Evrenin Hassas Ayarı - John Lennox
Kopernik bilimsel düşüncede yaptığı devrimle tanınır. Dünya'nın evrenin merkezinde olduğu düşüncesini değiştirerek, Dünya'yı ayrıcalıklı konumundan alaşağı etme sürecini başlatmıştır. Bu süreç, teorisyenlerinin sonradan ilave edecekleri, Dünya oldukça sıradan bir evrende, oldukça sıradan bir galaksinin spiral kollarından birinde konuşlanmış sıradan bir güneşin yörüngesi etrafında dönen oldukça sıradan bir gezegendir şeklindeki yaygın görüşle sonuçlanacaktır. Dünya'yı önemsizleştirip gerçek konumuna yerleştirme çabası bazen Kopemik Prensibi diye de anılır.
Ancak son zamanlarda, farklı araştırma dalları ve bulguları birleşerek bu prensibin ciddi anlamda sorgulanmasına yol açmıştır. Çünkü kozmoloji ve modern fizikten tedrici bir biçimde ortaya çıkan kayda değer bir tablo bize göstermektedir ki, evrenin temel kuvvetleri, evrende hayatın devamlılığını sağlayabilmek için, anlaşılması güç bir biçimde ve dikkatle dengelenmiş ya da ' hassasça ayarlanmış' durumdadır. Son zamanlardaki araştırmalar göstermiştir ki, karbon atomundaki enerji seviyelerinden evrenin genişleme oranına kadar tabiattaki temel sabitlerin neredeyse tamamı, hayatın var olması için tam da gerekli olan değerlere sahiplerdir. Onlardan birinde meydana gelebilecek en küçük değişim bile, evrende hayatın var olmasını ve hayatın varlığını idamesini imkansız kılacaktır. Tüm sabitler tam olması gerektiği değerdedirler ve birçok bilim adamına göre işte bu hassas ayarların varlığı başlı başına izaha muhtaçtır. Tabi ki eşyanın tabiatı gereği bizler, hassas ayarlı hesaplamaların temelinde yatan bazı varsayımların geçerliliği konusunda bilim adamları arasında her zaman olduğu gibi yaşanan fikir ayrılıklarının ve bazı görüşlerin zaman içinde değişebileceğinin (ki bilim adamları nihai gerçeği bulduklarını iddia etmezler) bilincinde olarak varlıkların sadece mevcut durumundan bahsedebiliriz. Bununla beraber hassas ayarın, tek başına ciddiye alınması gereken, evrenin önemli bir özelliği olduğu kabul edilmiştir. Dilerseniz bu konudaki bazı örneklere bakalım.
Dünyada hayatın var olması için öncelikle bol miktarda karbon tedarikine ihtiyaç vardır. Karbon ya üç helyum çekirdeğinin birleşiminden oluşturulur ya da helyum ve berilyum çekirdeklerinin birleşiminden. Seçkin bir matematikçi ve astronom olan Sir Fred Hoyle, bunun olabilmesi için, nükleer temel hal enerji seviyelerinin birbiriyle uyumlu bir şekilde hassasça ayarlanmaları gerektiğini keşfetti. Bu fenomene 'rezonans' adı verilir. Eğer sapma herhangi bir yönde o/ol oranında dahi olsa, evrende hayat devam edemez. Hoyle, daha sonraları, hiçbir şeyin, ateizmini bu buluşun sarstığı kadar sarsamadığını itiraf edecektir. "Fiziğin yanında biyoloji ve kimyayla da uğraşan süper bir akıl" varmış gibi görünen hassas ayarın bu derecesi onu ikna etmeye yeterli oldu ve ona "tabiatta kör kuvvet diye bir şey yok"(1) dedirtti.
Ancak aslında bugün biliyoruz ki, yukarıda verilen örnek dahi, tabiattaki diğer parametrelerin hassas ayarlılığıyla kıyaslandığında, onlara nazaran son derece önemsiz kalmaktadır. Mesela teorik fizikçi Paul Davies; eğer güçlü nükleer kuvvetin, elektromagnetik kuvvete oranında, 10 üzeri 16'da ı kadar bir farklılık olsaydı hiçbir yıldız oluşamazdı der. Aynı şekilde elektromagnetikkuvvet sabitesinin, çekim kuvvet sabitesine oranı da benzer bir hassas denge içinde olmalıdır. Orandaki 10 üzeri 40'ta 1 artış sadece küçük yıldızların var olmasını sağlarken, aynı oranda bir azalma da sadece büyük yıldızların var olmasına olanak verecekti. Evrende büyük ve küçük yıldızlar birlikte bulunmak zorundadır, çünkü büyük olanlar kendi termonükleer fırınlarında element üretirken, sadece küçük olanlar bir gezegende hayatın devam edebilmesi için yeterince uzun süre yanabilirler. Davies'in verdiği misale göre, bu keskin bir nişancının gözlemlenebilir evrende yirmi milyar ışık yılı uzaklıktan bir bozuk parayı vurması için gereken isabet hassasiyeti demektir.(2)
Eğer bunu hayal etmek zor geliyorsa astrofizikçi Hugh Ross'un verdiği başka bir misal bize yardımcı olabilir.(3) Bütün Amerika kıtasını bozuk parayla kaplayıp bunu (380.000 km ya da 236.000 mil uzaklıktaki) aya kadar bir sütun şeklinde yükseltin, aynı şeyi eş büyüklükteki milyar tane kıta için daha yapın. Bir bozuk parayı alın ve kırmızıya boyadıktan sonra bu milyarlarca sütundan birinin içine koyun. Sonra da gözü bağlı bir arkadaşınıza onu bulmasını söyleyin. Bulma ihtimali, buradaki ihtimale (yani 10 üzeri 40'ta l'e) ancak o zaman eşit olacaktır.
Bizler insan tasarımı aletlerin tespit edebileceğinden çok daha hassas bir alemde yaşıyoruz. Gene de kainat çarşısında hala bizi bekleyen çarpıcı sürprizler var. Eğer Planck süresi içinde (evrenin başlangıcından sadece ıo-43 saniye sonra) genişleme ve çökme kuvvetlerinin oranında H>55'te ı kadar küçük bir farklılaşma olsaydı, ya genişleme çok hızlı olacak ve evrende galaksiler oluşmayacaktı, ya da daha yavaş genişleme yüzünden sonunda çok hızlı bir çöküş vuku bulacaktı.(4)
Hassas ayarın yukarıda anlatılan son örneği bile, sıradaki örneğin gölgesinde kalır. Evrenimiz, entropinin (bir düzensizlik ölçüsü) sürekli olarak arttığı bir evrendir. Bu gerçek, Termodinamiğin İkinci Yasası'nda önemli yere sahiptir. Seçkin matematikçi Sir Roger Penrose şöyle yazar:
"Faz uzayını düşünmeye çalışın ... evrenin tamamında. Bu faz uzayındaki her bir nokta, evrenin ortaya çıkma ihtimalinin olduğu farklı bir yolu temsil etmekte. Bizler (bu faz uzayının bir noktasında duran ve) elinde bir 'iğne' olan Yaratıcı'yı hayal edelim ... İğnenin konduğu her farklı pozisyon farklı bir evren üretecektir. Şimdi Yaratıcı'nın hedefi için gereken hassasiyet, yaratılacak evrenin entropi seviyesine bağlıdır. Yüksek entropi seviyesinde bir evreni üretmek bir hayli 'kolay' olurdu çünkü bu durumda iğneyi isabet ettirmek için yeterince geniş hacimde bir faz uzayı olacaktı. Fakat düşük entropi seviyesinde bir evren başlatabilmek için -ki böylece gerçekten ikinci bir termodinamik kanunu olabilsin Yaratıcı, çok daha küçük hacimli bir faz uzayını hedeflemeliydi. Peki gerçekten bizim içinde yaşadığımız evrene benzer bir evreni netice vermesi için bu bölge ne kadar küçük olmalıydı?"
Penrose'un yaptığı hesaplar onu kayda değer bir neticeye ulaştırmıştır: "Yaratıcı'nın gayesinin" ne kadar hassas olabileceğini gösteren bu oran (10 üzeri 10) üzeri 123'te l'dir, yani l'in arkasında 10123 tane sıfır vardır ki "bu sayının bizim alışık olduğumuz ondalık düzende yazılması bile imkansızdır, çünkü eğer evrendeki her bir partikülün üzerine birer sıfır konabilseydi partiküllerin tamamı bile bu sayıyı yazmaya yetmeyecekti."(5) Bu akıllara durgunluk verecek bir hassaslıktır.
Bu yüzden, "hassas ayarın" bunun gibi, bir değil birçok çarpıcı örneğiyle karşılaşan Paul Davies'in "tasarım izlenimi yadsınamaz derecede kuvvetli"(6) demesi pek de şaşırtıcı olmasa gerek.
Şimdiye kadar, daha çok büyük ölçekli kozmolojik seviyedeki hassas ayarı değerlendirdik. Eğer güneş sistemimizin etrafında ve dünyamızda gerekli olan özel koşulları da düşünecek olursak, hayatın mümkün olabilmesi için daha başka birçok parametreler dizisinin tam da olmaları gerektiği gibi olduklarını görürüz. Bunlardan bazılarını hepimiz gayet iyi biliyoruz. Dünya ile Güneş arasındaki mesafe tam da şimdi olduğu gibi olmalıdır. Daha yakın olursa su buharlaşacağından ve daha uzak olursa çok soğuk olacağından hayat mümkün olamaz. Sadece o/o2 oranındaki farklılık sonucunda bütün hayat sona erer. Yüzey çekimi ve sıcaklıktaki yüzde ı ila 2'lik değişiklikler, dünyada hayat için gerekli olan -gaz karışımı oranını içeren- atmosferin var olabilmesi için de kritik önem taşır. Gezegenimiz yörüngesinde belli bir hızda gitmelidir: Bu hız daha yavaş olursa gece ve gündüz arasındaki sıcaklık farkı çok daha büyük olur, daha hızlı olursa rüzgarın hızı bir felakete dönüşür. Listeyi bu şekilde uzatabiliriz. Hayatın mümkün olabilmesi için var olması gereken benzer hassas ayarlı parametreleri listeleyen astrofizikçi Hugh Ross (7) kabaca fakat ihtiyatlı olan bir hesaplamayla evrende bizimki gibi bir gezegenin var olma şansının yaklaşık 10 üzeri 30'da 1 olduğunu bulmuştur.
Guillermo Gonzalez ve Jay W. Richards (8) tarafından yakın bir zamanda kaleme alınan The Privileged Planet adlı kitap, bu konuya çok ilginç bir perspektiften daha bakmamızı sağladı. Yazarlar, Dünya'nın yerinin, bilimsel faaliyetlerde bulunmak için fevkalade elverişli olduğuna dikkatleri çekti. Onların tezine göre, Dünya, evrenin mümkün olabilecek bütün mekanları içerisinde yaşanabilirliğin sağlanacağı çok küçük bir alanda bulunmakla kalmıyor aynı zamanda, "kozmolojiden ve galaktik astronomiden yıldız astrofiziğine ve jeofiziğine kadar şaşırtıcı derecede müstesna bir ölçüm çeşitliliğini yapmaya da en uygun"(9) konumda bulunuyor. Mesela atmosferimiz saydam değil de yarı şeffaf ya da opak olabilirdi; yahut, yıldız ışıklarının fazlalığından dolayı uzayın derinliklerini göremediğimiz bir yerde bulunabilirdik. Bazı örnekler ilk bakışta kolaylıkla anlaşılamayabilir, ama en az diğerleri kadar şaşırtıcıdır. Mesela, Güneş ve Ay'ın büyüklüğü ve Dünya'dan uzaklıkları, 'tam güneş tutulması'nın mümkün olabilmesi için tam da olmaları gereken orandadır. Tam tutulma sırasında, Ay'ın karanlık diski, Güneş'in parlak diskini tas tamam kapatır ki böylece Güneş'in 'atmosferi' olan kromosferin ince çemberi
görülebilir ve bilimsel olarak incelenebilir. Bu olay sonucunda Güneş'in büyük bir kısmı hakkında bilgi sahibi olmakla kalmıyor aynı zamanda Einstein'ın genel rölativite teorisine göre yerçekiminin ışığın kırılmasına sebep olduğu tahmininin ön teyidini de yapabiliyoruz. Güneş'in, Ay'ın ve Dünya'nın konumlan tam da bugünkü gibi olmasaydı, önemli bilimsel araştırmaları/teyidleri asla yapamayacaktık
Bu yazarların vardığı sonuç şudur: "Küçük vahamız üzerindeki gökyüzüne bakınırken bizler aslında anlamsız bir uçuruma bakmıyoruz; keşfetme kapasitemizle tam uyumlu olan harika bir arenayı seyrediyoruz. Belki de herhangi bir sayı dizisinden çok daha kıymetli eski bir kozmik işarete bakıyoruz; bu öyle bir işaret ki, hayatı netice vermesi ve hayal edebildiğimiz her şeyden ölçülemez derecede daha engin, daha kadim ve daha ihtişamlı bir zekayı gösterdiğinin keşfedilmesi için maharetle hazırlanmış bir evreni nazara veriyor."(10)
'Başlangıç yankısı' diye adlandırılan kozmik arka plan mikro dalga radyasyonunu keşfedebilmek için Dünya'nın elverişli uzay platformundan faydalanan Arno Penzias gördüğü kadarıyla bu pozisyonu şöyle özetleyecektir: "Astronomi bize eşsiz bir olayı, yani yokluktan yaratılan evreni gösterir. Öyle bir evren ki, hayatın var olması için gereken bütün koşulları tam olarak sağlayan çok hassas bir denge üzerine kurulmuş ve ardında ('tabiatüstü' denilebilecek) bir planın var olduğu bir evren. "(11)
Şunu belirtelim, şimdiye kadar kullandığımız argümanların hiçbirisi, 'bilim açıklayamıyor öyleyse Tanrı var' tarzı 'boşlukların tanrısı' argümanları değildir. Biz bilimin açıklayamaması dolayısıyla değil, aksine
bilimsel açıklamalar sayesinde, bu hassas ayarlardan haberdar olduk. Unutmayalım bizim peşinde olduğumuz cevap, "Bilim neye işaret ediyor?" sorusunun cevabıdır.
John Lennox , Aramızda Kalsın Tanrı Var , s.94-99
(1) Annual Reviews of Astronomy and Astrophysics, 20, 1982, s.16.
(2) God and the New Physics, Londra, J. M. Dent and Sons, 1983.
(3) The Creator and the Cosmos, Colorado Springs, Navpress 1995 s.117.
(4) Bkz. A.H. Guth, 'lnflationary Universe', Physical Review D, 23, 1981, s348.
(5) The Emperor's New Mind, Oxford, Oxford University Press, 1989, s344.
(6) The Cosmic Blueprint, New York, Simon and Schuster, 1988, s.203.
(7) a.g.e. ss.138-39.
(8) Washington DC, Regnery, 2004.
(9) a.g.e. s.xiii.
(10) a.g.e. s335.
(11) Cosmos, Bios and Theos, editörler Margenau ve Varghese, La Salle, iL., Open Court, 1992, s.83.