İslam ve Düalizm


 

 Evrendeki özel isimler dışındaki tüm maddi varlıklar ve tüm soyut kavramlar karşıtlarından meydana gelir. Özel isimlerdeki istisnalar da adı üzerine özel, spesifik varlıkları belirtir. Sözgelimi kitap sözcüğü, içerisindeki birtakım yazı ve bilgi içeren, kapağı olan ve biri tarafından yazılmış olan bir nesneyi ifade eder. Kitabın bir zıttı yoktur. Bununla beraber, kitabı oluşturan moleküller ve atomlar karşıt maddelerden meydana gelir. Aynı şekilde, kitap birtakım bilgilerden meydana geldiği için, karşıt varlıkları soyut olarak da barındırır.

 Bildiğimiz fiil ve sıfat kavramlarının tamamı zıt varlıklardan meydana gelir. Örneğin büyük-küçük, artı-eksi, acı-tatlı, kazanmak-kaybetmek ve itmek-çekmek gibi. İsim varlıkları da aynı şekilde zıtlıklar ile ifade edilir. Ancak isimler olumluluk ya da olumsuzluk ifade eden eklerle desteklenir. Sözgelimi, bir şey vardır ya da yoktur ekleri ve değil eki ile cümle anlamlandırılır. Örneğin, kitap vardır ya da yoktur, kitap yırtılmıştır ya da yırtılmamıştır gibi eklerle ya da ek fiillerle anlamlandırılır. İsim cümlelerinde de temel olarak iki karşıt olabilir ancak aralarında potansiyel fark ya da görecelik bulunmaz.

 Halbuki fiiller ve sıfatlarda potansiyellik ve görecelik durumları söz konusudur. Şöyle ki, siyah ile beyaz sıfatları arasında, daha az ya da daha çok olma potansiyelleri bulunur. Simsiyah ifadesi, yaygın görülen siyah rengine göre daha siyah olduğunu belirtir.

NOT: Varlıklarda görülen bu durumların detaylı bir şekilde ve birçok alandan örnekler ile Düalist Kozmoloji kitabımda bahsetmiştim. Ayrıca, daha sonra değinilecek olan mutluluk ile ilgili mevzuyu hem kitabımda hem de Blogspot’ta değerlendirmiştim. Bu konulara ayrıca o kaynaklardan da göz atabilirsiniz.

DENGE VE İNSAN

 Ontolojik olarak görülen bu düalist yapı, doğal olarak dünya üzerindeki ekosistemleri de ihtiva eder. Nitekim, evrimsel süreçlerde canlıların adaptasyonları, kendi aralarındaki potansiyel farklardan ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan çeşitliliklerden meydana gelir. Eğer bu düalist yapı söz konusu olmasaydı, ne doğal seçilimden bahsedebilirdik ne de evrimin herhangi bir diğer mekanizmasından. Doğa da canlılar arasında görülen düalist yapı sayesinde ekosistemlerde dengeler oluşur. Ancak, tamamıyla dengede olan bir sistem, farklılık oluşturmayacağı için evrimsel süreçlere katkısı az olur. Nitekim, dünya tarihinde bir takım volkanik faaliyetler, meteor çarpmaları, buzul çağları, oksijen devrimi, düşen su seviyesi sonucu ortaya çıkan kıtalararası bağlantılar ve diğer birçok olay gerçekleşmiştir.

 Bu denge bozan felaketler ve hadiseler, yeni canlı türlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Nitekim, Ernest Mayr ve Theodosius Dobzhansky’nin coğrafi izolasyon modeliyle anlaşılan canlıların türleşmesi için gereken çevresel şartlardaki değişim ve bu olayların evrimsel süreçlerini ele alan Niles Eldredge ve Stephen Jay Gould’un kesintili denge kuramı, bu dengesizlikler sonucu gerçekleşen hadiseleri ele alır ve değerlendirir. Türleşmenin olabilmesi ekosistemlerde birtakım değişimler gereklidir. Bir türün bazı sebeplerden ötürü yok olmasıyla, başka bir tür o türün ekolojik nişini işgal edebilir ve yeni bir tür evrimleşebilir. Geçmişte yaklaşık olarak 2-3 milyon yıl önce Kuzey Amerika ve Güney Amerika’yı ayıran Panama Kanalı’nın kapanmasıyla, plasentalı memelilerin keseli memeleri biçmesiyle gerçekleşen ekolojik felaket ya da yaklaşık 65 milyon yıl önce Meksika körfezlerine çarpan meteorun etkisiyle küresel bir felaket yaşayan yeryüzünde dinozorların yok oluşuyla ortaya çıkan dengesizliklerde birçok türleşme olayı tetiklenmiştir.

 Birbirleriyle ve çevreleriyle etkileşim içerisinde yaşayan canlı türleri, av-avcı ve mutalizm gibi ilişkiler içerisindedir. Bu ilişkiler, türün işgal ettiği nişin dengelenmesini sağlar. Yeryüzündeki tüm ekosistemlerde Homo sapiens (insan) dışındaki tüm popülasyonlar denge içerisindedir. Eğer ki bir denge bozulursa, sistem kendini tekrar dengeler. Bu dengelenmelerle de seçilimler gerçekleşir ve türlerin devamlılığı sağlanır. Bu türlerin, bir süre denge de kalmasını sağlar. Ancak, gün gelir bahsettiğimiz örneklerde olduğu gibi birtakım felaketler gerçekleşirse, bu dengeler öylesine bozulur ki tekrar eski dengeye dönemez. Yeni dengeler oluşmak zorundadır. Bu dengelenme sürecinde evrimsel tarihe bakıldığında sanki aniden bir türün değiştiği görülür. Diğer dengelenme zamanlarındaysa türler genelde sabit kalır ve değişmez.

 Dengelenme dönemlerindeki ilişkilere sonsuz örnekler verilebilir. Ben burada yalnızca birkaç örnekle yetineceğim -ki rahatlıkla konunun anlaşılması için yeterli olacaktır.

 Parazit olarak konak canlılarda yaşayan tekhücreli organizmalar, yaşamlarını devam ettirebilmek için yeni konağa bulaşmak zorundadır. Aksi takdirde, nesillerinin devamlılığını sağlayamazlar. Günümüzdeki yaşanan pandemi ve geçmişte yaşanmış birçok pandemi de farklı mikroorganizmalar etkili olmuştur. Sözgelimi, 14. yy’da meydana gelen Kara Veba salgınında Avrupa’nın neredeyse üç de birlik kısmı hayatını kaybetmiştir. Bu hıyarcıklı vebaya da Yersinia pestis adlı bir bakteri sebep olmuştur. Günümüzde SARS-CoV-2 ya da daha çok bilinen adıyla Covid-19 virüsü salgına neden olmuş, 2002-2003 yıllarında etkili ise aynı virüs ailesinden SARS-CoV virüsü yüzlerce kişiyi öldürmüştür. Günümüzde HIV ve Batı Nil Virüsü gibi ölümcül olan birçok virüs türleri de insanların ölümlerine yol açmaktadır.

 Bakteriler, virüsler, mantarlar ve prosistalar gibi tek hücreliler, genel olarak halk arasında mikrop olarak adlandırılır (mantarların hem tek hücrelileri hem de çok hücrelileri vardır). Hastalık yapanlarına ise patojen adı verilir. İnsanlara enfeksiyona yol açan bu mikroorganizmalar, çok farklı yollardan insanları enfekte ederler. Kimi koronavirüslerinde olduğu gibi hava yoluyla bulaşırken, kimi virüsler cinsel yolla, kimi de bir vektör aracılığıyla konak hücreye geçer. Bunların yanı sıra, çok hücreli parazitlerde bulunur. Halk arasında en çok bilinenlerden biri olan Taenia saginata da(tenya), çiğ ya da iyi pişirilmemiş etlerden bulaşır.

 Konak canlıların ile etkileşim içerisinde olan bu parazitler, konak canlılar ile birlikte evrimleşirler. Nitekim, hava yoluyla bulaşan parazitler, konak canlıyı öldürmeden önce neslini devam ettirebilmek için başka bir bireye bulaşması gerektiği için, başka bireylere bulaşma ihtimalini arttıran yöntemler geliştirerek evrimleşirler. Başka bireylere bulaşabilme olasılığı daha yüksek olan popülasyonların seçilim değeri daha yüksek olur. Sözgelimi, grip virüsleri ya da artık günümüzde herkesin bildiği koronavirüsü, hava yoluyla bulaşırlar ve bireyin öksürmesi, burun akıntısının olması ve ishal olması gibi tepkilerinin oluşmasını sağlayarak, diğer bireylere bulaşma ihtimallerini arttırırlar. Bulaş ihtimalini yükselten popülasyonlar seçilirler ve nesillerini devam ettirirler. Bununla beraber, eğer parazitler çok öldürücü olurlarsa, konak canlı çabuk öleceği için başka bir canlıya geçme fırsatları çok düşük olacaktır. Eğer konak canlıyı fazla hasta etmezlerse başka bireylere geçme olasılıkları düşük olacaktır. Her iki uç durumdaki dengesizliklerde de parazit tür, doğal seçilimle elenecektir.

 Yanlış anlaşılmaması gereken bir hususta, konak canlıyı hasta etmemek ille de o popülasyonun elenmesine yol açmaz. Nitekim, HIV virüsü ölümcül olsa da, koronavirüse göre daha geç belirti gösterir ve bu süre zarfı içerisinde konak canlı bir şey hissetmediği için başka bireylere bulaştırma fırsatı devam edecektir. Bu sayede, virüs başka canlıları da bulaşarak neslini devam ettirme şansı bulacaktır.

 Enfekte olan konak hücre ile parazit hücre arasındaki ilişkilerden ötürü, her iki tarafta birtakım adaptasyonlar elde etmiştir. Örneğin, insan türü doğal seçilim yoluyla atalarından kalıtılmış bazı özellikler edinmiştir. Mukus salgıları, makrofajlar ve lenfositler bunlardan yalnızca birkaçıdır. Buna müteakip, parazitlerde az önce bahsedildiği gibi, başka bireylere bulaşma olasılığı arttıran birtakım özellikler kazanmıştır.

 Yaban hayatı gözlemleri yapıldığında rahatlıkla görülebilecek ekosistem dengeleri de vardır. Mikrocanlılarında esasında dahil olduğu besin zincirleri mevcuttur. Örneğin doğadaki yırtıcı kuşlar genellikle daha küçük kuşlar ya da memeliler ile beslenir. Daha küçük olan kuşlarda tohumlarla ya da böceklerle beslenir. Örneğin yırtıcı kuşlar, beslendikleri av hayvanlarını çok fazla avlarsa, besin için tür içi rekabet oluşacağından dolayı sayıları azalır ve popülasyon içerisinde daha iyi av bulabilen ve avlanan yırtıcı kuşlar hayatta kalır ve üreyebilmek için diğer bireylerden daha avantajlı olurlar. Aynı durumun zıttını da düşünebiliriz. Şöyle ki, av hayvanlarının sayısı artarsa, avcı kuşların yiyecek bulma sıkıntısı olmayacağından dolayı tür içi rekabet seviyesi düşer ve üreyebilen birey sayısı artar. Bunun sonucu olarak da yırtıcı kuş sayısı artar ve ekosistem dengesi tekrar kurulur. Aynı şekilde, nispeten küçük olan kuşlar tohumlar ve böceklerle beslenir ve benzer ekolojik nişi besin zincirinin bir alt kademesindeki canlılara uygular. Bu şekilde tüm ekosistem birbirini dengeler.

 Kabaca anlattığım gibi, besin bulabilme ve sonucunda hayatta kalma rekabetlerinin ekosistemde oluşturduğu dengelenmeler vardır. Aynı şekilde hastalıklar, mutalist ilişkiler, parazitlik, tür içi üreme rekabeti gibi durumlarda da benzer olaylar düalist ilkeler çerçevesinde gerçekleşir. Bu durum evrenin düalist yapısından kaynaklanır.

 Halbuki, insan türü için aynı şeylerin geçerli olduğunu söylemek mümkün gözükmemektedir. Avcı-toplayıcı toplumdan yerleşik hayata geçen insanlık, tarım ve hayvancılık sayesinde sürdürülebilir bir şekilde ihtiyaçlarını karşılamaya başlamıştır. Yerleşik hayata geçmeden önce yüzlerce hayvanın neslini tüketen insan türü, Dicle ve Fırat nehri arasında kalan ve Bereketli Hilal olarak adlandırılan coğrafya da ilk kez tarımsal faaliyetlere geçip, ekosistemden kendini soyutlamıştır. Avcılık ve toplayıcılığı bırakıp medeniyetler kurulduktan bitki ve hayvanları evcilleştirip, et ve bitkisel ürünlerini kendimiz yetiştirince başlangıçta dünyanın ekosistemi için olumlu bir durum gibi gözükse de, bizzat tanık olduğumuz gibi insan nüfusu geometrik olarak artmaya başlamıştır.

 Homo sapiens (insan) türü Afrika’da yaşarken bir ekosistemin parçasıydı. O bölgede bulunan sıtma, şiştozomiyaza ve özellikle tripanozomiyaz gibi parazitik hastalıkların baş göstermesiyle Afrika’dan çıkan insan türü, yerleşik hayata geçince bu seferde tüberküloz ve cüzzam gibi ancak kısa mesafelerde bulaşabilen hastalıklar kolayca yayıldı. Nitekim, hıyarcıklı veba, kızamık, çiçek gibi hastalıklar milyonlarca insanın ölümüne yol açmıştır. Ayrıca eski çağlarda hijyen koşullarının oldukça düşük olması nedeniyle insan dışkılarıyla bulaşan hastalıklarda artmıştı. Evcilleştirilen hayvanların sayılarının artması da mikropların artmasını ve insanlara da bulaşabilmelerini sağlamıştır. Nitekim, kızamık virüsünün atası köpeklerde görülen gençlik hastalığıyla ortaktır. Bu ortak ata ise yalnızca 800-900 yıl geriye dayanmaktadır.

 Yerleşik hayatın getirdiği birtakım olumsuz koşullar olsa da, insanlar yiyecek bulmak için göçebe yaşamak zorunda kalmıyor ve yaşadıkları bölgelerde daha uzun süre kalıcı olduklarından dolayı daha sağlam barınaklar inşa edebiliyorlardı.

 Ancak sanayi devrimi ve modern tıbbın gelişmesiyle çocuk ölümlerindeki büyük düşüş, insan nüfusunun logaritmik bir şekilde artmasına yol açtı. Daha fazla insan daha fazla üretim ihtiyacı demekti ve bu da daha fazla ormanın kesilmesi anlamına geliyordu. Ayrıca artan nüfusla kentler ve kasabalar arttı, en ücra köşelerde bile insan faaliyetleri boy gösterdi. Bu yayılımda insanın yaban hayatıyla rekabete girmesine yol açtı. Nitekim, yaşam alanlarının yok edilmesi, sanayileşmenin artışıyla gelen karbon salınımları, evcilleştirilen hayvanların doğal hayata salınarak yaban hayvanlarını öldürmesi, sürdürülebilir avcılık dışında yüzyıllar önceki yaşam biçimini gelişen teknolojiyle tekrar yaşama duygusu hissetmek isteyen bazı insanların parayla avlanması ve canlıları öldürmesi ve yabancı türlerin yine insanlar tarafından başka bölgelere taşınarak istila etmelerinden dolayı canlı türlerinin nesilleri normalden yaklaşık bin kat daha hızlı yok olmaya başladı.

 Dünya üzerinde insanlığın yaptığı tahribatın geometrik bir şekilde artması, neticesinde kaçınılmaz olarak felaketler getirmiştir ve çok daha büyükleri gelecektir. Daha önce Dünya’nın başına gelen 5 büyük yok oluşun ardından yeryüzünde ilk kez bir canlı türü tarafından gerçekleştirilen yok oluş, birçok bilim insanı tarafından 6. yok oluş olarak ifade edilmektedir.

KUR'ANDA DÜALİZM VE İSLAM DİNİ AÇISINDAN YERYÜZÜNDE GERÇEKLEŞTİRİLEN DENGESİZLİK

 Düalist bir perspektif ile bakıldığında yeryüzünde gerçekleşen tüm bu olayların ontolojik boyutu gün yüzüne çıkmaktadır. Önceki başlık altında bahsedildiği gibi, bir ekolojik denge sağlandığında doğal süreç kendi halinde zaten baş edebilirken, dengesizlik gerçekleştiğinde yok oluşlar ve yeni farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Varlıkların zıtlıklardan meydana gelmesinden dolayı oluşan bu karşıtların mücadelesi, tüm varlıkları ihtiva edecek şekilde bir ahenk oluşturmaktadır. Kaos ile düzen arasındaki bu karşıtlık evrene temel bir yapı kazandırmaktadır. Bir karşıt varlığı çıkardığımızda diğerini anlamsızlaşacağı için, aksi bir durum düşünülemeyecektir.

 Ku’an-ı Kerim’de de evrenin bir düalist yapısı olduğu apaçık bir şekilde anlaşılmaktadır:

“Her şeyden iki çift yarattık ki düşünüp anlayabilesiniz.” (Zariyat Suresi 49. ayet)

“Andolsun şafağa. On geceye, çifte ve teke ve geçeceği sırada geceye.” (Fecr Suresi 1-4. ayetler)

 Benzer bir şekilde, düalist yapıdan dolayı meydana gelen denge ve bunun önemi yine açıkça Kur’an’da ifade edilmektedir:

“Bununla beraber Allah kullarına bol bol rızk seriverseydi, yeryüzünde azar ve taşkınlık ederlerdi. Fakat dilediği kadar ölçü ile indiriyor. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, onları görendir.” (Sura Suresi 27. ayet)

“Göğü yükseltti ve ölçüyü/dengeyi koydu. Ki ölçüyü aşmayasınız. Ölçüyü adaletle gözetiniz; ölçüyü kaybetmeyiniz.” (Rahman Suresi 7-9 ayetler)

 Bu ayetlerden anlaşılacağı üzere, ölçü/denge sağlayarak yaşamak hayatın kilit noktasını oluşturmaktadır. Şöyle ki, bu düalist yapı ve bunun getirdiği denge kurabilme ve bozabilme olasılığı sayesinde insanlar imtihan olabilmektedirler. Nitekim, diğer canlılar imtihan edilmenin dışındadırlar. Çünkü, kendi doğalarına ait bir görev/nişleri vardır ve bunun dışına çıkmamaktadırlar. Çıktıkları durumlarda kendileri sebep olmazlar (bahsedildiği gibi yaklaşık 2-3 milyon yıl önce plasentalı memelilerin keseli memeleri istila etmelerinde bir dengesizlik söz konusudur fakat buna kendileri sebep olmamıştır). Bununla birlikte, diğer canlıların iyilik ya da kötülük yapmaları söz konusu değildir.

 İnsan ise, bahsedildiği sebeplerden ötürü ekosistemden ayrılmıştır ve denge bozabilecek bir konuma geçmiştir. Bu denge bozabilme konumuna geçmeseydi ne kötülük ne de iyilikten bahsedebilirdik. Çünkü, insanın daha önceki ataları için bir ekolojik niş söz konusuydu ve sahip oldukları bir doğal döngü vardı. Ancak insan tamamen doğal yapıdan ayrılmış ve yapay bir hayat sürdürmeye başlamıştır. Bu ekosistemden ayrılış durumu da imtihan olabilme koşulu sağlamıştır. Şöyle ki, kültür ortamında yetiştirilen bitki ve hayvanlardan beslenen insan türü, eğer ihtiyaçlarını tamamen ekosistemlere bağlı canlılardan karşılamaya çalışırsa, yeryüzündeki yaşam çok kısa bir süre içerisinde yok olacağı için, neticede insan kendini de yok etmiş olacaktır. Şaşırtıcı olmayacak bir şekilde Kur’an-ı Kerim’de bu durum da anlatılmaktadır:

“Rabbin, meleklere şöyle demişti: “Yeryüzüne bir halife yerleştireceğim.” Melekler de: “Orada bozgunculuk yapacak, kan akıtacak birisini mi yerleştireceksin? Halbuki biz seni överek yüceltiyor ve mutlak otoriteni onaylıyoruz”, dediler. “Bilmediğinizi Ben bilirim”, dedi. Adem’e tüm isimleri (nitelemeleri) öğretti, sonra onları meleklere sunup, “Doğru iseniz, şunların isimlerini (niteliklerini) siz bana bildirin”, dedi. (Bakara Suresi 30-31. ayetler)

  Bu ayetlerde, insandan önce bir selefi olduğu anlaşılmaktadır. İnsanında onların yerine geçen bir bozguncu olduğu görülmektedir. Bu ayette, daha önceki atalarından farklı olarak denge bozan insan figürünü çok iyi göstermektedir. Tekrarlayacak olursak, yeryüzünde denge bozabilen tek canlı türü insandır ve bu ayetlerdeki anlatımda tamamen örtüşmektedir.

 Hayatta temelinde yapılması gereken doğru ve yanlış olan olguları belirleyen yasa, evrenin düalist yapısıdır. Her şeyin çiftlerden meydana gelmesiyle varlığın ortaya çıkmış olduğu net bir şekilde görülmektedir. Bize düşen ise bu bakış açısıyla yaklaşarak, olguları temelden değerlendirip, yapılacak eylemleri doğru bir şekilde düşünmeye çalışmaktır.

 Kur’an-ı Kerim’in evrenin yapısına ilişkin getirdiği ifadeler, ontolojik gerçekliklerle uyumludur. Bu da bu kitabın bir Tanrı tarafından gönderildiğine bir kanıt olmaktadır.

 Kur’an-ı Kerim’in indirildiği dönemden önce, gerek Hint felsefesi, gerek Çin felsefesinde ve özellikle de Antik Yunan felsefesinde düalist kozmolojiye ilişkin birçok yazıt, diyalog ve eser bulunmaktadır. Şöyle ki, Budizm’in en önemli figürü olan Buddha ve Könfüçyüsçülük öğretisinin kurucusu Könfüçyüs gibi bilginler, hayatta bir denge sağlayarak yaşama gayesini benimsemiş, toplumun genel alışkanlık ve tutkularıyla sürüklenen ve haz odaklı bir yaşam tarzından ziyade anlam arayışına girmişlerdi. Antik Yunan’da da Herakleitos, düalist kozmolojiyi meydana getiren karşıtların varlıklarından oluşan bir evren anlayışını göstermiş, tek değişmeyeninin değişim olduğunu ve varlıkların göreli olduğunu dile getirmiştir. O, bu noktada evrenin tasavvuru konusunda Elea okulunun temsilcisi Parmenides’ten ayrılmıştır.

 Düalist yapıya ilişkin bu tarihsel kayıtlar, Kur’an’ın indirildiği dönemde, tanrının varlığını reddeden bir kimse tarafından Hz. Muhammed ya da başka bir çağdaşı tarafından yazıldığını iddia edebilir. Çünkü, onun zamanından önce düalist kozmolojiye ilişkin bilgiler mevcuttu (Her ne kadar Antik Yunan eserleri o zaman arapçaya çevrilmemiş olsa da, o bilgilerinin Arap dünyasına geçmiş olma olasılığı azda olsa var olduğunu düşünerekten bu potansiyel itirazı varsayabiliriz). Ancak, Bakara Suresinde geçen ifadelerden de anlaşılacağı üzere, düalist kozmolojiye ilişkin ayetler salt bir şekilde tasvir edilmemektedir. O ayetlerde geçen ifadelerin bir insan tarafından yazılabilmesi için Dünya’nın yaşamının tarihine dair bir bilgi birikimine de sahip olmaları gerekir. Zira, 7. yüzyılda canlılığın evrimine dair neredeyse hiçbir şey bilinmiyordu. O zaman sahip olunan kısıtlı bilgilerde, gözlem ve deneylerden elde edilen bilgiler değil, tümdengelimsel açıklamalardı. Canlılığa dair olan birtakım düşüncelerde doğruluk payı ve çağına göre zekice düşünülmüş olsa da, birçoğu da yanlıştı. Ancak Kur’an, insandan önce birtakım türlerin olduğunu halife atayacağını belirterek göstermiş, bozgunculuk çıkaran bir tür olacağı bilgisini anlatarak Dünya üzerindeki diğer türlerden farklı olduğunu belirtmişti. Bu bilgilere ise, o dönemdeki hiçbir insan ulaşmamıştı (Kur’an’da, Bakara Suresinde geçen ifadeler doğa tarihine ilişkin net bir bilgi sunmaz. O ayetteki anlamlara dair getirdiğim bakış açısı, ancak günümüzdeki biyoloji bilgi birikimi ile mümkündür. Nitekim, Kur’an ne bir felsefe ne de bir bilim kitabıdır.

 Kur’an-ı Kerim’de düalizme ilişkin birtakım ilgi çekici işaretlerde bulunmaktadır. Kur’an’da geçen karşıt varlıkların tüm kitaptaki sayıları eşittir. Sözgelimi, hayat ve ölüm kelimeleri 145 defa geçmektedir. Aynı şekilde, fayda ve zarar 50, erkek ve kadın 24, şeytan ve melek 68 ve dünya ve ahiret kelimeleri 115 defa geçer. Benzer bir şekilde, birbirleriyle alakalı olan kelimelerde aynı sayıda geçer. Örneğin bitki ve ağaç kelimeleri 26 defa geçmektedir.

 Zıt varlıklara ilişkin bu tutarlı rakamlar, Kur’an’ın evrenle olan uyumu göstermektedir. Allah tarafından indirilen bir kitap olmaya da bir başka kanıt olmaktadır. Binlerce ayetin farklı farklı noktalarında geçen ifadelerin, kitabın anlam bütünlüğü bozulmayacak bir şekilde aynı sayıda geçmesi bir insan tarafından -özellikle de 7. yüzyılda- yapılması olanaksızdır. En başarılı şairler bile, anlam bütünlüğünü bozmadan kısacık şiirlerin kafiyelerini zahmetli zihinsel faaliyetler sonrasında yapabilmektedir. Binlerce ayeti barındıran Kur’an-ı Kerim’de bu şekilde hem kendi içerisinde hem de ontolojik olarak uyumlu olması oldukça ilgi çekicidir.

 Son olarak, İslam dini bakış açısıyla baktığımızda, düalist kozmolojinin sağlamasıyla insanların imtihan zorlukları tamamen eşit sevyededir. Şöyle ki, kabaca olası en zıt iki durumu düşünecek olursak, bir tarafta zengin, sağlıklı ve fiziksel özellikleri iyi; bir diğer tarafta oldukça yoksul, engelli ve sefalet içinde bir insan. Bu iki olası en uç durumdada, her iki kişi içinde imtihan zorluğu aynıdır. Çünkü varlık içinde yaşayan kişi Dünya hayatının zevkine kapılıp Allah'ın varlığını umursamadan yaşamaya ihtimaliyle test edilirken, diğer taraftan yoksul olan sahip olamığı için isyan etme olasılığıyla test edilir. Orta durumda ise, her iki durumdan biraz sahip olan kişi, toplamda yine aynı imtihan zorluğu ile karşı karşı kalacaktır. Bu da yine evrenin iki zıt karşıtlardan meydana gelmesinden dolayı oluşmaktadır.