Boşlukların Tanrısı İddiası Üzerine

BOŞLUKLARIN TANRISI NEDİR?

Boşlukla kastedilen anlam, beşeriyetin bilim yoluyla henüz açıklayamadığı olay ve olgulardır, epistemolojik ve ontolojik bilinmezlerdir. Ateistler, teistlerin bilimin nedenini bilemediği hadiseleri Tanrı’ya bağladıklarını ve kendilerince bir izah getirdiklerini iddia ederler. Yani “boşlukta” kalan varlık ve olayları Yaratıcının ilim ve kudretiyle izah etmekte ve O’nun fiilleri olarak görmektedirler. Ne var ki bilim ilerledikçe geçmişin bilinmezleri bugünün malumu olmakta, yani boşluklar yavaş yavaş bilimsel açıklamalarla dolmaktadır. Boşluklar doldukça bir Yaratıcıya duyulan gereklilik de yavaş yavaş yok olmaktadır.

Ne var ki bu iddiayı kabul etmek mümkün değildir. Kelamla ilgili eserlerde bazen bu tür mucizevi varoluşlardan bahsedilse de kelamcılar, “Biz şu hâdiselerin gerçekleşme şeklini anlayamıyoruz, o hâlde Yaratıcı vardır.” gibi bir mantık yürütmezler.

Yaratıcının varlık ve birliğine dair Akaidle ilgili eserlerde anlatılan delillere bakıldığında bunların, insanoğlunun henüz keşfedemediği mucizevi varoluşlardan ziyade, gayet iyi bildiği, gözlemlediği ve anladığı varlık ve olaylara dayandığı görülür. Kelâmcılar Yaratıcının varlığına en büyük kanıt olarak kâinatta mevcut olan nizam ve intizamı, ahenk ve düzeni, hassas dengeleri(1), sanatlı varoluşları(2), hikmet ve gayeyi, yardımlaşma ve dayanışmayı (3) gösterirler. Evrendeki düzenin, işleyişin, uyumun anlaşılması ve keşfedilmesi ise akla ve bilime bağlıdır.

Kur’ân, devamlı surette sayfa sayfa kâinat kitabını önümüze sererek bunun üzerinde düşünmeyi, akletmeyi, araştırma ve inceleme yapmayı, yeni keşiflere yönelmeyi teşvik eder. Aklını kullananları, mantık ve muhakemesini çalıştıranları över. Bilgisizlikten cahillikten asla medet ummaz. Hiçbir zaman bilimsel keşiflerden endişe etmez. Kâinat kitabı üzerinde tefekkürde bulunanların Allah’ın varlık ve birliğini çok daha iyi idrak edeceklerini haber verir.

Kur’ân nazarında Allah’ı tanıtmaları açısından Kur’an ve kâinat kitabı arasında fark yoktur. Kur’an gibi kâinat kitabı da dikkatle ve tefekkürle okunması gereken birer kitaptır. Bir insanın Rabbini kâmil manada tanıması da bu iki kitabı beraber okumasına bağlıdır. Bu açıdan laboratuvarda kâinat kitabını anlamaya çalışan bir Müslüman ile Kur’an okuyup anlamaya çalışan bir Müslüman aynı şekilde ecre nail olacaklardır.

Kur’an ayetlerini okumayan, tefekkür etmeyen, anlamaya çalışmayan ve gereğiyle amel etmeyen Müslümanlar Allah katında sorumlu olacakları gibi, kâinat kitabının ihmal edilmesi de aynı şekilde kişiyi sorumlu kılar. Hatta kâinat kitabını ihmal edenler ilerleyemeyecek, görkemli medeniyetler kuramayacak, bilim ve teknolojide geri kalacak, başkalarının güdümüne girecek ve bu sebeple daha dünyada iken perişan ve derbeder olacaklardır.

SEBEPLERİN MAHİYETİ

Ateistlerin, bilimin ilerlemesiyle beraber tüm “boşlukların” dolacağı ve nihai olarak Yaratıcıya ihtiyaç kalmayacağı savları da tümüyle temelsizdir. Bu savın altında, sebepleri keşfedilen ve bilimsel açıklamaya kavuşan hadiselerin Yaratıcıyla bağlantı kurulmasına gerek kalmayacağı şeklinde bir düşünce yatar.

Buradaki temel mevzu, sebeplerin mahiyetinin doğru anlaşılamamasıdır. Gerçekten bizim sebep olarak gördüğümüz şeyler sonuçları ortaya çıkarmaya güç yetirebilir mi? Bu şekilde her bir nedene bir ilahlık kudreti vehmetmiş olmuyor muyuz? Bir bebeğin yumurta ve spermin birleşmesiyle oluştuğunu anladıktan sonra, bu hadise bizim için bütünüyle bilinir bir hüviyet mi kazanıyor?

Tabii ki öyle değil! Bilim insanları kâinatta cereyan eden bir olayı öncelik ve sonralıklarıyla açıkladıklarında işleyiş, sistem ve mekanizma hakkında bilgi sahibi olurlar. Ama bu sistemin niçin kurulduğunu ve nasıl var olduğunu bilemezler. Örneğin bir arabayı inceleyen bir mühendis, onun çalışma sistemini çözebilir. Arabanın hangi mekanizmayla hareket ettiğini, hangi parçanın ne işlev gördüğünü anlayabilir. Ama onun bu bilgisi, bu sistemin nasıl ortaya çıktığını, nasıl olup da tüm parçaların uyumlu bir şekilde birbirine monte edildiğini, arabayı inşa eden tasarımcının hedef ve maksadını açıklayamaz. Aksine arabadaki sistemi, mühendisliği, tasarımı gören bir insan, bu arabanın bir ilme, şuura, iradeye, plan ve projeye dayalı olarak üretildiğini anlar, dolayısıyla da arabadan arabanın kurucusuna/yapanına giden yolu bulur.

Şekli, rengi, kokusu ve tadı çeşit çeşit meyvelerin sebebi ağaçlardır, yani odun parçalarıdır. Veya ağaçları da ayakta tutan su, güneş ışınları ve havadır. Hakikaten anne karnında oluşan yavrular yahut ağaçlarda asılı duran meyveler bizim “sebep” dediğimiz olayların “yaratabileceği” varlıklar mıdır? Her şey bu kadar basit midir? Maddi sebepler ve kör rastlantısallıklar bir canlı organizmayı vücuda getirebilir mi? (4) Bunu kabul ettiğimiz zaman nedenlere fevkalade bir güç ve harikulade bir ilim atfetmiş olmuyor muyuz?

İşin doğrusu şu ki, sebepleri de neticeleri de yaratan Allah’tır. Aslında beşerin sebep zannettiği hadiseler sadece zahiri/görünen sebeplerdir; hakiki sebep ise Allah’ın yaratmasıdır. Vehmedildiği gibi kâinatta mutlak bir determinizm yoktur. Belirli sebeplerin varlığı, zorunlu olarak sonuçları ortaya çıkarmaz/çıkaramaz. Sebeplere bu kuvveti veren, onları da yaratan Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’tır.

Bilim insanları, sebepleri, tümevarım yoluyla bulurlar. Örneğin binlerce kez ateşin yaktığını gördükten sonra, yanmanın sebebini ateşe bağlarlar. Esasında gözlemlediğimiz şey iki hadise arasındaki zamansal olarak peş peşe gelmedir, korelasyondur. Fakat bu iki olay sürekli zamansal olarak peş peşe cereyan ettiği için biz birini diğerinin sebebi kabul ederiz. Evrende yaptığımız gözlemler sonucunda olaylar arasındaki nedensellik ilişkilerini de bu şekilde buluruz. Bu aynı zamanda bize evrende müthiş bir düzen olduğunu gösterir. Nitekim böyle bir düzen olmasaydı ilimlerin vücut bulması mümkün olmazdı.

Bilim insanları her ne kadar araştırma ve çalışmalarını devam ettirebilmek ve bilimsel keşiflere imza atabilmek için nedensellik ilişkisini kabul etmek ve buradan hareket etmek zorunda olsalar da, aslında, iki olay arasında zorunlu bir ilişki olduğunu objektif olarak ispatlamak mümkün değildir. Beşerin gözlemlediği şey, B’nin sürekli A’dan sonra geldiğidir. Biz A’nın B’yi vücuda getirecek bir ilim ve kudrete sahip olmadığını bildiğimize göre mantıksal olarak şu sonuca varırız: Bu ikisinden bağımsız ilim ve irade sahibi bir kudret bu ikisi arasında bir korelasyon kurmaktadır. Dolayısıyla aslında Allah’tan başka hiçbir varlığın nihai ve hakiki anlamda “sebep” olması mümkün değildir.

Bizler, evrende meydana gelen hadiseler arasında mutlak determinizm var olduğunu, yani ortaya çıkan varlık ve hadiselerin maddi sebepler eliyle vücuda geldiğini kabul ettiğimiz zaman; müthiş düzen ve uyumu ve bu müthiş düzen ve uyumun devam etmesini olasılık hesaplarıyla bile izah edilmesi mümkün olmayan kör rastlantısallıklara, şuursuz sebeplere ve akılsız maddeye bağlamış olacağız. Halbuki “doğa yasası” dediğimiz olaylar sadece Allah’ın birer yaratma kanunudur, yani sünnetullah ve âdetullahtır.

BOŞLUKLAR DOLACAK MI?

Varlık hakkındaki malumatımızın artması insanoğlu için boşlukları azaltıyor mu, yoksa daha da mı artırıyor?

Bilim insanlarının sözlerine bakılırsa, bilim ilerledikçe bilmediğimiz ne kadar çok şey olduğunu daha iyi öğreniyoruz. Keşfedilen her bir bilimsel gerçek, beşeriyet için keşfedilmeyi bekleyen alanı daha da büyütüyor. Canlılıkla alakalı malumatımız arttıkça, önceki insanların hayal bile edemeyeceği komplekslikle karşılaşıyoruz. Çağımızda bilmediğimizin farkına vardığımız varlıkların miktarı, önceki insanlara göre çok daha fazla.

İşin ilginç yanı, neyi bilip neyi bilmediğimizin de halen yeterince ayırdında değiliz. Şimdi çok iyi bildiğimizi vehmettiğimiz şeyleri, daha sonra hiç de bilmediğimizin ya da eksik veya yanlış bildiğimizin farkına varıyoruz. Bilimin o günkü açıklamaları belli bir dönemin insanlarını fazlasıyla tatmin ederken, daha sonraki dönemlerde bu açıklamalar bütünüyle ikna edici özelliğini kaybediveriyor.

Son olarak bilimin alanına girmeyen bir çok boşluk olduğunu da hatırlatmakta fayda var. Mesela ahlakî yargılarımız ve değerlerimiz bilimden ziyade felsefe ve dinin alanına girmektedir. Beşerin yaratılış gayesi, anlam arayışı, varlığın kökeni gibi konulara bilimin vereceği cevaplar yoktur veya sınırlıdır.

YARATICININ VARLIĞINI KABUL ETME BİLİMSEL ÇALIŞMANIN ÖNÜNDE ENGEL MİDİR?

Ateistlerin mevzuyla ilgili diğer bir iddiaları da şudur: Evrendeki varlık ve olayları Yaratıcıya bağladığınız anda, artık onların sebep ve mahiyetlerini araştırmanıza gerek yoktur. Zira bildiğiniz ve anladığınız bir hadiseyi araştırmaya ihtiyaç hissetmezsiniz. Madem her şey Yaratıcının yaratmasıyla vücud buluyor, bu durumda niçin bunlar hakkında araştırma yapalım ki?

Müslümanların en büyük bilimsel keşiflerini yaptıkları asırlarda, dini ilimler de zirvededir. Hatta matematik, astronomi, tıp gibi bilimsel alanlarda eser veren bir çok Müslüman bilim adamının aynı zamanda dini ilimlere dair verdiği eserler de vardır. Onların Kur’an’a bağlılığı, vahyi referans kaynağı olarak kabul etmeleri, Allah’a iman etmeleri hiçbir şekilde bilimsel çalışmalarının önünde engel teşkil etmemiştir. Yani İslâm’ın bilhassa üçüncü, dördüncü ve beşinci asırlarında dinî ve pozitif bilimlerde gözlemlenen olağanüstü canlılık ve dinamizm dinin, bilimsel çalışmalar önünde engel olabileceği şeklindeki iddialara verilmiş en büyük cevaptır. (4) Salt Müslümanlar da değil, son birkaç yüzyıla gelinceye kadar Batı’da yetişmiş en ünlü bilim adamları da dindar birer Hristiyan’dır. Galileo, Kopernik, Kepler, Pascal, Boyle, Newton, Faraday, Mendel, Pasteur, Kelvin, Maxwell gibi tarih boyunca bilime en büyük katkıları yapan bilim insanlarının tamamı Tanrıya inanmışlardır. Üstelik onların bu inançları bilim yapmalarına engel olmamış aksine bu inanç, onların ana ilham kaynağı olmuştur. (5)

Örneğin Bacon’un din-bilim ilişkisine bakışı şudur: “Tanrı bize kendini tanıtmak için iki kitap sunmuştur; kâinat kitabı ve Kutsal Kitap. Kim tam manasıyla yetişmiş olmayı arzu ediyorsa bu iki kitaba birlikte çalışmalıdır.” (6) Kepler ise motivasyon kaynağını şöyle açıklamıştır: “Dış dünyadaki bütün araştırmaların ana amacı, Tanrı’nın bize matematiksel bir dille vahyetmiş olduğu aklî düzeni keşfetmektir. Bu aynı zamanda Tanrı’nın bize yüklediği bir sorumluluktur.” (7)

Demek ki, evrendeki varlık ve hadiseleri yaratan bir Yaratıcının var olduğunu kabul etme, varlık üzerinde araştırma ve bilimsel çalışma yapmanın önünde asla bir engel değildir. “Ateist bir yaklaşımla daha iyi bilim yapılacağı” savı hiçbir tutarlı ve objektif kanıta dayanmaz. Bir cümlenin yazarı olduğunu kabul etmek, dil bilgisi kuralları açısından onu tahlil etmemize, bir sanat eserinin yapanını bilmemiz onu incelememizi mani olmadığı gibi, kâinattaki varlık ve olayların bir Yaratıcı tarafından yaratıldığına inanmamız da onlar hakkında araştırma yapmamıza engel değildir.

Aksine, Allah'a olan imanı bir mü’mini daha fazla araştırma ve incelemeye sevk eder/etmelidir. Zira Allah, eserleriyle bilinir. Varlıkla alakalı inceleme ve araştırmalar geliştikçe, Allah’ın tecellileri, yaratması ve icraatları hakkında daha detaylı bilgilere ulaşılacak ve marifetullah konusundaki bilgimiz de artacaktır. Kelam alimleri de Allah’ın varlığıyla alakalı bilgi sahibi olma vesilesi olarak “nazar ve istidlali” göstermiş, yani mü’minleri varlık üzerinde düşünmeye, tefekkür etmeye, inceleme ve araştırma yapmaya sevk etmişlerdir. Bu sebepledir ki Allah inancının bilimsel çalışmaların önünde engel olması bir yana, onları teşvik edici bir rolü vardır.

İmanın başka önemli bir yararı da bilim insanlarını hapsoldukları fiziksel alemin dar kalıplarından kurtararak onların önüne çok daha geniş bir dünya açmasıdır. Esas amaçları gerçeği araştırmak ve bulmak olan bilim insanlarının çalışmalarını yalnızca doğa içinde kalarak devam ettirmek zorunda olduklarını düşünmeleri ve kendilerini maddeyle sınırlamaları, daha baştan hakikate indirilmiş büyük bir darbedir. Zira gerçek, maddeyle sınırlandırılamayacak kadar derindir, geniştir. Fizikî dünyanın içinde kalarak gerçeklerin doğru ve bütüncül bir resmini çizebilmek mümkün değildir. Materyalistik ve mekanistik açıklamaların ulaşabileceği bir sınır vardır. Bilim felsefecisi Stephen Meyer’in ifadesiyle söyleyecek olursak, bilim insanının görevi en iyi naturalistik izahın peşinde olmak değil, aksine en iyi izahın peşinde olmaktır. (8)
Son olarak insanın fıtratı gereği sürekli bir anlam ve manevi tatmin arayışında olduğunu hatırlatmak gerekir. Geçtiğimiz yüzyılda dinin toplumdaki gücünü önemli ölçüde yitirmesiyle seküler ideolojiler ve izm’ler bu ihtiyacı karşılamak için alternatif olarak sunuldu. Hatta bilimin kendisi seküler bir din veya kutsal bir dogma hâline getirildi. Fakat böyle bir tablo, insanlık açısından hiç de güzel neticeler ortaya çıkarmadı. Başıboş, amaçsız, ümitsiz ve yapayalnız kalmış fertlerden oluşan ruhsuz toplumlar meydana getirdi. (4)

SON SÖZ YERİNE

Bilim ne kadar gelişirse gelişsin, onun verilerinden yola çıkılarak bir Yaratıcı olmadığı sonucuna varılamaz. Çünkü bir Yaratıcının yokluğu bilimsel olarak ispat edilemez. Kaldı ki, ateistler tersini iddia etse de, biz apaçık bir şekilde görüyor, anlıyor ve bu anlayışın neticesinde öyle iman ediyor ve Kur’an’ın haber vermesiyle çok iyi biliyoruz ki bilim ilerledikçe Allah’ın varlığına ve birliğine daha güçlü şahitlik edecektir.

Son olarak şunu da vurgulayalım ki Allah, sadece boşlukların değil; maddi-manevi, bilinen-bilinmeyen, küçük-büyük bütün varlıkların, sistemlerin, sebeplerin, yasaların, olayların, zaman ve mekânların yaratıcısıdır. Çünkü yasa koyucu olmadan yasa olmaz. Kâtip olmadan yazı açıklanamaz.

DİPNOT:

(5) Emre Dorman. “Din-Bilim İlişkisi: Hangi Din? Hangi Bilim?” s. 230 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/761697