Bütün Din ve İnançları Batıl İlan Ederek Tek Başına Onlara Meydan Okuması - Kâdî Abdülcebbâr


 



[3] Bu konuya Kur’ân’da olan âyetlerle ve onu işiten kimse için Kur’ân derecesinde kesinlik ifade eden haberleriyle başlayalım. Resûlullah’ın (s.a.) haberlerini işiten herkes onun Mekke’de ortaya çıktığını, yahudileri, hıristiyanları, Rûmları, Farslıları, Mecûsîleri, Hindlileri, kendi kavmi olan Kureyş’i ve Arapları tekfîr ettiğini ve onlardan teberrî ettiğini kesin olarak bilir. Resûlullah (s.a.), onların ilâhlarını ayıpladı, seleflerini tekfîr etti, dinlerinin dalâlette olduğunu söyledi ve birliklerini dağıttı. Onlara şöyle dedi: “Allah, beni resûl olarak gönderdi ve âlemlerden beni seçti. Beni, benim davetimin ulaştığı öncekilere ve sonrakilere karşı hüccet kıldı. Beni, nebîlerin hâtemi ve resûllerin sonuncusu yaptı. Şüphesiz benim dinim bütün dinlere galip gelecektir. Şüphesiz benim ve bana tâbi olanların davası yücelecek ve galip, muzaffer ve mâlik olanlar onlar olacaktır.”


[4] Resûlullah, bunu söylerken fakir, tek başına ve ücretle çalışan bir aile reisi idi. Bu davet sebebiyle onları kızdırmış ve öfkelendirmişti. Tek başına olmasına rağmen onlara zillet elbisesi giydirmişti. Onları öyle kızdırmıştı ki onu azarladıktan ve ayıpladıktan sonra ona yasak ve engel koydular. Onu uyardıktan sonra kökünü kazımak ve yok etmekle tehdit ettiler. Fakat o, işinde onlara üstünlük sağladı ve şöyle dedi: “Beni resûl olarak gönderdiği zaman Rabbime, “Eğer ben bunu Kureyş’e söylersem, benim başımı koparırlar.” dedim. Rabbim de bana, “Onlara söyle ve teblîğ et! Bu, onları kızdıracak, sana karşı her türlü kötülüğü yapacaklar, sana düşmanlık yolunda hizipler kuracaklar ve tehditler savuracaklar ve seninle savaşmak için asker toplayacaklar. Ben, seni onlara karşı koruyacağım. Senin için onlardan ve başkalarından ordular göndereceğim. Akıbet senin olacaktır.” Rabbim, bunu ve bundan daha şiddetlisini söyledi.”


[5] Onu tasdik etsin veya yalanlasın, onun haberlerini işiten herkes bunu bilir. O, bir mahlûka sığınmıyor, zamanının krallarından herhangi birine yanaşmıyor ve bir beşere ilticâ etmiyordu. Bilakis hepsine birden düşmanlık oku fırlatıyor ve hepsini kızdırıyordu. Bu yaptığı şey, onları kendisine düşman olmaya sevk etti. Sonra bunun gelip geçici bir söz olmasına razı olmadı. Bilakis onu ebedîleştirdi ve yazıya geçirdi. Onu okunan bir kitap ve tilâvet edilen bir Kur’ân yaptı. Düşmanlarına işittirerek, “Rabbim bana söyledi.”; “Bunu, benim ve sizin Rabbiniz bana vahyetti.” diyordu. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Bir zaman sana, “Rabbin insanları kuşatmıştır.” demiştik.” (İsrâ, 17/60); “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan, O’nun mesajını tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur.” (Mâide, 5/67).



[6] Bu, onların öfkesini artırdı. Bu yüzden müşrikler, yahudiler, hıristiyanlar, Farslılar ve Mecûsîler, ona düşmanlık, onu ele geçirme ve öldürme konusunda tek el gibi oldular. Onlar kin, kibir, zor kullanma ve intikam alma hususunda insanların en şiddetlisi idiler. Onlar, develerini ve atlarını ayıplayan kimseye bile sessiz kalamazlarken, ilâhlarını, babalarını ve akıllarını ayıplayan ve dinlerinin sapık olduğunu söyleyen kimseye nasıl sessiz kalsınlar? Resûlullah, onların arasında tek başına bir adam olduğu hâlde Allah onu onlardan korudu. O, ölüm meydanında, korku çukurunda, yetimliğin ezikliği ve yalnızlığın ıssızlığı içinde onlardan kaçarak herhangi bir mahlûka sığınmadı. O, bu hâlde iken Allah onları ondan uzak tuttu. Onun nübüvvetinin âyetlerinden ve delillerinden sadece bu olsaydı, yeterdi ve artardı bile! Çünkü bu, birçok gaybî bilgiyi haber vermektir. Nitekim o, onları kızdıran ve öfkelendiren şeyleri getirmesinin yanı sıra, bütün Kureyş’in, bütün Arapların, bütün yahudilerin ve bütün hıristiyanların her birine “Siz beni öldüremezsiniz!” demiştir. Resûlullah, bu sözleriyle sanki onları kendi üzerine saldırtıyor ve onları kendisine kötülük yapmaya sevk ediyordu. O, bütün bunları onlara söylüyordu fakat kimse ona zarar veremiyordu. Bu, yeterli ve açık bir delildir.

Kadı Abdülcebbar, Tesbitû Delailü'n-Nübüvve,s.46-48