rağmen dinlerin reddettiğinin iddia edilmesidir. İşte burada öncelikle “Hangi bilim?” sorusunu sormak, arkasından da makroevrim iddiasının gerçekten bilimsel delillerinin bulunup bulunmadığını araştırmak önem arz ediyor. Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşılacağı üzere makroevrim iddiası hiç de güçlü kanıtlarla ispatlanmış bilimsel bir gerçek değildir. Dolayısıyla dinin, makroevrim iddiasıyla çatışması, bilimle çatışması demek değildir. Makroevrim iddiasıyla bilimi özdeşleştirmek bir önyargının ve varsayımın sonucudur. Aşağıda inceleyeceğimiz konular okunurken bu hususun hiçbir zaman akıldan çıkarılmaması gerekir.

DİNÎ İNANÇ BİLİMSEL ÇALIŞMANIN ÖNÜNDE ENGEL MİDİR?

Bazılarının sandığının aksine bir insanın bir Yaratıcının var olduğu gerçeğini kabul etmesi, bütün varlığın O'nun tarafından yaratıldığını düşünmesi hiçbir şekilde bilimsel çalışmaların önünde engel oluşturmaz. Bazılarını bu tarz yanlış bir kanaate sevk eden en önemli sebep, Hıristiyan Ortaçağ’da Kilise babaları ile bilim insanları arasında yaşanan gerginlik ve çatışmadır. Ne var ki bunun sebebi din değildir. Bunun birinci nedeni, İncil’in ve Hristiyanlığın tahrif edilmiş ve orijinal halinden uzaklaştırılmış olması, ikinci sebebi de dinî, siyasi ve iktisadi gücü ele geçiren Kilise’nin halka karşı baskı kurması, dini yorumlamada bağnazlık göstermesi, akıl ve bilime karşı düşmanca tavır alması gibi farklı şekillerde tezahür eden yanlış tutumlarıdır.
Fakat İslâm tarihinde yaşanan deneyimler açısından meseleye baktığımızda söz konusu endişe ve korkuların ne kadar yersiz olduğunu net olarak görebiliriz. Çünkü İslâm dünyasında din ile bilimin gelişmesi hep birbirine paralel bir şekilde gerçekleşmiştir. En güçlü İslâm âlimleri ile en güçlü bilim insanları aynı dönemde yetişmiştir.
İslâm’ın ilk beş asrına bakıldığında bir yandan fıkıh, hadis, tefsir ve akaid gibi dinî ilimlerde devasa kametlerin yetiştiği ve çağlar ötesine ışık tutan eserlerin kaleme alındığı; diğer yandan da matematik, tıp, astronomi ve coğrafya gibi farklı bilimsel disiplinlerde baş döndürücü gelişmelerin yaşandığı ve keşiflerin yapıldığı görülür. Yani İslâm’ın bilhassa üçüncü, dördüncü ve beşinci asırlarında dinî ve pozitif bilimlerde gözlemlenen olağanüstü canlılık ve dinamizm dinin, bilimsel çalışmalar önünde engel olabileceği şeklindeki iddialara verilmiş en büyük cevaptır.
Esasında son bir iki yüzyılı istisna edecek olursak, Batı’da yetişen en meşhur ilim adamları da, dindarlığı ve Yaratıcının varlığına imanı hiçbir şekilde bilimin önünde engel olarak görmemişlerdir. Galileo, Kopernik, Kepler, Pascal, Boyle, Newton, Faraday, Mendel, Pasteur, Kelvin, Maxwell gibi tarih boyunca bilime en büyük katkıları yapan bilim insanlarının tamamı Tanrıya inanmışlardır. Üstelik onların bu inançları bilim yapmalarına engel olmamış aksine bu inanç, onların ana ilham kaynağı olmuştur. (112)
Kilisenin saldırı ve baskıları neticesinde bilim insanlarıyla Kilise babaları arasında yaşanan çatışmalar ayrı bir mevzudur. Fakat bu bilim insanlarının hiçbir zaman Yaratıcının varlığı düşüncesiyle ve metafizik kabullerle bir problemleri olmamıştır. İnançları, bilimsel çalışma yapmaları için bir problem oluşturmamıştır. Engel olma bir yana, imanları onlar için teşvik edici bir güç ve ilham kaynağı olmuştur. Bu bilim insanları bir taraftan bilimsel çalışmalarına devam ederken, diğer yandan da imanın ispatı, önemi ve gücü üzerinde durmuşlardır. Hatta ulaştıkları bilimsel bulguları imanî perspektifle yorumlamış, bu bilimsel bulguları imanlarını kanıtlama amacıyla değerlendirmişlerdir. İmanlarını belli etmekten hiçbir zaman utanmamış, endişe etmemişlerdir.
Örneğin Bacon’un din-bilim ilişkisine bakışı şudur: “Tanrı bize kendini tanıtmak için iki kitap sunmuştur; kâinat kitabı ve Kutsal Kitap. Kim tam manasıyla yetişmiş olmayı arzu ediyorsa bu iki kitaba birlikte çalışmalıdır.” (113) Kepler ise motivasyon kaynağını şöyle açıklamıştır: “Dış dünyadaki bütün araştırmaların ana amacı, Tanrı’nın bize matematiksel bir dille vahyetmiş olduğu aklî düzeni keşfetmektir. Bu aynı zamanda Tanrı’nın bize yüklediği bir sorumluluktur.” (60)
İmanın başka önemli bir yararı da bilim insanlarını hapsoldukları fiziksel alemin dar kalıplarından kurtararak onların önüne çok daha geniş bir dünya açmasıdır. Esas amaçları gerçeği araştırmak ve bulmak olan bilim insanlarının çalışmalarını yalnızca doğa içinde kalarak devam ettirmek zorunda olduklarını düşünmeleri ve kendilerini maddeyle sınırlamaları, daha baştan hakikate indirilmiş büyük bir darbedir. Zira gerçek, maddeyle sınırlandırılamayacak kadar derindir, geniştir. Fizikî dünyanın içinde kalarak gerçeklerin doğru ve bütüncül bir resmini çizebilmek mümkün değildir. Materyalistik ve mekanistik açıklamaların ulaşabileceği bir sınır vardır. Bilim felsefecisi Stephen Meyer’in ifadesiyle söyleyecek olursak, bilim insanının görevi en iyi naturalistik izahın peşinde olmak değil, aksine en iyi izahın peşinde olmaktır. (114)
Son olarak insanın fıtratı gereği sürekli bir anlam ve manevi tatmin arayışında olduğunu hatırlatmak gerekir. Geçtiğimiz yüzyılda dinin toplumdaki gücünü önemli ölçüde yitirmesiyle seküler ideolojiler ve izm’ler bu ihtiyacı karşılamak için alternatif olarak sunuldu. Hatta bilimin kendisi seküler bir din veya kutsal bir dogma hâline getirildi. Fakat böyle bir tablo, insanlık açısından hiç de güzel neticeler ortaya çıkarmadı. Başıboş, amaçsız, ümitsiz ve yapayalnız kalmış fertlerden oluşan ruhsuz toplumlar meydana getirdi.


MAKROEVRİM İDDİASININ DİNİ ALAKADAR EDEN BİR YÖNÜ VAR MIDIR?

Bazı araştırmacılar makroevrim iddiasının bilimsel bir mesele olduğu gerekçesiyle ilahiyatçıların bu alanda konuşmasının doğru olmadığını, bunun faydadan çok zarar getireceğini ileri sürer. Bu tarz bir yaklaşım kısmen doğru olsa da bu yaklaşımın noksan ve yanlış yönleri vardır. Doğru olan tarafı şudur: Gerçekten de makroevrim iddiası çerçevesinde ele alınan meselelerin büyük çoğunluğu biyoloji, biyokimya, genetik, paleontoloji gibi disiplinleri ilgilendiren bilimsel meselelerdir. Bilimin diliyle ve bilimsel argümanlarla konuşan bilim insanlarının karşısına dinle çıkmanın, âyet ve hadislerle yanıt vermeye çalışmanın usulen çok yanlış, stratejik olarak da çok riskli bir strateji olduğunu ifade etmek gerekir.
İlahiyatçıların bu alanda kelam etmelerinin faydadan çok zarar getireceği meselesi de görecelidir. Birçok televizyon programında görüldüğü üzere gerçekten de konuşacakları mevzuun üzerine oturduğu bilimsel çerçeveden habersiz olan ilahiyatçılar, yorum, itiraz ve eleştirileriyle maalesef din-bilim çatışmasını körükleyebiliyor, daha da kötüsü çoklarının dinden soğumasına sebep olabiliyor. Fakat konuyla alakalı yapılan bilgili ve bilinçli konuşmalarla ilgili aynı şeyi söyleyemeyiz.
Makroevrim iddiasının azımsanmayacak bir kısmı direkt olarak dini de alakadar eder. Çünkü bu iddiaların önemli bir kısmı hayatla, yaratmayla ve insanla ilgilidir. Yeryüzünde canlılığın rastlantısal olarak başladığı, günümüzdeki canlı organizmaların tabiat dışı hiçbir müdahale olmaksızın bazı mekanizmalarla kendi kendine çeşitlendiği, insanın maymunsu canlılardan geldiği gibi iddialar tabii ki de doğrudan dinin alanına girer. Daha da önemlisi bu tür izahlar dinin üzerinde durduğu en temel ilkelerle ters düştüğü ve makroevrim iddiası pek çok bilim insanı tarafından dinin alternatifi gibi takdim edildiği için, mutlaka dinden hareketle makul ve mukni cevapların verilmesi ve zihinlerdeki şüphelerin giderilmesi gerekir.
Bazıları da İslâm’ın makroevrim iddiası karşısında nötr bir tavır takındığını, makroevrim iddiasını ne reddettiğini ne de kabul ettiğini ifade ederler. Makroevrim iddiası ve din arasındaki gerilimi düşürme ve yaşanan çatışmaları hafifletme adına bu tür yaklaşımların nisbî bir faydası olsa da, Kur’ân ve Sünnet’in yaratılışla ilgili ortaya koyduğu izahlar açısından meseleye bakıldığında, bu tür tespitlere katılmanın hiç de kolay olmadığı görülür. Aşağıda bu konuyu âyet ve hadislerden getireceğimiz delillerle geniş olarak izah edeceğimiz için şimdilik buna girmiyoruz.
Son olarak bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Makroevrim iddiası hakkında konuşan din âlimlerinin kendi alanlarının dışına çıkmaları ve bilimsel konularda ahkâm kesmeleri ne kadar yanlışsa, makroevrim iddiasını savunan bilim insanlarının hiçbir somut ve ikna edici kanıt olmaksızın spekülasyona dayalı bilgilerle ve vahyi anlama metodolojisinden habersiz olarak ilk yaratılış ve türlerin ortaya çıkışı hakkında din namına kesin ve net hükümler vermeleri de en az bu kadar yanlıştır. Zira pozitif bilimde yöntem olduğu gibi ayet ve hadisleri anlamada da bir metodoloji vardır. 

MAKROEVRİM İDDİASI, DİN İÇİN BİR TEHDİT MİDİR?

Hem makroevrimin temel savları ve savunusu, hem büyük çoğunluğu itibarıyla makroevrim iddiasını savunan bilim insanlarının dine yönelik sergilediği hasmane tutum, takribi 150 yıldır yaşanan acı deneyimler ortadadır. Marx ve Engels’in makroevrim iddiasını ideolojik amaçlarına alet etmeleri, Batılı biyologların önemli bir kesiminin ateist olması, bilimsel ahlâkla açıklanamayacak ölçüde makroevrim iddiasında ısrar edilmesi, makroevrim iddiası yüzünden çoklarının ateizme kayması, makroevrim iddiası zemininde yapılan izahların ateist argümanların temelini oluşturması gibi olaylar bir tesadüf olarak görülemez.
Bu açıdan makroevrim iddiasını tamamıyla bilimsel bir mesele olarak gören veya dinle arasını uzlaştırmaya çalışan ya da İslâm’dan ve İslâm tarihinden hareketle makroevrim iddiasına dinî temeller arayan bilim insanlarının yaklaşımları her ne kadar iyi niyetli olsa da ilmi, mantıki ve realist değildir. Onların makroevrim iddiası hakkındaki sübjektif kanaatleri gerçeği değiştirmeye yetmez. Sonuçta takribi 150 yıldır ortaya konulan ciddi bir literatür ve birikim vardır. Makroevrim denildiğinde insanların beyninde canlanan tanımlar, izahlar, mekanizmalar ve sonuçlar vardır.

İSLAM TARİHİNDE MAKROEVRİM İDDİASINI SAVUNAN ALİMLER VAR MIDIR?

Makroevrim iddiasını kabul eden ve İslâm’da ona aykırı bir hüküm bulunmadığını iddia eden modern araştırmacılar, bu görüşlerini seleften bazı âlimlere dayandırır ve İslâm tarihinden verdikleri örneklerle makroevrim iddiasının ilk defa İslâm kültür havzasında ortaya çıktığını savunurlar.


Bu mevzuda gösterilen misalleri ve ileri sürülen iddiaları çok detaya girmeden şöyle özetleyebiliriz:
Konuyla ilgili ilk kuramlar, “kumun” ve “zuhur” ismiyle Mutezili bir âlim olan Nazzam (ö. 219/835) tarafından ileri sürülmüştür. Nazzam’a göre Allah, tüm türlerin özü ve çekirdeği mahiyetinde olan ve tüm türlere ait bütün özellikleri bi’l-kuvve kendinde barındıran ilk canlı varlığı yaratmış, peşinden bütün ana türler birbirinden bağımsız olarak bu ilk çekirdek varlıktan ortaya çıkmıştır. Nazzam, tür üstü değişimi (makroevrim iddiasını) kabul etmez, yani türlerin sabitliği fikrini savunur. Dolayısıyla ona göre insan da hayvan türlerinin evrimleşmesi sonucunda dünyaya gelmemiştir. (115)
Örnek verilenlerden biri de Câhız’dır. Câhız hocası Nazzam'dan farklı olarak canlı türlerinin zamanla evrimleşerek yeni türler meydana getirebileceğini kabul eder. Câhız’a göre bu evrimleşme, Yaratrıcının yaratmasıyla olur. (116) Câhız, buna benzer fikirleri önde gelen Ehl-i Sünnet kelamcıları tarafından benimsenmemiş ve bu yüzden kendisi materyalist ve dehri olmakla itham edilmiştir.
Makroevrim iddiasını savunan İslâm âlimleri zikredilirken, Farabî (ö. 338/950), Birûnî (ö. 453/1061) ve İbn Tufeyl’e (ö. 581/1185) de yer verilir ve bunların bazı görüşleriyle makroevrim iddiası arasında bir kısım irtibatlar kurulur. Ne var ki bu isimlerin hiçbiri, açık bir şekilde bir türün başka bir türe dönüşebileceğini ifade etmemiştir. Bilakis yaratmanın ancak Allah’a mahsus olduğunu belirtmişler ve türlerin sabitliğini savunmuşlardır.
Cansız varlıklardan bitkilere, bitkilerden hayvanlara, onlardan da insana kadar yeryüzünde mevcut olan varlık hiyerarşisi üzerinde duran bir kısım İslâm filozoflarıyla İslâm ahlakçılarının da makroevrim iddiasını kabul ettikleri ileri sürülür ve İhvanüs’s-sava, İbn Miskeveyh, İbn Haldun, Nasiruddin et-Tusi, Kazvini, Kınalızade Ali Efendi, Molla Sadra, Erzurumlu İsmail Hakkı, Râgıb el-İsfehanî, İbnü’l-Heysem, el-Kazvinî, Sadruddin Şîrâzî, Mevlânâ ve İbn Arabî gibi bir dizi âlimin ismine yer verilir.
Adı geçen âlimlerin tek tek düşüncelerinin tahlil edilip detaylı bir şekilde incelenmesi müstakil çalışmaları gerektirir. İslâm ulemasının makroevrim iddiasına delil olarak gösterilen görüşlerinin, çok genel bir değerlendirmesini yapacak olursak şunları söyleyebiliriz:
İslâm tarihindeki makroevrim iddiasını savunanlar olarak gösterilen ulemanın görüşleri ile Darwin tarafından ortaya konulan makroevrim iddiası arasında, yüzeysel ve kısmi benzerliklerin ötesinde bir bağ kurmak mümkün değildir.
İslâm âlimleri, canlı organizmalar ve yaratılış etrafında yaptıkları izahlarla Allah’ın koymuş olduğu yasalara dikkat çekmiş; mesela tabiatta ve canlı organizmalarda gözlemlenen değişim ve tekâmül üzerinde durmuş; bu değişime sebep olan çevre şartları, yiyecekler, iklim ve atmosfer gibi faktörleri ele almışlardır. Bazılarının makroevrim iddiasına benzeyen görüşlerinin merkezinde ise Allah’ın ilk varlığı ve türlerin ilk üyelerini yoktan var etmesi fakat daha sonraki yaratmaları bir vesile ve sebep ile gerçekleştirdiğini izah etme maksadı vardır. Bazıları da tüm varlığın aynı özden yaratıldığına vurgu yapmıştır. 
Câhız’ın haricinde hiçbir İslâm âlimi açık bir şekilde bir canlı türünün başka bir türe evrimleşebileceğini iddia etmemiştir.
Makroevrim iddiası şeklinde anlaşılan veya makroevrim iddiasıyla alakası kurulan bir kısım görüşlerin maksadı ise kâinattaki atom ve moleküllerin nasıl bir devir-daim içerisinde olduğunu, nasıl hâlden hâle geçtiğini, Allah’ın aynı cins maddelerden nasıl olup da muazzam çeşitlilikte varlıklar yarattığını göstermektir. Örneğin cansız haldeki atom ve moleküller sürekli canlı organizmaların yapı taşlarında kullanılmakta, bitkileri hayvanlar yemekte, hayvanları da insanlar. Bir açıdan bitkiler hayvanlara, hayvanlar da insanlara dönüşmekte. Element ve moleküller farklı kademelerden geçerek insan vücudunda yer almakta.
İbn Arabi ve Mevlânâ gibi zatlara ait olan ve makroevrim iddiası olarak takdim edilen bazı görüşler ise insanın; psikolojik, ruhî ve manevî değişim ve terakkisiyle ilgilidir. Onlar, beşerin, ahlâkî ve manevî açıdan terakki ve tedenni edebileceği mertebelere dikkat çekmiş; yapacağı kötülük ve fenalıklarla insanın bitki ve hayvanların hayat seviyesine düşebileceğini, iyilik ve hayırlarıyla da melekî seviyeye çıkabileceğini ifade etmişlerdir.
İbn Miskeveyh, İbn Haldun ve Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi alimler ise sıralı yaratılış düzeninden bahsetmiş, yaratılıştaki birlik, bütünlük ve hiyerarşiyi göstermek istemişlerdir. Evrendeki yaratılışın nasıl basitten başlayarak kompleks varlıklara doğru sıralandığını açıklamış, farklı varlık cinsleri arasındaki üstünlükten bahsetmiş, yani bir yönüyle Allah’ın yaratmadaki âdet ve sünnetine dikkat çekmişlerdir. Beşeriyetin, diğer varlıklar arasındaki müstesna konumuna işarette bulunmuşlardır.
Her ne kadar cansız varlıklar arasındaki mercanın en düşük hayat derecesindeki bitkilere, hurmanın en düşük hayat seviyesindeki hayvanlara, at, fil ve maymun gibi bir kısım hayvanların da zekâ ve kabiliyet açısından bir kısım insanlara yakınlığından bahsetseler de, ne bunların “ara türler” olduğunu ne de birbirine dönüştüğünü söylemişlerdir. “Varlık mertebelerini” veya “küllî varlık zincirini” açıklama adına kullanılan bu tür ifadelerden makroevrim iddiası çıkarmak oldukça abartılı, aşırı ve yanlış bir yorumdur. Onların benzerlikler üzerinden yaptıkları yakınlık yorumlarını makroevrim iddiasını destekler şeklinde yorumlamak bilimsel bir yaklaşım değildir.
Câhız, Nazzam, Farabi, İbn Haldun ve benzeri İslam ulemasının konu hakkındaki görüşlerinin incelendiği akademik bir makalede şu değerlendirmelere yer verilir: “Bu görüşlerin, modern evrim görüşüyle uzaktan bir alakasının olmadığı kesindir. Burada kademeli olarak canlılar arasındaki özellik farkından bahsedilmektedir. Canlıların kademeli ve birikimli bir evrimsel sürecin ürünleri olduğunu değil; aksine statik, değişmez, son halleriyle mükemmel yaratılışları ileri sürülmektedir… Evrim konusunda, özellikle Müslüman bilim adamları tarafından evrimi savunma pozisyonunun ortaya çıkması, aynı mana ve mefhumların ve aynı kelimelerin farklı kimseler tarafından değişik manalarda kullanılmasından kaynaklanmaktadır.” (117)
Câhız gibi alimlerin fikirleri ise, kanıttan yoksun oldukları için hiçbir dönemde İslâm düşüncesi ve kültürü içinde ana bir akım hâline gelmemiş, umumun nazarında meşruiyet kazanamamıştır. Bütün türlerin Allah tarafından ve bağımsız olarak yaratıldığı konusunda Sünni kelamcılar arasında bir ihtilaf yoktur.


ALLAH MAKROEVRİM İLE YARATMIŞ OLAMAZ MI?

Batı’da son zamanlarda adına “teistik evrim” denilen yeni bir akım piyasaya çıktı. Bu akımın amacı makroevrim iddiası ile dini uzlaştırmak. En temel iddiaları ise Yaratıcının canlıları makroevrim ile yarattığıdır.
Batı’da ortaya çıkan bu akım yavaş yavaş Müslümanlar arasında da yayılmaktadır. Teistik evrim düşüncesini benimseyen bilim insanları, nonteistlerden farklı olarak ilk canlının Yaratıcı tarafından yaratıldığını savunurlar. Onlara göre bu ilk canlı Yaratıcının onun mahiyetine koyduğu kabiliyetler sayesinde evrimleşmiş ve yeni türleri ortaya çıkarmıştır.
Moleküler Biyoloji, Genetik, Biyokimya, Astrofizik, Sosyoloji, Dinler Tarihi, Temel İslam Bilimleri, Biyoloji, Jeoloji, Felsefe, Tıp, Ziraat, Eczacılık, Dil Bilimi, Paleontoloji, Antropoloji, Eğitim, Psikoloji, Sümeroloji, Fizik ve Bilgisayar Mühendisliği alanlarında yurtiçinden ve yurtdışından 10 ülkeden bilim insanları tarafından sunulan 137 tebliğden biri olan "Kur’an Işığında Evrimci Yaratılış Görüşünün Değerlendirilmesi" adlı tebliğinde Prof. Dr. Veysel Güllüce şöyle demektedir: “Bazıları İslâm adına evrim teorisine karşı çıkmanın, bu teoriyi benimseyen kimseleri dinden uzaklaştıracağı vehmiyle, hakikatte materyalist temeller üzerine oturtulmuş olan bu teoriyle mücadele etmek yerine, bu teoriyi İslâmîleştirmeye ve Kur’ânîleştirmeye çalışmışlar, bu teorinin Kur’ân’a, İslâm filozof veya âlimlerinin görüşlerine aykırı olmadığını iddia etmişlerdir. Böylece ateist evrimcilerin yanında bir de canlıların çeşitli oluşunun evrimleşme yoluyla olabileceğini hatta olduğunu iddia eden inançlı bir grup daha ortaya çıkmıştır.” (118)
Yakın dönemde yaşamış veya muasır olan İslâm âlimlerin büyük çoğunluğu İslâm’a aykırı olduğu gerekçesiyle makroevrim iddiasını reddeder. Çoğunluğu makroevrim iddiasına ihtimal dahi vermez, onun hakkında konuşmayı veya çalışma yapmayı dahi gereksiz bulur. Fakat bazıları makroevrim iddiasının gerçek olabileceği ihtimalini de göz önünde bulundurarak biraz daha ihtiyatlı bir dil kullanmayı, hafif de olsa kapıyı makroevrim iddiasına karşı aralık bırakmayı veya makroevrim iddiasını savunanların bir kısım görüşleriyle hoş geçinmeyi tercih eder. Bütün bunlarla birlikte makroevrim iddiası etrafında yapılan çalışmaların bir hayli az olduğunu da ifade etmek gerekir.
Diğer yandan az sayıda da olsa makroevrim iddiasını kabul edenler de vardır. Bunların makroevrim iddiasını kabul etmelerinin en önemli sebebi, makroevrim iddiasının kesin bir bilimsel gerçek olduğunu düşünmeleri ve makroevrim iddiasına aykırı olan Kur’ân âyetlerini de bu bakış açısıyla tevil etmeleridir. Ne var ki daha önce yapılan açıklamalarda da açıkça görüldüğü üzere makroevrim iddiasının kesin bir bilimsel gerçek olduğu, doğru bir tespit değildir.
Elbette Allah, murat buyurursa canlıları makroevrimle de yaratabilir. Fakat burada önemli olan konuyu zihnî ihtimaller üzerinden götürmek yerine, Allah’ın Yüce Kitabı’na bakmaktır. Sanki ortada hiçbir vahiy ve nas yokmuş gibi Allah’ın canlıları makroevrimle mi makroevrimsiz mi yaratmış olduğunu konuşmak doğru bir metot olamaz. “Şöyle de olabilir, böyle de olabilir, şu da mümkündür, bu da mümkündür…” diyerek devamlı olasılıklar üzerinden mantık yürütmek ve tartışma yapmak bizi hiçbir neticeye götürmez. Kuvvetli delillere dayanmadığı sürece zihnî spekülasyonlar şahsi birer mülahaza olmaktan öte geçemez. Bu yüzden Allah’ın yaratma kanununu anlama adına yapılması gereken şey, öncelikle dönüp Kur’ân’a bakmak, sonra da ulemanın yorum ve tefsirlerine müracaat etmektir.
Aşağıda tek tek ilgili ayetleri ele alarak detaylı olarak izah edeceğimiz üzere Kur’ân’dan yola çıkarak teistik bir evrim görüşü geliştirmenin imkân ve ihtimali yoktur. Bunu yapmaya çalışanlar, Kur’ân âyetlerini kendi ön kabullerine göre tevil etmektedirler.
Teistik evrimi savunan ilahiyatçılar, makroevrim iddiasının önündeki tek engelin din olduğunu veya makroevrim iddiasının sadece dinî sebep ve endişelerle reddedildiğini zannediyorlar. Dolayısıyla da bilimi karşılarına almaktan korkuyorlar. Halbuki yukarıda bilimsel delillerin de kesin olarak makroevrim iddiasının gerçekliğini göstermediğini, bu konuda ileri sürülen kanıtların ne kadar zayıf ve sübjektif olduğunu ve hatta yer yer çarpıtıldığını ortaya koymuştuk. Sonuç olarak Kur’an ayetlerinden teistik evrim fikrini çıkarmak mümkün olmadığı gibi, ortada İslâm alimlerini açık nasları tevil etmeye mecbur bırakacak bilimsel gerçekler de yoktur.
Bu sebeple özellikle vurgulayalım ki, makroevrim iddiasına karşı çıkmak demek, nedensellik ilkesine karşı çıkmak ve sebepleri görmezden gelmek demek değildir. Aynı şekilde makroevrim iddiasına karşı çıkmak, hiçbir şekilde varlık ve canlı organizmalar hakkında araştırma yapmanın önünde bir engel olarak görülemez. Makroevrim iddiasını reddetmeyi, bilim düşmanlığıyla ve bağnazlıkla izaha kalkışmak ise asıl bağnazlıktır.
Bediüzzaman Said Nursi de şu izahlarıyla her tür makroevrimci görüşe karşı bütün kapıları ardına kadar kapatır: “Her bir türün bir âdemi ve bir büyük babası (yani ilk atası) olduğundan, silsilelerdeki tenasülden doğan bâtıl vehim, o âdemlerde ve ilk babalarında tevehhüm olunmaz. Evet, hikmet, jeoloji, zooloji ve botanik diliyle iki yüz bini aşan türlerin âdemleri hükmünde olan ilk başlangıçlarının her birinin bağımsız olarak sonradan yaratıldığına şehadet ettiği gibi, mevhum ve itibarî olan kanunlar ve şuursuz olan doğal sebepler ise: Bu kadar hayret veren silsileler ve bu silsileleri oluşturan ve fertler denilen dehşet verici hadsiz harika ilahi makinenin sanatlı bir şekilde yaratılmasına kabiliyetsizlikleri yönüyle her bir fert ve her bir türü, bağımsız olarak Sâni-i Hakîmin kudret elinden çıktığını ilân ve izhar ediyor. Evet, Sâni-i Zülcelâl, her şeyin cephesinde hudûs ve imkân damgasını koymuştur.” (119)
Başka bir eserinde aynı konuya benzer cümlelerle değinir. (120)
Netice itibarıyla teistik veya yaratılışçı evrim denilen yaklaşımın temelinde, makroevrim iddiasını, kesin ispatı yapılmış bilimsel bir kanun olarak görüp dinle bilimi çatıştırmama veya bilim dünyasında yaşanan çatışmanın tansiyonunu düşürme ya da makroevrim iddiasını kabul eden Müslümanları dinden soğutmama gibi gayeler olsa da ne bilimden ne de dinî naslardan vize alabilmesi mümkün değildir.
Bunlar, anlaşılabilir ve kısmen kabul edilebilir hedefler olsa da tablonun tamamını yansıtmaz. İslâm’ın yaratılışla ilgili görüşlerini objektif, bütüncül ve ilmî bir bakış açısıyla ele almaz. Makroevrim iddiasını kabul etmenin handikaplarını göz ardı eder. Kur’ân’ı ispatı yapılmamış iddiaların arkasından koşturur.  Murad-ı ilahiyi anlamak yerine, metne kendi anlayışını söyletir.
Tüm bunlara ek olarak vurgulamak isteriz ki her ne olursa olsun Allah’ın varlığını, iman esaslarını ve Kur’an ayetlerini reddetmediği sürece makroevrim iddiasını savunduğu gerekçesiyle insanları tekfir etmek çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Makroevrim iddiasını savunanları din düşmanı gibi görmek kesinlikle kabul edilemez. Bunların pek çoğunun bilim yaptığı, hakikati aradığı ve gerçek peşinde koştuğu unutulmamalıdır.
Teistik evrim kavramı, çok kapalı ve belirsiz bir kavramdır. Yaratıcının canlıları evrimle yaratmış olmasının ne demek olduğu yeterince belirgin değildir. Evrimleşme sürecinde Yaratıcı’nın ne şekilde bir “rolünün” ve “etkisinin” bulunduğu açık değildir.

MAKROEVRİM İDDİASINA DELİL GÖSTERİLEN AYETLERİN İNCELENMESİ

Bazı araştırmacılar, Kur’ân’daki makroevrim iddiasına ters yaratılış âyetlerini zahiri manalarının dışına çıkararak tevile tâbi tutmakla kalmaz, bir de zorlama yorumlarla Kur’ân’dan makroevrim iddiası çıkarmaya çalışırlar. Delil getirdikleri bazı âyetlerle Kur’ân’ın da makroevrim iddiasını desteklediğini ileri sürerler. Bambaşka konulardan bahseden âyetlerden dahi zorlama yorumlarla makroevrim iddiasını destekleyen manalar çıkarmaya çalışırlar.

a) İnsan Sûresinin İlk Âyeti 

هَلْ أَتَى عَلَى الإِنْسَانِ حِينٌ مِنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُنْ شَيْئًا مَذْكُورًا Gerçekten insan üzerine dehirden öyle bir müddet geldi ki o zaman o, anılmaya değer bir şey değildi. (121) Bazı ilahiyatçılar, “hînun mine’d-dehr” ifadesini “uzun bir zaman dilimi” diye çevirir, bu uzun zaman dilimini, maymunsu canlıların evrimleşmesi sonucu ilk insan ortaya çıkıncaya kadar geçen zaman olarak açıklar ve dolayısıyla bu âyeti makroevrim iddiasının başlıca delillerinden biri olarak gösterirler. Ne var ki bu tarz bir izah şekli ne âyette zikredilen kelimelerin anlamlarına, ne âyetin bir bütün olarak ifade ettiği manaya, ne de siyak-sibak bütünlüğüne uygundur. Aşağıdaki izahlarda da görüleceği üzere âyetin makroevrim iddiasıyla hiçbir alakası yoktur. Öncelikle “hînun mine’d-dehr” ifadesinin “uzun bir zaman dilimi” şeklinde çevrilmesi doğru değildir. Maalesef bazı meallerde de aynı tercüme hatasını görmek mümkündür. Dehr sözcüğünün ilk anlamı “mutlak zaman” demektir. (122)وَقَالُوا مَا هِيَ إِلاَّ حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا يُهْلِكُنَا إِلاَّ الدَّهْرُ Hem dediler ki o hayat sırf bizim Dünya hayatımızdan ıbarettir ölürüz ve yaşarız ve bizi ancak dehir helâk eder.”(123) âyetiyle, لاَ تَسُبُّوا الدَّهْرَ “Dehr’e sövmeyin.” hadisinde (124) de dehr mutlak olarak zaman (veya zamanın akışı) anlamında kullanılmıştır. Dehr alem için kullanıldığında, alemin yaratılışından yok oluşuna dek geçen zamanı kapsar. “Dehru fulân” klasik Arapça’da, bir insanın yaşam müddetini ifade etmek için kullanılır. (125) Demek ki mutlak olarak zaman ve zamanın akışı anlamına gelen dehr kelimesi, kullanıldığı yere göre anlam kazanır. Nitekim âyette insan üzerinden geçen süre “dehr” de değildir, dehr’den bir hîn’dir. Hîn ifadesi Kurandaki diğer ayetlerde uzun olmayan zaman dilimlerini ifade eder tarzda kullanılmıştır. Örneğin Bakara sûresi 36 (126), Âraf sûresi 24 (127) ve Yunus sûresi 98’inci (128) âyetlerde geçen “ilâ hîn”in anlamı “belirlenmiş bir zamana kadar” demektir. Hûd sûresi 5 (129), Yusuf sûresi 35 (130), Mü’minun sûresi 25 (131), Rum sûresi 17 (132) ve Zümer sûresi 42’inci (133) âyetlerinde ise “hîn” sözcüğünün belirli bir süreyi kapsadığı ve bunun çok da uzun bir zaman olmadığı oldukça açıktır. Sonuç olarak âyetin ifade ettiği anlam, insan üzerinden “belirli bir müddetin” geçmiş olduğudur; bu zaman diliminin ne kadar uzun veya kısa olduğunu bilmiyoruz. Diğer taraftan “ale’l-insân” lafzından anlaşılacağı üzere âyette ifade edilen bu zaman dilimi hayvanın, maymunun veya maymunsu daha başka canlıların değil, bizzat insanın üzerinden geçmiştir. Arapça’da “insan” denildiğinde bu sözcükten anlaşılan mana bellidir. Makroevrim iddiasını savunanların anlayışına göre âyette geçen, “hînum mine’d-dehr” ibaresini, “ilk canlının oluşumundan insanın oluşumuna kadar geçen süre” olarak aldığımızda, bu süre insanın değil çeşit çeşit canlıların üzerinden geçmiş olur ki bu mana âyetin açık lafzına ters düşer. Zira âyet, henüz zikre değer bir varlık olarak görülmese de, insan üzerinden geçen bir zaman diliminden bahsetmektedir. Bir sonraki âyette bunun hangi zaman dilimi olabileceğine işaret vardır: Biz insanı katışık bir nutfeden yaratmışızdır; onu deneriz; bu yüzden, onun işitmesini ve görmesini sağlamışızdır. (134) Gerek anne rahmine düşmeden gerekse anne rahmine düştükten sonra gerçekten de onun bir ismi yoktur ve henüz o, zikre değer bir varlık değildir. Zira insanın başlangıcı sadece bir damla sudan ibarettir. Anne rahmine düşüp üzerinden haftalar, aylar geçtikçe yavaş yavaş “nutfe, alaka, mudga, kemik, et” (135) safhalarından geçerek insan olma seviyesine doğru ilerler. Dolayısıyla makroevrim iddiasını savunanların çıkardığı mana, âyetin siyakına da uygun değildir. Farz-ı muhal âyette geçen ifadeyi “çok uzun bir zaman dilimi” olarak anlasak bile yine de burada makroevrim iddiasına işarette bulunulduğu iddia edilemez. Bu takdirde âyet, insan cinsinin evrenin yaratılışından çok sonra yaratıldığına ve bu uzun zaman dilimi boyunca, insanın biyolojik varlığı itibarıyla ne isminden ne de cisminden söz edilmediğine, onun yalnızca ilmî vücut olarak Allah’ın ilminde ve kader planında var oluşuna işaret etmiş olur. Hasan-ı Basri de bu âyetten hareketle Allah’ın altı günde (devirde) karada ve denizdeki her şeyi yarattığını, Âdem’in yaratılışını ise sona bıraktığını beyan etmiştir. (136)Son olarak tefsir alimlerinin bir çoğunun âyette geçen “insan” lafzını Hz. Âdem, insan üzerinden geçen süreyi de Hz. Âdem’in topraktan yaratılış aşaması olarak anladığını ifade etmek gerekir. Hz. Âdem’in çamurdan yaratıldıktan sonra kendisine ruh üfleninceye dek kırk veya yüz yirmi sene çamur hâlinde durduğuna dair haberler rivayet edilmiştir. (137)Esasında İnsan sûresindeki ilk iki âyetin esas maksadı, insana varlık zeminine çıkmadan önceki hiçliğini ve yokluğunu hatırlatmak, sonrasında da Allah’ın onu tek bir damla sudan nasıl yarattığına ve onu nimetleriyle nasıl serfiraz kıldığına işaret etmek suretiyle onun ders ve ibret almasını sağlamak ve onu şükre yöneltmektir. (138)



b) Nûh Sûresinin 14. Âyeti 

وَقَدْ خَلَقَكُمْ أَطْوَارًا Oysa o sizi aşama aşama yaratmıştır. (139) Makroevrim iddiasını savunanlar âyette geçen “etvârâ” lafzını, “evrim merhalelerinden geçirerek” şeklinde yorumlar. Arapça’da evrimin karşılığı olarak geçen “tatavvur” sözcüğünün âyetteki “tavır-etvâr” sözcüğüyle aynı kökten türemesini de buna delil gösterirler. Sonuç olarak makroevrim iddiasını savunanlara göre âyetin anlatmak istediği mana, Allah’ın, insanı, farklı canlıların kademe kademe evrimleşmesi neticesinde yarattığıdır. Oysaki selef tefsir alimlerinin ittifakıyla âyette geçen yaratma evreleri, bir nutfeden başlayan embriyonun, tam bir insan oluncaya kadar anne rahminde geçirdiği süreçlerdir. Nitekim başka bir âyette bu yaratılış aşamaları daha detaylı olarak şöyle açıklanır: And olsun ki, insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra bu az suyu “alaka” hâline getirdik. Alakayı da “mudga” yaptık. Bu “mudga”yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!(140Bediüzzaman Hazretleri de bu âyeti şöyle yorumlar: “İnsan bedeni, tavırdan tavıra geçtikçe hayret verici ve düzenli değişimler geçiriyor. Onun nutfeden alâkaya, alâkadan mudgaya, mudgadan, kemik ve ete, etten yeni yaratılışa yani insan suretine dönüşmesi, gayet ince düsturlara tabidir. O tavırların her birisinin öyle özel kanunlar ve öyle belli düzenler ve birbirini izleyen öyle hareketler vardır ki, cam gibi altında bir kast, bir irade, bir tercih ve bir hikmetin cilvelerini gösterir. İşte şu tarzda o vücudunu yapan her işini hikmetle ve sanatlı bir şekilde yapan Sani-i Hakim, her sene bir elbise gibi o vücudu değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve hayatının devamı için bozulup dağılan kısımların yerini dolduracak ve çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır. İşte o beden hücreleri düzenli, ilahî bir kanunla yıkıldığından, yine muntazam bir Rabbani kanunla tamir etmek için, rızık ismiyle latif bir maddeyi ister ki, o beden uzuvlarının ayrı ayrı ihtiyaçları ölçüsünde, rızkın gerçek sahibi Allah, özel bir kanunla onu bölüştürüp dağıtıyor.” (141)

c) Nûh Sûresi 17. Âyet

وَاللَّهُ أَنبَتَكُمْ مِنَ الْأَرْضِ نَبَاتًا Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirdi. (142) Makroevrim iddiasını savunan Müslümanlara göre bu âyet, canlılığın insandan önceki evresinin bitkiler olduğunu, insanın nebati hayata sahip bir dönem geçirdiğini ve bitkiler âlemiyle bir akrabalığının söz konusu olduğunu söyler. Yani beşerin, nebatî ve hayvanî etaplardan geçerek aşama aşama yaratıldığına işaret eder. Dolayısıyla da makroevrim iddiasının Kur’ânî delillerinden birini oluşturur. Oysaki bu âyetin de makroevrim iddiasıyla uzaktan yakından bir alakası yoktur. Allah, birçok âyette olduğu gibi bu ayette de ya Hz. Âdem’in yahut bütün insanların topraktan yaratıldığını ifade buyuruyor. Her iki manayı anlamak da mümkündür. Bir sonraki âyet-i kerime bu manayı pekiştirir: Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi yeniden çıkaracaktır.” (143) Yani Allah, insanı ölümle birlikte tekrar yarattığı toprağa iade edeceğini ve ardından onu topraktan ikinci kez çıkaracağını ifade buyuruyor. (144) Bu âyetlerin bir benzeri de Tâhâ sûresinde geçer: (Ey insanlar!) Sizi topraktan yarattık, (ölümünüzle) sizi oraya döndüreceğiz ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız.” (145) Nûh sûresindeki “enbete (yetiştirdi, bitirdi)” sözcüğü yerine Taha sûresinde “halaka (yarattı)” sözcüğü tercih buyrulmuştur. Aslında tefsir alimleri enbete sözcüğüne de yaratma manasını vermişlerdir. (146) Burada enbete fiilinin tercih buyrulmasının sebebi, yaratmanın güzelliğine ve kemaline dikkat çekmektir. (147) Bu ayeti, Hz. Meryem’in yaratılışını anlatan, وَأَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا Rabbi onu güzel bir şekilde yetiştirdi (148) âyetiyle birlikte düşünecek olursak, burada bir bitkiden değil, yaratmanın güzelliğinden bahsedildiğinin açık olduğu görülür. Zira Hz. Meryem’in bitki formundan insan türüne evrimleşmediği kesindir.

d) Kasas Sûresi 68. Âyet

وَرَبُّكَ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَيَخْتَارُ مَا كَانَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ سُبْحَانَ اللهِ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ Rabbin dilediğini yaratır ve seçer; onlar için seçim hakkı yoktur. Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir, yücedir. (149) Makroevrim iddiasını savunanlar bu âyette geçen “seçme” ile doğal seleksiyon arasında bir irtibat kurar ve seleksiyonun Kur’ânî bir tabir olduğunu söylerler. Fakat onlara göre bu seçimi yapan doğa değil, Allah’tır. Yani canlı organizmalar, doğal bir seçimle değil, ilahî bir seçimle evrimleşmektedir. Bazıları ise doğal seçilimi kabul eder ve bunu Allah’ın tabiata koyduğu bir yasa olarak görür. Makroevrim iddiasını savunanlar bu âyetin yanı sıra Fâtır sûresinde geçen şu âyeti de doğal seleksiyona delil getirirler: Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah’a mahsustur. O, yaratmada dilediğini artırır. Şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter. (150) Makroevrim iddiasını savunanlara göre bu âyette Allah’ın yaratmada dilediğini arttırmasının anlamı da canlıların evrimleşmesiyle ilgilidir. Kasas sûresinde geçen âyetin nüzul sebebi (151) olarak Velid b. Muğire’nin şu iddiası rivayet edilir: Bu Kuran, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?” (152) Yüce Allah, bu âyette Velid b. Muğire ve onunla aynı düşüncede olan müşriklerin göz ardı ettikleri bir gerçeğe dikkat çekiyor: O da peygamber seçiminin tamamıyla Allah’ın elinde olmasıdır. Zalim idareciler ve despotlar farklı makam ve mevkileri ele geçirebilir ve bunları haksızca arzu ettikleri kişilere verebilirler. Fakat peygamberlik tamamıyla Allah’ın takdirindedir. Allah dilediğini yarattığı gibi, dilediklerini de -mutlak bir ilim ve hikmete binaen- peygamber seçer. Kimsenin bu konuda O’na ortak olma şansı ve yetkisi yoktur. Fâtır sûresindeki, Allah’ın yaratmada dilediği arttırması şeklinde çevrilen يَزِيدُ فِي الْخَلْقِ مَا يَشَاءُ lafzı da çok geniş bir anlam yelpazesine sahiptir. Zemahşeri ayetin mutlak olduğuna dikkati çeker. Yaratılıştaki her artış ayetin anlam tabakası içindedir. Boy, yüz güzelliği, vücut uyumu, güç, iyi çalışan akıl, sağduyu, cesaret, hoşgörü, geniş yürek, ufku açık zihin, etkili üslup, akıcı dil, pratik zekâ vs. Kısaca gücü her şeye hakkıyla yeten Allah dilediğinde yarattığı bütün nimetleri, lütuf ve ihsanları, maddi ve tabii zenginlikleri, refah ve mutluluğu, güvenlik ve özgürlüğü, adalet ve ahlâkî erdemleri arttırır, bunları birer rahmet olarak varlıkların ve insanların üstüne yayar. (153)Bütün bu manaları bir kenara bırakarak, delilsiz ve mesnetsiz bir şekilde söz konusu âyetlerden makroevrim iddiası çıkarmaya çalışmak fazlasıyla zorlama yorumlardır.

e) Bakara Sûresi 30. Âyet

وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ "Rabbin meleklere "Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim" demişti; melekler, "Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" dediler; Allah "Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim" dedi." (154) Makroevrim iddiasını kabul edenlerin makroevrim iddiasına delil sadedinde zikrettikleri diğer bir âyet de budur. Makroevrim iddiasını savunanlara göre meleklerin, “Orada bozgunculuk çıkaracak ve kan dökecek birini mi var edeceksin?” demelerinin sebebi, Hz. Âdem’in vahşi atalarının yani hominid denilen insansı yaratıkların yeryüzünde yaptıkları bozgunculuk ve fesattır. Yani makroevrim iddiasını savunanlara göre bu âyet, Hz. Âdem’den önce yeryüzünde yaşayan insansı varlıklara işaret eder. Sözümona melekler, onların hayatlarını bildikleri için, Hz. Âdem’in de onlar gibi olacağından endişe etmişlerdir.
İlk olarak şunu vurgulamak gerekir ki “bozgunculuk yapma” ve “kan dökme” gibi yıkıcı fiiller, Hz. Âdem’den önce yaşamış ve henüz yeterince evrimleşememiş yarı vahşî varlıklara mahsus değildir. Çünkü insanoğlu Hz. Âdem’den günümüze dek meleklerin endişesini haklı çıkarak dünya kadar zulüm ve vahşetler işlemiştir. Hatta çağımızda fitne, fesat, bozgunculuk, cinayet, soykırım ve işkence gibi insanlık dışı bütün kötü fiillerin maalesef halen sürdüğüne şahit oluyoruz. Beşeriyetin onca ilerlemesi ve medenileşmesi de maalesef onun tahrip edici yönünü değiştirememiştir. Sonuç olarak fesat yalnızca sözde maymunsu yahut insansı varlıklara has değildir. Burada, meleklerin insanoğlunun bu negatif özelliklerini nasıl bildikleri şeklinde bir soru akla gelebilir. İlk olarak şunu vurgulamak gerekir ki icaz, yani az kelimeyle çok şey anlatma Kur’ân âyetlerinin genel bir özelliğidir. Kur’ân'da birçok  kıssa nakledilirken konunun özü açısından çok da önemli olmayan detayların atlandığı ve bunların insan zihnine havale edildiği görülür. Dolayısıyla bu kıssada da Allah’la melekler arasında geçen daha başka konuşmalar olabilir. Allah, meleklere, beşeriyetin yapacağı zulüm ve fesadı bildirmiş ve bunu işiten melekler de şaşkınlıkla yukarıdaki soruyu sormuş olabilirler. Nitekim Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'ud'dan nakledilen başka bir görüşe göre âyette zikredilen "Ben, yeryüzünde bir Halife yaratacağım." ifadesinden maksat, Allahü teâlânın yeryüzüne, Hazret-i Âdemi, kulları arasında hüküm verme bakımından Halifesi olarak göndermesidir. Bu sahabiler, âyeti izah ederlerken şöyle demişlerdir: "Allahü teâlâ meleklere: "Ben, yeryüzünde bir Halife yaratacağım." deyince Melekler: "Ey rabbimiz, bu halife nasıl bir şey olacak?" dediler. Allahü teâlâ: "O, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran, birbirlerini kıskanan ve birbirlerini öldüren soyların atası olan bir kişi olacaktır." buyurmuştur. (155) İbn Aşur tefsirine göre ise Hz. Âdem’in yaratılışına şahit olmuşlar, O'nun maddî ve mânevî vasıflarını görüp bilmişler ve bu vasıfları taşıyan bir varlığın hem iyi hem kötü işler yapabileceğini, O'nun yapısından ve fıtratından çıkarmışlar, buna dayanarak sorularını sormuşlardır. (156) Tefsir alimlerinin bu mevzuda üzerinde durdukları diğer bir açıklama da, Hz. Âdem’den önce yeryüzünde cinlerin yaşadığı ve meleklerin de onlar hakkında elde ettikleri bilgiden yola çıkarak böyle bir soru sorduklarıdır. (157) Hicr sûresindeki şu ayetler de cinlerin insanlardan daha önce yaratıldıklarını gösterir: Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık. Cinleri de daha önce zehirli ateşten yaratmıştık. (158) Bu mevzuda üzerinde durulan diğer bir ihtimal de meleklerin insanoğlunun yeryüzünde işleyecekleri kötülükler hakkındaki bilgiyi Levh-i Mahfuz’dan öğrendikleri şeklindedir. (159) Salt meleklerin bu sorusundan yola çıkarak, âyette geçen Allah’ın halife yaratma fiilini, insanın maymunsu canlılardan evrimleşmesi şeklinde tevil etmek delilden yoksun bir yorumdur.

f) İnsanoğlunun Hilafeti

Makroevrim iddiasını savunanlar yukarıda geçen Bakara sûresindeki âyette ve daha başka âyetlerde (En’âm sûresi, 6/165 (160), Yunus sûresi, 10/14 (161);) Hz. Âdem ve insan türü için kullanılan “halife” lafzından da kendi iddiaları adına pay çıkarır ve insanoğlunun hominidlerin halifesi olarak yaratıldığını ileri sürerler. Ne var ki insanın hilafet sahibi olması, sürekli medih ve minnet makamında zikredilir. Bu, insanoğlu için büyük bir şeref kaynağı olarak takdim edilir. Maymunsu canlıların halifesi olmanın bir övgü ve şeref vesilesi olmadığı açıktır. Bu nedenle insan, sözde maymunsu varlıkların değil, Allah’ın halifesidir. O, yeryüzünde, Allah adına tasarrufta bulunacak bir varlıktır. Görüldüğü gibi buradaki hilafetten kastedilen anlam, yalnızca bir başkasının yerine geçerek onun halefi olma değildir; aksine yeryüzünde egemen olma ve hüküm sürme yetkisine sahip olmadır. İslâm Ansiklopedisinde de Hz. Âdem’in halife olması şöyle izah edilir: “Daha tutarlı ve genel kabul gören bir görüşe göre bu kelime, ‘daha önceki bir insan topluluğunun halefi, onların yerini alan’ mânasında değil, ‘Allah’ın vekili, yeryüzünde O’nun hükümlerini yaşatan, uygulayan, dünyayı imar, insanları idare ve terbiye eden, dünyadaki diğer bütün canlılardan üstün olan, onları emri altına alan’ anlamında kullanılmıştır.” (162) Hâsıl-ı kelam insanın halife olarak yaratılmasıyla makroevrim iddiası arasında bağ kurmanın hiçbir meşru temeli yoktur.

g) Bazı Kavimlerin Maymuna Çevrilmesi

Makroevrim iddiasını savunan bazı Müslümanlar da, bazı kavimlerin maymuna çevrildiğini anlatan âyetleri bu iddialarına delil getirirler. Gerçekten de iki âyette bazı insanlarının aşağılık maymunlara (163), bir âyette de maymun ve domuzlara çevrildiği nakledilir (164).
İlk olarak şunu söylemek gerekir ki burada maymundan insana bir dönüşüm değil, insandan maymuna bir dönüşümden bahsedilir. Yani makroevrimcilerin savundukları iddiaların tam tersi bir durum söz konusudur. İkinci olarak, buradaki “mesh” (maymuna çevirme), Allah tarafından verilen bir cezadır. Üçüncü olarak, cezalandırılan insanların cismani olarak maymun olup olmadıkları kesin değildir. Zira bu âyetlerde nakledilen mesh, manevi bir hâdise de olabilir. Yani ilgili toplulukların ahlâk ve karakter açısından maymunlaşmaları anlatılıyor da olabilir. Dolayısıyla bu âyetlerden yola çıkarak makroevrim iddiasına delil çıkarılamaz.



HZ. ADEM'İN İLK İNSAN OLUŞUNUN KUR'AN'DAKİ KANITLARI

Kur’ân’a göre makroevrim iddiasının mümkün olup olmadığını anlamanın en başta gelen yolu, Hz. Âdem’in yaratılışını anlatan naslara yoğunlaşarak, O'nun ilk insan olarak mı yoksa önceki varlıkların bir devamı olarak mı takdim edildiğine bakmaktır. Kur’ân’ın, Hz. Âdem’in yaratılışıyla ilgili verdiği bilgiler bütüncül bir okumaya tabi tutulduğunda, O'nun ilk insan olduğunda ve topraktan yaratıldığında hiç bir şüphe bulunmadığı açıkça görülecektir. Buna karşılık Hz. Âdem kıssasına yer verilen onlarca âyette, O'nun dünyada hayat süren hominidlerden yahut maymunsu canlılardan evrimleştiğine dair değil açık bir beyan, ima ve işaret dahi bulunmaz. Mevzuyla ilgili ayetleri verip bunların açıklamalarını yaptığımızda, insanlığın Hz. Âdem’den başladığına yönelik tespitin, şüpheye mahal kalmayacak ölçüde açık olduğu görülecektir.

a) Hz. Âdem Hangi Maddeden Yaratılmıştır?

Farklı âyetlerde, Hz. Âdem’in yaratıldığı madde, farklı kavramlarla ifade edilmiştir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz: Turab (toprak), mâ (su), tîn (çamur), sülâletin min tîn (süzülmüş çamur), tîn-i lâzib (yapışkan çamur), hame-i mesnûn (şekillendirilmiş balçık), salsâl (kurumuş çamur), salsalin ke’l-fehhâr (pişirilmiş çamur). Tercih buyrulan bu farklı kavramlar, yaratılış sürecinin farklı aşamalarına işarette bulunur. Yani bütün bunlar aslında aynı maddenin farklı aşamalardaki durumunu tanımlar. Mevzuyla ilgili âyetler ilk olarak bize mükemmel bir varlık olan insanın, nasıl basit maddelerden yaratıldığını ifade eder. Bilhassa inkârcıların nazarlarını su, toprak ve çamur gibi son derece önemsiz ve değersiz maddelere çevirerek, bunların bir canlı vücuda getirmede tek başlarına bir tesirlerinin olamayacağını düşündürür. Bu vesileyle Allah’ın irade ve kudretinin üstünlüğüne, yaratmasındaki büyüklük ve ihtişama, O’nun emriyle en basit sebeplerin dahi nasıl muhteşem varlıkları meydana getirebileceğine dikkat çekilir. Hz. Âdem’in yaratılış evreleriyle, insanın anne rahminde geçirdiği evreler arasında ciddi bir benzerlik vardır. Allah, Hz. Âdem’i hiçbir hammadde ve evre olmaksızın yokluktan bir anda da yaratabilirdi. Fakat Allah’ın yaratması her zaman yokluktan varlığa çıkarma şeklinde olmaz. İşte Hz. Âdem’in yaratılması da zaten mevcut olan maddelere yeni bir suret verilmek şeklinde gerçekleşmiştir. Hiç şüphesiz insanoğlunun, sebeplere riayet etme adına bu ilahî fiilden çıkaracağı önemli dersler vardır. Hz. Âdem’in yaratıldığı madde üzerinde duran âyetlerin konumuz açısından asıl önemi, ilk insanın topraktan yaratılmasının ayrıntılı bir şekilde tasvir edilmesine rağmen, hiçbir şekilde makroevrime imada bulunulmamış olmasıdır. Bu sebeple İslâm Ansiklopedisinin konuyla ilgili yaptığı şu izah önemlidir: “Âdem’in herhangi bir başka canlıdan tekâmül sûretiyle değil, topraktan ve tamamıyla bağımsız bir canlı türün ilk atası, yeryüzünde, öteki bütün canlı ve cansız varlıkların aksine, yükümlü ve sorumlu tutulan ve bunun için gerekli mânevî, ahlâkî, zihnî ve psikolojik kabiliyetlerle donatılmış bir varlık olarak yaratıldığı, tartışmaya yer vermeyecek şekilde açıklanmıştır. Bu sebepledir ki insanın yaratılışının bu özel yanını bütünüyle reddederek onu bayağı canlılar seviyesine indiren teorileri İslâm inançları ile bağdaştırmak mümkün değildir.” (162)

b) Hz. İsa ve Hz. Âdem’in Yaratılışları

اِنَّ مَثَلَ ع۪يسٰى عِنْدَ اللّٰهِ كَمَثَلِ اٰدَمَۜ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ "Allah nezdinde İsa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona «Ol!» dedi ve oluverdi." (165) Bu âyetin nüzul sebebi hakkında şu bilgiler verilir: Necran heyetiyle Hz. Peygamber arasında Hıristiyanların inanç akideleri konusunda bir tartışma cereyan etmiş, bu tartışma sırasında heyettekilerden kimi Hz. İsa’dan “Tanrı’nın oğlu” kimi de “üçün üçüncüsü” şeklinde söz etmişlerdi. Burada, Hz. İsa’nın bir beşer olduğuna ve ilâhî iradenin bu yönde olduğu bilindikten sonra onun babasız doğmasının garipsenecek bir durum olmaktan çıktığına, Hz. Âdem misalinden bahsedilerek dikkat çekilmektedir. (166) Bu âyet-i kerimede Hz. İsa’nın babasız doğmasının dedikodusunu yapan yahut aklen mümkün görmeyen kişilere Hz. Âdem örnek gösterilir. Hz. Âdem’in hem anasız hem de babasız yaratıldığı kabul edildiği takdirde, Hz. İsa’nın babasız doğmasını kabul etmek çok daha kolay hale gelecektir. Nesefi, âyeti şöyle yorumlar: “Allah, Îsa (aleyhi’s-selâm) yı babasız yaratmış olduğu gibi Âdem (aleyhi’s-selâm)’i de topraktan yaratmış ve ortada ne bir baba ve ne de bir anne var. O hâlde Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nın yaratılışında şaşılacak ne var ki? Eğer Hazret-i Îsa (aleyhi’s-selâm) nın babasız olarak yaratılması hâli yadırganacak bir durum ise, o hâlde anne ve babası olmadan Âdem (aleyhi’s-selâm)’in yaratılması olayı ondan daha da yadırganacak bir durum olmaz mı? Burada garip olan bir olay ondan çok daha garip olan bir diğer olaya benzetilerek durum ortaya konuyor ki, böylece hasım olan taraf artık konuşamaz ve tartışamaz bir duruma gelmiş olsun.” (167) Hz. Âdem’in ilk insan olması ise başta semavî din mensupları olmak üzere insanlığın büyük çoğunluğu tarafından kabul edilen bir gerçektir. Böyle olmasaydı Kur’ân, Hz. İsa’nın mucizevi yaratılışını insanlara kabul ettirmek için Hz. Âdem’i örnek vermez, yani bilinmeyen bir gerçeği başka bir bilinmeyenle açıklamaya çalışmazdı. Darwin’e kadar beşeriyet Hz. Âdem’i “baba” olarak tanımış ve bu nedenle O'na insanlığın babası manasına “ebu’l-beşer” demişlerdir. Darwin’den sonra ise beşeriyetin atası olarak sözde maymunsu canlılar iddia edilmeye başlanmıştır. Bu âyet, makroevrim iddasını reddeden en önemli naslardan biridir. Zira bu ayette Hz. İsa gibi Hz. Âdem’in de mucizevi olarak dünyaya gönderildiği haber verilir. Diğer taraftan Allah, Hz. İsa ile insanlığa ilk yaratılışı bir kere daha hatırlatmış, kudretinin üstünlüğünü ve yaratma fiili için sebeplere ihtiyaç duymadığını göstermiştir.

c) Hz. Âdem’e Ruh Üflenmesi

Üç farklı âyet-i kerimede Allah'ın ruh üflemesinden bahsedilir. (168) Bu âyetlerde Allah’ın, Hz. Âdem’i çamurdan yarattıktan sonra O'na ruhundan üflediğini bildirilmesi de O'nun ilk insan olduğunu gösterir. Zira tefsir alimlerinin de vurguladığı gibi bu ifadeden anlaşılan açık ve öncelikli anlam, cansız maddelerden yaratılan insana ruhun verilmesi, yani onun cansız bir varlıktan canlıya döndürülmesidir. (169) Allah’ın ruhu kendine izafe etmesinin birinci nedeni, yaratmanın ve can vermenin sadece Allah’a has olduğunu beyan etmek, ikinci olarak da insanoğlunu şereflendirmektir. (170) Ayrıca Secde sûresindeki âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak, “O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir öz sudan, değersiz bir sudan yarattı.” (171) buyurmak suretiyle, Hz. Âdem’le diğer insanların yaratılışını net olarak birbirinden ayırmış, Hz. Âdem’i topraktan, onun neslini ise insanlarca önemsiz görülen bir sudan, yani spermle yumurtanın birleşmesinden yarattığını haber vermiştir. (172) Secde sûresinde geçen, Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. ifadesi (173) de, bütün bu organların ilk yaratılışla birlikte oluştuğunu gösterir. Eğer insan, maymundan veya maymunsu daha başka canlılardan gelmiş olsaydı, Cenab-ı Hakk’ın böyle bir makamda bu organları zikretmesi uygun düşmezdi. Çünkü zaten diğer hayvanlar da bu gibi organlara sahip bulunuyorlardı. Burada İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı ifadesi (171) de dikkat çekicidir. Hz. Adem'in atasının bulunmadığını gösterir. Aynı şekilde Hicr suresinde geçen, Ben kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. ifadesi (174) de o güne kadar yeryüzünde beşer adına bir varlığın bulunmadığını, Allah’ın ilk insanı yaratacağını ve onu da daha başka canlıların sülbunden değil, topraktan var edeceğini açıkça ortaya koyar. Görüldüğü üzere ayetlerde Hz. Âdem’in kökeninin sürüngen, kuş, maymun ve benzeri herhangi bir hayvana yahut daha başka bir insansı varlığa dayanmadığını, bilakis onun herhangi bir anne-baba olmaksızın doğrudan cansız maddelerden süzülen bir özden yaratıldığını ve sonrasında da Allah tarafından kendisine canlılık verildiğini şüpheye mahal bırakmayacak kesinlikte izah eder. Sâd sûresinde geçen, İki elimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir? ifadesi (175) de üzerinde durulmaya değer. Çünkü Allah, Hz. Âdem’i “iki eliyle” yarattığını ifade buyurarak O'nu bizzat kendisinin yoktan var ettiğini vurgulamıştır. Beydâvî, Allah’ın “İki elimle yarattım” cümlesini şöyle açıklar: "Bizzat kendim yarattım; araya baba ve ana gibi bir vasıta koymadım." (176)

d) İnsanlığın Tek Bir Anne-Babadan Gelmesi

Pek çok âyette beşeriyetin tek bir anne-babadan geldiğinin vurgulanması da, insanoğlunun sözde yarı maymun yarı insan diyebileceğimiz hominidlerden gelmediğinin ayrı bir delilidir. (177) Bütün beşeriyetin kendisinden geldiği “ortak atanın” farklı âyetlerde “tek bir nefis” (178), “tek bir erkek ile dişi çifti” (179), “toprak” (180), sudan yaratılan bir beşer (181) olduğu vurgulanmıştır. Esasında dört ifade şekli de bütün beşeriyetin ilk erkek ve ilk dişi olan Âdem ile Havva’dan geldiğini göstermektedir. Yani makroevrim iddiasını savunanların öne sürdüğü gibi insanlık yeryüzünde yaşayan farklı hominidlerin sulbünden değil; kendisi topraktan eşi de ondan yaratılan Âdem ile Havva’dan gelmektedir. Âyette geçen “tek bir nefis” lafzı (178), açık bir şekilde atalar silsilesini reddetmektedir. Sonuç olarak Hz. Âdem ve Hz. Havva, farklı canlıların evrimleşmeleri sonucunda meydana gelen değil; başlı başına yaratılmış bağımsız bir türün ilk örnekleridir.

e) Hz. Âdem’in Cennet’te Yaratılması

Bakara sûresinde şöyle buyrulur: Dedik ki: “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”” (182) Bazıları bahsedilen Cennet’in, “dünyadaki bir bahçe” olduğunu iddia etmişlerse de, bu görüş ulemanın genel kabulüne mazhar olmamıştır. Cumhura göre Hz. Âdem’in yaratıldığı madde dünyadan alınmış olsa da (183), O'nun yaratıldığı ve ilk ikâmet ettiği yer Cennet olmuştur. Tâhâ sûresinde Hz. Âdem’e hitap eden şu âyetler de bu durumu desteklemektedir: “Doğrusu cennette ne acıkırsın, ne de çıplak kalırsın; orada ne susarsın ne de güneşin sıcağında kalırsın.” (184) Acıkmama ve susamama gibi özellikler dünyanın mahiyetine terstir. Hadislerde de Hz. Âdem’in Cennet’te yaratıldığına dair haberler mevcuttur. (185) Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın Cennet’te yaratılmış ve oraya yerleştirilmiş olmaları bütünüyle makroevrim iddiasını savunan görüşleri boşa çıkarır.

f) Meleklerin Secdesi ve Şeytanın İtirazı

Allah, bütün meleklere ve şeytana Hz. Âdem’e secde etmelerini emretmesine rağmen, şeytan bu emre uymamış ve bunun gerekçesi olarak da, kendisinin ateşten Hz Ademi ise çamur parçasından yaratılmış olduğunu söyler. (186) Âyetlerde açık bir şekilde beyan buyrulduğu gibi Şeytan’ın Hz. Âdem’e secde etmemesinin nedeni, O'nun doğrudan topraktan yaratılmış olmasıdır. Eğer insan, maymunsu hayvanlardan yaratılmış veya başka canlı safhalarından geçmiş olsaydı, böyle bir pozisyonda İblis mutlaka secde emrine karşı gelmesinin mazereti olarak bunları da dile getirirdi. Zira O'nun asıl gayesi, kendisinin üstünlüğünü dile getirmekti. Şeytan'ın öne sürdüğü tek mazeretin Hz. Âdem’in topraktan yaratılmış olması da Kur’ân’ın hiçbir şekilde makroevrim iddiasına kapı aralamadığının ayrı bir delilidir.

g) Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın Yalnızlığı

Kur’ân’da nakledilen peygamber kıssalarına dikkat edildiğinde, tüm peygamberlerin karşısında onları gittikleri yoldan alıkoymaya çalışan müşrik ve kâfirlerin zikredildiği görülür. Bunun yanında bir de peygamberlere iman eden ve sahip çıkanlardan söz edilir. Hz. Âdem kıssasında ise çocukları haricinde ne O'nun davasına sahip çıkan ne de O'nunla mücadele eden bir insan grubundan bahsedilir. Hz. Âdem’le sadece şeytan uğraşır. Bu durum da Hz. Âdem’in yanında farklı insanların mevcut olmadığını gösterir. Kardeşi Habil’i katleden Kabil’in O'nun cesedini ne yapacağını bilememesi ve Allah tarafından gönderilen bir kargadan bunu öğrenmesi de O'nun daha evvel hiçbir ceset görmediğine ve defin hadisesine şahit olmadığına delalet eder. (187) Tüm bunlara ek olarak Hz. Âdem’e Cennet’e girmesi, Cennetteki nimetlerden istifade etmesi ve yasak olan ağaca yaklaşmaması gibi konularda hitapta bulunulurken hep müsenna (iki kişiye hitap) sigası kullanılır; hiçbir zaman çoğul bir siga kullanılmaz. Bu durum da yine Hz. Âdem ile Havva ile birlikte kimsenin bulunmadığını gösterir.

h) Hz. Âdem’e İsimlerin Öğretilmesi

Bakara sûresinde, Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti. (188) buyrulurken, Rahman sûresinde de, İnsanı yarattı, ona konuşmayı öğretti.diye buyrulur. (189) Bu âyetler de ilk yaratılan insana varlıkların isimlerinin, bu isimlerin delalet ettiği ilimlerin ve konuşma yeteneğinin Allah tarafından öğretildiğini ve ilk insanın bunlarla donanımlı bir şekilde yaratıldığını gösterir. Sonuç olarak beşeriyetin, binlerce sene içinde evrimleşe evrimleşe lisan, konuşma, ilim ve benzeri yetenekleri elde etmediğini, bilakis bunların ilk yaratılan insanla birlikte mevcut olduğunu bildirir. Allah, ilk insanı öğrenme ve konuşma yeteneğiyle donatmıştır.

i) Hadislerde Hz. Adem’in Yaratılışı

 Âyetlerde olduğu gibi hadislerde de Hz. Âdem beşeriyetin ilk atası olarak anlatılır ve hiçbir şekilde O'nun önceki canlılardan geldiğine yönelik bir izah bulunmaz. Örneğin şu hadiste mesele şöyle anlatılır: “Allah, Âdem’i yeryüzünün her tarafından aldığı bir miktar topraktan yarattı. Bu sebeple Âdemoğulları (renk ve tabiat yönünden) yeryüzü kadar değişik şekillerde vücuda geldiler. Onlardan kimi kızıl, kimi beyaz, kimi siyah, kimi de bunların karışımı (melez), kimi yumuşak, kimi sert, kimi kötü, kimi de iyi huylu olarak (dünyaya) geldi.” (190)

Görüldüğü üzere Kur’ân ve Sünnet, Hz. Âdem’in yaratılışıyla alakalı oldukça ayrıntılı bilgiler verir. Şayet O, ortak atalardan gelen bir varlık olsaydı, yani Allah insanı makroevrimle yaratmış olsaydı, Kur’ân mutlaka buna da işarette bulunurdu. Hatta işarette bulunmakla da yetinmez, böyle önemli bir olayı defalarca zikrederdi. Fakat âyetlerin hiçbirinde makroevrim iddiası konusunda en küçük bir ima dahi yer almaz. Aksine Kur’ân'da, ilk insanın yaratılışının Âdem ve Havva ile olduğunun birçok âyette altı çizilir. Makroevrim iddiasını kabul eden birisinin, burada zikredilen onlarca âyeti hakiki manalarının dışına çıkarmaksızın ve onları mecazi, iş’arî ve bâtınî manalarla tevile tâbi tutmaksızın onu savunması mümkün değildir. Ne var ki bir kanıt ve karineye dayanmaksızın âyetleri bu şekilde yorumlamak meşru bir tefsir metodu olarak kabul edilemez. Bu tür bir metotla isteyen Kur’an’a istediğini söyletmeye kalkışabilir. Lafzın anlamında, hakikatten mecaze gidebilmek için karine ve alaka gerekir. Usûl-i fıkıh ilminde bunun kuralları verilir. (191) Bahsettiğimiz ayetlerde hakikatten mecaza geçebilmek için yeterli karine ve alaka yoktur. Sonuç olarak Hz. Âdem’in yaratılış şekliyle alakalı verilen bilgilerin her biri makroevrim iddiasının karşısında önemli bir engel olarak durur ve ona geçit vermez. Hz. Âdem’in, daha evvel yaşadığı öne sürülen maymunsu canlılardan evrimleştiğiyle alakalı Kur’ân’da hiçbir kanıt olmadığı gibi, bunun aksini gösteren onlarca âyet vardır.


KUR'AN'DA HAYVANLARIN OLUŞUMUYLA İLGİLİ BİLGİ VAR MIDIR?

İnsanın bilemediği, gözlemleyip test edemediği ilk yaratılış hakkında en güvenli bilgi kaynağı vahiydir. Birçok âyette farklı hayvanların yaratılışlarının direkt Allah’a ait olduğu vurgulanır. Yaratılıştan bahseden hiçbir âyette makroevrim iddiası üzerinde durulmaz. (192)
Şu âyet-i kerimede ise insanların dışındaki canlıların da ümmetlerden, yani kendilerine göre özellikleri olan bağımsız cinslerden oluştuklarına dikkat çekilir: Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar. (193) Hz. Peygamber (s.a.s) de bir hadislerinde köpeklerin (194), diğer bir hadiste ise karıncaların bağımsız bir ümmet olduklarını beyan buyurmuştur. (195
Nûr sûresindeki şu âyet-i kerimede de her bir canlının bizzat Allah tarafından yaratıldığı ifade buyrularak farklı canlı çeşitlerine dikkat çekilir: Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir. (196)
Bu âyet, insanın balık, kuş, sürüngen ve maymun yoluyla makroevrim geçirerek mükemmelleştiğini iddia edenlere bir cevap niteliğindedir. Çünkü bu âyete göre Allah insana, sürüngenlere, dört ayaklı hayvanlara ve kuşlara farklı farklı ve birbirinden bağımsız birer yaratılış vermiş ve her birini kendi içinde yaratmıştır. (197)
Tüm bunlara ek olarak Kur’ân’ın örümcek, arı, deve, sinek, at, eşek, davar, inek gibi ayrı ayrı canlıların yaratılışına vurgu yapması, her canlı türünü çift yarattığını beyan etmesi, bütün canlı varlıkların Allah tarafından rızıklandırıldığını ifade etmesi, Allah’ın her şeyi belli bir ölçü ve düzen içerisinde yarattığını bildirmesi, yaratmanın halaka, ebdea, enşee, ceale, zerae, savvara, berae ve fatara gibi aralarında nüans bulunan çok farklı fiillerle ifade edilmesi de yaratmanın bütünüyle Allah tarafından gerçekleştirildiğini, Allah’ın azamet ve büyüklüğüne delalet ettiğini ve maddenin, sebeplerin ve tesadüfün bunda bir tesirinin olmadığını gösterir.

KUR'AN'A GÖRE İNSANIN MAYMUNSU CANLILARDAN GELME İHTİMALİ VAR MIDIR?

Kur’ân’ın beşeriyete verdiği konum ve değer açısından meseleye bakıldığında da onun balık, sürüngen ve maymun gibi hayvanlardan evrimleşmesinin asla söz konusu olamayacağı anlaşılır. Zira Kur’ân, pek çok âyette insanın nasıl müstesna bir varlık olduğunu vurgulayarak insanla hayvanlar arasını kesin çizgilerle ayırmıştır.
Kur’ân’da insanla alakalı verilen şu bilgiler insanın bu müstesna konumunu vurgular: İnsan, mükerrem, yani çok şerefli, izzetli ve saygın bir varlıktır. (198) Ahsen-i takvim üzere (en güzel ve en mükemmel bir biçimde) yaratılmıştır. (199) Yeryüzünün halifesi (hükümdarı) kılınmıştır. (200) Allah, tüm varlığı insanın istifadesine sunmuş ve emrine vermiştir. (201) Allah, ilk insanı “iki eliyle” yarattığını ve O'na ruhundan nefhettiğini haber vererek O'nun yaratılışındaki eşsizliği ve özel konumuna dikkatleri çekmiştir. (202) Melekleri kendisine secde ettirmiştir. (203) İnsana akıl, şuur ve irade vermiş, eşyanın isimlerini ve hakikatini talim buyurmuş ve onu beyan kabiliyetiyle donatmıştır. Dağların taşımaktan çekindiği emanetini insana yüklemiştir. (204)
Bunca özelliğine vurgu yapılıp özel statüsü vurgulanan bir varlığı, hayvanların bir devamı olarak gören bir anlayış, kesinlikle Kur’ân’la telif edilemez. Makroevrim iddiasını savunanların ileri sürdüğü gibi insanın ne maymunlarla bir akrabalığı vardır, ne de köpeklerle. Hiçbir hayvan, hiçbir canlı organizma beşeriyetin kuzeni değildir. Çünkü o, hayvanlardan ayrı bağımsız bir varlık olarak yaratılmıştır. 
Kur’ân’da bunca özelliğine vurgu yapılıp özel statüsü vurgulanan bir varlığın hayvandan geldiğini veya onunla aynı ortak ataya sahip olduğunu iddia etmek, ona karşı yapılmış çok büyük bir saygısızlık ve çok büyük bir hakarettir. Üstelik böyle bir anlayış, bir açıdan nefha-i ilâhî ve eşref-i mahlûkat olan insanı, hayvan derekesine düşürmek demektir.



SON SÖZ NİYETİNE:

Buraya kadar ayrıntlı olarak ortaya konulan açıklamalardan anlaşılacağı üzere makroevrim iddiası ne kesin delil ve bulgularla kanıtlanmış bilimsel bir olgudur, ne makul ve rasyonel temelleri olan bir açıklama şeklidir, ne de dinî argümanlara dayanan meşru bir teoridir. Her ne kadar makroevrim iddiasını savunanlar, gözlem ve deneye dayalı bazı olgulardan, doğa yasalarından ve biyolojik ilkelerden yola çıksalar da, bunların yorumundan hareketle ortaya koydukları makroevrim iddiasının olgusal ve bilimsel bir yönü yoktur. Burada itiraz ettiğimiz şeyin makroevrim, yani tür üstü değişim (4) anlamındaki büyük değişiklikler olduğunu bir kere daha vurgulamakta fayda var. Çünkü mikroevrim olarak tabir edilen tür içi çeşitlilik ve zenginliğin oluşması (4) zaten gözlemlenebilen ve Yaratıcının canlıların DNA’sına koymuş olduğu bir gerçektir.

Makroevrim iddiasını savunanların en büyük dayanakları, bilimsel delillerden daha çok makroevrim iddiasına karşı besledikleri sarsılmaz inanç ve kabulleridir. Örneğin çeşitli platformlarda makroevrim iddiasına yöneltilen itirazlar karşısında onu savunanlar hemen bilim insanlarının bu konudaki genel kabulüne ve konu etrafında yapılan bilimsel çalışmaların çokluğuna atıfta bulunurlar. Çünkü onların yaklaşımına göre dünyada bu kadar genel kabul görmüş bir iddia tabii ki doğru olmalıdır. Hem doğru olmasa, on binlerce bilim insanı bugüne kadar makroevrim iddiasını destekleyici akademik makaleler yazarlar mıydı?

Oysaki bu argümanı öne sürenlerin unuttukları bir gerçek vardır: Aristotales’in fikirleri ve bilimsel kabulleri uzun asırlar boyunca Batı’da tartışmasız gerçek kabul edilmişti. Hatta Galileo gibi bilim insanlarının yargılanmalarının ve cezalandırılmalarının nedeni de O'na zıt şeyler söylemeleriydi. Benzer olarak Kepler’in, Kopernik’in ve hatta Newton’un öne sürdükleri teoriler de o dönemler bilim insanları için tartışmasız birer gerçekti. Ne var ki bunların ömürleri sınırlı olmuş, bilim dünyasındaki yeni gelişmelerle hepsi yerlerini bir bir yenilerine terk etmiştir. Bu nedenle bir iddiayı savunanların sayısından daha çok, esas önemli olan, öne sürdükleri iddia ve delillerin olgularla ilişkisi, tutarlılığı, rasyonelliği ve bilimsel gücüdür. Makroevrim iddiası ise bütün bu açılardan objektif ve yeterli destekten mahrumdur.

Bazı Müslüman âlimlerin iddia ettikleri üzere makroevrim iddiası, bütünüyle dinden ayrı bağımsız bir konu değildir. Çünkü onun en temel savları doğrudan yaratılışla ilgilidir. Makroevrim iddiasını savunanlar yalnızca gözlemledikleri olgular üzerinde durmaz, var olan canlıları ve onlardaki değişim ve dönüşümleri incelemekle yetinmez, bu değişim ve dönüşümlerden hareketle bütün canlı türlerinin ortaya çıkışıyla ilgili varsayımlar ortaya atarlar. İşte dinle çelişen de bilim insanlarının gözlem ve deney yoluyla elde ettikleri veriler değildir; aksine bunlar üzerinden geliştirdikleri sübjektif felsefedir, varsayımlardır. Bu yüzden buradan hareketle din-bilim çatışması öne sürmenin makul bir gerekçesi yoktur. Şayet bir çatışma varsa bu, pozitivist ve natüralist temellere dayalı biyoloji felsefesiyle din arasındadır.

Makroevrim iddiasını savunan Müslümanların, Kur’ân ve Sünnet’ten hareketle makroevrim iddiasına kanıt arama gayretlerinin de sonuçsuz olduğunu görmüş olduk. Zira İslâm’da makroevrim iddiasını destekleyen tek bir nas bile yoktur. Makroevrim iddiasının İslam’a uygun olduğunu öne sürenlerin yaptıkları, nasları zahiri anlamlarının dışına çıkararak zorlama tevillerle onlara istediklerini söyletmektir. Bu ise meşru bir yöntem değildir. Zira nasların tefsirinde esas olan, zahiri anlamı vermeye engel bir kanıt, bir belirti olmadıkça mecazi yorumlara gitmemek, zahirî manalarını esas almaktır. (189) Aksi takdirde bu tür bir metotla isteyen Kur’an’a istediğini söyletmeye kalkışabilir. Makroevrim iddiasının İslam'dan vize alması mümkün değildir.

Kur’ân ve Sünnet’te makroevrim iddiasının meşruiyetini gösteren bir kanıt olmadığı gibi, aksine makroevrim iddiasını çürüten onlarca delil vardır. Başta Hz. Âdem’in yaratılışı olmak üzere Kur’ân’ın yaratılışla alakalı âyetlerinin hepsi makroevrim iddialarını reddeder. Bilhassa Hz. Âdem’in yaratılışının oldukça detaylı bir şekilde anlatıldığı âyetler, makroevrim iddiasını kökten reddeder.

Makroevrim iddiasını savunanlara göre, “yaratılışçılar” tarafından ortaya konulan yaratma teorisi, üzerinde durulmayı bile hak etmez. Zira yaratma teorisi, gözlemlenemeyen, laboratuvara sokulamayan, test edilemeyen, tekrarlanamayan ve yanlışlanamayan teolojik ve metafizik bir açıklamadır. Dolayısıyla da bilimsel yönteme zıttır. Bugünün bilimsel metodunda vahiy bilgisine yer yoktur. Ne var ki bu, son iki yüzyıldır materyalist felsefenin bilim dünyasına armağan ettiği sakat bir yaklaşım ve yanlış bir yöntemdir. 19. yüzyıla kadar ne Doğu ne de Batı dünyasında böyle bir metot kullanılmamıştır. Sonuç olarak bilim dünyasının natüralist anlayışı sürdürme konusundaki ısrarlarını bilim ahlakı ve hakikat arayışı açısından tasvip etmek mümkün değildir.

Her şeye rağmen günümüz dünyasında makroevrim iddiası reddedilecekse, direkt olarak İslâm namına reddedilmemelidir. Aksine bu konuda öncelikle ilmî metotlar ve rasyonel düşünce kullanılmalıdır. Son birkaç yüzyıldır Batı dünyasında zirve yapan din-bilim çatışmasını körüklememe adına en uygun yöntem budur. Ama birilerinin İslam'dan makroevrim iddiasına kanıt bulmaya çabaladığı yahut evrimi ateizm fikrinin güçlü bir argümanı olarak sunduğu bir ortamda sessiz kalmak da doğru olmaz. Zira bunun zararı, diğerinden daha fazladır.

Makroevrim iddiasını savunan bilim insanları, kendi iddialarını kabul ettirmek için ne kadar etkileyici anlatılar öne sürerlerse sürsünler, ne kadar büyük bir propaganda yürütürlerse yürütsünler, kanaatimizce hâkim paradigmanın tesirinden sıyrılarak doğru sorular sorabilen ve kendisine dikte edilen fikirlere eleştirel bakabilen bir insan açısından makroevrim iddiasının kabul edilmesi hiç de kolay değildir. Özellikle de akıl ve şuurdan yoksun olan tabiatın, maddenin ve rastlantısallıkların kendi kendine yapabilecekleri işlerin sınırlı olduğunu, bunların hiçbir şekilde bir tasarım, bir düzen ve oldukça hassas dengeler gerektiren canlı organizmaların ortaya çıkması üzerinde etkisinin olamayacağını fark eden biri, kendisine anlatılan ateist hikâyeyi baştan sonra yeniden gözden geçirme zorunluluğunu hissedecektir.

Öyle inanıyoruz ki bilim insanları din ve bilimi keskin hatlarla birbirinden ayırmaktan vazgeçerek teşri ve tekvini emirleri birlikte okumaya başladıkları zaman, ilahî vahyin bilime engel değil destek olduğunu görecek, Kur’ân âyetlerine insafla ve önyargısız yaklaştıkları takdirde onun kendileri için nasıl yol gösterici olduğunu fark edecek, onun sayesinde yeni bakış açıları kazanacak ve farklı ufuklara açılacaklardır. Kaç asırdır birbirinden ayrı düşmüş bilim ve dinin tekrar barışması, uzlaşması ve iş birliği yapması beşeriyet adına çok önemli açılımlara vesile olacaktır.

Canlı cansız tüm varlığı Yaratıcının sanatları şeklinde görebilen bilim insanları en azından araştırma ve çalışmalarına doğru bir yerden ve doğru bir bakış açısıyla başlayacak ve bu sayede makroevrim gibi hipotezleri kanıtlama yolunda zamanlarını ve enerjilerini israf etmeyeceklerdir. Yeryüzünün ve canlı organizmaların; maddenin ve rastlantısallıkların insafına bırakılmadığını bilecek, Allah’ın kayyumiyetini, hıfz u riayetini her zaman üzerlerinde hissedecek ve dolayısıyla çalışmalarını çok daha güven ve huzur içerisinde sürdüreceklerdir.

Son olarak buraya kadar makroevrim iddiası hakkında yazdığımız değerlendirme ve eleştirilerin genel bir özetini arzetmek istersek şunları söyleyebiliriz:

Makroevrim iddiası...

Bazı bilimsel gerçeklerin maksadını aşar bir tarzda yanlış ve yanıltıcı bir yorumudur.

Önce iman edilip sonra kanıt aranılan ispatlanmamış bir hipotezdir.

Cevapsız sorular karşısında zamanın sihirli gücüne sığınılan dayanaksız bir kurgudur.

Canlılığın ilk oluşumuyla alakalı can alıcı sorular karşısında geleceğe bel bağlanan gizemli bir bilmecedir.

Seçeneksizliğin natüralist araştırmacıları mecbur bıraktığı spekülasyonlar yumağıdır.

Kanıtlanması için gerçekleştirilen tüm yoğun ve ateşli çalışmalara rağmen bir türlü etrafındaki muğlaklığın ve şüphelerin giderilemediği netameli bir kavramdır.

Boşlukları ve çelişkileri geniş hayal dünyasıyla doldurulan etkileyici bir hikâyedir.

Bilimsellik kisvesiyle bütün soru ve sorgulamalara kapalı tutulan mukaddes bir tabudur.

Natüralist yaklaşımın bilim insanlarını zorunlu olarak sevk ettiği rasyonel olmayan bir izah biçimidir.

Bilimsel delillerle değil, bilim insanlarının otorite gücüyle kabul ettirilmeye çalışılan bir tezdir.

“Eldeki en iyi açıklama bu” diyerek kendilerini teselli ettikleri hayali bir varsayımdır.

Bilimsel ve mantıksal kanıtlardan daha çok hayali varsayımlara dayalı bir ön kabuldür.

Madde, yasa ve rastlantısallığa kaldıramayacağı kadar yük yükleyen pozitivist bir izah denemesidir.

Kanıtlanmış bilimsel olgulardan bile daha fazla savunma ihtiyacı duyulan modern bir dogmadır.

Emprik bilim kisvesi ardına saklanmış materyalist bir felsefedir.

Bilimsel teorilerde aranan sıkı koşullar kendisine muaf tutulan seküler bir inançtır.

Natüralist yaklaşımın doğadaki yasaları nasıl çarpıttığının çarpıcı bir örneğidir.

Söz kendisine geldiğinde savunanların da reddedenlerin de kolay kolay bağnazlıktan kurtulamadığı büyük bir mücadele alanıdır.

Bir nefha-i ilâhî olan beşeriyetin müstesna konumunu herhangi bir biyolojik organizma seviyesine düşüren yaklaşım şeklidir.

Hayali varsayımları kanıtlama çabasıyla sapla samanın birbirine karıştırıldığı bir ideolojidir.

İlâhî dinlere, selim akla, müşahedeye ve vakıaya zıt bir izah şeklidir.

Tüm metafizik açıklamaları peşinen elinin tersiyle iten ve her şeyi maddede arayan anlayışın, kaçınılmaz bir sonucudur.

Objektif bilimsel araştırmalar karşısında gün geçtikçe kan kaybeden yıkılmaya yüz tutmuş bir akımdır.

Aleyhteki her tür kanıtın/izahın ya inkâr edildiği yahut görmezden gelindiği bir tür saplantıdır.

Karşı tarafı ikna etme adına yer yer bilimsel etiğin dahi hiçe sayıldığı bitmeyen bir kavgadır.

Delil bulmak için nice emeğin ve zamanın boşa harcandığı yaman bir aldatmacadır.

İddiaları test edilemese ve gözlenemese de sarsılmaz bir imanla bağlı kalınan gizli bir dindir.

Karışık terminoloji ve teknik kavramlarla boşluk ve çelişkilerin üzeri kapatılmaya çalışılan tılsımlı bir güçtür.

Metodolojik ve bilimsel bir süzgeçten geçirilmeyen, geçirilmesi de mümkün olmayan salt bir kurgudur.

Veri ve olguların, makroevrim iddiasını tümüyle kabul edilmiş bir gerçekmiş gibi gösterecek şekilde kurgulandığı bir mugalatadır.

Mikroevrimi ispat eden bilimsel delillerden hareketle makroevrimin doğruluğuna inanılan olguların bazılarının abartılmış şeklidir.

Değil reddedenlerin, şüphesini dile getirme cüreti gösterenlerin dahi “cahil”, “ahmak” ve “yobaz” olmakla yaftalandığı bir çeşit “turnusol testidir”.

Hipotezler, açıklamalar, mekanizmalar, yorumlar değişse de kendisinin hiçbir zaman değişmeyeceği peşinen kabul edilen modern bir dayatmadır.

Bilime ek olarak felsefe, din, ideoloji ve hatta siyasetin rol aldığı anlaşılması zor modern bir sentezdir.

Natüralist yorumuyla rastlantısal gerçekleşen mutasyonların bu derece kompleks canlılar oluşturabileceğine inanılan modern bir mittir.

En başta şempanzeler olmak üzere yeryüzündeki bütün canlıların; insanın farklı yakınlıklarda kuzenleri olduğunu öne süren uçuk bir izah şeklidir.

Fosil kanıtların yokluğundan (22) ötürü kurgulanan evrim ağacının bir türlü tamamlanamadığı hayali bir mekanizmadır.

Canlı organizmalardaki indirgenemez kompleksliğin ve eksiltilemez karmaşıklığın kendisiyle açıklanması mümkün olmayan düzmece bir senaryodur.

Boşlukları rastlantısallıklarla ve hayali varsayımlarla doldurulan öngörülemez olaylar bütünüdür.

Asıl gücünü pozitivist ve natüralist ön kabullerden alan bilim kisvesinde bir hokkabazlıktır.

Hiçbir fosil kanıtı olmayan (22) hayali evrim ağacı çizimleriyle, çarpıtılmış embriyo resimleriyle (39) (40) (41), sadece mikroevrime kanıt olan rengi değişen güvelerle, mutasyon geçiren bakterilerle, ilk atmosferik şartların Miller’in simülasyonuyla hiç alakasının olmadığı, Miller’in yanlış gaz karışımı kullandığı gibi ciddi eleştirlere maruz kalmış (52) Miller deneyleriyle vs. çoklarının ikna edildiği bir algı çalışmasıdır.

Bilimsel olmadığı bahanesiyle yaratılış fikrinin daha baştan denklem dışı bırakıldığı fakat her tür spekülasyonun rahatlıkla denkleme dâhil edilebildiği tuhaf bir yöntemdir.

Canlı organizmalar arasındaki genetik benzerlikleri, Yaratıcının ve içinde yaşanılan doğanın birliğiyle izah etme yerine “evrensel ortak ata”ya bağlayan hayali bir ağaçtır.

Uğruna karşı çıkan nicelerinin kariyerinden, mesleğinden, itibarından edildiği güya bilimselliğin başlıca simgelerinden biridir.

Cinsel organların nasıl oluştuğunu mantıklı bir şekilde izah etmekten aciz kalan peşin bir hükümdür.

Ateist, pozitivist, natüralist ve materyalistler için makul ve bilimsel bir teori gözükse de, meseleye akıl, vahiy ve bilim penceresinden bakanlar için sadece materyalist felsefenin bilimsel olarak lanse edilmeye çalışılan bir dayanağıdır.

Muhtemelen kıyamete kadar sürecek olan insanoğlunun en büyük imtihanlarından biridir.

DİPNOT:

(1) Recep Alpyağıl, Evrim ve Tasarım, s. 23 https://www.academia.edu/19507325/Evrim_ve_Tasar%C4%B1m_Gelen_eksel_ve_%C3%87a%C4%9Fda%C5%9F_Metinler_Se%C3%A7kisi_Evolution_and_Design_Classical_and_Contemporary_Texts_

(2) https://www.bilimma.com/evrim-nedir/#:~:text=Latincesi%20evolve%20olan%20evrimin%20kelime,yal%C4%B1n%20'de%C4%9Fi%C5%9Fim'%20anlam%C4%B1na%20gelmektedir.&text=Biyolojik%20evrim%20canl%C4%B1%20gruplar%C4%B1n%C4%B1n%20%C3%B6zelliklerinde%20ku%C5%9Faklar%20boyunca%20meydana%20gelen%20de%C4%9Fi%C5%9Fimlerdir.

(3) https://evrimagaci.org/evrim-nedir-5509

(4) Elliott Sober, Biyoloji Felsefesi, s.29 https://www.pdfdrive2.com/biyoloji-felsefesi-e185899470.html

(5) https://www.researchgate.net/publication/338257872_Biyoloji_Acisindan_Evrim_Nedir_Ne_Degildir

(6) Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 128 https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/06/aramzda-kalsn-tanr-var-john-c-lennox.html

(7) Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s. 289 https://docviewer.yandex.com.tr/view/0/?*=mPM9BS%2BzPJ0c6zRQ8eSdXrhkAKB7InVybCI6InlhLWRpc2stcHVibGljOi8vZUE0ZU4wWjJyYjBjeWZUUHhncWpIZ3pOUk8wQkNFNXdRc0t1L05mZUg0VT0iLCJ0aXRsZSI6Ik1pY2hhZWwgSi4gQmVoZSAtIERhcndpbidpbiBLYXJhIEt1dHVzdSAtIHd3dy5ib29rdGFuZHVueWEuY29tLnBkZiIsIm5vaWZyYW1lIjpmYWxzZSwidWlkIjoiMCIsInRzIjoxNjIxNzcyNDUzMjU1LCJ5dSI6IjU1ODU0NzQ4MjE2MTMyMjQzNDMifQ%3D%3D

(8) Garrett, Nature and Man’s Fate, s. 216 https://www.yaklasansaat.com/dunyamiz/canlilar/evrim1.asp

(9) Rifkin, Darwin’in Çöküşü, s. 10 https://docviewer.yandex.com.tr/view/0/?page=10&*=9m5BavPssxNheTCixwxVOTUt0%2F97InVybCI6InlhLWRpc2stcHVibGljOi8vOGN0V1pZbHYzaUFDY3VvYWpSWE1FZjZZbFMybTlXQ2JCeW1ibGRacnJFaz0iLCJ0aXRsZSI6IkplcmVteSBSaWZraW4gLSBEYXJ3aW4naW4gw4fDtmvDvMWfw7wgLSB3d3cuYm9va3RhbmR1bnlhLmNvbS5wZGYiLCJub2lmcmFtZSI6ZmFsc2UsInVpZCI6IjAiLCJ0cyI6MTYyMTkyMzc3MTMxNiwieXUiOiI1NTg1NDc0ODIxNjEzMjI0MzQzIn0%3D

(10) Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 129 https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/06/aramzda-kalsn-tanr-var-john-c-lennox.html

(11) Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 133-134 https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/06/aramzda-kalsn-tanr-var-john-c-lennox.html

(12) Rifkin, Darwin’in Çöküşü, s. 86 https://docviewer.yandex.com.tr/view/0/?page=86&*=9m5BavPssxNheTCixwxVOTUt0%2F97InVybCI6InlhLWRpc2stcHVibGljOi8vOGN0V1pZbHYzaUFDY3VvYWpSWE1FZjZZbFMybTlXQ2JCeW1ibGRacnJFaz0iLCJ0aXRsZSI6IkplcmVteSBSaWZraW4gLSBEYXJ3aW4naW4gw4fDtmvDvMWfw7wgLSB3d3cuYm9va3RhbmR1bnlhLmNvbS5wZGYiLCJub2lmcmFtZSI6ZmFsc2UsInVpZCI6IjAiLCJ0cyI6MTYyMTkyMzc3MTMxNiwieXUiOiI1NTg1NDc0ODIxNjEzMjI0MzQzIn0%3D

(13) Arif Sarsılmaz, 110 Soruda Yaratılış ve Evrim Tartışması, s. 410-412 https://pdfcoffee.com/arif-sarsilmaz-110-soruda-yaratilis-ve-evrim-tartismasi-altinburcyayinlaripdf-pdf-free.html

(14) Arif Sarsılmaz, 110 Soruda Yaratılış ve Evrim Tartışması, s. 408-410 https://pdfcoffee.com/arif-sarsilmaz-110-soruda-yaratilis-ve-evrim-tartismasi-altinburcyayinlaripdf-pdf-free.html

(15) Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 312-313 https://www.canertaslaman.com/wp-content/uploads/2019/09/EvrimTeorisiYENI%CC%871.pdf

(16) Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 130 https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/06/aramzda-kalsn-tanr-var-john-c-lennox.html

(17) Francis Crick, What Mad Pursuit, s. 170 http://raolab.org/upfile/file/20210221103451_716533_30528.pdf

(18) https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/05/hersey-herseye-bagl.html

https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/04/canllarn-amac-hayatta-kalmaksa-anneler.html

https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/04/yeryuzu-eczahanesi.html

https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/03/bastgn-yerleri-toprak-diyerek-gecme-tan.html

https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/03/gezegenimizin-temizlik-gorevlileri.html

https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/02/dogadaki-canllar-birbiriyle-savasmyor.html

(19) Jeremy Rifkin, Darwin’in Çöküşü, s. 122-123 https://docviewer.yandex.com.tr/view/0/?page=122&*=9m5BavPssxNheTCixwxVOTUt0%2F97InVybCI6InlhLWRpc2stcHVibGljOi8vOGN0V1pZbHYzaUFDY3VvYWpSWE1FZjZZbFMybTlXQ2JCeW1ibGRacnJFaz0iLCJ0aXRsZSI6IkplcmVteSBSaWZraW4gLSBEYXJ3aW4naW4gw4fDtmvDvMWfw7wgLSB3d3cuYm9va3RhbmR1bnlhLmNvbS5wZGYiLCJub2lmcmFtZSI6ZmFsc2UsInVpZCI6IjAiLCJ0cyI6MTYyMTkyMzc3MTMxNiwieXUiOiI1NTg1NDc0ODIxNjEzMjI0MzQzIn0%3D

(20) https://yaratilis.org/index.php/2018-nobel-kimya-odulu-ve-evrimin-devam-eden-acmazlari/

(21)Nahl sûresi, 68  https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=16&ayet=68

(22) Stephan Jay Gould, Pandanın Baş Parmağı s. 201 https://booksfer.com/electronic-book/822

(23) https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/sicramali-dengenin-acmazlari-bilim-yaratilis-diyor-13

(24) Ronald H. Brady, On The Indepence of Systematics s. 117 https://onlinelibrary.wiley.com/doi/epdf/10.1111/j.1096-0031.1985.tb00416.x

(25) Tim Berra, Evolution and the Myth of Creationism s. 185. https://ebook.pdfbookslibs.com/1139042-FILE.pdf

(26) Lee Strobel, The Case For A Creator, s. 35 https://ia802205.us.archive.org/33/items/TheCaseForACreator/TheCaseForACreator.pdf

(27) https://www.ratical.org/co-globalize/UnrvlDNAmyth.pdf

(28) https://www.nature.com/articles/nature12027

(29) Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 202-204 https://www.canertaslaman.com/wp-content/uploads/2012/03/EvrimFelsefeTanri.pdf

(30) https://www.goodreads.com/author/quotes/125632.Henry_Gee#:~:text=Henry%20Gee%20quotes%20Showing%201%2D5%20of%205&text=To%20take%20a%20line%20of,instructive%2C%20but%20not%20scientific.%E2%80%9D&text=%E2%80%9CDarwinism%20is%20dynamic.

(31) Arif Sarsılmaz, 110 Soruda Yaratılış ve Evrim Tartışması, s. 138-139 https://pdfcoffee.com/arif-sarsilmaz-110-soruda-yaratilis-ve-evrim-tartismasi-altinburcyayinlaripdf-pdf-free.html

(32) Daha geniş bilgi için; 1- Adem Tatlı. “Evrim ve Yaratılış”. Nesil Yayınları, İstanbul, 2008. 2- Adem Tatlı. “İnsanlık Tarihi Boyunca Evrim”. Ufuk Yayınları, İstanbul, 2010. 3- “sorularlaevrim” sitesi.

(33) Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 153 https://www.canertaslaman.com/wp-content/uploads/2012/03/EvrimFelsefeTanri.pdf

(34) Arif Sarsılmaz, 110 Soruda Yaratılış ve Evrim Tartışması, s. 162 https://pdfcoffee.com/arif-sarsilmaz-110-soruda-yaratilis-ve-evrim-tartismasi-altinburcyayinlaripdf-pdf-free.html

(35) Lee Strobel, The Case For A Creator, s. 38-39 https://ia802205.us.archive.org/33/items/TheCaseForACreator/TheCaseForACreator.pdf

(36) Arif Sarsılmaz, 110 Soruda Yaratılış ve Evrim Tartışması, s. 173 https://pdfcoffee.com/arif-sarsilmaz-110-soruda-yaratilis-ve-evrim-tartismasi-altinburcyayinlaripdf-pdf-free.html

(37) Eckhardt, “Population Genetics and Human Origins”, Scientific American, sayı: 227 https://www.jstor.org/stable/24923099?seq=1

(38) Eldredge, Reinvented Darwin, s. 95 https://archive.org/details/reinventingdarwi00eldr

(39) Pennisi E (1997) Haeckel’s embryos: fraud rediscovered. Science 277:1435 https://science.sciencemag.org/content/277/5331/1435.1

(40) Gould SJ (2000) Abscheulich! (Atrocious!), Haeckel’s distortions did not help Darwin. Nat Hist 109(2):42–49 https://digitallibrary.amnh.org/handle/2246/6506

(41) Bkz. Jonathan Wells, Icons of Evolution, s. 81-111 https://archive.org/details/Jonathan.Wells.Icons.of.Evolution

(42) W. Demski, J. Wells, The Design of Life, s. 120-123 https://ia801607.us.archive.org/9/items/WilliamA.DembskiJonathanWellsTheDesignOfLifeDiscoveringSignsOfIntelligenceInBiol/William%20A.%20Dembski%2C%20Jonathan%20Wells-The%20Design%20of%20Life_%20Discovering%20Signs%20of%20Intelligence%20In%20Biological%20Systems-Foundation%20for%20Thought%20and%20Ethics%20%282007%29.pdf

(43) Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s. 264 https://docviewer.yandex.com.tr/view/0/?*=mPM9BS%2BzPJ0c6zRQ8eSdXrhkAKB7InVybCI6InlhLWRpc2stcHVibGljOi8vZUE0ZU4wWjJyYjBjeWZUUHhncWpIZ3pOUk8wQkNFNXdRc0t1L05mZUg0VT0iLCJ0aXRsZSI6Ik1pY2hhZWwgSi4gQmVoZSAtIERhcndpbidpbiBLYXJhIEt1dHVzdSAtIHd3dy5ib29rdGFuZHVueWEuY29tLnBkZiIsIm5vaWZyYW1lIjpmYWxzZSwidWlkIjoiMCIsInRzIjoxNjIxNzcyNDUzMjU1LCJ5dSI6IjU1ODU0NzQ4MjE2MTMyMjQzNDMifQ%3D%3D

(44) Da Silva, G:A.R., De Aguer Mendes, V. A., Genari, A. B.,Castania, J.A., Salgado, H.C., Fazan, V.P.S., 2016. Recurrent laryngeal nevre alterations in developing spontaneously hypertensive rats. Laryngoscope. https.//doi.org/10.1002/lary.25426

(45) BİLİMİN IŞIĞINDA EVRİM GÖRÜŞÜNÜN SORGULANMASI VE YARATILIŞ s. 162-163 http://yaratiliskongresi.dpu.edu.tr/eng/assests/images/2.pdf

(46) Adem Tatlı, Sorularla Evrim ve Yaratılış-2 s. 49 http://yaratiliskongresi.dpu.edu.tr/assests/images/sey.pdf

(47) MAKALOWSKI, W. (2003): Not Junk After All. Science 23 May 2003, Vol. 300.

no. 5623, pp. 1246 – 1247. https://science.sciencemag.org/content/300/5623/1246

(48) https://www.discovery.org/m/2019/01/Myth-of-Junk-DNA-Notes.pdf

(49) Lennox, Aramızda Kalsın Tanrı Var, s. 188 https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/06/aramzda-kalsn-tanr-var-john-c-lennox.html

(50) VOGEL, G. (2001): Objection 2: Why Sequence the Junk?, Science, 16 February

2001. https://science.sciencemag.org/content/291/5507/1184

(51) https://dergipark.org.tr/tr/pub/auifd/issue/40590/487783

(52) Caner Taslaman, Evrim Teorisi, Felsefe ve Tanrı, s. 256-265 https://www.canertaslaman.com/wp-content/uploads/2012/03/EvrimFelsefeTanri.pdf

(53) https://link.springer.com/article/10.1346/CCMN.1972.0200411

(54) https://tr.wikipedia.org/wiki/N%C3%BCkleotit

(55) https://archive.org/details/energyflowinbiol0000moro

(56) https://www.allaboutphilosophy.org/teleological-argument-and-entropy-faq.htm?

(57) Hugh Ross, The Creator and the Cosmos, s.133. http://xn--webducation-dbb.com/wp-content/uploads/2019/01/Ross-Hugh-Norman-The-creator-and-the-cosmos-_-how-the-greatest-scientific-discoveries-of-the-century-reveal-God-Reasons-To-Believe_NavPress-Publishing-Group-2001.pdf

(58) Dose, “The Origin of Life”, Interdisciplinary Science Reviews, 1988, volume: 13, s. 348 https://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1179/isr.1988.13.4.348

(59) Collins, The Language of God, s. 90 https://archive.org/details/languageofgodsci00coll/page/n11/mode/2up

(60) http://pessimistfelsefe.blogspot.com/2014/05/hani-tanr-olmustu-lee-strobel.html

(61) Francis Crick, Life Itself, s. 88 https://idoc.pub/download/francis-crick-life-itself-its-origin-and-nature-1982-en5kd1pg0kno

(62) https://evrimagaci.org/kimyasal-evrime-giris-canlilik-ve-cansizlik-nedir-ne-degildir-canlilar-ile-cansizlar-arasindaki-farklar-nelerdir-33

(63) https://evrimagaci.org/hurdaliktaki-boeing-747-rastgele-cizilen-mona-lisa-tablosu-maymunlarin-yazdigi-hamlet-ve-evrim-ile-ilgili-diger-benzetmeler-uzerine-163

(64) http://www.arn.org/docs/behe/mb_mm92496.htm

(65) Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s. 63-64 https://docviewer.yandex.com.tr/view/0/?*=mPM9BS%2BzPJ0c6zRQ8eSdXrhkAKB7InVybCI6InlhLWRpc2stcHVibGljOi8vZUE0ZU4wWjJyYjBjeWZUUHhncWpIZ3pOUk8wQkNFNXdRc0t1L05mZUg0VT0iLCJ0aXRsZSI6Ik1pY2hhZWwgSi4gQmVoZSAtIERhcndpbidpbiBLYXJhIEt1dHVzdSAtIHd3dy5ib29rdGFuZHVueWEuY29tLnBkZiIsIm5vaWZyYW1lIjpmYWxzZSwidWlkIjoiMCIsInRzIjoxNjIxNzcyNDUzMjU1LCJ5dSI6IjU1ODU0NzQ4MjE2MTMyMjQzNDMifQ%3D%3D

(66) Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s. 100-101 https://docviewer.yandex.com.tr/view/0/?*=mPM9BS%2BzPJ0c6zRQ8eSdXrhkAKB7InVybCI6InlhLWRpc2stcHVibGljOi8vZUE0ZU4wWjJyYjBjeWZUUHhncWpIZ3pOUk8wQkNFNXdRc0t1L05mZUg0VT0iLCJ0aXRsZSI6Ik1pY2hhZWwgSi4gQmVoZSAtIERhcndpbidpbiBLYXJhIEt1dHVzdSAtIHd3dy5ib29rdGFuZHVueWEuY29tLnBkZiIsIm5vaWZyYW1lIjpmYWxzZSwidWlkIjoiMCIsInRzIjoxNjIxNzcyNDUzMjU1LCJ5dSI6IjU1ODU0NzQ4MjE2MTMyMjQzNDMifQ%3D%3D

(67) Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s. 92-95 https://docviewer.yandex.com.tr/view/0/?*=mPM9BS%2BzPJ0c6zRQ8eSdXrhkAKB7InVybCI6InlhLWRpc2stcHVibGljOi8vZUE0ZU4wWjJyYjBjeWZUUHhncWpIZ3pOUk8wQkNFNXdRc0t1L05mZUg0VT0iLCJ0aXRsZSI6Ik1pY2hhZWwgSi4gQmVoZSAtIERhcndpbidpbiBLYXJhIEt1dHVzdSAtIHd3dy5ib29rdGFuZHVueWEuY29tLnBkZiIsIm5vaWZyYW1lIjpmYWxzZSwidWlkIjoiMCIsInRzIjoxNjIxNzcyNDUzMjU1LCJ5dSI6IjU1ODU0NzQ4MjE2MTMyMjQzNDMifQ%3D%3D

(68) Adem Tatlı, Sorularla Evrim ve Yaratılış-2 s. 188 http://yaratiliskongresi.dpu.edu.tr/assests/images/sey.pdf

(69) İndirgenemez komplekslik örnekleri için bkz. https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/09/indirgenemez-komplekslik-ornekleri.html 

https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/09/indirgenemez-komplekslik-ornekleri_17.html

(70) Behe, Darwin’in Kara Kutusu, s. 209 https://docviewer.yandex.com.tr/view/0/?*=mPM9BS%2BzPJ0c6zRQ8eSdXrhkAKB7InVybCI6InlhLWRpc2stcHVibGljOi8vZUE0ZU4wWjJyYjBjeWZUUHhncWpIZ3pOUk8wQkNFNXdRc0t1L05mZUg0VT0iLCJ0aXRsZSI6Ik1pY2hhZWwgSi4gQmVoZSAtIERhcndpbidpbiBLYXJhIEt1dHVzdSAtIHd3dy5ib29rdGFuZHVueWEuY29tLnBkZiIsIm5vaWZyYW1lIjpmYWxzZSwidWlkIjoiMCIsInRzIjoxNjIxNzcyNDUzMjU1LCJ5dSI6IjU1ODU0NzQ4MjE2MTMyMjQzNDMifQ%3D%3D

(71) https://hucredekimucize1.wordpress.com/dnanin-gizli-dunyasi/

(72) Adem Tatlı, Sorularla Evrim ve Yaratılış-2 s. 283 http://yaratiliskongresi.dpu.edu.tr/assests/images/sey.pdf

(73) https://www.kuark.org/2014/02/2-metre-uzunlugundaki-dna-6-2-mikrometre-capindaki-cekirdeklerimize-nasil-sigiyor/

(74) https://tr.wikipedia.org/wiki/DNA#%C3%96zellikler

(75) Bill Gates, The Road Ahead s. 197 https://book-drive.com/the-road-ahead/

(76) http://www.blinkprods.com/cgi-bin/download.php?article=signature-in-the-cell-dna-and-evidence-for-intelligent-design-stephen-c-meyer-pdf&code=2be858ca92c94f0326cce52f7781f4da

(77) Robert W. Augros ve George N. Stanciu The New Story of Science, s. 168, 171 https://archive.org/details/newstoryofscienc00augr/page/n9/mode/2up

(78) Lee Strobel, The Case For A Creator, s. 168-169 https://ia802205.us.archive.org/33/items/TheCaseForACreator/TheCaseForACreator.pdf

(79) Antony Flew, Yanılmışım Tanrı Varmış, s. 111 http://evreninsirlari.net/dosyalar/166_s06_03.pdf

(80) https://kuraniperspektiff.blogspot.com/2021/09/duygular-hayvanlarda-da-var-ve-ilk.html

(81) Olson, “Morphology, Paleontology, and Evolution”, Evolution Afer Darwin, 1/523 https://www.yaklasansaat.com/dunyamiz/canlilar/evrim1.asp

(82) Arif Sarsılmaz, 110 Soruda Yaratılış ve Evrim Tartışması, s. 388 https://pdfcoffee.com/arif-sarsilmaz-110-soruda-yaratilis-ve-evrim-tartismasi-altinburcyayinlaripdf-pdf-free.html

(83)  Pierre P. Grassé, Evolution of Living Organisms, s. 202 https://oiipdf.com/download/87944

(84) Pierre P. Grassé, Evolution of Living Organisms, s. 6 https://oiipdf.com/download/87944

(85) John M. Smith - Eörs Szathmary, The Major Evolutionary Transitions, Nature, volume: 374, s. 227-232 https://www.nature.com/articles/374227a0

(86) Richard Goldschmidt, The Material Basis of Evolution s. 8 http://www.evolocus.com/Textbooks/Goldschmidt1960.pdf

(87) https://en.wikipedia.org/wiki/Richard_Goldschmidt#Evolution

(88) Joseph A. Kuhn, “Dissecting Darwinism, Proc (Bayl Univ Med Cent). 2012 Jan; 25(1): 41–47 https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC3246854/

(89) Scant Search fort the Maker”, The Times Higher Education Supplement (April 20, 2001), Book Section, 29 https://iconsofevolution.com/misrepresenting-the-galapagos-finches/

(90) Fred Hoyle, The Mathematics of Evolution, s. 6 http://www.evolocus.com/Textbooks/Hoyle1999.pdf

(91) Lee Strobel, The Case For A Creator, s. 89 https://ia802205.us.archive.org/33/items/TheCaseForACreator/TheCaseForACreator.pdf

(92) https://1000kitap.com/gonderi/120558202

(93) Gerald A. Kerkut,  Implications of Evolution, s. vii https://archive.org/details/implicationsofev00kerk/page/n9/mode/2up?view=theater

(94) David Pilbeam, American Scientist, Sayı 66, Mayıs-Haziran, 1978, s.379 https://www.jstor.org/stable/27848718?refreqid=excelsior%3A94f00cbddb4ff9dcab28cd07a54e6acd

(95) https://science.sciencemag.org/content/210/4472/883

(96) Lee Strobel, The Case For A Creator, s. 182 https://ia802205.us.archive.org/33/items/TheCaseForACreator/TheCaseForACreator.pdf

(97) Phillip E. Johnson, Evrim Duruşması, s. 61 https://disk.yandex.com.tr/i/4SRHvY6i3TjnjS

(98) Karl Stern, The Flightfrom Women, s. 290 https://archive.org/details/flightfromwoman0000ster/page/n9/mode/2up

(99) Emre Dorman, Allah'ın Parmak İzi, s. 170-171 https://www.emredorman.com/wp-content/uploads/2016/06/Allah%C4%B1n-Parmak-I%CC%87zi-Emre-Dorman-1.pdf

(100) https://evrimagaci.org/evrim-halk-arasinda-ne-kadar-kabul-ediliyor-691

(101) Fussılet sûresi, 41/53 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=41&ayet=53

(102) Ankebût sûresi, 29/20 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=29&ayet=20

(103) Zümer sûresi, 39/9 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=39&ayet=9

(104) Fâtır sûresi, 35/28 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=35&ayet=28

(105) Tâhâ sûresi, 20/114 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=20&ayet=114

(106) Nahl sûresi, 16/43 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=16&ayet=43

(107) Tevbe Sûresi, 9/122 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=9&ayet=122

(108) https://sunnah.com/tirmidhi:2685

(109) https://sunnah.com/tirmidhi:2647

(110) https://sunnah.com/tirmidhi:2646

(111) https://sunnah.com/tirmidhi:2682

(112) Emre Dorman. “Din-Bilim İlişkisi: Hangi Din? Hangi Bilim?” s. 230 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/761697

(113) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/761697

(114) https://forum.memurlar.net/konu/1830516/

(115) Mehmet Bayraktar, İslâm’da Evrimci Yaratılış Teorisi, s. 40-47 https://www.academia.edu/35428239/islamda_evrimci_yarat%C4%B1l%C4%B1%C5%9F_teorisi_pdf

(116) Ahmet Özdemir, “Kur’ân ve Bazı İslâm Âlimleri Açısından Yaratılış ve Evrimci Görüş”, Bitlis İslâmiyat Dergisi, Haziran 2020, s. 69 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1151741

(117) Ahmet Özdemir, “Kur’ân ve Bazı İslâm Âlimleri Açısından Yaratılış ve Evrimci Görüş”, Bitlis İslâmiyat Dergisi, Haziran 2020, s. 61-76 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1151741

(118) Prof. Dr. Veysel Güllüce, “Kur’ân Işığında Yaratılış Görüşünün Değerlendirilmesi”, Yaratılış Kongresi, s. 342 http://yaratiliskongresi.dpu.edu.tr/assests/images/uskudarharrantammetin.pdf

(119) Risale-i Nur Külliyatı, Muhakemat, Unsuru’l-Akîde s. 118 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/muhakemat/118

(120) Risale-i Nur Külliyatı,  Mesnevî-i NûriyeNokta s. 689-690 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/kaynaklar/kitaplar/mesnevi-i-nuriye-badilli/689

(121) İnsan sûresi, 76/1 Elmalılı Hamdi Yazır Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=76&ayet=1

(122) DİA, “Dehriyye” https://islamansiklopedisi.org.tr/dehriyye

(123) Câsiye, 45/24 Elmalılı Hamdi Yazır Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=45&ayet=24

(124) https://sunnah.com/bukhari:6181

(125) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/188588

(126) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=2&ayet=36

(127) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=7&ayet=24

(128) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=10&ayet=98

(129) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=11&ayet=5

(130) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=12&ayet=35

(131) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=23&ayet=25

(132) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=30&ayet=17

(133) https://kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=39&ayet=42

(134) İnsan sûresi, 76/2 Diyanet İşleri Meali (Eski) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=76&ayet=2

(135) Mü’minûn sûresi, 14 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=23&ayet=14

(136) http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/076/Tefsir/Turkce/08/000.htm

(137) Mustafa Öztürk, Kur’ân ve Yaratılış, s. 229 https://www.pdfdrive2.com/kuran-ve-yarat%C4%B1l%C4%B1%C5%9F-d189661466.html

(138) https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/76-insan-suresi

(139) Nuh sûresi, 71/14 Elmalılı Hamdi Yazır Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=71&ayet=14

(140) Mü’minûn sûresi, 23/12-14 Diyanet İşleri Meali (Eski)

 https://kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=23&ayet=12

(141) Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 29. Söz, İkinci Maksat, İkinci Esas, Onuncu Medar s. 706 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-dokuzuncu-soz/706

(142) Nûh sûresi, 71/17 Elmalılı Hamdi Yazır Meali

 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=71&ayet=17

(143) Nûh sûresi, 71/18 Diyanet Vakfı Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=71&ayet=18

(144) https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/N%C3%BBh-suresi/5436/17-18-ayet-tefsiri

(145) Tâhâ sûresi, 20/55 Diyanet İşleri Meali (Yeni)

 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=20&ayet=55

(146) Nesefi/Medarik Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/071/Tefsir/Turkce/03/000.htm

Kurtubi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/071/Tefsir/Turkce/04/000.htm

Ezzadul Mesir Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/071/Tefsir/Turkce/05/000.htm

Fahreddin Razi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/071/Tefsir/Turkce/08/000.htm

Ruhul Beyan Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/071/Tefsir/Turkce/11/000.htm

(147) Fahreddin Razi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/071/Tefsir/Turkce/08/000.htm

(148) Âl-i İmrân sûresi, 3/37 Diyanet İşleri Meali (Yeni)

 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=3&ayet=37

(149) Kasas sûresi, 28/68 Diyanet İşleri Meali (Eski)

 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=28&ayet=68

(150) Fâtır sûresi, 35/1 Diyanet İşleri Meali (Yeni)

 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=35&ayet=1

(151) Beydavi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/028/Tefsir/Turkce/02/068.htm

Nesefi/Medarik Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/028/Tefsir/Turkce/03/068.htm

Kurtubi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/028/Tefsir/Turkce/04/068.htm

Ezzadul Mesir Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/028/Tefsir/Turkce/05/068.htm

Ebussuud Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/028/Tefsir/Turkce/07/068.htm

Fahreddin Razi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/028/Tefsir/Turkce/08/070.htm

Semerkandi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/028/Tefsir/Turkce/09/068.htm

(152) Zuhruf sûresi, 43/31 Diyanet İşleri Meali (Eski)

 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=43&ayet=31

(153) Kurtubi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/035/Tefsir/Turkce/04/001.htm

Beydavi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/035/Tefsir/Turkce/02/001.htm

Nesefi/Medarik Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/035/Tefsir/Turkce/03/001.htm

Ezzadul Mesir Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/035/Tefsir/Turkce/05/001.htm

Eddurrul Mensur Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/035/Tefsir/Turkce/06/001.htm

Ebussuud Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/035/Tefsir/Turkce/07/001.htm

Fahreddin Razi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/035/Tefsir/Turkce/08/001.htm

Ruhul Beyan Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/035/Tefsir/Turkce/11/001.htm

Elmalılı Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/035/Tefsir/Turkce/13/001.htm

(154) Bakara sûresi, 2/30 Diyanet İşleri Meali (Eski)

 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=2&ayet=30

(155) Taberi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/002/Tefsir/Turkce/10/030.htm

(156) https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/37/30-ayet-tefsiri

(157) Celaleyn Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/002/Tefsir/Turkce/01/030.htm

Beydavi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/002/Tefsir/Turkce/02/030.htm

Nesefi/Medarik Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/002/Tefsir/Turkce/03/030.htm

Kurtubi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/002/Tefsir/Turkce/04/030.htm

Eddurrul Mensur Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/002/Tefsir/Turkce/06/030.htm

Ebussuud Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/002/Tefsir/Turkce/07/030.htm

Fahreddin Razi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/002/Tefsir/Turkce/08/030.htm

Semerkandi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/002/Tefsir/Turkce/09/030.htm

Taberi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/002/Tefsir/Turkce/10/030.htm

Ruhul Beyan Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/002/Tefsir/Turkce/11/030.htm

(158) Hicr sûresi, 15/26-27 Diyanet Vakfı Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=15&ayet=27

(159) Beydavi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/002/Tefsir/Turkce/02/030.htm

Nesefi/Medarik Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/002/Tefsir/Turkce/03/030.htm

Ebussuud Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/002/Tefsir/Turkce/07/030.htm

Fahreddin Razi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/002/Tefsir/Turkce/08/030.htm

(160) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=6&ayet=165

(161) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=10&ayet=14

(162) https://islamansiklopedisi.org.tr/adem--peygamber

(163) Bakara sûresi, 2/65 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=2&ayet=65

A’raf sûresi, 7/166 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=7&ayet=166

(164) Mâide sûresi, 5/60 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=5&ayet=60

(165) Âl-i İmrân 3/59 Diyanet Vakfı Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=3&ayet=59

(166) https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/%C3%82l-i%20%C4%B0mr%C3%A2n-suresi/352/59-ayet-tefsiri

(167) Nesefi/Medarik Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/003/Tefsir/Turkce/03/059.htm

(168) Hicr sûresi, 15/29 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=15&ayet=29

Secde sûresi, 32/9 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=32&ayet=9

Sâd sûresi, 38/72 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=38&ayet=72

(169) Beydavi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/015/Tefsir/Turkce/02/029.htm

Nesefi/Medarik Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/015/Tefsir/Turkce/03/029.htm

Kurtubi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/015/Tefsir/Turkce/04/029.htm

Ebussuud Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/015/Tefsir/Turkce/07/029.htm

Taberi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/015/Tefsir/Turkce/10/029.htm

Ruhul Beyan Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/015/Tefsir/Turkce/11/029.htm

(170) Ruhul Beyan Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/015/Tefsir/Turkce/11/029.htm

(171)  Secde sûresi, 32/7 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=32&ayet=7

(172) Taberi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/032/Tefsir/Turkce/10/009.htm

(173) Secde sûresi, 32/9 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=32&ayet=9

(174) Hicr sûresi, 15/28 Diyanet İşleri Meali (Yeni)

 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=15&ayet=28

(175) Sâd sûresi, 38/75 Diyanet Vakfı Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=38&ayet=75

(176) Beydavi Tefsiri http://www.islamilimleri.com/Tefsir/Tefsir/038/Tefsir/Turkce/02/075.htm

(177) Nisâ sûresi, 4/1 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=4&ayet=1

A’râf sûresi, 7/189 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=7&ayet=189

Hucurât sûresi, 49/13 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=49&ayet=13

Rûm sûresi, 30/20 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=30&ayet=20

Furkan sûresi, 25/54 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=25&ayet=54

(178) Nisâ sûresi, 4/1 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=4&ayet=1

A’râf sûresi, 7/189 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=7&ayet=189

(179) Hucurât sûresi, 49/13 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=49&ayet=13

(180) Rûm sûresi, 30/20 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=30&ayet=20

(181) A’râf sûresi, 7/189 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=7&ayet=189

(182) Bakara sûresi, 2/35 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=2&ayet=35

(183) Tâhâ sûresi, 20/55 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=20&ayet=55

(184) Tâhâ sûresi, 20/118-119 Diyanet İşleri Meali (Eski)

 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=20&ayet=118

(185) https://sunnah.com/bukhari:4738

https://sunnah.com/muslim:2652a

(186) A’raf sûresi, 7/12 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=7&ayet=12

İsrâ sûresi, 17/61 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=17&ayet=61

(187) Mâide sûresi, 5/30-31 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=5&ayet=30

(188) Bakara sûresi, 2/31 Elmalılı Hamdi Yazır Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=2&ayet=31

(189) Rahmân sûresi, 55/3-4 Diyanet İşleri Meali (Eski)

 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=55&ayet=3

(190) https://sunnah.com/abudawud:4693

(191) Daha detalı bilgi için bkz. Ferhat Koca, “Mecaz”, DİA https://islamansiklopedisi.org.tr/mecaz#2-fikih

(192) Bakara sûresi, 2/164 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=2&ayet=164

Lokman sûresi, 31/10 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=31&ayet=10

Şûrâ sûresi, 42/29 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=42&ayet=29

Câsiye sûresi, 45/4 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=45&ayet=4

(193) En’âm sûresi, 6/38 Elmalılı Hamdi Yazır Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=6&ayet=38

(194) https://sunnah.com/tirmidhi:1486

(195) https://sunnah.com/muslim:2241a

(196) Nûr sûresi, 24/45 Diyanet Vakfı Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=24&ayet=45

(197) Musa Kazım Yılmaz, “Kur’ân’a Göre İnsanın Yaratılış Mucizesi”, Yaratılış Kongresi, s. 520 http://yaratiliskongresi.dpu.edu.tr/assests/images/uskudarharrantammetin.pdf

(198) İsrâ sûresi, 17/70 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=17&ayet=70

(199) Tîn sûresi, 95/4 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=95&ayet=4

(200) Neml sûresi, 27/62 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=27&ayet=62

(201) İbrahim sûresi, 14/32-34 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=14&ayet=32

(202) Sâd sûresi, 38/72-75 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=38&ayet=72

(203) Bakara sûresi, 2/34 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=2&ayet=34

(204) Ahzab sûresi, 33/72 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=33&ayet=72