Nedensellik, Bilim ve Metafizik

 




Hülya YALDIR* - Sibel KİRAZ**


Özet

Bilim, nedenleri ve etkileri tanımlanan doğal olayların daha iyi bir şekilde

anlaşılabileceğini varsayar. Pek çok durumda bilimsel metot, meydana gelen her

olayın kendisini belli bir etkinin izlediği özel bir nedene sahip olduğunu kabul

eder. Buna göre, etkiler nedenlerin deneyimsel bilgisinden sonuç olarak

çıkarsanabileceği gibi, nedenlerin bilgisi de etkilerin bilgisinden türetilebilir.

Neden, bir şeyin niçin meydana geldiğini açıklarken, sonuç, ne olduğunu betimler.

Tabiat ya da bilim hakkındaki bütün çalışmalar, neden ve etki, yani nedensellik

yasasıyla ilgilidir. Bu makalede, nedenlerde var olduğu farz edilen ‘kuvvet’,

‘etkinlik’ veya üretken güç’ kavramını ayrıntılı bir şekilde ele aldıktan sonra,

bilimin temel aldığı nedensellik ilkesinin esasında hiçbir mantıksal ve deneysel

dayanağının olmadığını göstermeye çalışacağım.

Anahtar Terimler

Tümevarım Problemi, Hume, al-Gazzâlî, Kant, Özgür İrade, Kuantum.

* Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi

** Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü Lisans Öğrencisi

1. Hume ve Nedensellik

İngiliz düşünürü Hume nedensellikle ilgili meşhur analizi ya da değerlendirmesini

İnsan Doğası Üzerine Bir inceleme ile İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Araştırma

isimli eserlerinde ele almıştır. Söz konusu yapıtların önemli bir bölümünde filozof,

Newton mekaniği üzerine yükselen fiziki determinizme karşı adeta savaş açmış ve

böylece endeterminizmi destekleyen çok önemli fikirler ileri sürmüştür. Burada

özellikle, olgu durumlarıyla ilgili kullanmış olduğumuz temel çıkarsama türü olan

nedensel, yani tümevarımsal akılyürütmenin ayrıntılı bir çözümlemesini yapmıştır. Ona

göre, insan aklının tüm nesnelerini iki ana kategoriye ayırmak mümkündür: ‘idelerin

bağlantıları’ ve ‘olgu durumları’. Bunlardan birincisi, sadece düşüncenin işlemleriyle

keşfedilebilen doğrulukları içerirken, ikincisi ise dünyada gerçekten varolanla bağlantı

kurmak suretiyle keşfedilebilen doğrulukları kapsar. Tüm mantık ve matematiğin

doğruları birinci gruba girerler, çünkü bunlar kavramlarımız arasındaki içsel bağlantıları

ifade ederler. Örneğin: ‘İki kere beş on eder’ derken, ‘iki kere beş’ kavramıyla ‘on’

kavramı arasında bir çeşit eşitlik bağlantısının sağlandığı ifade edilmiştir. ‘Totoloji’

olarak da adlandırılan bu tür önermelerin reddi kendisiyle çelişik önermeler ortaya

çıkarır ki, bunların doğruluğu mantık yasaları bakımından mümkün değildir. ‘İki kere

beşin on’ olmayacağını ya da ‘bekârın evli’ olduğunu iddia etmek mantıksal bir

çelişkidir. Hume’un burada ‘ideler arasındaki bağlantılar’ dediği şey aslında Kant’ın a

priori doğrularına karşılık gelir ki, bunların hepsi analitiktir. Söz konusu önermelerin

evrensellikleri ve zorunlulukları vardır ve istisnaları mümkün değildir. ‘Bekar,

evlenmemiş kişidir’ yargısında yüklem öznede içerilmiştir. Diğer bir ifadeyle, bu tür

analitik önermelerde özne ile yüklem özdeştir. Buna göre, özdeşlik ilkesi gereğince söz

konusu önermenin doğruluk değeri doğrudur. Fakat bekârın evli olduğunu iddia

ettiğimiz zaman mantık yasalarından çelişmezlik ilkesi aykırı davranmış oluruz. Çünkü

çelişmezlik ilkesi bize, bir şeyin aynı zamanda ve mekânda hem kendisi hem de

kendisinin dışında bir şey olmayacağını söyler. Ama burada yapılan yanlış olgusal

değil, daha ziyade mantıksal niteliktedir. Bu tür totolojik önermeler yüksek bir kesinlik

derecesine sahip olsalar da, evrende gerçekten varolan şeylerle ilgili bilgi vermezler.

Önermenin öznesinde varolan bilgi, yüklem tarafından tekrar edilir. Başka bir deyişle,

yüklem, özne veya konunun içlem ve kaplamına yeni bir şey katmaz, sadece onda

varolan bilgiyi tekrar etmekle yetinir.

Totoloji olarak adlandırılan zorunlu önermelerin aksine, dünya ile ilgili içerikli

bilgiler ileri süren öyle yargılarımız veya doğrularımız vardır ki bunların aksini iddia

etmek mantıksal bakımdan bizi hiçbir şekilde çelişkiye düşürmez. ‘Güneşin yarın

doğmayacağını’ iddia eden bir önerme, ‘Güneşin yarın doğacağını’ iddia eden

önermeden ne daha az akla yakın ne de daha fazla çelişki içermektedir.’1 Hume,

özellikle ‘olgu durumlarıyla ilgili tüm akıl yürütmelerin neden ve etki bağıntısında

1) Hume, Enquiry concerning Human Understanding (73) Section IV, part i.

temellenmiş gibi göründüklerini’ ifade eder.2 Ancak burada, Hume için asıl

düşünülmesi gereken ‘neden’ ve ‘etki’ bağının gerçekte ne anlam ifade ettiğidir. Pek

çok bilim adamının veya filozofun dile getirdiği gibi, her etkinin mutlaka belli bir

nedeni ya da her nedenin belli bir etkiyi (eseri) doğurmasının zorunlu olması ne

demektir? Örneğin, ateşin kâğıdın yanmasına neden olduğunu söylerken ne demek

istiyoruz? ‘Bir şey, diğer bir şeyin nedenidir’ derken, deneyim ve gözlemlerimiz bize,

bu iki farklı şey arasında üç tür ilişkinin varlığını bildirir (veya varlığına inandırırlar).

Bunlar; ‘öncelik’, ‘birbiriyle temas’ halinde olma ve ‘zorunlu bağlantı’dır. Buna göre,

şayet A gibi bir olay B gibi bir olaya neden oluyorsa; 1) A’nın zaman bakımından

mutlaka B’den önce geldiğine, 2) A’nın, B ile temas veya ilişki halinde olduğuna ve 3)

A’nın, B’ye neden olduğuna ya da her ne zaman A verilirse, B’nin bunun doğal bir

sonucu olarak zorunlu olarak meydana geleceğine veya gelmesi gerektiğine inanırız.

Hiçbir etki tabi olarak nedeninden önce gelemez. Burada, yani birinci ilişkide, bir

problem yoktur. Fakat Hume, ikinci koşulu daha sonra bir tarafa bırakır; çünkü ay temas

halinde olmadan med cezire neden olabilmektedir. Onun üzerinde asıl durduğu, üçüncü

türden ilişki çeşididir, yani zorunlu bağlantı kavramıdır.3

Genellikle bir kâğıt parçasını ateşe tuttuğumuz zaman onun yanması gerektiğini

ya da elimizde tuttuğumuz bir kitabı bıraktığımız zaman onun yere düşmesi gerektiğini

söyleriz. Hume, haklı ve doğru olarak buradaki gerekliliğin (olmalı, yanmalı veya yere

düşmelidir’in) mantıksal bir gereklilik olamayacağına işaret eder. Yani, kâğıdın

yanması ya da kitabın yere düşmesi olayında mantıksal bir zorunluluk yoktur. Çünkü bir

kâğıt parçasının aynı koşullar altında ateşten etkilenmemesi, kitabın ise yere düşmek

yerine yukarı doğru çıkması pekâlâ mümkündür. Bu nedenle, kâğıdın yanmadığını veya

kitabın yukarı doğru yükseldiğini iddia etmek mantıksal bakımdan herhangi bir çelişki

yaratmaz. Bunun gibi olgusal önermelerin doğruluğu da, yanlışlığı da zorunlu değildir.

Hatta onlar, doğru da olsalar, inkâr edilebilir ve inkârı bizi hiçbir şekilde çelişkiye

düşürmez. Kâğıdın ateşe tutulduğunda yanmadığı veya kitabın bırakıldığında yukarı

doğru yükseldiği iddiasında bulunursak, sadece yanlış bir hükümde bulunmuş oluruz.

Fakat burada yaptığımız yanlışlık mantıksal değil, olgusal niteliktedir. Doğruluk değeri

olgusal olan bu tür önermelerin doğruluk ve yanlışlıkları yeni olgu ya da verilerle her

zaman değişebilir. Öyleyse, bizim nedensel zorunluluk fikrimiz mantıktan çıkmaz.

Yani, neden ve etki arasındaki ilişki mantıksal anlamda zorunlu bir ilişki değildir. Şayet

olgusal önermelerin tersini düşünmek çelişik olsaydı, o zaman nedensellik ilişkisinin

zorunlu bir ilişki olduğunu düşünebilirdik. Ama onların tersini düşünmek çelişki

yaratmamaktadır.

Eğer nedensel zorunluluk fikrimiz mantıktan gelmiyorsa, bu fikir bize gözlem

veya deneyimden gelmiş olabilir mi? Hume’un buna verdiği yanıt ise yine olumsuzdur.

Çünkü bizim gözlemlerimizde zorunluluk fikrine ya da idesine karşılık gelen hiçbir şey

yoktur. Diğer bir ifadeyle, bu fikrin kaynağı sayılabilecek üretken güç ya da kuvvet

hakkında herhangi bir duyu izlenimine sahip değiliz. İde ya da kavramlarımız duyusal

izlenimlerimizin soluk birer kopyaları olduğuna göre, kökü izlenimlerde olmayan hiçbir

idemiz de var olamaz. Biz A olayının B olayına neden olduğunu söyleyebiliriz. Fakat

fiili olarak gözlemlediğimiz şey, A olayında belli bir sonucu zorunlu olarak ortaya

çıkardığı varsayılan üretken güç veya kuvvet değil, yalnızca A olayının B olayı tarafın-

2) Hume, a.g.e., Section XII, part iii.

3) J. Cottingham, Rationalism, p.79.

dan izlenmesidir. Bu sebeple, nedensellik gibi onlara ek olarak gözlemleyebildiğimiz

üçüncü bir şey yoktur. Her zaman ve değişmez bir şekilde gündüz geceyi, gece de

gündüzü izler, fakat ne gündüz gecenin, ne de gece gündüzün nedenidir. Gözlemlediğimiz

tek şey olayların değişmez birlikteliği ya da hep ard arda gelişidir, bu ise

nedensel bağlantıyla aynı şey değildir. Olayların aynı dizilişini veya ard arda gelişini

pek çok örnekte deneyimlemek nedensel bir bağı açığa çıkarmaz, fakat zihnimizin

işleyişini özel bir biçimde etkiler. O bizde, örneğin elimizde tuttuğumuz bir kitabı

bıraktığımız zaman düşmesini veya bir kâğıt parçasını ateşe attığımız zaman onun

yanmasını bekleme alışkanlığı meydana getirir. Zihinlerimiz, tecrübe yoluyla iki olayın

düzenli bir şekilde birbiri ardınca geldiklerini gördükten sonra, her ne zaman A ile

karşılaşınca, onun B tarafından izleneceğini bekleyecek şekilde kurulmuştur. Yani,

deneyim ve tecrübelerimiz bizde bir bekleme ya da varsayma alışkanlığı meydana

getirir. Zihnimiz B ile karşılaşınca, bir A’nin ondan önce gelmiş olduğunu varsayar ya

da A ile karşılaşınca, onun B tarafından izleneceğini bekler. İşte bu bekleme ya da

varsayma alışkanlığına dair bilincimiz, zorunlu bağlantı idemizdir. Ve biz bu ideyi

yanlış ve haksız bir şekilde zorunlu bağlantı algıladığımızı kabul ederek, bizden

bağımsız bir şekilde varolan fiziksel dünyaya yansıtırız. Diğer bir ifadeyle, alışkanlık

duygusundan doğan bir ideyi sanki bir zorunluluğu kavrıyormuşuzcasına fiziksel

olaylar arasındaki bir ilişkiye mâl ederiz. Gerçekte bizim bilebildiğimiz tek şey bilinç

içeriklerimizdir; izlenimler, tasarımlar ve onlar arasındaki ilişkilerdir. Çoğu zaman

yanlış olarak tasarımlar arasındaki bir ilgiyi, nesneler arasındaki bir ilgi şekline sokarız.

İnsan subjektif olan bir bağlantıyı objektifleştirir, yani nesnelerin bir niteliği haline

sokar.4 Bu hususu Hume şöyle dile getirir:

Belirli bir olay türü… bir diğeriyle bir arada bulunuyorsa… objenin birine

Neden, diğerine ise Etki diyoruz. Biz onlar arasında bir bağlantı olduğunu

varsayıyoruz; birinde varolan güç, mutlak bir şekilde diğerini üretir...

Olaylar arasındaki bu zorunlu bağlantı fikri..., bu olayların sürekli bir

arada olmalarından (sabit birlikteliğinden) doğar…Benzer olayların bir

tekrarından sonra, zihin bir olayın ortaya çıkmasıyla, alışkanlık sonucu

diğerinin olacağı beklentisi içine girer…. Bu nedenle, zihnimizde

hissettiğimiz (yaşadığımız) bu bağlantı... Zorunlu bağlantı fikrini

oluşturduğumuz duygu ya da izlenimdir. Olayda bundan ötesi yoktur.5

Hume’a göre, gözlemlediğimiz tek şey olayların düzenli ve sürekli tekrarından

başka bir şey değildir. Örneğin, ateş üzerine konan bir kâğıt parçasının yandığını gören

bir çocuk ile yetişkin bir insanın gözlemi arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü yetişkin

olan çocuğun görmediği herhangi bir şeyi görmüş değildir. O, çocuğa nazaran, sadece

aynı tür deneyimlerin ard arda gelişini daha sık olarak görmüş ve buna bağlı olarak iki

olay arasında zorunlu bir ilişki bulunduğu inancına kapılmıştır. Ama bu, yani

4) Hume’un mantık ve deneyim yoluyla geçerli kılamadığımız nedensellik kavramı konusundaki

görüşleri için bkz., D. Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir soruşturma (çev. O. Aruoba),

ss. 51-61; B. Magee, Büyük Filozoflar: Platon’dan Wittgenstein’a Batı Felsefesi Tarihi (çev.

A. Cevizci), ss. 148-150; J. Cottingham, Rationalism, ss. 78-82; G. Vesey & P. Foulkens,

Dictionary of Philosophy, s. 139; Peter A. Angeles, A Dictionary of Philosophy, ss. 33-4;

Anthony Harrison-Barbet, Mastering Philosophy, ss. 90-93.

5) Hume, a.g.e., Section VII, part ii.


zorunluluk fikri, onun deneyimde bulduğu bir şey değildir, çünkü o, nedenlerin

varsayılan ‘üretken gücü’ ya da ‘kuvvet’i hakkında herhangi bir ‘duyusal izlenime’

sahip değildir. Öyleyse ‘nedensel zorunluluk’ fikri, fiziksel dünyada varolan herhangi

bir şeye karşılık gelmez, sadece geçmiş gözlemlerimizin tekrarına dayanan alışkanlıkla

ilgili beklentilerimizin bir sonucu olarak zihnimizde doğmuş olan bir şeydir. Olayların

sürekli ve sabit tekrarı bizde bir bekleme alışkanlığı meydana getirir. Bu alışkanlığa dair

bilincimiz, zorunlu bağlantı idemizin kaynağıdır. Biz bu ideyi haksız olarak, zorunlu

bağlantı algıladığımızı varsayarak, içinde yaşadığımız fakat bizden bağımsız bir

varoluşa sahip fiziksel dünyaya yansıtırız.

Böylece Hume neden ve etki arasında zorunlu bir bağ olduğunu ileri süren

bilimsel nedenselliği şiddetle eleştirerek dünyada zorunlu nedensel bağlantıların

olmadığı sonucuna ulaşmıştır. Ona göre bu ilke sadece zihnin bir alışkanlığıdır. Çünkü

deneyden çıkmamaktadır. Gözlemden elde edilen veri, neden ve etkinin sürekli

birlikteliği ve ardışıklığından ibarettir. Gözlem bize zorunluluğu vermemektedir.

Üstelik nedensellik sahip olduğumuz iki akılyürütme yöntemi olan tümdengelim ve

tümevarımla da ispatlanamamaktadır.6 Tümdengelime, yani dedüktif akılyürütmeye

göre zorunlu doğruların yanlış olduğunu düşünmek bizi çelişkiye götürür. Oysa

~(Nedensellik) şeklinde bir varsayım önermesi oluşturup çözümleyici çizelge yöntemiyle

denetlediğimiz zaman en az bir tane açık yolla karşılaşırız. Bu açık yol,

yukarıdaki ifadenin en az bir yerde doğru olduğunun, yani problemli olmadığının

göstergesidir. Varsayım önermesi tutarsızsa asıl önerme geçerlidir. Tutarlılığı anlatan

açık yol ise asıl önermenin yani nedenselliğin geçersiz olduğunu ifade eder. Bu da bize

nedenselliğin dedüktif olarak ispatlanamayacağını gösterir.

Yasa, her koşulda her şartta istisnasız geçerli, genel-geçer olandır. Yukarıda ifade

ettiğimiz gibi yanlışlamacı bir mantıkla hareket ettiğimizde, nedenselliğin en az bir tek

yerde işlemediğini görsek bile, onu mantıki olarak yanlışlamış oluruz. Böylece ilke

olmaktan çıkmış olur, zorunluluğu ortadan kalkar.

Nedenselliği tümevarımla ispatlamaya çalışmak da nafile bir çabadır. Çünkü

bizzat şüphe altında olan yöntemin kendi kendisiyle kanıtlanmaya çalışılması

döngüsellikten başka bir şey değildir. Tümevarım’ı tümevarım’la ispatlamaya

kalktığımızda elde ettiğimiz sonuç ancak tümevarım yöntemi kadar güvenilir olabilir.

‘Her olayın bir nedeni vardır’ önermesi nedenselliğin bir ifadesidir. Bu önerme üzerine

yükselen tümevarımın ispatı da ancak bu önermenin ispatıyla mümkündür. Fakat bu

6) Bu tümevarım problemi olarak adlandırılır: Bir grubun belli bir kısmının gözlemleyerek, bütün grup hakkında yargıda bulunmanın, yani tekil gözlem önermelerinden hareketle tümel önerme, bilimsel yasa veya teorilere geçisin haklı bir geçiş olmadığını dile getiren problemdir. Esasında, gözleme dayanan bilimsel bilginin yalnızca tümevarın yönetmiyle elde edildiğini veya edilebileceğini iddia eden görüşe karşı geliştirilmiş bir eleştiridir. Yani, farklı koşullar altında çok sayıda havaya atılan taşların gözleminden hareketle, gözlemlenen tüm havaya atılan taşların düşme özelliğine sahip olmalarından hareketle ‘havaya atılan bütün taşlar düşer’ yargı veya sonucunun çıkarılabileceğini iddia eden tümevarım ilkesinin geçerli olmadığını ve bunun hiçbir şekilde tümevarım ve tümdengelim mantığıyla doğrulanamayacağını tartışan problem. Hume’un ortaya koyduğu tümevarım problemi için bkz., Ahmet Cevizci, Felsefe, ss. 83-4, 132-4; A. Chalmes, Bilim Desikleri (çev. H. Arslan), ss. 46-7;Anthony Harrison-Barbet, Mastering Philosophy, s.94; M. Black, Induction’ Encyclopedia of Philosophy (ed. D. M. Borchert), vol.4, s. 639.


ilkenin kendisi tümevarımla elde edildiğinden sağlamasının tümevarımla yapılması bizi

bir adım öteye götürmez. Bu yüzden, bu ilkeyi zaten bu ilkeye dayanan endüktif akıl

yürütmeyle kanıtlayamayız.

Diğer taraftan bütün tümevarım sonuçları geçersizdir. Mantıkî anlamda geçerlilik

sonucun öncüllerden zorunlu ve doğru olarak çıkması demektir. Bu ‘eğer öncüller doğru

ise sonuç zorunlu olarak doğrudur’ anlamına gelir. Fakat tümevarımda öncüllerimiz

doğru olsa bile bu sonucumuzun doğruluğunu garantilemez. Çünkü sonuç öncüllerden

zorunlu olarak çıkarılmamaktadır, öncülleri aşmaktadır. Geçerlilik, tümdengelimde söz

konusudur. Fakat tümdengelim bize tümevarım’ın verdiği sentetik yani yeni imal

edilmiş bilgiler vermez. Tümevarımda öncüllerin doğruluğundan eminizdir, tikel olanları

gözlemleyerek bilgilerine sahip olabiliriz. Fakat bütünü gözlemlememiz mümkün

olmadığı için genelleyerek elde ettiğimiz sonucun doğruluğundan emin değilizdir.

Gözlemlenemeyenlerin gözlemlenenler gibi olduğuna dair bir dayanak noktamız yoktur.

Tümevarımda tümdengelimde olduğu gibi öncüller ve sonuç arasında sıkı bir bağlantı

mevcut değildir.7 Bilimin endüktif yolla elde etmeye çalıştığı yasaların kendilerinden

başka kanıtları yoktur. Doğada kanun yoktur. Gerçek olanın aklî, aklî olanın gerçek

olduğu ön kabulüyle ulaşılan yasalar zihinsel bir süreçle refleksif olarak elde edilir. Ve

doğaya ait oldukları varsayılır. Nedenselliğin doğruluk derecesi de varsayılan bu

yasalardan farklı değildir. Bilimin temel sorusunun ‘neden?’ sorusu değil de ‘nasıl?’

sorusu olması nedenselliğin zaten baştan kabul edilmesinden ileri gelir.

Bilim geleceği bilme iddiasındadır. Fakat bugüne kadar olanlar, bundan sonra

olacakların garantisi değildir. Bugüne kadar her gün güneşin doğmuş olması, yarın da

doğacağını kesinleştirmez. Üstelik yarın güneş doğmazsa bunda hiçbir mantıki bir

çelişki olmaz. ‘Tuğla gibi ağır nesneler toprak yüzeyinden koptuklarında, eğer

engellenmezlerse, aşağıya doğru düşerler’ önermesi yanlışlanabilir bir önermedir.8

Yerinden edilen son tuğlanın yukarıya doğru ‘düşmesi’ mantıki bakımdan mümkündür.

Gözlemin desteklediği böyle bir önerme bulunmasa da, ‘tuğla yerinden edildiğinde

yukarıya doğru düştü’ önermesinde hiçbir mantıkî çelişki yoktur.9 Yer çekimi kanununa

göre, tuğlanın yukarıya doğru düşmesi mümkün değildir. Bu kanunun tümevarıma

dayanarak geliştirildiğini, tümevarımın da nedenselliği içerdiğini düşünürsek,

nedensellik bu argümana göre de zor durumda kalır. Rasyonaliteyle çelişmediği halde,

nedensellikle çelişen bu önerme bize aklın nedensellik karşısındaki tavrını

göstermektedir. Her ne kadar Gazzâlî’nin nedenselliğe dair fikirlerine ikinci bölümde

yer vermek istesek de, onun bu konudaki çarpıcı örneklerine değinmek yerinde

olacaktır: ‘Evinde bir kitap bırakanın, evine döndüğünde; bu kitabın parlak bir oğlana,

hareket sahibi akıllı varlığa veya bir hayvan (köpek) haline dönüşmesine cevaz

verebilir. Ya da (evinde) bir kül bırakıp döndüğünde onun bir misk haline dönüşmesine,

taşın altın haline, altının taş haline dönüşmesine cevaz verebilir. Kendisine bunlardan

suâl edildiğinde ‘şu anda evde ne olduğunu bilmiyorum’ demesi gerekir. Benim

bildiğim şey; sadece evde bir kitap bırakmış olmaklığımdır, belki de o, şimdi bir at

haline dönmüştür… Fakat Allah Teâlâ, bizim için o mümkinâtı yapmadığını bildiren bir

bilgi yaratmıştır. Biz bu durumların vacip (zorunlu) olduğunu değil, mümkün olduğunu

7) Necati Öner, Klasik Mantık, ss. 175-8; Teo Grüngberg & Adnan Onart, Mantık Terimleri

Sözlüğü, s. 138; A. Kadir Çüçen, Klasik Mantık, ss. 18-21, Doğan Özlem, Mantık, ss. 36-8.

8) Hume, Enquiry Concerning Human Understanding (73) Böl. IV, Kıs i.


iddiâ ediyoruz… Olabilir de olmayabilir de. Alışkanlığın sürekliliği ve ardarda gelmesi;

zihnimizde onların (olayların) ayrılmaz biçimde (başka türlü olmayacak şekilde) geçmiş

alışkanlıklara uygun olarak cereyanına müsâade ediyor.’10

Doğada yasaların varolduğunu düşünmek ve bu yasaları keşfetmeye çalışmak

bize enstrumantalistleri hatırlatıyor. Onlar teorilere işlevsel bir konum tahsis etmişlerdir.

Teorilerin fenomenleri açıklamak, onları birbirleriyle bağlantılandırmak ve yeni

fenomenleri tahmin etmek için kullanılan yararlı enstrümanlar olduğunu düşünürler.

Nedensellik pozitivist anlamda reddedilirse fenomenlerin arka arkaya dizilişi bilimsel

olarak açıklanamaz. Teoriler gerçekle örtüşmese de, en azından örtüşüp örtüşmedikleri

kesin olarak bilinemiyor, tam olarak doğrulanamıyorsa da fenomenlerin gerçek

olduğunu biliyoruz. Fenomen açığa çıkan, kapalı kalamayan demektir. Bu, fenomenin

açığa çıkmadan önce potansiyel olarak var olduğu, varlığının mümkün, olası bir varlık

olduğu anlamına gelir. O halde fenomenlerin varlığı zorunlu değildir. ‘Açığa çıkan’

ifadesi ‘açığa çıkaran’ı aklımıza getirir. Bir nedenin olmadığını düşünürsek açığa çıkan

kendinden kaynaklanan bir güçle açığa çıkmıştır. Eğer bu doğru ise nedensellik

çürümüş olur. Bir nedenden ötürü açığa çıkmışsa da itici gücün kendisinin de açığa

çıkması zorunlu değildir. Başka bir deyişle ‘açığa çıkan’ yani etki ortadayken ‘açığa

çıkaran’, yani neden ortada olmayabilir. Görünmeyene dayanarak görünene ilişkin yasalar

oluşturamayız. Numeni düşünülür olmaktan çıkarıp duyulur yapmanın imkânı

yoktur.

Bilimsel nedensellik, ‘her şeyin bir nedeni vardır’ önermesiyle eşdeğer değildir.

Dolayısıyla bilimsel nedenselliğin yanlışlanması, bu önermenin de yanlışlanmış olması

anlamına gelmez. Bilimsel nedensellik, görünürdeki neden ve görünürdeki etki

arasındaki zorunlu bağı ima eder. Bu bağın gözleme açık olmaması bilimin ona vakıf

olamamasına sebep olur. Bu türden bir nedensellik dünyaya ilişkin gözlemlerden doğan

alışkanlıkla zihinde yer etmişken ‘her şeyin bir nedeni vardır’ düşüncesinin zihindeki

statüsü farklıdır. Bu fikre sahip olmak için neden ve etkiyi sürekli ardışık olarak görüp

bir kanıya varmak gerekmez. Bilimsel anlamdaki nedensellik ilkesinde açılan gedikler

de bu fikre zarar veremez. Bu fikir etkinin gerçek nedeniyle arasındaki zorunlu

bağlantıya işaret eden teorik nedenselliktir.

Her şeyin bir nedeni varsa nedensiz bir şey yoktur, neden zorunludur. Fakat bir

etki için bir neden biricik, tek değildir. ‘p→q’ üzerinden düşünürsek, burada q sabit

kalırken p yerine s, r, t vs. gelebilir. Yerlerin ıslak olmasının nedeni yağmur yağmış

olması olabileceği gibi su dökülmüş olması da olabilir. Hatta her ikisi birden de olabilir.

Ve bu nedenlerden en az herhangi biri bu etkiyi ortaya çıkarmaya muktedirdir. Nedenin

keşfi konusu manipülasyona da müsaittir. Yine burada Gazzâlî’nin şu örneği meselenin

aydınlanmasına ışık tutacaktır: ‘Anadan doğma körün iki gözünde perde olsa ve gece ile

gündüz arasındaki farkı hiç kimseden işitmemiş olsa ve bir gündüz, iki gözünün perdesi

kalksa göz kapakları açılsa ve renkleri görse, zanneder ki; iki gözünde hâsıl olan

renklerin şekilleriyle ilgili idrâkin faili gözün açılmasıdır. Onun gözü açık ve salim olur

da perdesi kalkmış bulunursa karşısında bulunan şahıs ta renkli bulunursa, şüphesiz ki

onu görecektir. Görmemesi düşünülemez. Nihayet güneş batıp hava kararınca o zaman

renklerin gözünde intiba (etmesine) güneşin ışığının sebep olduğunu anlar.’11

10) Gazzâlî, Tehâfüt el-Felâsife (Filozofların Tutarsızlığı), (çev. Bekir Karlığa), ss. 162-63.

11) Gazzâlî, a.g.e. s. 160.

9 Alan Chalmers, Bilim Dedikleri (çev. H. Arslan), ss. 83-84.

Diğer taraftan aynı etkiyi meydana getiren nedenlerin ortak bir yönü

keşfedilebilir ki bu da nedeni teke indirir. Neden’in tek olması ‘p↔q’ ile ifade

edilebilir. Neden’in tek olması elbette ki mümkündür; fakat söz konusu neden gerçek

neden olmayabilir. Bilimsel nedenselliğin iddiası ‘p↔q’ dur. ‘Pamuğu sadece ateş

yakabilir, pamuk yanmışsa bunu ateş yapmıştır.’ Bu durumda nedensellik her şeyin bir

nedeni olduğunu kabul eder ve hatta buna mecburdur. Fakat her şeyin bir nedeninin

olması bilimsel nedenselliğin kanıtı olmadığı gibi nedenselliğin yanlışlanması da bizi

nedensizliğe vardırmaz. ‘Nedeni bulunamayanın nedeni yoktur’ önermesi mantığa

aykırıdır.

Dünyada nedensiz olayların ve nedenli olayların bir arada bulunduğunu tasavvur

etmek zordur. Ya her şeyin bir nedeni olmalıdır ya da hiçbir şeyin nedeni olmamalıdır.

Yukarıda Hume’un eleştirisinin birinci durumu çürütmeye yetmediğini dile getirdik.

Ortada bir etkinin olduğu kesindir; fakat yine ortada olan ve neden olup olmadığı test

edildiğinde bu testi Hume’un eleştirisi ile geçemeyen bir neden vardır. Bu, görünürdeki

nedenlerin gerçek nedenler olmayabileceğini gösterir. Belki de fenomenler dünyası

sadece etkilerden ibarettir. Teorik anlamda bir şeyin nedeni o şeyi ortaya çıkarmaya

muktedir olan ve varlığıyla o şeyin varlığını sudur teorisindeki gibi taşma şeklinde

varlığa getiren kuvvettir. Dolayısıyla neden ve etki arasında zorunlu bir bağdır. Burada

neden ve etkinin aynı ve bir şey olmadığını baba ve oğul gibi farklı olduklarını,

aralarında ayırıcı bir ölçüt bulunduğunu söylemeliyiz. Neden, irade sahibi bir varlıksa

bu neden o irade sahibi varlığın varlığı değil de, isteyip karar vererek eylemesidir.

Bütün bunlardan şunu çıkarabiliriz: Bilimsel nedensellik başarılı eleştiriler karşısında

zor durumdadır. Buna karşılık teorik anlamdaki nedensellik dimdik ayakta durmaktadır

ve alışkanlık olarak nitelendirilemez. Ortada pozitivizm kaynaklı bir yanlış okuma

vardır.

Hume ‘Varolmaya başlayan her şeyin varoluşunun bir nedeni olmalıdır’

önermesine dair sunulan argümanları çürütmek için de bir takım akıl yürütmelerde

bulunmuştur. Bunların üzerinde durmayacağız. Çünkü bu bizi nedensellikten ayrı bir

tartışmaya götürür. Bu önermenin aleyhinde ya da lehinde deliller bulsak da bunlar

nedenselliğe olan eleştirimizi çürütme teşebbüsünden çok destekleyecektir. Zira neden

zorunlu değilse nedensellik yasası tümden saçma olur. Zorunlu ise de ortadaki sözde

nedenin gerçek neden olmadığını görürüz. Nedenselliğin fonksiyonelliğini bir kez daha

dile getirelim. O olmasa bu dünyanın parçalı yapısı kaostan cosmosa dönüşemez.

Bergson’a göre bu dünya parçalıdır. Zekâ ile kavranır. Ama bilinç sürekli akar. Orda bir

kesintisizlik vardır. Kesintililik bizim kurduğumuz bağlarla görünüşte bir kesintisizliğe

dönüşür. İşte bunu sağlayan da nedenselliktir.12

12) Bergson 20. yüzyılda gelişen akla karşı başkaldırının önemli temsilcilerinden biridir. O,

pazitivizm ya da materyalizmin bilimsel hakikat anlayışlarına tepki olarak, bilmin bulgularını

bizzat özü itibariyle bilimsel olmayan, yani insanî ve tinsel değerlerin önemini vurgulayan bir

gerçeklik anlayışına ulaşmak için kullanmıştır. Bkz., Bergson; Yaratıcı Tekamül, ss. XXX,

XXXIII, XLV, 12, 20; N. Topçu, Bergson, ss. 11, 82-3, 35-37, 46, 52; B. Akarsu, Çağdaş

Felsefe, 144-5; Ahmet Cevizci, Felsefe, ss. 235-6; B. Russell, Batı Felsefesi Tarihi, s. 155; F.

Mayer, Yirminci Asırda Felsefe, ss. 113-4.


2. Gazzâlî ve Nedensellik

Gazzâlî’nin Tanrı kanıtlamalarından biri ‘neden’le ilgilidir. Nedenler geriye

doğru sonsuza dek gidemez. Bu geriye gidiş mutlaka nedeni kendinde olan bir nedende

son bulmalıdır. Bir ilk nedenin varlığı zorunludur. Bu Tanrı kanıtlaması bilimsel

nedenselliğin reddini de içerir. Yalnızca Tanrı’da neden ve etki aynıdır. Tanrı’nın var

olmak için bir nedene ihtiyacı yoktur. İhtiyaç sahibi olması onun mükemmellik özelliği

ile çelişir.

Gazzâlî şüpheyi bilimsel bilgiyi eleştirmek için kullanmıştır. Ve bilimsel bilginin

sağlam olmadığını iddia ettiği temellerine saldırır. Bu temellerin ispatlanması mümkün

olmayan varsayımlar barındırdığını ifade eder. ‘Doğada her olayın bir nedeni olduğu’

fikrini çürütmeye çalışır. Sebep, sonuç ilişkilerinin kavranması konusundaki güçlüğüne

değinir. Eşari kelam ekolünün ateşli savunucularından biri olan Gazzâlî, temelde

Aristotelesçi bir anlayışa, yani deneysel veya bilimsel bilginin zorunlu olarak olaylar ya

da nesneler arasındaki sebepsel ilişkilere bağlı olduğu görüşüne karşı çıkar. Bu

bağlamda onun stratejisi, neden ve etki arasındaki ilişkide herhangi bir ‘zorunluluğun’

olmadığını argümantatif olarak göstermekten meydana gelir. Bu konuda o, Tehâfüt el-

Felâsife’ nin Onyedinci Mes’ele’sinin hemen başlangıcında şunları dile getirir:

Alışkanlık eseri olarak, sebep diye inanılan şey ile müsebbeb (sonuç, etki,

eser) diye inanılan şey arasını birleştirmek bize göre zarurî değildir. Bilakis

her (ikisi) ayrı şeylerdir. Bu o değildir, o da bu değildir. Birinin

isbâtı (olumlanması) diğerinin isbâtını tazammun etmez. Birinin nefyi

(olumsuzlanması) diğerinin nefyini de mutazammın değildir. Birinin

varlığı için diğerinin varlığı zorunlu olmadığı gibi, birinin yokluğu

diğerinin yokluğu için zorunlu değildir.13

Esasında Gazzâlî, dünyadaki bazı olayların diğer bazılarına sebep olabileceği

inancına meydan okumaz. Hatta o bizim bunun gibi olaylara inanmamızın pratik hayat

bakımından gerekli olduğunu ifade eder. Olayların art arda gelişlerini deneyimlememiz

dünyada etrafımızda olup bitenleri anlamlandırabilme inancımız için uygun temeller

sağlar. Burada Gazzâlî görüldüğü gibi, neden-etki bağlantısını kabul eder, fakat bu

nedensel ilişkinin zorunlu olduğu tezine karşı çıkar. Nedensel ilişkilerin yalnızca

oldukları gibi olmaları, Tanrı’nın dünyadaki olayları belli bir sıra düzenine göre

yaratması yüzündendir. Doğanın özünden kaynaklanan bir zorunluluk olarak ‘doğal

nedensellik’in ne deneysel (bilimsel) ne de mantıksal bir kanıtı vardır. Doğal nedenler

ya da maddeler kendi başlarına etkisiz şeylerdir, onlara hiçbir şekilde irade yüklenemeyeceği

gibi herhangi bir yaratıcılık özelliği de yüklenemez. Bunun için Gazzâlî’nin

özel olarak verdiği şu örneğe bakalım:

Biz (ateşle pamuk arasında) buluşma olduğu halde (pamuğun) yanmamasını

câiz görürüz. Ayrıca pamuğun ateş dokunmadan yanmış bir kül

haline dönebileceğini de câiz kabul ederiz. Onlar (Filozoflar) ise bunun

cevazını reddederler… Hasım iddia edebilir ki, yanmanın fâili sadece

ateştir. Ateş (kendi) tabiatı itibariyle fâildir, ihtiyarî (iradî) olarak değil.

Dolayısıyla yanmaya elverişli bir yere düştükten sonra onun kendi

tabiatında (yer etmiş) olan (yakma fiiline) engel olması mümkün değildir.

Biz ise bunu inkâr etmekteyiz. Aksine diyoruz ki: Pamukta kararmayı

13)Gazzâlî, a.g.e. s. 159.


yaratarak, cüzlerini ayırarak veya onu yanık kül haline getirerek yanma

(fiilinin) faili Allahü Teâlâ'dır. Bunu ya melekleri vasıtasıyla veya

vasıtasız olarak yapar. Ateş ise katı bir maddedir, onun fiili olamaz.14

Tıp, Fizik, Kimya ve Astronomi gibi ilimlerde, susuzluk ile su içmek, doymak

ile yemek, yanma ile ateş, aydınlık ile güneşin doğuşu, ölüm ve boynun kesilmesi, şifa

ile ilaç içmek gibi olaylar arasında zorunlu bir ilişki olduğu varsayılır. Fakat yan yana

olarak sebep-netice gibi görünen bu şeylerin hiçbiri arasında ‘akli bir lüzum ve zaruret

yoktur’.15 Burada geçen olaylardan biri diğerini mantıksal olarak gerektirmez. Çünkü

güneşin doğuşunun dünyayı aydınlatmayacağını, suyun susuzluğu gidermeyeceğini,

ateşin pamuğu yakmayacağını, ilaç içmenin ise şifa vermeyeceğini düşünmekle

mantıksal açıdan hiçbir çelişki yoktur. Olaylar arasında, filozofların zannettiği gibi,

zorunlu bir bağ değil, mümkün bir ilişki vardır ve bu mümkün ilişkinin gerçekleşmesi

Allah’ın iradesine bağlıdır. Gerçekten de ‘nedensel zorunluluk’ fikri, fiziksel dünyada

varolan herhangi bir şeye karşılık gelmez. Olayların art arda gelişini gözlemlememiz

bizde bir bekleme alışkanlığı meydana getirir ve bu alışkanlığa dair bilincimiz, zorunlu

bağlantı fikrimizin de kaynağıdır. Buna bağlı olarak, gerçekte ateş ile pamuk arasında

zorunlu bir ilişki olmadığı halde, daha doğru bir ifadeyle nedendeki ‘kuvvet’ veya

‘üretken güç bize kendini vermediği halde, her ateşin pamuğa yaklaştırılışında, zihnimiz

onun pamuğu yakması gerektiğine inanır. Ateş gerçekte katı ya da âtıl bir maddedir ve

bu nedenle onun ilahi iradenin desteği olmaksızın kendi başına bir etkiyi doğurması

mümkün değildir.16 Bu hususta Gazzâlî şöyle der:

Yanmanın failinin (ateş) olduğunun delili nedir? Onlara göre; ateşin

pamuğa değmesi halinde yanmanın meydana geldiğini gözlemekten başka

bir delili yoktur. (1) Gözlem o anda yanmanın hâsıl olduğuna delâlet eder,

ancak bu onunla hâsıl olduğuna, yanmanın ateşten başka bir illeti (nedeni)

bulunmadığıma delâlet etmez... Keza baba nutfeyi annenin rahimine

salıvermekle oğlunun faili değildir, oğlunun hayatının, görmesinin ve

işitmesinin ayrıca bunun içerisine giren diğer manaların (özelliklerin) faili

değildir. Bilindiği gibi bunlar o anda (temas anında) vücûd bulmaktadır,

ancak bir kimse ‘onunla vücûd bulmaktadır’ diyemez. Bilakis çocuğun

vücûd bulması; Evvel (Allah) tarafından ya vasıtasızdır veya bu gibi hadis

işlere bakan melekler vasıtasıyladır.17

Fiili olarak gözlemlediklerimizin tümü, olaylardaki belirli yenilenme ve düzenliliktir.

Etki veya eser bir nedenle birlikte ortaya çıkar; fakat onun içinden çıkmaz.

Filozofun kendi tabiriyle ‘bir şeyin yanında var olmak, onunla var olmaya delâlet

etmez’.18 Bir pamuk parçasını kızgın ateş attığımız zaman onun yanması gerektiğini

söyleriz. Fakat buradaki gereklilik (yanmalıdır) ne mantıksal ne de deneyimsel (bilimsel)

bir gerekliliktir. Çünkü mantık alanına ait zorunluluk kavramını bir olumsallıklar

alanından ibaret olan doğal alana aktarmak mümkün değildir. Ayrıca neden ile etki

14) Gazzâlî, a.g.e. s. 160.

15) Gazzâlî, a.g.e. s. 160.

16) Oliver Leaman, An Intruduction to Medieval Islamic Philosophy, ss. 76-9.

17) Gazzâlî, a.g.e. s. 160.

18) Gazzâlî, a.g.e. s. 160.

arasında zorunlu bir bağlantının olduğunu deney ve gözlem ile de temellendirilemez.

Evrende meydana gelen olaylar doğa yasalarına aykırı veya karşıt olarak meydana

gelebilir. Ateş yakabileceği gibi, onun yakmaması da mümkündür. Allah isterse âdeti,

yani olayların alışılmış sıra düzenini değiştirebilir. Eğer O, âdeti bozarsa önceki ilmi

akıldan çıkarır, onları yaratmaz ve böylece de beklenen etki veya eser meydana gelmez.

Allah mümkün olan şeyi yapacağına ya da yapmayacağına dair her zaman biz

zihnimizde bir bilgi yaratmıştır’19. Her şey Allah’ın o şekilde irâde ve takdir edip yaratmasının

bir sonucu olduğuna göre, mucizeler her zaman mümkündür:

Biz kabul ederiz ki; ateş öyle bir yaratılışla yaratılmıştır ki; benzer iki

pamuk onunla karşılaşsa ikisini de yakar ve her yönde aynı oldukları

takdirde, aralarında fark gözetmez. Bununla beraber biz, bir peygamberin

ateşe atılıp ta ya ateşin niteliğinin değiştirilmesiyle, ya da peygamber

aleyhisselâmın bedeninin niteliğinin değişmesiyle yanmamasını câiz görürüz.

Allah Teâlâ’nın, ya da meleklerin ihdâs ettiği bir özellikle ateşin

niteliği değişir, peygamberin bedenine (isâbet eden) ısısı azalır ve onu

yakmaz. Ateş; ısı şeklinde ve hakikati olduğu gibi bakî kaldığı halde

(ateşin) ısısı peygambere ulaşmaz ve onu etkilemez. Ya da peygamberin

bedeninde onu et ve kemik olmaktan çıkarmayan fakat ateşin etkisini

ortadan kaldıran bir nitelik meydana gelir… Allah’ın gücü içerisinde ne

garip ve acayip haller vardır ki, biz onun bütününü müşahede etmiş

değiliz20

Filozofların nedensel zorunluluk dedikleri şey, doğal bir zorunluluk değil,

psikolojik bir zorunluluktur, yani tekrar eden olayların zihinde uyandırdığı bekleme

alışkanlığına dair bilincimiz. Ateş ile yanma, ilaç ile şifa, güneş ile ışık gibi doğal

olaylar arasındaki ilişkilerde zorunluluğa dair bir şey varsa eğer, bu Allah’ın onları o

şekilde irade edip yaratmasının bir sonucudur, yoksa doğanın kendi özünde varolan

zorunluluktan kaynaklanan bir şey değildir. Çünkü madde kendi özünde cansız ve

iradesizdir. Hareketsiz ve bilinçsiz olan bir şeye yaratıcılık özelliği atfetmek mümkün

değildir. Buna göre, mantıksal olarak maddeyi gerçek anlamda bir fâil ya da yaratıcı bir

neden olarak görmemiz imkânsızdır. Doğa içerisinde bütün olup bitenleri sıkı bir

determinizme bağlamak ve bu bağlamda her şeyin yalnızca doğa yasalarına göre

(neden-etki bağlantısı çerçevesinde) meydana geldiğini kabul etmek, Gazzâlî için,

Allah’ın iradesinin hiçe saymakla eş anlamlıdır. Mutlak özgür olan ilâhî irade hiçbir

hârici yasa ile sınırlanamaz. Allah gerekli gördüğü yerde ve gerektiği zaman olayların

alışılmış sıra düzenini bozabilir ve önceki âdetin dışına çıkarak mucizeler yaratabilir.

Filozof, özellikle doğal ya da fail nedensellik yerine ilâhî nedenselliği geçirmeyi

amaçlamıştır. Diğer bir ifadeyle, o filozofların kendilerine haksız olarak yaratıcılık

atfettiği doğal nedenlere karşı, her şeye gücü yeten ve her şeyi sonsuz ilmi ile kuşatmış

olan ilahi iradenin üstünlüğünü tezini savunarak mucizelere yer açmıştır. Çünkü hayat

üstün bir akıl tarafından tasarlanarak yaratılmıştır ve bu düzenin devamı için her an

O’nun desteğine ihtiyaç vardır. Bu nedenle filozof bizlere hayatı basit doğa kanunlarına

indirgeme alışkanlığından vazgeçmemiz gerektiğini hatırlatır. Kısacası Gazzâlî’ye göre,

hayata metafizik pencereden bakılmadıkça onu anlamak ve anlamlandırmak mümkün

19) Gazzâlî, a.g.e. s. 163.

20) Gazzâlî, a.g.e. s. 164.

değildir. Hume ise diğer taraftan ilahi nedenselliği hiçbir şekilde tanımadığı gibi,

materyalist felsefecilerin bile asla varlığını inkâr etmediği evrendeki fail nedensellik

ilkesini de ortadan kaldırarak, bizi tamamıyla rastlantısal doğal olaylar yığınıyla baş

başa bırakır. Yani o, yalnızca materyalistlerin ezeli ve ebedi bir unsur olarak gördükleri

madde ve evrenin varlığını şüpheyle karşılamakla kalmamış, aynı zamanda Tanrı’nın

varlığını da şüpheye boğmuştur. Öyleyse, evren sonsuzdan beri var olan tesadüfî

süreçlerin oluşturduğu başıboş bir madde yığınıdır.

3. Özgür İrade ve Nedensellik

Eğer ruhun ve özgür iradenin varlığı kanıtlanamazsa, nedensellik insan

davranışlarını da kapsamı içine alır. Bu durum sorumluluk, suç, ahlak, uhrevi hayat gibi

alanların reddini içerir. Kötülük problemi çerçevesinde, insan kötülüğün sorumluluğunu

sırtlanmaktan kurtulur. Sorumluluk ne Tanrı’ya ne de insana ait olur. Bedia Akarsu

Kant’ın ahlak anlayışında özgürlüğün temellendirilmesine şöyle yer verir:

Deney dünyasında verilmiş olan gerçeklik ‘şeyin kendisi’ değildir, yalnızca

‘görüngü’dür. ‘Kendinde şey’ (noumenon) olarak özgür bir neden

olduğumuzu, ‘görüngü’ (fenomen) olarak da doğal bir zorunluluğa bağlı

olduğumuzu kabul eden Kant’ın öğretisinde ‘neden’ gibi salt anlık

kavramı olan kategorilerin ancak görüngülere uygulandığında nesnel

geçerli olabileceğini, yani bilgiler vereceğini, noumenon’ları ise bilemeyeceğimizi

de söylemesiyle bir çelişme olduğu ileri sürülebilirse de, Kant

‘neden ve etki’ kategorisinin noumenon olarak ben’e uygulanmasının

kuramsal bir bilgi vereceğini öne sürmüyor; çünkü ona göre, ben’in

kendisini neden olarak düşündüğümüzde, onu özgür olarak düşünüyoruz,

özgürlük ise kuramsal bilgimiz için bilinemez olarak kalır. Ama

‘görüngü’ olarak bizim ben’imizin yani duyularla algıladığımız şeyin

temelinde ‘kendinde şey’ olarak ben’in, yani özgür ben’in, bulunduğunu

biliyoruz. Bu özgür ben kavramını da pratik-ahlaksal- davranışlarımızı

açıklayan bir kavram olarak kullanabiliriz.21

Kant’a göre nedensellik bilgiyi mümkün kılan bir kategoridir. Deney sonucu elde

edilmemiştir ve duyulur dünyada geçerlidir. Fakat insanın varlığı fenomen’den numen’e

taşar. Kant’ın meşhur sözüyle ifade edecek olursak; başımızın üstündeki yıldızlı gökten

içimizdeki ahlaki kanuna taşar. Böylece insana özgürlük yolu açılır ve ahlaklı olabilme

imkânı doğar. İnsan aklı sayesinde numen’in üyesidir. Bizim kategorilerimiz ve

kapasitemiz numen’i bilmeye yetmez ama onu düşünmeye ve varlığından haberdar

olmaya yeter. Bu bizim düşüncede özgür olduğumuzu, nedenselliğe dahil olmadığımızı

gösterir. Fenomenler dünyasında sadece ‘olan’ vardır. Ama bizim zihnimizde bir de

‘olması gereken’ fikri vardır. Kant’a göre, bir koyut olan yani ispatlanması zorunlu

olmayan özgürlük, olması gerekenler alanı olan ahlakın zorunlu gereğidir. Ahlak salt

aklın pratik olmasıyla yani isteme ve eylemlerimizi belirlemesiyle mümkün olur.

Kant’ın ahlak’ı temellendirmeye yönelik argümanları dolaylı yoldan onun zorunlu

21)Prof. Dr. Bedia Akarsu, Immanual Kant’ın Ahlak Felsefesi, İnklap Kitabevi, s. 129-130

koşulu olan özgürlüğü de temellendirir. Ahlak mümkündür, o halde insan otonom bir

varlıktır ve olması gerekenleri seçip uygulamasına olanak tanıyan özgürlüğü de sahiptir.

Kant’ın burada yaptığı şey metafiziktir, felsefedir. O, ‘var olan’ olarak metafiziği

de reddetmez. Sadece bilinemeyeceğini söyler. Ama bilinemiyor olması var olmadığı

anlamına gelmez, numen’in garantisi fenomendir. Görünen olduğuna göre görünmeyen

de vardır. ‘Görünen’i başka bir deyişle fiziği de onun içinde kalarak anlayamayız, ona

dışarıdan, metafizik alandan bakmamız gerekir. Kant’ın ayrımı için ‘bir eliyle verdiğini

öbür eliyle alıyor’ yorumu yapılmıştır. Bu ayrım metafiziğin bilinemez oluşu ve

aslolanın numen oluşu sebebiyle bilgimizi boşa çıkarıyor gibi görünse de bir anlamda

doğa bilimleri ve felsefenin ayrımı olması bakımından önemlidir.

İnsanın yaptıklarının nedeni onun özgürce karar verebilmesidir. ‘Neden onu

seçti?’ sorusunun cevabı ‘özgür olduğu için’dir. Onu özgür kılan şey başka bir şeyi de

seçebilme hakkının olmasıdır. Dünyada trajik varoluşa sahip olan tek varlık da

seçebilme özelliğinden ötürü insandır. Klasik özgürlük tanımında insan onu engelleyen

bir şey yoksa özgürdür. Oysa Bergson’ a göre, özgürlük hiç harekete geçmeden,

herhangi bir engelle karşılaşmadan da teneffüs edilebilir. İnsanın engelle karşılaşmadan

önce özgür olduğunu anlayabilmesi için engel gerekmez.

İnsan beyni üzerine yapılan incelemeler de özgür iradenin varlığına dair deliller

içermektedir. Beyinde meydana gelen bir hasarla oluşan ve ‘yabancı el’ hastalığı olarak

bilinen bir rahatsızlıktan söz edebiliriz. ‘Bu olayda örneğin hastanın sol eli genellikle

basit ve olağan hareketler yapmakta, ama hasta bundan sorumlu olmadığını iddia

etmektedir. Örneğin el, yakınına konan bir cismi kendiliğinden yakalayıp tutmaktadır.

Bazı durumlarda hasta eline cismi bıraktıramamakta ve ancak sağ elini kullanarak sol

elinin cismi bırakmasını sağlayabilmektedir. Hastalardan biri ‘yabancı’ eline

istemgücünü kullanarak bıraktıramadığını, ama yüksek sesle ‘bırak’ diye bağırdığında

bunu başarabildiğini bulmuştur’22 Bu vaka bize hastanın beynindeki hasarın tam da

özgür iradenin bulunduğu yerde olabileceğini düşündürmektedir. Peki, özgür irade

beynin neresinde olabilir. ‘Konuşmaları izleyebiliyordum’ ama ‘söyleyecek bir şeyim

olmadığı için konuşamadım, akılım tamamıyla ‘boş’ idi diyen ve ‘özgür iradesini

yitirmiş olabilir’ diye düşündüren bir hastanın beynindeki hasarın Brodmann’ın 24.

bölgesine komşu ‘ön kuşak oluğu’ denilen bir yerde ya da yakınında olduğu anlaşılmış.

Bu, iç yüzeyde – beyin ikiye ayrıldığında görebilirsiniz- önde ve yukarıya doğru bir

yerdedir. Burası üst duyu bölgelerinden işaretler alan ve hareket sisteminin üst

düzeylerinde ya da yakınlarında bir yerdir.’23 Bütün bu veriler kesin bir şey söylemek

için yetersizdir. Konu hakkında daha ayrıntılı incelemelere ve araştırmalara ihtiyaç

vardır. ‘Asıl durumun daha bir çapraşık olması beklenir. Beynin ön taraflarında başka

bölgeler de işin içinde olabilir. Gereken şey hayvanlar üzerinde daha çok sayıda

deneyler, daha çok sayıda ‘yabancı el’ ve benzeri durumların dikkatle incelenmesi ve

hepsinden öte, görsel farkındalık ve giderek bilincin öteki biçimlerinin ayrıntılı bir

sinirbilimsel açıklamasıdır.’24

22 Francis Crick, Şaşırtan Varsayım (çev. Sabit Say), s. 297; S. Hawking, Karadelikler ve

Bebek Evrenler, ss. 130-131.

23) Francis Crick, a.g.e s. 296

24) Francis Crick, a.g.e. s. 297


Aydınlama ile birlikte insanlar ölümün bile çaresini bulabileceklerine inanmaya

başladılar. Oysa bilim anne sütü bile üretemezken, dünyaya gelişin nasıl olduğu bile

tam olarak çözülemezken ölümün çaresi nasıl bulunabilir? Pekâlâ fiziğe hakim olabilir

bilim, fakat fiziğin arkasında bulunan ve fiziği taşıyan metafiziğe hakim olamaz.

Aristo’nun ilk felsefe dediği metafizik pencereden bakılmadıkça fizik bile anlaşılamaz.

Kuantum fiziği bu anlamda birbirinden uzaklaşmış olan felsefe ve bilimi tekrar birbirine

yaklaştırmıştır. Bu noktada özgürlükle ilgili şunu da söylemeliyiz; ‘kuantum

belirsizliğiyle ilgilenen birkaç fizikçi ve öteki bilimciler bazen Özgür İrade’nin

temelinde belirsizlik ilkesi mi yatıyor diye merak ederler.’25 Şimdi nedenselliğe bir de

kuantum perspektifinden bakalım.

4. Kuantum ve Nedensellik

Kuantuma gelinceye kadar bilimin temel ilkesi olan nedensellik kuantumla

birlikte tartışmalı hale gelmiştir. Aydınlanmanın temelindeki değişim düşüncesine

paralel olan Newton fiziğine göre şimdiki yeri, konumu, hızı bilinen bir hareketlinin bir

saat sonra nerde olacağı hesaplanabiliyordu.26 ‘Nedeni biliyorsak onu değiştirerek

sonucu da değiştirebiliriz’ fikri kabul edilmişti. Mevcut fizik yasalarının her yerde

geçerli olduğu sanılıyordu. Ta ki 20. yüzyılda atom altı dünyada işlerin farklı işlediği

anlaşılana kadar.27 Varoluşçuluğun da doğmasına zemin hazırlayan bu gelişmeler

bilimin geldiği nokta itibariyle bilinmeyenlerin azalmak yerine çoğaldığının

göstergesiydi. Nedenselliğin atom altı dünyada geçerli olmadığını ifade eden belirsizlik

ilkesine giden yol ışığın parçacık şeklinde mi yoksa dalga şeklinde mi yayıldığı

tartışmalarıyla başlamıştır. Daha sonra yapılan deneyler atomu oluşturan taneciklerin o

anki konumlarından yola çıkılarak önceki ve sonraki konumlarının bilinemediğini

göstermiştir. Böylece klasik fizikteki kesinlik yerini olasılığa ve tahmine bırakmıştır.

Belirsizlik birçok olasılığı öngörür ve bütün olasılıkların gerçekleştiği ayrı evrenler

vardır. Çoklu evren anlayışına göre diğer ihtimaller farklı evrenlere gider. Kuantum

fiziği bir sınıfa kapatılan bir grup öğrencinin kaçacak hiçbir yerleri olmadığı halde bir

süre sonra sınıf açıldığında orda olmama ihtimalleri olduğunu kabul eder. Einstein,

kendi bulduğu belirsizlik kuramına ‘Tanrı zar atmaz’ sözüyle karşı çıkmıştır ve bu

kuramı yanlışlamaya çalışmıştır. Buna karşılık ona verilen cevap ise ‘Tanrı’nın ne

yapacağını bilemeyiz’ olmuştur.28 Gelinen nokta nedenselliği köşeye sıkıştırmış

görünmekle birlikte insanın bilebileceklerinin sınırlarına da işaret etmektedir. Fiziğin

belirleyemiyor olması orda mutlak bir belirsizliğin olduğu anlamına gelmez ve bizi kör

bir rastlantının kucağına bırakmaz.

Belirsizlikle birlikte görelilik de nedenselliği zor durumda bırakır. Ünlü tren ve

ikizler paradoksu örneklerinde anlatılan görelilik kuramıyla Einstein, ışık hızına

yaklaşıldığında zamanın yavaşladığını, saatlerin geri kaldığını ispatlamıştır. Dünyada

kalan ikizlerden biri yaşlanmış olmasına rağmen uzaya giden genç kalmıştır. Zaman

görelidir. Bu izafiyet referans noktalarının çokluğuna göre doğruların çokluğunu

25) Francis Crick, a.g.e. s. 293

26) Heisenberg, Çağdaş Fizikte Doğa, s. 39.

27) Max Born, Görelilik Kuramı (çev: Celal Çapkın), 1995.

28) Yusuf İpekoğlu, Bilim ve Teknik, Ekim 2000, ss. 52 – 54.


getirmiştir. Yani buradaki görelilik sınırlı bir göreliliktir. Bu durumda her durumda ve

şartta geçerli olan bir ilkeden, nedensellikten söz edilemez.

Atomla ilgili yapılan çalışmalarla maddenin yoğunlaşmış enerji olduğu da

anlaşılmıştır. Maddenin bölünemeyen en küçük parçacıklarının yer kaplamıyor olması

kaba anlamdaki materyalizmin yerini madde etrafında dönen bir epistemolojiye

bırakmasına neden olmuştur. Pozitivizmin gözlenemeyenleri metafiziğe mal etmek

suretiyle bilimin dışına ittiğini, üzerine konuşulamayan konusunda susma eğiliminde

olduğunu düşünürsek gelişmelere direnmekte olduğunu ve tartışmanın devam ettiğini de

çıkarabiliriz.

Pratik açıdan bakacak olursak ‘Kuanta’ denen taneciklerin hareketlerinin tahmin

edilememesi, elektron bombardımanıyla elektronların yönlendirilebilmesi nano

teknolojiyi doğurmuştur. Lazer ve elektron mikroskobu gibi insanlığa faydalı

birçok şey kuantum fiziği sayesinde bulunmuştur.

5. Sonuç

Klasik fiziğin kabul ettiği nedensellik döneminde de, modern fiziğin kabul ettiği

belirsizlik döneminde de bilimin fonksiyonu faydalı icatlar yönünde olmuştur. Ona bu

fonksiyondan daha fazlasını atfetmek Feyerabend’in deyimiyle bilimi ‘sağmal bir inek’

pozisyonuna getirecektir. Kuhn’un paradigma teorisinde olduğu gibi bilimin klasik

fiziğe dolayısıyla nedenselliğe zıt olan kuantum devrimine benzer başka devrimlere de

gebe olabileceği fikri makul görünüyor.

Çağdaş felsefede ‘Bir metafiziğin olup olamayacağı üzerine birbirinin tam

karşısında iki görüş var: Metafiziğin önemli bir felsefe dalı olarak tanınması, hem de

temel bir bilim olarak tanınması, dahası felsefenin metafizikten başka bir şey olmadığı

görüşü; bunun karşısında metafiziğin yadsınması, Ancak bu iki görüşün metafizik

sözcüğüne verdikleri anlamın değişik olduğunu da gözden uzak tutmamak gerek.’29

Felsefenin konusu içine giren, girmeyen her türlü doğaüstü şeyin metafiziğe mal

edilmesi, metafiziğin adını kötüye çıkarmıştır. Diğer taraftan doğa bilimlerinin

gösterdiği başarı, onun elinde her alana yayılmak ve kendisinden farklı olan her disiplini

yadsımak için bir koz olarak durmaktadır. Bu yüzden metafiziği savunmak ve korumak

için onun anlamının ve alanının iyi belirlenmesi şarttır.

Metafizik konusunda geriye doğru gittiğimizde en başta Aristo’yu görürüz.

‘Aristo’da varlığın tarzını ve özünü tayin etmek metafiziğin (ilk felsefenin) işidir. Bu

bakımdan metafizik şekil ve maddeden mürekkep (sentezlenmiş) olan tabiatı değil, şekli

(sırf formu) inceler… Aristo… ‘şayet hareketsiz bir cevher varsa, bu cevherin bilgisi ilk

felsefe olmalıdır ve o, ilk olduğundan dolayı da küllidir (tümeldir)’ diyor… Aristo’da

iki türlü metafizik kavramı vardır: 1) hareket etmeyen ezeli varlık, 2) varlık olarak

varlık.’30 Buradan da anlaşılacağı üzere metafizik felsefenin en önemli disiplinlerinden

biri olan varlık felsefesi, ontoloji anlamına geliyor. ‘Varolan olarak varlık’ ifadesi

manidar bir ifadedir. ‘Varlık her ne şekilde varsa, fizik ya da metafizik’ kastedilen

budur. Burada metafiziğin fiziği reddetmediğini hatta kapsadığını görüyoruz. Ama

29) Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe, s. 9.

30) Süleyman Hayri Bolay, Aristo Metafiziği ile Gazzâlî Metafiziğinin Karşılaştırılması, s. 27

doğalcılar baştan, varlığın yalnızca fiziksel olduğunu iddia etmekle hem metafiziği

reddediyorlar hem de bir tür dogmatizme düşüyorlar. Metafizik deneylenemeyen,

duyulara açık olmayan alanla ilgilenir. Metafiziği reddetmek var olanı parçalayarak

sadece duyulara açık olan kısmını kabul etmektir. Onu reddetmek düşünceye sınır

çizmek olur. Oysa düşüncenin fiziği aşan bir yanı da vardır.

Metafiziği reddetmek felsefeyi işsiz bırakmaya çalışmaktır. Bu disiplinler arası

perspektifin yitirilmesine sebep olur. Kuantumun bir bilgi teorisinin olmaması bilimin

felsefeyi hep dışarıda bırakmak istemesinin sonucudur. Ama gelinen noktada tekrar

felsefeye ihtiyaç doğmuştur. Doğalcılık anlayışının dışlayıcılığı ve yayılımcılığı

karşısında insan bilimlerini bile kurtarmak zor olmuştur. Tarihselciliğin en büyük

başarısı da budur; sosyal bilimlere yer açmak. Kuantum fiziğinin getirdiği çoklu bilgi

anlayışıyla da örtüşmektedir bu durum. Kuantum fiziği doğalcılığın sınırlarını gerçekçi

bir şekilde çizmesi gerektiğini göstermiştir bize.

KAYNAKÇA

AKARSU, Bedia (1994) Çağdaş Felsefe, Kant’tan Günümüze Felsefe Akımları, İstanbul:

İnkılâp Yay.

AKARSU, Bedia (1999) Immanuel Kant'ın Ahlak Felsefesi, İstanbul: İnkılâp Yay.

ANGELES, Peter A. (1981) A Dictionary of Philosophy, London: Harper & Row.

BERGSON, Henri (1947) Yaratıcı Tekâmül,çev. M. Sekip Tunç, İstanbul; M.E. B.

BLACK, M. (2006). ‘Induction’, Encyclopedia of Philosophy, ed. D. M. Borchert, vol 4,

USA: MacMillan Reference.

BOLAY, Süleyman Hayri (1976) Aristo Metafiziği ile Gazzâlî Metafiziğinin Karşılaştırılması,

Ankara: Kültür Bakanlığı.

BORN, Max (1995)Görelilik Kuramı, çev: Celal Çapkın, Evrim yayın.

CEVİZCİ, Ahmet (2007) Felsefe Bursa: Sentez Yay.

CHALMERS, Alan (1997) Bilim Dedikleri, çev. Hüsamettin Arslan, Ankara: Vadi Yay.

CHAPPELL, V. C. (ed.) (1968) Hume, London: Macmillan.

COTTINGHAM, John (1984) Rationalism, London: Paladin Books.

CRICK, Francis (2005) Şaşırtan Varsayım, çev. Sabit Say, Ankara: TÜBİTAK Yay.

ÇÜÇEN, A. Kadir (2004) Klasik Mantık, Bursa: Asa Yay.

FLEW, A. (1961) Hume's Philosophy of Belief, London: Routledge.

GAZZÂLÎ, (2002) Filozofların Tutarsızlığı, çev., Bekir Sadak, İstanbul: Ahsen Yayınları.

HARRE, R. & MADDEN, E.H. (1975) Causal Powers, Oxford: Blackwell.

HARRISON-BARBET, Anthony (1990) Mastering Philosophy, London: Macmillan.

HAWKİNG, Stephen (1996) Kara Delikler ve Bebek Evrenler, çev. Nezihe Bahar, Sarmal

Yayınevi.

HEİSENBERG, Werner (1987) Çağdaş Fizikte Doğa, çev. Vedat Günyol ve Orhan Duru,

Ankara.

HUME, David (1975) A Treatise of Human Nature, The Standard edition is by Selby-

Bigge, L. A. (Oxford: OUP, revised third edn. Oxford: OUP, Türkçe çevirisi: İnsan Doğası

Üzerine Bir İnceleme (çev. A. Yardımlı), (İstanbul: İdea Yayınları, 1997).

HUME, David (1975) Enquiry concerning Human Understanding, the ‘First Enquiry’ 1748 ed.

Selby-Bigge, L. A. (3rd edn. Oxford: OUP, Türkçe çevirisi: Insanın Anlama Yetisi Üzerine Bir

Soruşturma (çev. O. Aruoba), (Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yay., 1976)

İPEKOĞLU, Yusuf (2000) Bilim veTeknik.

KATZ, Jerrold (1962) The Problem of Induction and Its Solution, Chicago: University of

Chicago Press,

KEMP SMITH, N.(1941) The Philosophy of David Hume, London.

LEAMAN, Oliver (1985) An Intruduction to Medieval Islamic Philosophy, Cambridge:

Cam. Un. Press.

MACNABB, D. (1966) David Hume, Oxford: Blackwell, 2nd edn.

MAGEE, B. (2001) Büyük Filozoflar: Platon’dan Wittgenstein’a Batı Felsefesi Tarihi,

çev. A. Cevizci, İstanbul: Paradigma Yay.

MAYER, Frederick (1992) Yirminci Asırda Felsefe, çev. Vahap Mutal, İstanbul: Dergah

Yay.

ÖNER, Necati (1998) Klasik Mantık, Ankara: Bilim Yay.,

ÖZLEM, Doğan (1994) Mantık, İstanbul: Anahtar Yay.

PEARS, D. F. (ed.) (1966) David Hume, A Symposium, London: Macmillan.

RUSSELL, Bertnand (1997) Batı Felsefesi Tarihi, çev. Muammer Sencer, İstanbul: Say Yay.

TOPÇU, Nurettin (1988) Bergson İstanbul: Dergah Yay.

VESEY, G. & FOULKENS, P. (1990).Collins Dictionary of Philosophy, London and

Glasgow: Collins.