İslam karşıtı çevreler, Ortaçağ'daki Kilise'nin tutumunu da örnek göstererek dinlerin yöneticilerle birlikte din adamları tarafından bir sömürü aracı olarak kullanılmak üzere icat edildiği ve kullanılageldiğini, İslam'ın da bundan farklı olmadığını öne sürerler.Peki İslam için bu iddialar ne ölçüde doğru? İslam'da yönetici ve âlimler arasında nasıl bir ilişki öngörülmüş?
İslam’da, ulemanın, dinin doğru anlaşılması, yorumlanması ve hayata hayat kılınmasında çok önemli ve özel bir yeri vardır. Onlarca âyet-i kerime ve hadis-i şerifte Müslümanlar ilme teşvik edilmiş, âlimler de övülmüştür. Yüce Allah, bir âyet-i kerimede, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (1) buyurarak bilenlerin üstünlüğüne dikkat çekmiş, başka bir âyette ise Allah’a karşı ancak kulları içinden âlim olanların derin saygı duyacaklarını ifade buyurmuştur. (2) Peygamberimiz (s.a.s) ise ulemanın peygamberlerin varisleri olduğunu ifade buyurarak hem onların ne kadar değerli olduklarına hem de asıl vazife ve misyonlarına dikkat çekmiştir. (3)
Şu âyet ise savaşın bile ilme engel olmaması gerektiğine ve âlimlerin vazifesine dikkat çeker: "Bununla beraber müminlerin hepsinin birden topyekün savaşa katılmaları uygun değildir. Her kabileden bir kısım insanlar da din ilimlerinde derinleşmeli ve kabileleri savaştan dönüp gelince onları uyarmalıdır ki, böylece Allah'ın azabından sakınırlar." (4)
İslâm’ın bu mevzudaki emir ve yönlendirmelerine muhatap olan mü’minler, sahabe döneminden itibaren okumaya, okutmaya, ilim tahsil etmeye ayrı bir önem vermiş ve ilim sahiplerini hep el üstünde tutmuşlardır. İslâm’ın ilk yıllarında daha çok sivil bir faaliyet olarak başlayan ilim tedrisi, Selçuklulardan itibaren devlet desteğini de arkasına almış, mescitlerde kurulan ilim halkaları medreselere taşınmış ve daha sistematik bir kimliğe bürünmüştür.
İslâmî nasların herhangi bir türüyle sınıflı bir toplum yapısına izin vermesi mümkün olmadığı için özel bir ruhban veya din adamları sınıfından bahsedilemez. İslâm ne yöneticilere ne de âlimlere özel bir ayrıcalık veya kanunî bir dokunulmazlık hakkı vermiştir. Aynı şekilde onların kendilerinden menkul herhangi bir kutsiyet ve aşkınlıkları da yoktur.
Dinî hizmetlerin yanı sıra günümüzde modern devletin bütünüyle ele geçirdiği eğitim, yasama ve yargı faaliyetleri de uzun yıllar âlimler tarafından yerine getirilmiştir. Dahası âlimler, bir yandan bid’atlarla, hurafelerle, sapkın akımlarla, bâtıl fırkalarla mücadele ederek dinin korunmasında çok önemli bir rol üstlenmiş, diğer yandan da irşat ve tebliğ faaliyetleriyle toplumun yolunu ve yönünü bulmasında âdeta bir pusula vazifesi görmüştür. Yöneticilerin meşru sınırlarda kalması, zulüm ve haksızlıklara yönelmemesi noktasında da onları uyarmışlardır.
İşte bu nedenledir ki âlimin ölümü âlemin ölümü sayılmıştır. Buhari’de geçen bir hadiste ise âlimin kalmadığı bir toplumun cahillere müracaat edeceği ve bu nedenle de dalalete düşeceği vurgulanır. (5)
Alimlerin bağımsızlığını koruduğu ve mesuliyetinin farkında olduğu, yöneticilerin de adaletle hükmettiği ve meşru sınırlarda kaldığı dönemlerde bu iki sınıf arasındaki ilişkiler de sağlıklı bir zeminde gelişmiştir. Hakka ve topluma hizmet etmeyi önceledikleri müddetçe bu iki sınıf birbirine destek olmuştur. Âlimler, yöneticilerle yönetilenler arasında önemli bir köprü vazifesi görmüş; tabanın istek ve taleplerini, itiraz ve şikayetlerini yukarı iletmişlerdir. Yöneticiler ise hem icraatlarında âlimlerin ilminden yararlanmış hem de açtıkları ilim ve eğitim müesseseleriyle onlara imkân hazırlamıştır.
Ne var ki âlim-yönetici ilişkilerinin her dönem sağlıklı kurulamadığı, yöneticilerin zulüm ve despotlukları karşısında pek çok âlimin yeterince sesini yükseltemediği, kendilerinden beklenen rol ve vazifeleri her zaman layıkıyla yerine getiremediği, özellikle resmi vazifeler alan bazı âlimlerin bir süre sonra bağımsızlıklarını kaybettiği ve dinin ruhuna bağlı kalamadığı da bir gerçektir.
Yöneticilerin hak, adalet, istişare, liyakat, hukukun üstünlüğü ve kamu maslahatı gibi yönetimin temel esaslarından sapması, zulüm ve despotizme yönelmesi de bu iki sınıf arasındaki ilişkileri yıpratmış ve bozmuştur. Zira bu tür zalim ve zorba yöneticiler bir taraftan halk nazarındaki meşruiyetlerini devam ettirmek için “saray âlimlerine” ihtiyaç duymuş; diğer yandan da baskı ve zorbalıkla sivil âlimlerin sesini kısmaya çalışmışlardır.
Bu iki sınıfın bozulması toplumun da bozulmasını beraberinde getirmiştir. Yöneticiler zulmedince, âlimler de bu zulme engel olmayınca, hatta bilakis bu zulümleri meşru gösterme çabasına girince, fesat ve zulüm tüm topluma yayılmıştır. Konuyla ilgili şu hadis de buna işaret eder: “İnsanlardan iki sınıf var ki, onlar salâha ererse insanlar da salâha erer; onlar fesada girerse insanlar da fesada girer: âlimler ve âmirler / yöneticiler.” (6)
İSLAM TARİHİNDE YÖNETİCİ ALİM İLİŞKİLERİ
Dört halife döneminde âlim-yönetici çatışmasına rastlanmaz. Onların her biri ilimle idareyi kendisinde birleştirmiş, ilim öğrenmeyi ve öğretmeyi hayatlarının gayesi haline getirmiş şahsiyetlerdir. Raşit halifeler kendileri de içtihat ehliyetine sahip önemli birer âlim olmalarına karşın, pek çok mevzuyu istişareyle çözüme kavuşturmuşlardır. Aslında dört halifenin her birisi adalet ve istikametleriyle örnek bir yönetim ortaya koydukları için, onları âlimlerle karşı karşıya getirecek herhangi bir durum da söz konusu olmamıştır.
Emevi ve Abbasi dönemleri ise âlimlerin siyasetle sınandığı ve sık sık yöneticilerle karşı karşıya geldiği dönemler olmuştur. Zira yönetim ve siyaset anlayışı Allah Resulü’nün (s.a.s) ve dört halifenin çizgisinden sapmıştır. Halifenin şura, seçim ve bey’at ile başa geldiği, adaletle hükmettiği, hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı kaldığı demokratik yönetim anlayışından; veraset sisteminin hâkim olduğu, zulüm ve haksızlıkların yapıldığı, dinin ve kamunun değil hükümet maslahatlarının öne çıkmaya başladığı otoriter yönetim anlayışına geçilmiştir.
Hz. Âişe, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Zübeyr, Said b. Cübeyr, Abdurrahman b. Ebi Bekir, Zührî, Said b. Müseyyeb, Kadı Şureyh ve Hasan el-Basri gibi sahabe ve tabiinin önde gelenlerinden çok sayıda kimse her tür riski göze alarak Emevi sultanlarının gayrimeşru ve haksız uygulamalarını sert bir dille eleştirmişlerdir. (7) Veliahtlık sisteminin getirilmesi, Yezid döneminde yaşanan Kerbela olayı, Ehl-i Beyte yönelik zulüm ve baskılar, Emevi sultanlarının yaptırdığı saraylar, devlet hazinesini kullanma şekilleri en çok eleştirilen olaylardır. (8)
Mezhep imamları olan Ebu Hanife, İmam Mâlik, İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel de sultanların dine aykırı olan icraatlarına asla fetva vermemiş ve yanlışlarını açıktan eleştirmişlerdir. (9)
Ebu Hanife'nin hem Emevîlerden hem Abbasîlerden görmediği zulüm, çekmediği sıkıntı kalmadı. (10)
Emevî idaresi Ebû Hanife’ye kadılık vazifesi teklif ederek o büyük âlimi politikalarına (biraz da zulmüne) ortak etmek istedi. Teklifin esas maksadını anlayan Ebû Hanife, görevi kabul etmeyince gözaltına alındı ve kırbaçlatıldı. Öyle ki, kırbaçlama işini yapan zindancı bile bir gün bu zulme “Yeter!” deyip isyan edecekti.
Maalesef güç zehirlenmesi yaşayan Abbasî idarecileri de benzer bir siyaseti sürdürdü. Pek çok âlim ve âbide zulmetmeye başladılar. Abbasî halifesi, Ebû Hanife’yi yanına çekmek istemiş, ona hediyeler göndermişti. Büyük imam, kamu imkânları ile alınan hediyelerin hiçbirini kabul etmedi ve meşru görmedi. Musul isyanını bahane ederek halkı katletmek için fetva isteyen halifeye olumsuz cevap veren Ebû Hanife için tekrar zindana girmekten başka çare kalmadı.
Hanefi mezhebinin ve İslam tarihinin devasa mütefekkiri Ebû Hanife, ne Emevî zulmüne ortak oldu ne Abbasî despotizmine boyun eğdi; ama bu dik duruşunu özgürlüğüyle, canıyla ödedi. (11)
İmam-ı Malik, Emevî dönemini de gördü Abbasî dönemini de. (12) Siyasetten olabildiğince uzak durdu. O'nun siyasetten uzak durmasında kendinden önceki siyasî isyanlar, fitneler ve katliamların payı vardır kuşkusuz. Kendi hayatında da din kullanılarak siyasî cinayetler işlenmesine şahit olmuştu zaten. Devlet yöneticileriyle iyi ilişkileri olmasına, onlara daima nasihat etmesine karşın idaredeki bazı güç merkezleri O'nun bu müspet hareketinden tatmin olmadı ve pusuda bekleyip hep fırsat kolladı. İmam, baskı altında yapılan boşanmanın geçersiz olduğuna dair hadis nakledince aradıkları fırsatı buldular. Onlara göre bu hadisten bahsedilmesindeki esas niyet Halife el-Mansur’a yapılan biatın geçersizliğini ima etmekti. Medine valisi koca İmam'ı tutuklattı ve kırbaçlattı. Vahşet o denli kabaca sergileniyordu ki İmam-ı Malikî’nin işkence esnasında omuzu sakatlandı.
İmam-ı Malik’e yapılanlar halk arasında infiale yol açtı. Halife Mansur, hac için geldiğinde büyük İmam’ın gönlünü almaya çalıştı ve derlediği hadisleri çoğaltıp dağıtmak ve herkesin bu hadislere göre amel etmesini sağlamayı teklif etti. (9) İmam Malik ise dinin yoruma açık yanlarını dondurmamak, hukukî ve dinî hayatı tek bir mezhebe inhisar ettirmemek için bu teklifi reddetti ve bunun doğru olmadığını açıkladı.
Başka bir zaman Halife Harun Reşid, evine gelerek oğlu Emin ve Me’mun’a ders vermesini istediğinde, İmam Mâlik bu teklifi de kabul etmedi ve herkes gibi onların da gelip ders halkasına katılmalarını istedi. Zaten Halîfe Hârun Reşit de, ilmi talep için, İmâm Mâlik’in evine gitmiş ve bir halîfe gibi
değil, ilim talebesi gibi İmâm Mâlik’ten hadis dinlemiştir. Zaten Halîfe Mehdi de iki oğlunu; Musa
ve Hârun’u, İmâm’ı Mâlik’ten ilim telakki etmeleri için onun yanına göndermiştir. (13)
İmam Şafiî de zulmeden yöneticilerin karşısında dimdik durmuş, asla taviz vermemiştir. O, dört yıl kadar Yemen’de kadılık yapmış olsa da Yemen’e vali olarak atanan kişinin halka zulmetmesi karşısında sessiz kalmaz, valiye gerekli uyarıları yapar. Neticede de valinin kin ve düşmanlığına maruz kalır. Vali O'nun hakkında iftira ve tezvirata başvurur. O'nun, Şiî yanlısı olduğunu ve bir isyan hazırlığına giriştiğini ileri sürerek halifeye şikayet eder. Halifenin huzuruna çıkarılan büyük İmam, İmam Şeybani'nin vesilesiyle idam edilmekten son anda kurtulur. Hayatının sonlarına doğru Mısır’a geldikten sonra Halife Me’mun, O'nu Mısır kadısı yapmak ister fakat O, “Allahım! Dinim, dünyam ve akıbetim için bu görev hayırlı olacaksa nasip eyle, değilse canımı al!” şeklinde dua eder ve üç gün geçmeden de vefat eder. (14)
Ahmed b. Hanbel’in kendisine dayatılan bir görüşü reddetmesi nedeniyle maruz kaldığı işkence meşhurdur. Halife Me’mun, Mutezile görüşünü devletin resmi mezhebi haline getirdi ve Kur’an’ın “mahluk” yani yaratılmış olduğunu âlimlere zorla kabul ettirmek istedi. Ama Ahmed b. Hanbel yaşadığı iki buçuk seneye yakın hapis hayatına, yediği kırbaçlara, onca eziyet ve işkenceye rağmen halifenin arzusu istikametinde bir görüş beyan etmedi. Hatta hapisten ve zulümden kurtulmak için halifenin görüşünü kabul eder gibi gözükmesini tavsiye eden arkadaşlarına da ciddi gönül koydu. (15) İhtimal O, böyle bir tavrın ilmin izzetine halel getireceğini ve dinde kapanması zor bir gedik açacağını düşünüyordu.
Halkın neredeyse belini kıracak hale getirilmiş vergi yükünün her gün arttığı, halkın devlet baskısı altında inim inim inlediği, âlimler ve fakihler üzerine ağır bir baskı kurulduğu; hatta birçoğunun hapis ve idama mahkûm edildiği bir dönemde İmam-ı Serahsî bu zulme karşı çıktı, devlet politikalarındaki aşırı uygulamaları tenkit etti. Sen misin iktidarı eleştiren! Suç bulunmuştu: Halkı isyana teşvik etmek. Devleti yönetenler onca yaşına, ilim yolundaki gayretlerine bakmaksızın zulme başladı…
Atıldığı kuyunun başına gelen vefalı öğrencilerle o büyük âlim arasında müzâkereli dersler başladı. Otuz ciltlik El-Mebsut’u yazdırırken Serahsî (yasak edildiği için) hiçbir kitaba müracaat edemedi. 15 senelik tutukluluktan sonra bu büyük İmam 3 yıl daha yaşadı ve 81 yaşında hayata veda etti.
Telif ettiği eserler, neredeyse, insan boyunu aşacak ölçüdeydi. Ömrünü hep asaletiyle yaşadı; en zor dönemlerde bile taviz vermedi. s-Serahsı, Şerhu 's-Siyeri 'l-Kebir isimli eserinin sonunda, kendisini şikayet edenleri ve Hakan'ı kışkırtanları anlatmakta, onları "sapıtmış kimseler" olarak lanetlemekte, son derece düşük kişiler olarak tavsif ve işaret etmektedir. "Bütün beyinsiz zındıkların kışkırtması, kötü arzularının peşinden giden korkunç kimselerin ve fena tertiplerde bulunanların kışkırtmaları sonucu vatanından ayrılmış ve sultan tarafından hapsedilmiş günahkar, fakir kul... Allah onların hepsini kahretsin. Büyük-küçük herkese ibret yapsın." (16)
İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin Şia’yı eleştiren risaleleri bulunuyordu. Padişahın veziri ve sarayı ise çoğunluk itibarıyla Şiilerden oluşuyordu. “Asker içinde o kadar çok mürîdi var ki, eğer isterse
pâdişahlık iddiasında bulunabilir” diyerek İmâm-ı Rabbânî’yi hapsetmesi konusunda padişahı
iknâ ettiler. (17) Hapisten çıktıktan sonraki durumun özgürlükten ziyade mecburî ikamet olduğu anlaşılıyor. Ömrünün son demlerini köyünde münzevi bir şekilde geçiren büyük Müceddid, cuma namazı hariç evinden çıkmıyordu.
Başkadı olan Ebu’l-Kasım İbn-i Berra, makamını kaybetme korkusuyla hiçbir dünyevi makamda gözü olmayan İmam Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî'yi Hafsi Devleti’nin Sultanı Ebu Zekeriya’ya “Bu İmam-ı Şâzilî’nin saltanatta gözü var. Halkı size karşı kışkırtmak için bazı hazırlıklar yapmaktadır.” diye şikayet eder. Hatta kara propaganda yapabilmek için o dönemki devlet idarecilerinin hassas olduğu bir mevzuyu seçer ve İmam-ı Şâzilî’nin dedelerinin İdrisî Sultanı olduğunu, soyağacının Hazret-i Ali’ye dayandığını; dolayısıyla Fatimîlerle bir irtibatının bulunabileceğini telkin eder. İmam-ı Şâzilî hakkında ev hapsi kararı çıkar ve halkla irtibat kurması, ders halkaları oluşturması, insanlarla sohbet etmesi yasaklanır.
Bir zaman sonra İmam-ı Şâzilî, hacca gitmek için izin alınca yola çıktı. Daha İmam-ı Şâzilî Mısır’a varmamıştı ki İbn-i Berra’nın jurnali Mısır Sultanı’na yetiştirildi. Mesajda İmam-ı Şâzilî’nin Tunus’ta fitne çıkardığı, Fatimîlerle gizli işbirliği yaptığı, her an Mısır’da da kaos çıkarabileceği öne sürülüyordu. Mesaj önemli bir konumdan geldiği için etkili oldu ve İmam-ı Şâzilî göz hapsine alındı. İmam-ı Şâzilî Kahire’ye gitme fırsatını yakalayınca Sultan hakikati yakından gördü, İmam’ın kıymetini anladı, özür diledi. (18)
19. asrın müceddidi sayılan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi, İstanbul’da talebelerinin hızla artması üzerine kıskanılmaya başlandı. II. Mahmud’a bu insanların ileride devletin başına bela olacağı telkin ediliyordu. Padişaha sunulan raporda Mevlânâ Hâlid'in kısa bir müddet zarfında mehdiliğini ilan edeceği iftirası atılıyordu. Artık Hâlidîler için baskın, sürgün ve hapislerle dolu bir dönem başladı.
Mevlânâ Hâlid'in yerine geçme hesapları yapan bir müridi "yanımda belgeler var" diyerek Mevlânâ Halid Hazretleri’ni ve öğrencilerini bir suç örgütüymüş gibi lanse etti. Şeyhülislam, aklıselimi tavsiye ederek hukukî bir yolun izlenmesi gerektiğini, şikâyet edenin beyanı ile ceza verilemeyeceğini söyledi. Şam'a gönderilen müfettişlerin tahkikatı sonucu iddiaların iftira olduğu ortaya çıktı. Ne yazık ki günümüzde bile bazı haddini bilmezler o düzmece belgeleri gösterip 19. asrın müceddidine “İngiliz ajanı” iftirasını sürdürüyor.
Ortaya çıkan gerçek, baskıları bir zaman hafifletse bile Padişah II. Mahmud tarafından Hâlidîlerin varlıklarına el konuldu, dergâhları yasaklandı, önde gelen kişiler sürgüne yollandı.
Tüm bunlara rağmen Hâlidîler yok edilemedi; bilakis peşinden gelen padişahlar, geçmişte yanlış yapıldığını anlayıp hem Mevlânâ Hâlid’e hem öğrencilerine saygı duydular. (19)
Aslında tarihin der döneminde âlim-yönetici ilişkilerine dair çok farklı yaklaşımlar görülmüş, çok farklı tavır almalar ortaya çıkmıştır. Alimlerin yöneticiler yanında ayrı bir kıymet gördüğü ve devlet idaresinin değişik katmanlarında etkin olduğu zamanlarda bu iki sınıf arasında ciddi yakınlaşmalar olsa da, gerginlik ve sürtüşme hiçbir zaman son bulmamıştır. Bazen iş, âlimlerin tasfiyesine kadar uzanmış, bazen de âlimler boyun eğerek sarayın emrine girmiştir.
Alimlerin devlet kademelerinde vazife alması, entelektüel kapasitenin, bilgi üretiminin ve yorum kabiliyetinin zayıflaması gibi bir kısım riskleri beraberinde getirse de, bu konudaki esas problem âlimlerin bağımsızlığını kaybedip etmediği, kendisinden beklenilen misyonu eda edip etmediği ve dinî değerlere bağlılığından taviz verip vermediğiyle ilgilidir. Devlette görev alma; başkaları tarafından kullanılmaya kapalı, satın alınamayan, dünyalık peşinde koşmayan ve ilmin izzetini muhafaza eden gerçek âlimler için bir problem teşkil etmemiştir. İzz b. Abdisselam, İmam Cüveyni, Ebussuud Efendi yahut Zembilli Ali Efendi gibi hem entelektüel kapasiteleriyle hem de ahlak ve şahsiyetleriyle çevrelerinde saygı ve heybet uyaran âlimler, iktidar sahiplerinin değil sadece hakikatin sözcüsü olmuşlardır. Burada önemli olan iktidarla kurulacak ilişkinin biçimini ve niteliğini doğru tespit edebilmektir.
Tabii ki İslâm tarihinde İmam Suyutî (ö. 911/1505) ve benzeri kendisini bütünüyle ilme vakfeden, hayatını eser telif etmekle ve talebe yetiştirmekle geçiren, hayatı boyunca hiçbir resmi vazife almayan, çağrılsa da hiçbir şekilde sultanların ayağına gitmeyen, hatta onlardan gelen hediyeleri dahi kabul etmeyen çok sayıda âlimler de olmuştur. Bilhassa otoriter rejimlerde ulemanın böyle bir tavır almasının önemi inkâr edilemez. Nitekim İmam Gazzali de uzun yıllar Nizamiye medreselerinin başında görev yaptıktan sonra kendi kendine şu kararı almıştır: “Hiçbir hükümdarın sarayında görev almayacağım. Hiçbir hükümetten hizmet karşılığı ücret almayacağım. Dinî ihtilafları körükleyecek hiçbir münakaşaya girmeyeceğim.” (20)
YÖNETİCİ ZALİMSE SERGİLENECEK TUTUM NEDİR?
Kur’an ve Sünnet’te zulüm kadar lanetlenen başka bir fiil yoktur. Küfür ve şirkin de sonuç olarak bir çeşit zulüm olduğunu belirtmek gerekir. (21) Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisinde zulme öncelikle, “bir şeyi ona ait olmayan yere koyma, belirlenmiş sınırları çiğneme, haktan bâtıla sapma, kendi hak alanının dışına çıkıp başkasını zarara sokma, rızasını almadan birinin mülkü üzerinde tasarrufta bulunma, zorbalık” anlamları verilir, sonrasında da zulmün “özellikle de güç ve otorite sahiplerinin sergilediği haksız ve adaletsiz uygulama” olduğu söylenir. (22)
Özellikle yöneticilerin adaletten uzaklaştığı, devletin zorbalaştığı ve sistemin yozlaştığı dönemlerde âlim-yönetici ilişkisi iyice bozulmuştur. Zira bu tür durumlarda âlimler şu üç seçimle karşı karşıya kalmıştır:
(1) Yöneticilerin meşru olmayan taleplerine boyun eğmek ve saray fetvacılığına razı olmak.
(2) Bir kenara çekilip siyaset ve iktidara karşı tümüyle umursamaz bir tavır takınmak.
(3) Zulüm ve haksızlıkların İslam'dan vize alamayacağını ifade ederek hakperest ve yiğitçe bir duruş sergileyebilmek.
Her üç tutumun da İslâm tarihinde pek çok örneğini bulmak mümkündür.
İlk tutumu segileyen, yani iktidara yakın duran ve onların politikalarını meşrulaştırma görevini üstlenen âlimlerin, elde edeceği makam ve mevkilerle dünyasını mamur hale getireceğinde şüphe yoktur. Ama aynı ölçüde onların ahiretlerini tehlikeye attıklarından da şüphe edilmez. Çünkü tamamen yöneticilerin emrine boyun eğen âlimler hem kendileri için en ehemmiyetli vazife olan emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker vazifesini yerine getiremeyecek hem de dine aykırı fetvalar vermeye mecbur kalacaktır.
Bu nedenledir ki Allah Resûlü (s.a.s) pek çok hadislerinde sultanlara yakın olmanın tehlikelerine dikkat çekmiş, iktidar mensuplarıyla içli dışlı olmayı yasaklamıştır. “Sultanların kapısına gelen, fitneye düşer.” , “Bir adamın sultana yakınlığı artarsa, Allah’tan uzaklığı artar.” (23) şeklindeki hadisler genel anlamda sultana yaklaşmanın tehlikelerinden bahseder.
Şu hadislerde ise bilhassa âlimler zikredilmiş ve hangi özelliklere sahip âlimin peşinden gidilmesi gerektiği bildirilmiştir: "Âlimler, Allah’ın kulları üzerine peygamberlerin emanetçisidirler (ümenâ). Sultanla içli dışlı olmadıkları müddetçe. Böyle yaparlarsa kesinlikle peygambere ihanet
etmişlerdir. İşte o zaman onlardan sakının ve onların yanından
ayrılın." (24) "Şüphesiz ki Allah
âlimlerle içli dışlı olan emirleri sever. Âlimler emirlerle haşır
neşir olmaktan hoşlanmazlar. Çünkü âlimler emirlerle içli dışlı
olurlarsa dünyayı tercih ederler. Emirler, âlimlerle haşır neşir
olurlarsa âhireti tercih ederler." (25)
İbn Mâce’nin râvîleri sika olan bir senedle İbn Abbas’tan (ra)
naklen rivayet ettiğine göre Nebî (sav) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki benim ümmetimden bazı insanlar dinde fakih olduklarını iddia edecekler. Kur’an okuyacaklar ve diyecekler ki: “Biz
emirlere (ümerâ) gidiyoruz ve onların dünyalıklarından nasipleniyoruz. Dinimiz hususunda ise onlardan ayrılıyoruz.” Böyle
olması mümkün değildir. Zira gevenden yalnızca diken toplanır. Bu şekildeki sözleriyle de ancak hata ederler." (26)
Hz. Peygamber'in Ka’b b. Ucre’ye hitaben ifade buyurduğu şu hadis ise yönetici zalimse sergilenecek tutumu ders verir: "Ey Ka'b İbnu Ucre, seni, benden sonra gelecek yöneticilere karşı Allah'a sığındırırım. Kim onların kapılarına gider ve onları, yalanlarında tasdik eder, zulümlerinde onlara yardımcı olursa, o benden değildir, ben de ondan değilim; ahirette havz-ı kevserin başında yanıma da gelemez. Kim onların kapısına gitmez, yalanlarında onları tasdik etmez, zulümlerinde yardımcı olmazsa o bendendir, ben de ondanım; o kimse havzın başında yanıma gelecektir." (27)
İkinci tutum, bireylerin niyetleri ve içinde yaşadıkları zamanın şartları da göz önünde bulundurularak bir yere kadar makul görülebilir. Yöneticilerin hak ve adalete aykırı icraatları karşısında sessiz ve pasif kalınmasının nedeni, korku yahut dünyalık bir kısım çıkarlarsa, din nazarında bunun da birinciden bir farkı kalmaz. Ama fitne ve karışıklıkların daha da büyümemesi adına görülen bir maslahattan veya konuşmanın bütünüyle faydasız olacağı kanaatinin ağır basmasından ötürü böyle bir tercihte bulunulmuşsa, isabetli bulunmasa da “Bu da bir içtihattır.” denilip geçilebilir ve mazur görülebilir.
Fakat her halükârda zulüm ve haksızlıklar karşısında en çok konuşması gereken âlimlerin de sessizliğe dalmasının, zalim ve zorba yöneticileri daha da cesaretlendirip küstahlaştıracağının unutulmaması gerekir. "Sizden birinin insanlardan korkusu, bildiği hakkı söylemesine engel olmasın." (28) şeklindeki hadis de böyle bir tutumun yanlış olduğunu gösterir.
Hz. Peygamber, şu hadislerinde de zalim yöneticilere karşı adaleti dile getirmeyi över: “Cihâdın en fazîletlisi, zâlim sultânın karşısında hakkı ve adâleti söylemektir.” (29)
Kur’ân ve Sünnet perspektifinden meseleye bakılacak olursa, bir mü’mine yakışan asıl tavrın üçüncüsü olduğu görülecektir. Bu da yöneticilerin zulüm ve haksızlıklarını imkân ölçüsünde engellemeye gayret etmektir. Aslında bir âlimin en ehemmiyetli görevi de iyiliğin yaygınlaşması, kötülüğün ise ortadan kalkması veya azalması istikametinde elinden gelen performansı ortaya koyasıdır. Bu vazifenin kendisine karşı eda edileceği bireyler sadece halk değildir; aynı zamanda yöneticilerdir.
Hûd suresinde yer alan, “Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur.” (30) âyeti oldukça dikkat çekicidir. Zira Yüce Allah bu âyette değil zulmetmenin, zalimlere ufak bir meyil, en ufak bir sempati duymanın bile insanı Cehenneme sokabileceğini vurgular.
Âyet ve hadisler zulmedilmesini ve zalimlere meyledilmesini net olarak yasakladığı gibi, zulme karşı umursamaz olunmasını ve susulmasını da yasaklamıştır. Şu ayette görüldüğü üzere Cenab-ı Hak, kötülüğe engel olmaya çalışmayanları zemmetmiştir: "Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mani olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi!" (31)
Enfâl Suresinde fitnenin sadece zulmedene değil herkese isabet edeceği bildirilerek zulme engel olunması gerektiğine işaret buyrulurken (32) şu hadis de bunu destekler: “İnsanlar zalimi görüp zulmüne engel olmazlarsa, Allah’tan hepsini kaplayan bir azabın gelmesi yakındır.”(33) Şu hadiste de benzer olarak bireylerin uğradığı zulme susan toplumun da bundan zarar göreceği vurgulanır: “Zayıfın hiç çekinmeden güçlüden hakkını alamadığı bir toplum yüceltilmez.” (34)
Anlaşılan o ki her tür zulüm, haksızlık ve kötülüğe engel olmak ümmet-i Muhammed’in en bariz vasıflarından biridir. Zaten Cenab-ı Hak, ümmet-i Muhammed’in insanlık için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmet olduğunu belirttikten hemen sonra, onlara bu hayır ve fazileti kazandıracak amelin ne olduğuna da işaret etmiş ve onların en temel özelliği olarak iyiliği emretmelerini ve kötülüğü önlemelerini göstermiştir. (35)
Bu mevzudaki öncelikli görev de âlimlere aittir; özellikle de yöneticilerden gelen zulüm ve haksızlıklar karşısında. Zira âlimlerin, toplum ile idareciler arasında ortalarda bir konumda durması ve her iki tarafa yönelik olarak da kendisinden beklenilen misyonu yerine getirmesi gerekir. Şu âyet de iyiliği emretme kötülükten menetme vazifesinin öncelikli sorumlusunun âlimler olduğuna işaret buyurur: “Bunları, din adamları ve bilginler günah söz söylemekten ve haram yemekten sakındırsalardı ya! Yapmakta oldukları şey ne kötüdür!” (36)
İşte bu nedenledir ki âlimler, iktidar sahipleriyle arasını iyi tutma, onların gözüne girme, güvenlerini kazanma veya bir kısım çıkarlar elde etme adına siyaset yapmayı bir kenara bırakarak, cesurca ve dürüstçe bildiği gerçekleri söylemek suretiyle halkı aydınlatmalı, topluma rehberlik yapmalıdır.
İmam Gazzâli’nin şu cümleleri âlimlerin görevine işaret eder: “Eski âlimler emr-i maruf ve nehy-i münkerde o kadar arzulu idiler ki sultanların satvetlerine bile aldırış
etmezlerdi. Bu yolda sadece Allah’ın himayesine girmeyi ve O’nun
kendilerini korumasını düşünür ve onun kendileri hakkında vereceği hükme razı olurlardı. Hatta haklarında şahadet hükmü vermesini
candan arzu ederlerdi. Fakat şimdi âlimlerin dillerini tamahkârlıkları bağladı, onlar sustular. Konuşurlarsa da sözleri ile özleri birbirine uymaz. Bunun için zafere ulaşamazlar. Şayet doğru konuşup
hakkı savunsalardı elbette sözleri etkili olur, kendileri de felaha
ulaşırdı. Memurların fesadı, hükümdarların fesadı iledir. Hükümdarların fesadı da ulemânın bozulmasıyladır. Âlimlerin bozulması
ise, mal ve mevki sevgisi iledir. Dünya sevgisi içini kaplayan bir
kimse bayağı insanları bile irşad edemez. Nerede kaldı hükümdarlar ve büyükleri irşad.” (37)
Sonuç olarak İslam karşıtı çevrelerin iddia ettiğinin aksine ayet ve hadislerde insanların sömürülmesi için bir işbirliği değil âlimlerin ve yöneticilerin insanların sömürülmesine mani olması, yöneticiler insanları sömürmeye ve zulmetmeye kalkarsa her ne pahasına olursa olsun âlimlerin buna engel olmaya çalışması şeklinde bir çerçeve görüyoruz.
Zaten tarih boyunca rahatsız oldukları ve yanlarına çekemedikleri âlimleri, yalan ve iftiralarla suçlu olarak lanse etmek ve itibarsızlaştırmak veya devletin güç ve şiddet aygıtlarıyla acımasızca ezmek ve sindirmek, zorba yöneticilerin öteden beri başvurdukları başlıca taktiklerdir. Ama tüm bunlara rağmen tarih boyunca ayet ve hadislere göre hareket edip bunları göze alan alimler de eksik olmamıştır.
DİPNOT: