KURAN'IN KAYNAĞINA DAİR ŞÜPHELERE CEVAP




Selamün Aleyküm kıymetli takipçilerimiz daha önce Şu 2 yazımızda [1] ve [2]  Bahsettiğimiz iddialara daha bütüncül bakıp değerlendirmek maksadıyla ateistlerin(ve fikirbabaları)oryantalistlerin Kuran'ın kaynağı konusundaki iddialarına cevap veren eserlerden derleme yaptık 

İyi Okumalar...

İlk olarak Hatice ER'in genel değerlendirmelerini içeren Tez'ine bakalım 



Prof.Dr.Abdullah Draz'ın En Mühim Mesaj Kuran isimli kitabından Kuran'ın Kaynağı ile ilgili iddiaları ele almış olduğu  bölüm


Prof.Dr.Muhsin Demirci'nin Kuran Tarihi kitabından ilgili bölüm



Dr.Sedat Sağdıç'ın Zerkâni'nin Menâhilü'l-İrfan adlı eseri çerçevesinde Kur'an'a yönelik şüpheler ve verilen cevaplar isimli Yüksek Lisans Tez'inden 




ve Son olarak Kuran'ın Kaynağında dair iddialarla birlikte birçok meseleyi içeren 
Betül Ceylan'ın 
REİNHART P. A. DOZY’NİN TARİH-İ İSLAMİYET ADLI
ESERİNİN FELSEFİ AÇIDAN İNCELENMESİ (İSMAİL
FENNİ, MANASTIRLI İSMAİL HAKKI, FİLİBELİ AHMET
HİLMİ ÖRNEĞİ) isimli Yüksek Lisans Tezinini sizlerle paylaşıyoruz.





-ek Okuma Tavsiyesi-

Soru:
Örtünme Ayetinin Hz. Ömer'in tavsiyesi üzerine inmesinin hikmeti nedir? Haşa, Allah Ömer'den fikir mi alıyor?

Değerli kardeşimiz,

- Önyargı denilen fikrî barikat, en geniş ve açık düşünce yollarını bile, aklî trafiğe kapatabilecek bir kapasiteye sahiptir. Ön yargılı olan kimseler, ne kadar bilgili olursa olsunlar, objektif ilmî kriterler kullanamadıkları için, her zaman cehalet bariyerlerine toslamaya mahkumdur.

- Bildiğiniz gibi, biz her zaman Allah’a dua edip yalvarıyoruz. Allah ise, çoğu zaman bizim arzularımızı yerine getiriyor. Örneğin, insanlar yağmur duasına çıkıyorlar, yağmurun gelmesi için istekte bulunuyorlar ve Allah da yağmur yağdırıyor. Şimdi biri kalkıp da, -haşa- “Allah yağmur yağdırıp yağdırmayacağını bilemiyordu, bizim arkadaşlar, düşüncelerini söyleyince, Allah da onlardan öğrendiği fikir doğrultusunda yağmur yağdırdı.” dese,  mecnuncasına bir hezeyan yapmış olmaz mı? Çünkü, Allah yağmuru ne zaman yağdıracağını da, insanların ne zaman yağmur için dua edeceklerini de, ezelî ilmiyle zaten biliyordu. Fakat insanlar için bu husus meçhuldür. Allah’ın ilmi, sebeple-müsebbebe / nedenle-sonuca aynı anda bakıp karar veriyor. Yani, Allah, yağmur için yapılan ve yağmurun inmesine bir vesile olan insanların duası ile, yağmurun inmesi olayına aynı anda bakmış, bilmiş ve onu gerçekleştirmiştir.

Eceli gelmiş olan insan, hangi sebeple olursa olsun ölecektir. Sebeplerin bir değeri var, fakat gerçek anlamda işlerin oluşmasında, yaratılmasında hiçbir müdahaleleri yoktur. Buna ilmî ifadesiyle “iktiran” diyoruz. Bunun anlamı şudur, insanı -sözgelişi- yağmur duasına yönlendiren de Allah’tır, dualarını kabul eden de Allah’tır, yağmuru indiren de Allah’tır. Yağmuru, insanların duasıyla birleştirerek yağdıran Allah, bununla -ilim ve kudretiyle her zaman- kullarının yanında hazır ve nâzır olduğunu, onların dertlerini dinlediğini, sıkıntılarını giderdiğini anlatmak ve özellikle samimi kullarına çok değer verdiğini bildirmek istemektedir.

- Bunun gibi, Hz.Ömer (ra) de, Hz. Peygamber (a.s.m)’e karşı taşıdığı eşsiz bir saygı ve sevginin karışımından oluşan kıskançlık damarıyla, Efendimiz (sav)'in Hanımlarının kimseye görünmemesini çok samimi olarak arzu ediyor ve bazen bu arzusunu açıkça seslendiriyordu. Allah ise, Ezelî ilmiyle, Kelam-ı Kadimi olan Kur’an’ında mutlaka tesettürle ilgili emrini açıklamayı planlamış ve onun için  belli bir zamanı tayin etmişti.

Ancak, sebeb-i nüzul denilen belli olayların, belli arzuların, belli ihtiyaçların ortaya çıktığı bir zaman diliminde  ilgili ayetlerin indirilmesinin, zihinler üzerindeki tesiri daha fazladır. Bu sebeple, bir çok ayetin belli bir nüzul sebebi  olduğu gibi, tesettür ayetinin de  bir nüzul sebebi –bazı rivayetlere göre- Hz. Ömer’in bu samimî tavrı olmuştur. Ayrıca, “Eski ümmetlerde ilhama mazhar  olan kimseler vardı. Eğer benim ümmetimden de biri varsa o da Ömer’dir” anlamına gelen nebevî iltifata muhatap olan bir kimsedir. Allah’ın, böyle bir kişiliğe sahip olan Hz. Ömer (ra)’in bu değerine değer katmak için onun bir arzusunu vesile kılarak bir ayet indirmesinin yadırganacak hangi tarafı vardır?


T.C.

KIRKLARELİ ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

FELSEFE ANABİLİM DALI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

REİNHART P. A. DOZY’NİN TARİH-İ İSLAMİYET ADLI ESERİNİN FELSEFİ

AÇIDAN İNCELENMESİ (İSMAİL FENNİ, MANASTIRLI İSMAİL HAKKI,

FİLİBELİ AHMET HİLMİ ÖRNEĞİ)

BETÜL CEYLAN

TEZ DANIŞMANI:

Doç. Dr. Ahmet ÇAPKU

Ekim-2019iiiiiiv

ÖZ

REİNHART P. A. DOZY’NİN TARİH-İ İSLAMİYET ADLI

ESERİNİN FELSEFİ AÇIDAN İNCELENMESİ (İSMAİL

FENNİ, MANASTIRLI İSMAİL HAKKI, FİLİBELİ AHMET

HİLMİ ÖRNEĞİ)

Ceylan, Betül

Yüksek Lisans, Felsefe

Tez Yöneticisi: Doç. Dr. Ahmet Çapku

Ekim, 2019

Dozy’nin “Tarih-i İslamiyet” kitabında İslamiyet ve Müslümanlar

hakkındaki ifadeleri bilimsel ve felsefi olarak birçok çelişik ifadeye sahiptir.

Ancak bu durum ülkemizde bazı düşünürler tarafından normal karşılanırken,

bazı milliyetçi ve İslamcı düşünürler tarafından yoğun şekilde eleştirilmiş ve

bu düşüncelere reddiyeler yazılma ihtiyacı hissedilmiştir. Abdullah

Cevdet’in Dozy’nin kitabını tercüme etmesi ve bu kitaba karşı yapmış

olduğu aşırı övgüler, İsmail Fenni Ertuğrul, Filibeli Ahmet Hilmi,

Manastırlı İsmail Hakkı gibi İslamcı ve milliyetçi düşünürleri harekete

geçirmiştir. Tezimizde, bu düşünürlerin eleştirilerinin amacını, bunları

hangi felsefi ve bilimsel yöntemler ile yapmaya çalıştıklarını ve Dozy’e

eleştirilerini incelemeye çalıştık.

Anahtar Kelimeler: Dozy, Tarih-i İslam, Materyalizm, Pozitivizm,

Batıcılık.v

ABSTRACT

THE PHILOSOPHICAL ANALYSIS OF REİNHART P. A.

DOZY’S HISTORY OF ISLAMIC WORKS (EXAMPLE

İSMAİL FENNİ, MANASTIRLI İSMAİL HAKKI, FİLİBELİ

AHMET HİLMİ)

Ceylan, Betül

Master of Arts, Philosophy

Supervisor: AssociateProfessor Ahmet Çapku

October, 2019

In Dozy's “History of Islam” his statements about Islam and Muslims have

many contradictory expressions, scientifically and philosophically.

However, while this situation was considered normal by some thinkers in

our country, it was extensively criticized by some nationalist and Islamist

thinkers and it was felt the need to write rejections to these ideas. Abdullah

Cevdet's translation of Dozy's book and the excessive praise he made

against this book provoked Islamist and nationalist thinkers such as İsmail

Fenni Ertuğrul, Ahmet Hilmi from Filibeli and İsmail Hakkı from Manastir.

In our thesis, we tried to examine the purpose of the criticism of these

thinkers, what philosophical and scientific methods they try to do and their

criticism to Dozy.

Keywords: Dozy, History of Islam, Materialism, Positivism, Westernism.vi

ÖNSÖZ

Tezimizi oluştururken seçmiş olduğumuz İslam düşünürlerinin ortak

noktası materyalist-pozitivist düşünceye karşı olmaları yanında Dozy’e

yönelik eleştiride bulunmuş olmalarıdır. Dozy’nin İslam dini hakkında

yazmış olduğu “İslam Tarihi” kitabının arka planını araştırdığımızda, Batı

dünyasında İslam’a yönelik bir tepki ile karşılaşmaktayız. Dozy, tüm bu

tepkilerin 1800’lü yıllarda entelektüel düzeyde ve bilimsellik iddiası ile bir

yansıması olmuştur. Çalışmamızda Dozy’nin, İslam dinini materyalist bir

ontoloji ile açıklamaya çalışması ve genel kanaatinin oryantalist bir

yaklaşım ile İslam dini ve peygamberini değersiz gösterme çabası olması

üzerinde durulmuştur. Osmanlı’nın son döneminde Batı düşüncesindeki

materyalist anlayışlara karşı İsmail Fenni Ertuğrul, Filibeli Ahmet Hilmi ve

Manastırlı İsmail Hakkı’nın getirmiş olduğu eleştirilere değineceğiz.

Çalışmamızda ele almış olduğumuz Oryantalist düşünce merkezinde

kendini gösteren Materyalizm, Pozitivizm ve Bilimsel Tarih oluşturma

amacı ile yapılmış olan çalışmalar eleştirilmiştir. Yüzyıllardan beri İslam

dini açısından kuvvetli sayılan deliller ile oluşturulmuş olan Klasik İslam

Tarihi anlayışı yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. İslam Tarihi hakkında

yazılmış olan kitaplar, akli ilkelere dayandırılarak açıklanmaya çalışılmıştır.

Akli delillere dayalı olarak açıklama yapılmaya çalışılması dinin ritüellerine

aykırı yorumların oluşmasına sebep olabilmektedir.

Batı düşünürleri, İslam coğrafyalarının geri kalmışlığını İslam dininin

bir etkisi olarak kabul etmiş ve İslam dinini ilerlemenin önündeki en büyük

engel olarak göstermiştir. Bu sebeple de Batılı düşünürler tarafından İslam

Tarihi kitapları yazılmaya başlandığını gördük. Fakat bu görüş İslam

coğrafyasında büyük tepkilerin oluşmasına sebep olmuştur. Batılı

düşünürler tarafından hakiki İslam Tarihi kitabı yazamadıkları hususunda

yoğun eleştirilere maruz kalan Osmanlı son dönem düşünürleri, bu

eleştirilere cevap vermek amacıyla çeşitli eserler kaleme almıştır.

Tezimizin konusunu oluşturan düşünürleri seçme sebebimiz başta

materyalist-pozitivist düşünceyi eleştirmeleri ve Dozy’e yönelik eleştiride

bulunup reddiye yazma gereksinimi hissetmiş olmalarıdır. Bu kapsamda ele

almış olduğumuz düşünürlerin hepsi Dozy’e direkt olarak reddiye yazmavii

amacı güderek eleştiride bulunmuş olan düşünürlerdir. Tezimiz kapsamında

bu düşünürlerin bu reddiyelerde hangi metotlardan hareketle, hangi

ontolojik düşünce ile eleştiriler yapmış olduklarını açıklamaya çalıştık.

İsmail Fenni Ertuğrul, Kitabı İzale-i Şukuk kitabında Dozy başta olmak

üzere maddeyi kendisine temel alan materyalist düşünceyi ve onu

destekleyen pozitivizm düşüncesini eleştirmiştir. Bu eleştirilerini yapmadan

evvel Materyalizmin İflası ve İslam kitabında anlatmış olduğu tanrının,

ruhun ve varlığın ispatına dair düşüncelerine değineceğiz.

İsmail Fenni Ertuğrul, Batı’da yayılmaya başlayan materyalist düşünce

ve bu düşünceyi desteklemek amacıyla ortaya çıkmış olan pozitivist

düşünceleri eleştirmiştir. Bu eleştiriyi yaparken de Teist ontolojiden

hareketle materyalizmin her şeyi maddeye indirgeyen ve manevi alanı yok

sayan düşüncesine karşı çıkmıştır. Vahdet-i vücut düşüncesini kendisine

esas almıştır. Kitab-ı İzale-i Şukuk kitabından Dozy’e bir reddiye yazmış

olsa da aslında en büyük eleştirisi materyalist-pozitivist ontolojiye olmuştur.

Çünkü Dozy’e yönelik eleştirilerin temelinde Dozy’e yönelik bireysel bir

eleştiri değildir. Dozy’nin içinde bulunduğu dönemde Oryantalist

düşünceler ağırlık kazanmıştır. Abdullah Cevdet’in Batı’daki Oryantalist

çalışmaları Materyalizm- pozitivizm ile bir görmesi sebebiyle Dozy sanki

Materyalist-Pozitivist düşüncenin savunucusu gibi gösterilmiştir. Esasında

Dozy Protestan olmasına rağmen Materyalist- Pozitivist düşünürler

tarafından kendi düşüncelerini temsil eden birisi gibi görülmüştür.

İsmail Fenni Ertuğrul’un kitabı ele almış olduğumuz düşünürler

arasında reddiye yazma geleneğine en uygun yapıda olanıdır. İsmail Fenni

Ertuğrul’un eserde Dozy’i ele alış biçimi, Dozy’nin kitabında takip ettiği

usule uygun şekildedir. Dozy tarafından yanlış yahut eksik olarak açıklanan

tüm hususlara vahdet-i vücut anlayışı temelinde açıklamalarda bulunmuştur.

Manastırlı İsmail Hakkı’nın felsefi düşüncesine baktığımızda,

döneminin problemlerine karşı kayıtsız kalmamış bir düşünürdür. Sırat-ı

Müstakim dergisinde haftalık olarak Dozy’nin iddialarına karşı reddiyeler

yazmıştır. Daha sonra bu reddiyeleri Hak ve Hakikat adlı bir kitapta yeniden

düzenlemiştir. Manastırlı İsmail Hakkı’nın tepkilerinin Dozy’ den ziyadeviii

Abdullah Cevdet üzerinde yoğunlaşmış olduğu söylenebilir. Abdullah

Cevdet’in “İfade-i Mütercim” kısmında ifade ettiği tüm iddialara karşı tek

tek akli yönden tutarlı eleştiriler getirmiştir. Manastırlı İsmail Hakkı’nın

reddiye yazma amacı klasik bir İslam Tarihi sunmak değil Abdullah Cevdet

gibi Batı etkisinde kalmış kişilere bilimsel ve felsefi yöntemler ile akli

açıdan tutarlı deliller sunmaktır.

İslam dini ile alakalı en çok eleştirilerin yapıldığı mucizeler konusu

Manastırlı İsmail Hakkı tarafından ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir. Bu

konuda çeşitli türden deliller sunmaya çalışmıştır. Metafizik öğelerin ispat

edilememesi bakımından yok kabul edilmesine karşı çıkmış ve bu konuda

akli deliller getirmiştir. Kuran hakkında ortaya atılan ilahi bir kitap olmadığı

yönündeki iddialara karşı bilimsel deliller ile açıklamalarda bulunmuştur.

Hz. Peygamber’in ümmi oluşu ve peygamberliğinin geçersiz gösterilme

çabalarına karşı olarak da oldukça geniş bir kısımda akli açıdan tutarlı

deliller sunmuştur.

Filibeli Ahmet Hilmi’nin düşüncelerine tezimizde yer verilmesinin

sebebi Materyalist düşüncelere karşıt olarak sistemli bir biçimde felsefi

eleştiri getirmiş olmasıdır. Filibeli Ahmet Hilmi bu amaçla İslam Tarihi

kitabını yazmıştır. Burada İslam Tarihine yönelik eleştiride bulunan bir

takım felsefi ekollerin eksik yanlarına ilişkin eleştirilerde bulunmaktadır.

Dozy’nin düşüncelerinin sebebi olan Materyalist- Pozitivist düşüncelere

eleştirilerde bulunmuştur. Bu eleştirisini yaparken de varlığı vahdet-i vücut

düşüncesi temelinde açıklamaya çalışmıştır.

Filibeli Ahmet Hilmi ilerleme ve gelişme konusunda Müslümanların

geri kalmasının nedenleri üzerinde durmuştur. Filibeli hem batıya hem de

doğuya ait olan düşünceleri çok iyi bilen ve ileri seviye yabancı dil bilgisine

sahip bir düşünürdür. Filibeli Ahmet Hilmi batıyı eleştirmeden önce, toplum

hakkında özeleştiride bulunmuştur. Toplumda tespit etmiş olduğu bir takım

eksiklikleri ilerleme ve gelişmenin önündeki asıl engeller olarak görmüştür.

Filibeli Osmanlıcılık ve İslamcılık düşüncelerine sıkı sıkıya bağlı bir

düşünürdür ve eserlerinde bu düşüncesinden izler görülmektedir. İnsanların

içine düşmüş oldukları sefaletin sebebini, dini ve milli duygulardanix

uzaklaşmamız ve kendi özlerimizi kaybetmemiz olarak görmüştür. Kendi

köklerimize sahip çıkmadan hiçbir yenilik ve gelişme fikrinin başarılı bir

şekilde uygulanamayacağı düşüncesine sahiptir. Batı medeniyetinin sahip

olduğu düşüncelerin temelinin İslam karşıtlığı üzerine kurulu olduğunu

söyleyen Filibeli Ahmet Hilmi, bu düşüncelere karşı çok dikkatli

davranılması gerektiği konusunda uyarılarda bulunmuştur. Bu sebeple

savunmacı bir bakış açısından ziyade akla ve bilime uygun bir yol takip

etmeye çalışmıştır.

Batı ne kadar teknolojik ve gelişmiş bir toplum gibi dursa da

materyalist, pozitivist düşünceler, Batı’nın maneviyatına büyük zararlar

vermiştir. Bu amaçla Filibeli Ahmet Hilmi, Batı’nın bize sunduğu her

düşünceye karşı ‘sağlam bir metoda’ ihtiyacımız olduğunu söylemiştir.

Filibeli Ahmet Hilmi, Batı’ya karşı olmamıştır ama bize sunmuş olduğu her

şeye temkinli yaklaşılması gerektiğini savunmuştur. Batı’nın maddeci

düşüncesine karşılık ruhçu bir felsefi düşünce ortaya koymuştur.

Tez yazım süreci gerek konunun belirlenmesi gerek yazım aşaması

itibariyle zor ve emek isteyen bir süreçtir. Bu nedenle tez konusunun

belirlenmesinde bana yol gösteren, tez yazım aşamasında çeşitli kaynaklara

ulaşmama yardımcı olan ve bu süreçte bilgisi, anlayışı, sabrı ile desteğini

benden hiçbir zaman esirgemeyen değerli danışman hocam Doç. Dr. Ahmet

ÇAPKU’ ya sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca tezimin tamamlanması

aşamasında manevi desteğini gördüğüm Prof. Dr. Cevdet KILIÇ hocama da

teşekkürü borç bilirim.

BETÜL CEYLAN

EKİM, 2019

İSTANBULx

İÇİNDEKİLER

BEYAN……………………………………………………. iii

ÖZ….…………………………………………………………………. iv

ABSTRACT……….………………………………………………….. v

ÖNSÖZ………………………….……………………………………. vi

KISALTMALAR………………………………………................... xiv

GİRİŞ………………………………………………………………... 1

1. İslam’a Karşıt Düşüncelerin Ortaya Çıkışı..…………….............. 1

2. İslam Karşıtlığının Felsefi Kökenleri……………………………... 1

3. Dozy’nin Hayatı…………………….……………………………… 6

4. Tarih-i İslamiyet Kitabı Yazmasının Nedenleri………................. 7

1. BÖLÜM

İSMAİL FENNİ ERTUĞRUL

1.1.Hayatı ve Eserleri…………………………………………………….... 9

1.2.İsmail Fennî’ nin Felsefî Düşüncesi ve Buna Etki Eden

Faktörler……………………………………………………………...….... 10

1.3.Varlık Düşüncesi....................................................................................12

1.3.1.Tanrı Anlayışı.................................................................................15

1.3.2.Ruh Anlayışı...................................................................................19

1.4.Bilgi Anlayışı .........................................................................................21

1.5.İsmail Fenni Ertuğrul’ un Kitab-ı İzale-i Şukuk Kitabında Dozy’ nin

Tarih-i İslamiyet’i Üzerine Reddiyesi..........................................................24

1.5.1.Tarih-i İslamiyet Adı...........................................................................24

1.5.2. Hz. Muhammed’ in Nübüvveti İle İlgili İddialar ...............................24

Teorik Açıdan Hz. Muhammed’ in Nübüvvetine Yöneltilen Eleştiriler:.....24xi

1.5.2.1. Histeri-Sara Hastası Olduğu İddiası ...........................................24

1.5.2.2. Bazı Ayetlerin Hz. Ömer’ in Arzularına Uygun Olarak İnmesi.28

1.5.2.3. Mucizeler; Göğsün Açılması, Miraç, Dualarının Kabul Olması.

..............................................................................................................32

1.5.2.4. Garanik Meselesi........................................................................35

1.5.2.5. Hayatının Son Devresinde Peygamberliğine İnancının Şüpheli

Gösterilmesi..........................................................................................41

1.6. Pratik Açıdan Hz. Muhammed’ in Nübüvvetine Yöneltilen Eleştiriler 44

1.6.1. Pratiklik ve Azim Olmaması Hakkında Ortaya Konulan Yanlış

Düşünce ................................................................................................44

1.6.2. Acımasız Gösterilmeye Çalışılması: Şaire Asma ile Şair Ebu Afk’

ın Öldürülmeleri....................................................................................45

1.6.3. Evlilikleri ve Hz. Zeynep İle olan Evliliği ....................................48

1.6.4. Kurazya Oğulları Vakasında Muaz oğlu Sad’ ın Hakem Tayini...55

1.7. Vahiy Açısından Yöneltilen Eleştiriler .............................................58

1.7.1. Kur’ an’ ın İfade Üslubu ...............................................................58

1.7.2. Kuran’ ın Çağdaşları Üzerine Pek Az Nüfuz ve Tesiri Olması

İddiası....................................................................................................62

1.7.3. Kuran’ın Zevksiz, Usandırıcı Olması ve İntihal ile Yazıldığı

İddiası....................................................................................................64

1.7.4. Kuran’ ın Değişmez Olmasına Yönelik Eleştiriler........................67

1.8. Tarihsel Açıdan Hz. Muhammed’ in Nübüvvetine Yöneltilen

Eleştiriler…………………………………………………………………...68

1.8.1. Âlimlerin Hz. Peygamber’ i Olduğu Gibi Arz Ettikleri ................68

1.8.2. Bedevi Araplarının Fıtraten Dindar Olmadığı İddiası...................70

1.8.3. Etraf Kabilelerin Korku veya Yağmacılık Sevgisiyle İman Etmiş

Oldukları Hakkındaki Saçma İddia.......................................................72xii

1.8.4. Hz. Osman’ ın Hz. Rukiye ile Evlenmek İçin İslam’ı Kabul Ettiği

Hakkında Ortaya Konulan Yanlış Fikir................................................74

2.BÖLÜM

MANASTIRLI İSMAİL HAKKI’NIN DOZY’ NİN TARİH-İ

İSLAMİYET KİTABINA YÖNELİK ELEŞTİRİLERİ

2.1. Manastırlı’ ya Göre Din-Akıl İlişkisi...................................................77

2.2. Manastırlı’ nın Dozy’ nin Eserinin Çevirmeni Abdullah Cevdet’ e

Yönelik Değerlendirmeleri...........................................................................79

2.3. Manastırlı’ nın Dozy Hakkındaki Değerlendirmeleri ..........................86

2.3.1. Araplar Hakkındaki İddialar..........................................................87

2.3.2. Haniflik Dinine Yapılan Eleştiriler ...............................................89

2.3.3. İslam Dininin Özgün Olmadığı İddiası .........................................91

2.3.4. Kuran Hakkındaki İddialar............................................................93

2.3.5. Metafizik Varlıklar Hakkındaki İddialar.......................................97

2.4. Hz. Muhammed’i n Şahsiyeti ile İlgili İddialar ...................................99

2.4.1. Hz. Peygamberin Doğumu Hakkındaki İddialar ...........................99

2.4.2. Nübüvvetin İlahi Olmadığı ve Mucizelerin Bulunmadığı İddiası..

............................................................................................................100

2.4.3. Histeri Hastası Olduğu İddiası ...................................................107

2.4.4. Evlilikleri Hakkındaki İddialar....................................................109

3.BÖLÜM

FİLİBELİ AHMET HİLMİ

3.1. Filibeli Ahmet Hilmi’ nin Hayatı ve Eserleri......................................111

3.2. Filibeli’ nin Düşüncesine Etki Eden Dini Ve Felsefi

Unsurlar………………………………………………………………… 112xiii

3.3. Filibeli ve Vahdet-i Vücut Anlayışı……………………………...… 117

3.4. Filibeli Ahmet Hilmi’ de Felsefi Bilgi Ve Metot…………………... 123

3.5. Filibeli’ nin Felsefî Akımlara Yaklaşımı…………………………… 132

3.6. Filibeli’nin Ruh Hakkındaki Düşünceleri ...........................................141

3.7. Filibeli’ nin “İslam Tarihi” Kitabını Yazma Gerekçesi…….............. 142

3.8. Filibeli’ nin İslam Peygamber’ ine Yöneltilen Eleştirilere Karşı

Cevapları....……………………………………………………………… 148

3.8.1. Hz. Muhammed’ in Doğumundan Peygamberliğine...................148

3.8.2. Araplar Hakkındaki İddialar........................................................148

3.8.3. Hz. Muhammed’ in Peygamberliği Hakkındaki İddialar ............150

3.8.4. Rahip Bahira Olayı......................................................................150

3.8.5. Sara Hastalığı İddiası...................................................................151

3.8.6. Hz. Ömer Hakkındaki İddialar ....................................................153

3.8.7. Peygamberliğin İlanından Hicrete Kadar………………………. 155

3.8.8. Kuran Hakkındaki İddialar..........................................................155

3.8.9. Mucize ve Miraç Hadisesi...........................................................155

3.8.10. Hz. Muhammed’ in Hayatı ile İlgili İddialar.............................157

3.8.11. Hz. Peygamberin Ahlakı: ..........................................................157

-Merhametsiz Olduğu İddiası................................................................157

3.8.12. Garanik Hadisesi .......................................................................159

3.8.13. Hz. Peygamberin Evlilikleri Hakkında İddialar ........................161

SONUÇ……………………………………………………………… 164

KAYNAKÇA……………………………………………………….. 167xiv

KISALTMALAR

a

age

agm

:Adı geçen eser

: Adı geçen makale

çev : Çeviren

drl : Derleyen

ed : Editör

fel : Felsefe

KLÜ : Kırklareli Üniversitesi

krş : Karşılaştırınız

TDK : Türk Dil Kurumu1

GİRİŞ

İslam’a Karşıt Düşüncelerin Ortaya Çıkışı

İslam aleyhinde yapılmış olan faaliyetlere baktığımızda temelinde Hz.

Peygamber ve İslam dinine karşı oluşturulmuş bir ön yargının bulunduğu

görülmektedir. Sürekli olarak İslam dininin zorlayıcı ve baskıcı bir din

olduğu fikri ön plana çıkarılmaya çalışılmıştır. Müslümanlar tarafından

bilim ve teknik alanda yapılmış yenilik ve gelişmeler Müslümanlık

kimliğinden uzak bir şekilde dile getirilirken, Müslüman coğrafyalarda

meydana gelen herhangi olumsuz bir durum Müslümanların tümüne

genellemeye gidilmektedir.

İslam dinine karşı oluşturulmuş ön yargılar sebebiyle meydana gelen

herhangi bir problemin müsebbibi Müslümanlar olarak gösterilmeye

çalışılmaktadır. Din insanları ahlaklı yapmak için tek başına yeterli

olamayacağı gibi meydana gelen sorunların sebebi olarak gösterilemez. Din

kişisel bir tercihtir. İnsanlar arasından herhangi bir sınıflandırmanın

yapılması amacıyla kullanılamaz.

İslam Karşıtlığının Felsefi Kökenleri

İslam dini hakkında ortaya atılan olumsuz fikirlerin temeline

baktığımızda 8.yy’a kadar gidebilmek mümkündür. Bu durum İslam

düşünürleri tarafından genellikle alışılmış bir durum olarak görülmüş ve çok

ciddiye alınarak cevaplar verilmemiştir. Batı kendisinde mevcut olmayan

özelliklerden dolayı kendisini sürekli olarak İslam dininin karşısında

konumlandırmıştır. Bu sebeple Batılı pek çok edebiyatçı, tarihçi, siyasetçi,

felsefeci İslam dini hakkında ön yargılardan hareketle bir takım faaliyetler

içerisinde bulunmuştur. Bu çalışmalara karşılık olarak İslam düşünürleri de

İslam’ı doğru bir biçimde ortaya koyabilmek ve Batı düşüncesinin

etkilerinden korunmak amacı ile eserler kaleme almışlardır.

Tezimiz kapsamında Batı’da İslam dini aleyhinde yapılmış olan “İslam

Tarihi” kitabı ve İslam düşünürlerinin buna karşı vermiş olduğu tepkileri

felsefi açıdan değerlendirmeye çalışacağız.2

İslam dinine yönelik olan hareketlerin İslam’ın erken dönemlerinden

itibaren var olması sebebiyle, bu durum İslam dünyasında sürekli olarak

reddedilmeye gerekli görülen bir durum olmamıştır. Fakat belli sebeplerden

ötürü İslam düşünürlerini meşgul eden konulardan birisi olduğu da inkar

edilemez bir gerçektir. Bu sebepten dolayı Dozy gibi düşünürlerin İslam

dini aleyhinde ileri sürdüğü düşünceler çok ciddi etkiler meydana

getirmemiş olsa da bazı kişiler tarafından ısrarla gündeme getirilmeye

çalışılmasından dolayı bu hususta çalışmalar yapılmasına sebep olmuştur.

İslam dininin hızlı bir şekilde yayılmaya başlaması neticesinde Batı’da

İslam’a yönelik düşünsel hareketler meydana gelmeye başladı. Bunların ne

ölçüde felsefi değer taşıdıkları ve sübjektif değerlendirmelerden uzak

olduğunu tezimiz kapsamında değerlendireceğiz.

“Bede (ö. 735), Yuhanna (Yahya) ed-Dımeşkî (Johannes Damascenus)

(ö. 749) ve öğrencisi Theodore Ebû Kurre (ö. 825) gibi Hıristiyan

teologları, eserlerinde İslâm, Kur’ân ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) isminden

bahseden ilk Batılı düşünürlerdir.”1

Ortaçağ boyunca düşünceleri etkin olmuş Bede’nin İslam dini

hakkındaki açıklamaları oldukça gariptir. Bede, Araplar’ın İsmail soyundan

geldiğini söylemekle beraber, İsmail’ in İbrahim’ in iki hanımından köle bir

kadın olan Hacer’den olduğunu söylemektedir. Yine İbrahim’in diğer

hanımı Sare’nin ise özgür bir kadın olduğu ve Hristiyanlar’ın da Sare’nin

doğurmuş olduğu İshak’ın soyundan geldiği tezini savunmuştur.2

Ortaçağ boyunca diğer düşünürler tarafından da İslam dini müstakil bir

din olarak görülmemiştir. Hristiyanlığın içerisinden ortaya çıkmış bozuk bir

inanç biçimi olarak eleştirilmiştir. Hz. Muhammed’in bir şekilde Hristiyan

1 Bayram Ali Çetinkaya, “Batı’da Hz. Muhammed (S.A.V) Üzerinden İslamofobi’ nin

Yansımaları - İslamofobi’nin Felsefi Kökenleri -”, Din ve Hayat, S.38, (2019),

http://webdosyasp.diyanet.gov.tr/muftuluk/UserFiles/istanbul/UserFiles/Files/Din%20ve

%20Hayat%20Dergisi%20Say%C4%B1%2038%20Y%C4%B1l%202019%20-

%20%C4%B0slamofobi%20mi%20Din%20D%C3%BC%C5%9Fmanl%C4%B1%C4%9

F%C4%B1%20m%C4%B1_compressed_44bfea73-006a-4ef1-b136-dc41158928cc.pdf,

(Erişim: 10.08.2019), s.70.

2 Munise Şimşek, “Dünya Bizim”, https://www.dunyabulteni.net/avrupa/islamofobininkokenleri-798-yil-oncesine-dayaniyor-h429805.html, (Erişim: 26.07.2019).3

din adamlarından dini bilgileri edindiği ve bunlardan yola çıkarak kendince

yeni bir din iddiasında bulunduğu düşüncesi yine en çok ifade edilen

hususlardan olmuştur. Bu düşünce biçimi Ortaçağ’dan günümüze kadar

süregelmiştir.3

Felsefi düşünceleri Batı’da büyük ölçüde kabul edilmiş düşünürlerin

pek çoğu teoloji ile de yakından ilgilenmiş ve İslam dini aleyhinde

çalışmalar yaparak bir nevi kendi dini inançlarının savunuculuğunu

yapmışlardır. Thomas Aquinas, Ortaçağ’da düşünceleri kilise tarafından

desteklenen ve değerli görülen bir düşünürdür. Hristiyanlığı savunmak ve

korumak amacı ile çalışmalarda bulunmuştur. İslam’a yönelik düşüncelerine

baktığımızda Hz. Muhammed’in nübüvvetini kabul etmediğini, insanları bir

takım menfaatler ile kandıran, mucizeleri olmayan sahte bir peygamber

olarak yansıtmaya çalıştığını görürüz. İncil, Tevrat gibi kitaplarda Hz.

Muhammed’in geleceğine dair herhangi bir haber bulunmadığını

söylemekle beraber aslında kendi dini inancının savunuculuğunu yapmıştır.4

İslam’ı reddeden düşünürlere baktığımızda, en katı düşünceye sahip

olanların bile İslam dinini büsbütün reddedemediğini, bir mezhep olarak

dahi olsa varlığını bir biçimde kabul etmişlerdir. Özellikle Kuran-ı Kerim’in

diline hakim olmuş olan düşünürler İslam dinini daha iyi anlamıştır. St.

John’da bu düşünürlerden birisidir. O, İslam dininin sahip olduğu manaları

anlamaya çalışmış ve İslam’ı reddetme yoluna gidememiştir. Hristiyanlık

içerisinde İslam’a bir değer yüklemeye çalışmıştır. En azından İslam dinini

anlamaya çalışması bakımından önemli bir faaliyette bulunmuş olduğu

söylenebilir. Düşünürlerin genellikle yapmış olduğu savunmacı yaklaşım

sebebiyle İslam dinini kökten reddetme girişimlerine karşın St. John önemli

bir adım atmıştır.5

Batı’nın Ortaçağ’da içinde bulunduğu skolastik düşünce ve bunun

etkisinde bulunan düşünürler ise İslam’a ve Hz. Muhammed’e yönelik sert

3 Çetinkaya, “İslamofobi’nin Felsefi Kökenleri”, s.70.

4 Çetinkaya, “İslamofobi’nin Felsefi Kökenleri”, s.71.

5https://www.dunyabulteni.net/avrupa/islamofobinin-kokenleri-798-yil-oncesinedayaniyor-h429805.html. (Erişim:27.07.2019)4

eleştirilerde bulunmuşlardır. Bunlardan bazılarının düşüncelerine

değineceğiz.

Roger Bacon (1214-1294) , Hz. Muhammed hakkında sert eleştirilerde

bulunan düşünürlerdendir. O’na göre Hz. Muhammed yalancı ve gerçek

olmayan bir peygamberdir. Hatta İslam coğrafyalarında yetişmiş olan büyük

İslam felsefesi düşünürlerinden İbn Sina ve Farabi’nin esasında Müslüman

olmadıklarını, Müslümanların içerisine karışmış Hristiyan’lar olduklarını

iddia etmiştir. Zira bu düşünürlerin sahip oldukları ilmi inkar edemedikleri

için İslam’ı değersiz göstermeye çalışmıştırlar.6 Bu düşünce ile yazılmış

olan Batılı düşünürlerin kitaplarında Hz. Muhammed Hz. İsa ile zıt bir

biçimde sunulmaya çalışılmaktadır. Çünkü ancak bu şekilde kendi

meşruiyetlerini devam ettirebilmekte ve İslam dinine yönelik eleştirilerde

bulunabilmektedirler. Aksi takdirde İslam’ın ve Hz. Muhammed’in

yüceliklerini kabul etmeleri gerekecektir.

Peter Bayle (ö. 1706), 17. Yüzyılda Aydınlanma düşünürleri için çok

önemli kabul edilen “Tarihsel ve Eleştirel Sözlük” kitabını yazmıştır. Bu

kitapta Hz. Muhammed’ e tahsis edilmiş bir başlık altında düşüncelerine yer

vermiştir. Batılı düşünürlerin genel düşüncesinden çok farklı olmayan

fikirlerini bu bölümde beyan etmiştir. Fakat bazı hususlarda Batı’da

bozulmaya başlamış olan ahlaki ilkeler ile karşılaştırmalar yaparak esasında

İslamiyet’te çok anormal karşılanacak hususlar bulunmadığına dikkat

çekmiştir. 7

Martin Luther, Protestan mezhebinin kurucusu olmakla beraber

Türklere ve Müslümanlara karşı karşıt düşünceleri ile bilinmektedir. Yazmış

olduğu pek çok eserinde Türklere karşı açık biçimde eleştirilerde

bulunmuştur. Martin Luther, İslamiyet’i bir şiddet hareketi olarak

görmektedir. O’na göre İslamiyet bir din değil, ilahi kitaplarda adı geçen

Deccal’ın dinlere karşı yapmış olduğu bir başkaldırıdır. Ortaçağ’ın bu sıkı

skolastik inanışının bir yansıması olan bu anlayış, İslamiyet’i bilim ve

6 Çetinkaya, “İslamofobi’ nin Felsefi Kökenleri”, s.71.

7 Çetinkaya, “İslamofobi’ nin Felsefi Kökenleri”, s.72.5

akıldan yoksun olmakla suçluyor, bu sebeple herhangi bir şekilde

bilimsellik aşamasına erişemeyeceğini söylüyordu.8

William Muir (1819-1905), Hz. Muhammed’in hayatını anlatan bir

kitap yazmıştır. Oryantalist bir düşünür olan William Muir, Hz. Muhammed

hakkında yoğun eleştiriler almasına sebep olacak hakaretlerde bulunmuştur.

Batı’nın katı İslam karşıtı düşüncelerine benzer düşüncelere sahip olan

William Muir, İslam dinini durağan, gelişmeye kapalı bir din olarak

tanımlamıştır. İslam’ın manevi alana vermiş olduğu değer gereksiz

görülmüş, bu bakımdan İslam dini kabul edilebilir bir din olarak

görülmemiştir.9

Leibniz’ de Ortaçağ skolastik düşüncesinin tesirinde olan Batılı

düşünürlerdendir. O’nun da Türkler hakkında aşağılayıcı ve sert eleştirilerde

bulunduğunu söyleyebiliriz. Müslümanlar’ da ve Türkler’ de mevcut olan

kaderci anlayışa karşı çıkmış, Hristiyan teolojisi ile benzememesi

bakımından eleştirmiştir.10

Hegel, Doğu düşüncesine ve İslam dinine karşı aşırı sert fikirlere sahip

olan düşünürlerdendir. Öyle ki Doğu’da meydana gelen hiçbir şeyi değerli

görmez. Yeni fikirlerin Doğu’da doğduğunu, fakat ilerletilebilmesinin

burada mümkün olmadığı düşüncesine sahiptir. Doğu’da İslami

düşüncelerin etkisi ile kişilerde var olan manevi düşünce Hegel’e göre

büyük bir sorundur. Doğulu insanların dünya ile olan bağlantılarının sağlam

olmadığını bundan dolayı da fikirleri geliştirilebilecek yetkinlikte

olmadıklarını iddia etmektedir. Bu düşüncesinden dolayı felsefe tarihinde

Doğu’ya ait bilgilerin yer almaması gerektiği düşüncesini savunmuştur.

İslam dininin hızlı bir yayılım göstermesinin sebebi olarak zorlama ve

baskıcı bir din olduğu düşüncesini savunmuştur. Bu amaçla da İslamiyet’i

ve Hz. Muhammed’i kılıç zoru ile insanları İslam dinine ikna etmeye

çalışmakla suçlamıştır.11

8 Çetinkaya, “İslamofobi’ nin Felsefi Kökenleri”, s.72.

9 Çetinkaya, “İslamofobi’ nin Felsefi Kökenleri”, s.73.

10 Çetinkaya, “İslamofobi’ nin Felsefi Kökenleri”, s.73.

11 Çetinkaya, “İslamofobi’ nin Felsefi Kökenleri”, s.74.6

Batılı düşünürlerin ve filozofların Doğu toplumları, İslam dini,

Müslümanlar ve Türkler hakkındaki ön yargı ve eleştirilerinin temeline

baktığımızda, günümüzde halen devam etmekte olan tepkilerin ve

eleştirilerin nedenleri daha anlaşılır olmaktadır. Görüyoruz ki günümüze

kadar süregelmiş olan bu düşüncelerin temeli aslında ön yargılardan ibaret

olup akademik bir duruştan uzaktır. İnsan haklarının en çok konuşulduğu ve

insana insan olması bakımından değer verilmesi gerektiği üzerine belki de

en çok düşünsel faaliyetin yapıldığı Batı toplumlarında İslamiyet’e,

Müslümanlara, Türklere hatta tüm bir Asya kıtasına yönelik bu şekilde

nefret söylemlerinden bahsetmek büyük bir çelişki oluşturmaktadır.

İslamiyet’in erken dönemlerinden itibaren Müslümanlara yönelik

yapılan bu ayrımcılıklar ve ön yargılar bugün farklı bir kavram ile ifade

edilmektedir. Her ne kadar dünyada genel bir kabule ulaşmamış olsa da tüm

bu düşüncelerden İslamofobi olarak bahsedilmektedir.

Dozy’nin Hayatı

Dozy 21 Şubat 1920’de Hollanda’nın Leiden şehrinde doğmuştur. Dozy

Fransız asıllı Protestan bir aileye mensuptur. Varlıklı bir ailede doğup

büyüyen Dozy küçük yaştan itibaren iyi bir eğitim almıştır. Üniversiteye

hazırlandığı sıralarda Doğu ülkelerinin tarihine merak salmış, Arapça

öğrenmeye başlamıştır. Lisans eğitimi boyunca dil, tarih, coğrafya gibi

derslerde başarılı olmuş ve eğitimi süresince Arap tarihi hakkında

incelemelerde bulunmaya başlamıştır.12

Lisans eğitiminden sonra siyasi bağlantıları da bulunan Dozy Leiden

Üniversitesine profesör olarak atanmıştır. Burada yapmış olduğu

çalışmalarından dolayı hükümet tarafından çeşitli şekillerde

ödüllendirilmiştir.

Osmanlı düşünürü olan Abdullah Cevdet’in Dozy’nin yazmış olduğu

Tarih-i İslamiyet kitabını tercüme etmesi ile birlikte Osmanlı

coğrafyasından yoğun tepkiler almıştır. Osmanlı düşünürleri Batı’da

meydana gelen Aydınlanma düşüncesi ve beraberindeki materyalistpozitivist düşünceler karşısında savunmacı bir yaklaşım sergilemiştir.

12 Mehmet Özdemir, Dozy, TDV Ansiklopedisi, C.9, 1994, ss.513-514.7

Tarih-i İslamiyet Kitabı Yazmasının Nedenleri

İslam’a yönelik şiddetli eleştirilere sahip olması ve tek taraflı bir

yargılama yaparak öznel düşüncelerin anlatılmış olduğu böyle bir kitabın

tercüme edilmesi Osmanlı hükümeti ve düşünürleri tarafından büyük

tepkiler verilmesine sebep olmuştur. Zaten Osmanlı düşünürlerinin

Batı’daki bu tür çalışmalara cevaplar vermeye başladığı mecmualar da

hemen hemen Tarih-i İslamiyet kitabının Abdullah Cevdet tarafından

tercüme edildiği zamanlardadır. Daha öncesinde bu tür çalışmalar tercüme

edilmeye gerekli görülmediği için topluma herhangi bir etkide bulunması

mümkün olmuyordu. Fakat Batılılaşma hareketleri ile birlikte bu tarz

çalışmalar da topluma sokulmaya başlandıktan sonra Osmanlı düşünürleri

tarafından da reddiye ve eleştiriler yazılmaya başlanmıştır. Tarih-i İslamiyet

kitabı, Dozy’nin içinde bulunduğu Oryantalist düşünceyi yansıttığını

söyleyebiliriz. Fakat bununla beraber, Abdullah Cevdet’in etkisinde

bulunduğu Materyalist düşünceyi destekleyen herhangi bir düşüncesi

olmadığını da belirtmek yerinde olacaktır.

Dozy, Tarih-i İslamiyet kitabını yazarken Oryantalist düşünürlerin

eleştirdiği tüm konulara değinmemiş, sadece en çok tartışılan ve en çok

çarpıtmaların yapıldığı konulara değinmiştir. Dozy’nin Tarih-i İslamiyet

kitabında dinlere karşı olan yaklaşımları, döneminde bazı düşünürleri

tarafından ateist olmakla suçlanmasına sebep olmuştur. Fakat büyük bir

çoğunluk Dozy’nin doğu araştırmaları yapan pozitivist bir Protestan olduğu

fikrinde mutabıktır. Dozy’nin Tarih-i İslamiyet kitabını incelediğimizde,

iddialarında kendi sübjektif yorumlarından öteye gidememiş olduğunu

gördük. Bu nedenle Tarih-i İslamiyet kitabı büyük tepkilere sebep olmuşsa

da kitap objektiflikten ve bilimsellikten uzaktır.

Dozy’nin Tarih-i İslamiyet kitabına baktığımızda, 17. ve 18. Yüzyıllar’

da hakim olan aydınlanma düşüncesinin etkisi ile meydana gelen pozitivist

düşünceler sonucunda yazılmış olduğunu görmekteyiz. Bu tarz bir çalışma

Abdullah Cevdet tarafından yeni bir çalışma gibi görülmüş olsa da, esasında

çok eski zamanlardan beri İslam Tarihi hakkında yazılmış olan kitaplardan

farkı bulunmamaktadır. İçerik olarak bakıldığında İslam dini ve Hz.

Muhammed hakkında ortaya atılmış olan iddiaların devamı niteliğindedir.8

Tarih-i İslamiyet kitabının genelinde Hz. Peygamber’in kendisine

peygamberlik geldiği zamanlarda hastalıklı bir bünyeye sahip olduğunu

kanıtlamak amacını taşımaktadır. Bundan başka İslam dininin kutsallarını

gerçek olmayan durumlar olarak yansıtmaya çalışmıştır. Bu amaçlarından

dolayı Osmanlı düşünürlerinin yoğun eleştirilerine maruz kalmıştır.9

1. BÖLÜM

İSMAİL FENNİ ERTUĞRUL

1.1. Hayatı ve Eserleri

İsmail Fenni Ertuğrul yazar, mutasavvıf, besteci, şair ve felsefeci bir

düşünürdür. 1855 yılında Osmanlı toprakları içerisinde bulunan Bulgaristan/

Tırnova’da dünyaya gelmiş ve 1946 yılında İstanbul’da vefat etmiştir.

Eğitim hayatına küçük yaşta Sıbyan Mektebi’nde başlamıştır. Daha sonra

Tırnova Rüştiyesi’ nde okurken dini eğitim almaya devam etmiştir.

İlerleyen zamanlarda Tırnova’ da memur olmuş, muhasebe işleri ile

ilgilenmiştir. 1876 yılında Tırnova’ nın Ruslar tarafından işgal edilmesi ile

birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Sahip olduğu muhasebe

bilgilerinden dolayı İstanbul’da da mali işlerde memur olarak çalışmıştır.13

İstanbul’a geldikten sonra eğitim hayatına devam etmiş, Fransızca dil

okulunda lisans eğitimi almıştır. Ayrıca İngilizce dersleri de alarak kendisini

geliştirmiştir. Her zaman dürüst ve çalışkan kişiliği ile tanınmış, pek çok

ödül ve terfi almıştır. 1911 yılında emekliye ayrılmış ve kendisini ilme

adamıştır. Pek çok yarım eserini tamamlamış, musiki ile ilgilenmiş ve

besteler yapmıştır.14

İlgi alanı çok geniş olmakla beraber en çok ilgilendiği alan felsefe

olmuştur. Emekli olduktan sonra felsefi anlamda birçok araştırma ve

incelemelerde bulunmuştur. Özellikle Batılı düşünürlerin İslam’a yönelik

olan eleştirilerine ve pozitivist, materyalist filozofların Türk düşünürler

üzerindeki etkilerine karşılık olarak eserler yazmıştır. Bu eserlerinde

pozitivist, materyalist düşünceleri çürütmeyi amaçlayan reddiyeler

yazmıştır. Bu reddiyeleri yazarken düşüncelerinin temelinde vahdet- i vücud

yani varlığın birliği düşüncesi bulunmaktadır. İsmail Fenni Ertuğrul’a göre

varlık birdir, zorunludur. Bu da ezeli ve ebedi olan Allah’tır. Allah dışında

13 https://www.biyografya.com/biyografi/9802, (Erişim tarihi: 10.07.2019).

14 Süleyman Hayri Bolay, İsmail Fenni Ertuğrul, TDV İslam Ansiklopedisi, C.23, 2001,

ss.98-100.10

hiçbir şeyin kendinde bir varlığı yoktur. Var olanların tümü Allah’ın

varlığının yansıması şeklindedir.15

Vahdet- i vücud düşüncesini Panteizm düşüncesi ile aynı kabul eden

görüşlere karşı çıkmış ve bunların birbirlerinden farklı olduğunu

savunmuştur. Alemin içinde mevcut olan her şey geçicidir ve yokluk

üzerine kurulmuştur. Bunların hiç birisi ezeli ve ebedi olan Tanrı ile özdeş

kabul edilemez. Var olan nesnelerdeki bu yok oluş ve bozulma Tanrı’nın

ezeli ve ebedi var oluşundan hiçbir eksiltme meydana getirmez.16

İsmail Fenni Ertuğrul, maddeci düşüncelere karşı ruhçu ve maneviyatçı

bir düşünce benimsemiştir. Ruhun maddeden ayrı bir varlığının

bulunduğunu savunan İsmail Fenni Ertuğrul, insanın gözle göremediği

enerji, elektrik gibi unsurları, ruhun varlığının da mümkün olması

konusunda delil olarak kullanmıştır. Madenin en küçük yapı taşı olan

atomların parçalanması mümkün olduğuna göre, maddi olan şeylerin

herhangi bir ezeli ve ebediliğinin bulunmadığı açık biçimde ortada olduğunu

kabul eder. İnsanın çıplak gözle görmesi mümkün olmayan fakat bilimsel

bir takım aletler yardımı ile varlığını gözlemleyebildiği enerjilerin mevcut

olması, ruhun var olmasında da herhangi bir imkânsızlık olmadığını

ispatlamaktadır.17

Vefatına kadar ilmi çalışmalarda bulunmuş ve hiç evlilik yapmamıştır.

Bu sebeple sahip olduğu mirasını Darüşşafaka cemiyetine, zengin

kütüphanesini de Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne bağışlamıştır. Eserlerinin

tamamı yayınlanmamakla birlikte on beşten fazla telif ve tercüme eserleri

bulunmaktadır.

1.2. İsmail Fennî’ nin Felsefî Düşüncesi ve Buna Etki Eden

Faktörler

İsmail Fenni Ertuğrul’un felsefe anlayışına baktığımızda, felsefenin ilk

dönemlerindeki düşüncelerden ve düşünürlerden hareketle bir tanımlama

15 https://www.biyografya.com/biyografi/9802, (Erişim tarihi: 10.07.2019).

16 Süleyman Hayri Bolay, İsmail Fenni Ertuğrul, TDV İslam Ansiklopedisi, C.23, 2001,

ss.98-100.

17 Süleyman Hayri Bolay, age, ss.98-100.11

yapmış olduğu görülmektedir. Felsefe Yunanca’ da hikmet sevgisi, filozofta

hikmeti seven anlamına gelmektedir. İlk dönem felsefi düşünce

hareketlerine baktığımızda tüm bilimlerin felsefenin içerisinde bulunduğunu

ancak daha sonra gelişerek felsefeden bağımsız disiplinler haline

geldiklerini görmekteyiz. İsmail Fenni Ertuğrul da aynı fikre sahip olmak ile

birlikte fizik, kimya, psikoloji, sosyoloji vb. bilim dallarının felsefeden

ayrılmasından sonra felsefe içerisinde yalnızca metafizik alanın kalmış

olduğu kanaatindedir. Bu bakımdan metafiziği felsefe içerisinde bir alan

olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Hatta değişen ve gelişen bilimsel

faaliyetler sonucunda felsefenin elinde kalan tek alanın metafizik alan

olduğunu düşünmektedir.18

Metafizik alanın bilimsel olarak incelenmesi mümkün olmadığı için

felsefe bu bakımdan yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Düşünürlerin bir

kısmı metafizik bilginin doğruluğunu kabul ederken, bir kısmı metafizik

bilgiyi doğru kabul etmemektedir. Bu bakımdan düşünürlerin metafizik

bilgiler hakkında pek çok farklı düşünceye sahip olduğunu görmekteyiz.

Fakat ne metafizik bilginin varlığını kabul eden düşünürler ne de kabul

etmeyenler, düşüncelerinin gerekçelerini sunamadıkları için metafizik bilgi

ile ilgili tartışmalar bir sonuca ulaştırılamamıştır.

İsmail Fenni Ertuğrul’un felsefe düşüncesi din ile çatışmayan bir

yapıdadır. O’nun felsefe anlayışına baktığımızda akla çok büyük önem

vermesine rağmen, her şeyin akla indirgenerek açıklanmaya çalışılması

kabul edilir bir yöntem değildir. Akıl bilimsel bilgilerin ortaya

çıkartılmasını sağlamada en önemli araç iken sadece aklı değerli görüp,

vahye ve ilhama dayalı bilgileri reddetmek, hakikatleri reddetmekten başka

bir şey olmayacağı için İsmail Fenni Ertuğrul bilgiyi akla indirgeyici

anlayışa karşı çıkmıştır.19

18 Neşet Toku, Türkiye’de Spiritüalist Felsefe (İlk Temsilcileri), İstanbul: Kum saati

Yayınları, 2012, s.72.

19 Neşet Toku, age, s.73.12

1.3. Varlık Düşüncesi

İsmail Fenni Ertuğrul’un varlık düşüncesine baktığımızda tasavvuf ile iç

içe geçmiş vahdet-i vücut düşüncesine sahip olduğu görülmektedir.

Ertuğrul’a göre iki tür varlıktan söz edebiliriz. Bunlardan biri zorunlu varlık,

diğeri ise mümkün varlıktır. Zorunlu varlık, Tanrı’dır. Mümkün varlık ise

varlığı Tanrı’ nın iradesine bağlı bulunan varlıklardır. Tanrı dışında var olan

tüm varlıklar bu kategoride değerlendirilebilir.20 Tanrı, ezeli, ebedi ve her

türlü yokluktan uzaktır. Tanrı’ nın varlığı mutlak olduğu için var olan bir

şeyin “yoktan var edilmesi” gibi bir şey söz konusu olamaz. Var olan her

şey Tanrı’nın birer yansıması olarak mevcuttur. Alem ve içerisinde var olan

şeylerin tümü Tanrı’ dan meydana gelen ilk şey olan “külli ruh” sayesinde

meydana gelmektedir.21

İsmail Fenni Ertuğrul’un vahdet-i vücud düşüncesini sistemli bir

biçimde ortaya koymasındaki nedenlerden birisi Aristo, Eflatun gibi Antik

Yunan düşünürlerinin yaratıcı bir Tanrı’yı kabul etmenin yanında, alemde

meydana gelen olayların sebeplerini Tanrı dışında bir varlığa dayandırıyor

olmalarıdır. Antik Yunan düşünürlerine göre alem kadimdir. Tanrı- alem

ilişkisinde Tanrı’nın herhangi bir müdahalesi bulunmamaktadır. Buna

karşılık Ertuğrul’ a göre alemdeki en gelişmemiş mikro organizmadan en

gelişmiş varlığa kadar her şeyde maddi alem dışında bir takım manevi

haller bulunmaktadır. Bundan dolayı İsmail Fenni Ertuğrul, alemi meydana

getiren sebebi alemin dışında değil içerisinde var olan her şeyde mevcut

bulunduğunu söylemektedir. Bu da vahdet-i vücud temelli bir varlık

anlayışını meydana getirmiştir.22

Vahdet-i vücud anlayışındaki vücut kelimesi madde ile sınırlandırılmış

bir vücut değildir. Bu vücudun herhangi bir şekli ve sınırı bulunmamaktadır.

Herhangi bir sınırı ve şekli bulunmayan bu vücut anlayışı varlığın tümünü

kapsamaktadır. Âlemde var olan her şey bu vücudun bilgisi dâhilinde ve

20 Neşet Toku, age, s.74.

21 Neşet Toku, age, 74.

22 İsmail Fenni Ertuğrul, Materyalizmin İflası ve İslam, sad. Abdulhalim Kılıçsoy, İstanbul:

Sebil Yayınevi, C.2, s.211.13

özünde mevcuttur. Burada vücut kelimesi ile anlatılmak istenilen, tüm

varlıkların tek bir vücuda ait olduğudur. Var olduğunu gördüğümüz şeyler

kendi başlarına bir vücuda sahip değildir. Fakat sonradan yaratılmış olan

varlıklar bu vücudu ne akıl ne vehim ne de havas ile bilemezler. Onu

herhangi bir şey ile mukayese dahi edemezler. Sonradan yaratılmış olan

varlıklar ancak kendileri gibi sonradan yaratılmış olan varlıkların bilgisine

ulaşabilirler. Yaratıcının özünün bilinebilmesi mümkün değildir.23

İsmail Fenni Ertuğrul için var olan her şeyin aslı Tanrı’nın ezeli ve

ebedi bilgisinde saklıdır. O’nun bilgisi dâhilinde olmayan hiçbir şeyin

varlığa gelmesi mümkün değildir. Kelam ilminde buna ayan-ı sabite denir.

Bu, İbn’ül Arabi’ nin kullanmış olduğu bir kavramdır. Ayan-ı sabite var

olan şeylerin varlığa gelişini açıklamaktadır. Alemde mevcut olan

varlıkların gerçek anlamda kendinde bir varlıkları bulunmamaktadır. Var

olan bu varlıkların Tanrı’nın varlığını farklı şekillerde kendisini göstermesi

olarak kabul edilir. Var olan her şey vahdet-i vücud ilkesine bağlıdır.24

Varlık tek bir biçimde bulunmaktadır. Bu da vahdet-i vücud ilkesi ile

açıklanır. Var olan şeylerin çokluğu, farklılıkları ve birbirlerinden bağımsız

oluşu, ayan-ı sabitenin farklı şekillerde ve formlarda olmasından

kaynaklanmaktadır.

Çokluk vehim ve hayal olarak vardır; birlik gerçek olarak mevcuttur.

Belli bir top kumaştan farklı elbiseler vücuda getirilebilir. Bu elbiselerin

hepsi varlık olarak bir ve aynıdır, çünkü aynı kumaştan yapılmıştır.

Farklılık şekillerden ileri gelmektedir. Şekilleri farklı kılan, modelleri ve

kalıpları yani ayan-ı sabiteleridir. Kalıplar, hiçbir zaman elbiselerde var

olmadıkları halde onlara şekil verirler. Bunun gibi dış âlemdeki bütün

varlıkları farklı şekillere sokup çokluğun ortaya çıkmasına sebep olan

a‘yân-ı sâbite de hiçbir zaman dış âlemde var olmaz.25

23 İsmail Fenni Ertuğrul, age, s.212.

24 Süleyman Uludağ, “A’yan-ı Sabite”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,1991,

C.4, ss.198-199.

25 Süleyman Uludağ, age, s.198-199.14

Bundan dolayı ayan-ı sabite İbn’ül Arabi tarafından yok olan olarak

tanımlanmıştır. Bizim âlemde var olduğunu gördüğümüz şeyler aslında

ayan-ı sabite’ nin kendisi değil onun şekil, özellik, benzerlik vs.

bakımlardan bir yansıması şeklinde mevcuttur. Bu bakımdan İbn’ül Arabi

de ayan-ı sabitenin yok olduğunu söylerken esasında onun hiçbir zaman var

olmadığını, belli şekillere girerek varlık olarak göründüğünü söylemiştir.26

Yoksa ne ayan-ı sabite ne de algıladığımız ve varlık olarak kabul ettiğimiz

şeyler varlığın kendisi değildir. İnsan algısı varlığı varlık olarak bilebilecek

güce ve kapasiteye sahip değildir. Bizim bilebildiğimiz şeyler sadece

görünür olan şeylerden ibarettir.

İsmail Fenni Ertuğrul’ un vahdet-i vücut düşüncesinde, duyularımız

tarafından bilebilmemiz bakımından varlık olarak kabul ettiğimiz eşya,

esasında sürekli değişim ve dönüşüm içindedir. Ancak bizim duyularımızın

bu değişim ve dönüşümü anlayabilmekte yetersiz kalması, bizim sürekli

olarak eşyanın aynı olduğu fikrine sahip olmamıza neden olmaktadır. İsmail

Fenni Ertuğrul’un bu düşüncesi, Leibniz’in doğada meydana gelen tüm

olayları hareket ve eylemlere bağlayan düşüncesi ile benzerlik

göstermektedir. Leibniz de maddi olan eşyanın varlığını hakikat olarak

kabul etmemektedir. Ona göre varlık olarak kabul ettiğimiz eşyalar,

esasında maddi olmayan varlığın, bizim duyularımız ve aklımız ile çeşitli

şekillerde görülmesi ve o şekilde idrak edilmesinden kaynaklanmaktadır.27

İsmail Fenni Ertuğrul, varlığı çeşitli mertebelere taksim etmiştir;

1. Ehadiyet mertebesi: Burada Tanrı’ nın özü ve tüm hakikati

mevcuttur.

2. Vahdet mertebesi: Tanrı’ nın kendisine ve mevcut olan şeylerin

hiçbirisini birbirinden ayırt etmeden geneli kapsayan bilgilerdir.

3. Vahidiyet mertebesi: Tanrı’ nın kendisine ve mevut olan şeylere ait,

bunları birbirlerinden ayırt ederek açıklayan bilgilerdir.

4. Ruhlar mertebesi: Burada eşyanın sahip olduğu suretler ve basit

tözler bulunmaktadır. Burada görünen tüm şeyler Tanrı’ nın ruh aracılığı ile

26 Süleyman Uludağ, age, s.198-199.

27 Neşet Toku, age, s.76.15

görünür hale getirdiği şeylerdir. Tanrı, kendisi hakkında görünmeyen

şeyleri ruhlar aracılığı ile görünür hale getirmektedir. İsmail Fenni Ertuğrul

düşüncesinde yaratma bu şekildedir. Yaratılmış olan şeylerin tamamı ruh

sonucunda oluştuğu için, ruhlar ve cisimler arasında özleri bakımından bir

farklılık bulunmamaktadır.

5. Misal mertebesi: Bu mertebe ruhlar âlemi ile cisimler âlemi arasında

kalan bir mertebedir. Her iki âlem ile de etkileşim halindedir.

6. Cisimler mertebesi: Bu mertebe sadece duyular ile algılanan ve

maddi yapıda olanların bulunduğu bir âlemdir.

7. Kamil insan mertebesi: Şimdiye kadar saymış olduğumuz

mertebelerin tümünü kendi bünyesinde barındıran bir mertebedir.28

Vahdet-i vücud düşüncesinde “Nur’un eşya ile beraber olduğu gibi

Allah da her şey ile beraberdir” düşüncesini panteizm düşüncesi ile

karıştırılmakta ve Allah’ ın mekâna ait olduğu gibi sonuçlar

çıkartılmaktadır. Gerçekte böyle söylenmesinin sebebi, Allah’ ın her şeyden

önce ve her şeye gücü yeten bir varlık olduğu düşüncesidir. Bu sözlerden

maksat Allah’ ı zaman ve mekan ile sınırlandırmak değildir. İsmail Fenni

Ertuğrul’ un ontolojik düşüncesinin panteizm ile herhangi bir benzerliği

yoktur. Panteizm düşüncesi ontolojik olarak, Tanrı ve âlemi özdeş kabul

ederken, vahdet-i vücut düşüncesinde ontolojik anlamda böyle bir özdeşlik

söz konusu değildir. Vahdet-i vücut düşüncesinde âlemde mevcut olan tüm

suretler ve mevcut olan çokluk Tanrı’nın sıfatlarının birer yansıması olarak

kabul edilmektedir. Bu anlamda Tanrı’nın sonsuzluğu kabul edilirken,

âleme herhangi bir sonsuzluk atfedilmemektedir.

1.3.1. Tanrı Anlayışı

İsmail Fenni Ertuğrul düşüncesinde Tanrı, varlığından şüphe edilmeyen,

mevcut olan, her şeyin yaratıcısı ve sebebi olan varlıktır. Tanrı insan

zihninden bağımsız olarak zorunludur. Tanrı’ nın varlığı ve yokluğu

hakkında çıkan tartışmalara verilmiş pek çok yanıt bulunmakla beraber,

İsmail Fenni Ertuğrul bu konuda filozofların ve kelamcıların vermiş olduğu

28 Neşet Toku, age, s.77.16

yanıtlara olumlu bakmaktadır. Bu hususta kelamcılar bir takım deliller

sunmaktadır. Kısaca bunları aktarmaya çalışacağız.

Hudûs Delili:

Tanrı’ nın varlığını kanıtlamak amacıyla kelamcılar tarafından

kullanılan kozmolojik delillerden biridir. İnsanoğlu her dönemde yaratılmış

olan varlıklara ve âleme bakarak, bunları meydana getiren bir gücün

varlığını anlamaya ve ispat etmeye çalışmıştır. Hudûs delili var olan her

şeyin yokluktan geldiği yani Tanrı’ nın yaratmasından önce hiçbir şeyin var

olmadığı düşüncesinden hareketle delillerini sunmaktadır.29 Diğer bir

deyişle âlem kendisine ait olmayan madde ve suretlerden oluşmaktadır. Bu

madde ve suretin her ikisi de sonradan meydana gelmiştir. Var olan bu

madde ve suretler bir yaratıcının varlığına muhtaçtır. Bu yaratıcı da

kendiliğinden var olan Allah’tır.30

Gayelilik Delili:

“Gāiyyet, sözlükte “son uç, nihaî nokta, zirve, ideal örnek” gibi

anlamlara gelen gāye kelimesinden türetilmiş olup varlık düzeninin mutlaka

belli bir gayeyi gerçekleştirme esasına dayandığını, evrende tesadüf ve

saçmadan söz edilemeyeceğini ileri süren felsefî-kelâmî doktrinler için

kullanılan bir terimdir.”31

Buna göre âlemde meydana gelen olayların tamamı belli bir amaç ve

sistem içerisinde işlemektedir. Âlemde hiçbir şey amaçsız ve başıboş

hareket etmez. Âlemde bu amaçlılığı ve işleyişi sağlayan bir yöneticinin

bulunması gerekmektedir. Bu da Tanrı’nın varlığına delil olarak

görülmektedir.

İmkân Delili:

Âlemde var olan her şey olabilmesi mümkün şeylerdir. Var olması

mümkün olan bu varlıkları meydana getiren bir sebep olmalıdır. Örneğin;

âlemde var olan bir kedinin var olması da yok olması da eşit derecede

29 Bekir Topaloğlu, “Hudus”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,1991, C.18,

ss.304-309.

30 İsmail Fenni Ertuğrul, age, s.13.

31İlhan Kutluer, “Gaiyyet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,1996, C.13, ss.292-

295.17

imkana sahiptir. Eğer biz bir kedinin varlığından bahsediyorsak, bunu

meydana getiren bir sebebe ihtiyaç duymaktayız. Bu sebep, Tanrı’dır.

Varlığa gelenler kendi içlerinde bir döngüsel sistem ile oluşmazlar. İlk

sebep Tanrı’dır ve varlığa gelen diğer şeyler ondan sonra meydana

gelmiştir. Tanrı var olan her şeyin bizatihi sebebidir.32

İbda ve ihtira Delili:

İbda ve ihtira sözcükleri “Varlıkları maddesiz, örneksiz ve benzersiz

olarak hiçten ve yoktan var etme”33 anlamına gelmektedir. Âlemde meydana

gelmiş olan varlıklar belli başlı bir takım atomların bir araya gelmesi ile

oluşmuştur. Neredeyse birbirlerinin aynısı olan bu atomlardan âlemdeki

çeşitliliğin ve birbirinden farklı varlıkların meydana gelmesi kendiliğinden

mümkün değildir. Aynı toprakta yetişen çiçeklerin rengârenk oluşu,

kokularının ve şekillerinin birbirinden farklı olması, tüm bunlara müdahale

eden bir Tanrı olmadan mümkün değildir.34

Bu anlamda İsmail Fenni Ertuğrul Tanrı’nın varlığına ilişkin kanıtları,

âlemdeki çeşitli düzen ve mükemmelliklerden yola çıkarak rasyonel bir

bakış açısı ile açıklamıştır. Bu konuda Batılı filozoflar tarafından ortaya

atılan delilleri de tabii deliller, metafizik deliller ve manevi deliller olarak

Tabii Deliller:

Tabii deliller, insanın dış alemi idrak etmesi sonucunda insanın kalbine

ve idrakine ulaşan delillerdir. Bu noktada Leibniz bu delil ile alakalı şu

hususlardan bahsetmiştir: Âlemde var olan her şeyin bir sebebi vardır, bu da

Tanrı’dır. Çünkü bu şeylerin kendi özünde bir varlıklarının olması mümkün

değildir. Bundan dolayı var olan bu şeylerin bir meydana getiricisinin

olması zaruridir. Diğer her şeyin sebebi olan bu varlık yani Tanrı, ezeli ve

ebedi olması bakımından aslında var olan tek gerçek varlıktır.

Descartes’e göre âlemde ben varım. Peki, beni meydana getiren sebep

nedir? Eğer ben kendi kendimin meydana getirici olsaydım o zaman bende

mevcut olmayan tüm iyi özellikleri de kendimde toplardım. Oysa insanın

herhangi bir şekilde kendisinin sebebi olmadığı açık şekilde anlaşılmaktadır.

32 İsmail Fenni Ertuğrul, age, s.14.

33 https://www.luggat.com/ibda'%20ve%20ihtira'/1/1, (Erişim tarihi: 11.10.2019).

34 Neşet Toku, s.80.18

Descartes’in sorgulamış olduğu tüm bu şeyleri esasında insanların tümü

yapmaktadır. İnsan bir yaratıcısının olduğu fikrine ulaşamasa bile, alemde

başı boş ve yalnız olmadığını hissetmektedir. Bunu hissetmemizi sağlayan

nedir? Bu anlamda insanı ve diğer tüm eşyayı, mahlukatı meydana getiren

bir yaratıcının var olduğu fikri açık biçimde anlaşılmaktadır.35

Metafizik Deliller:

Bu deliller insanın aklında mevcut olan genel ve zorunlu tasavvurlardan

oluşturulmuştur. Bu delillerden ilki insan aklında zorunlu olarak mevcut

olan sonsuzluk fikridir. Descartes’in de belirttiği gibi zihnimizde sonsuz bir

varlık tasavvuru bulunmaktadır. Sonsuz olmayan bir varlıkta sonsuzluk fikri

nasıl meydana gelmektedir? Kendisinde sonsuzluk gibi bir özellik

bulunmayan insanın zihninde bu kavramı oluşturan bir insan olamaz.

Sonsuzluk özelliğine sahip bir varlık olmalıdır. Bu varlık Tanrı’ dan başkası

değildir.36

İnsan zihninde mevcut olan bir başka kavram, mükemmel varlık

fikridir. Buna göre kendisinden daha mükemmeli ve büyüğü düşünülemeyen

bir varlık fikri insan zihninde kendiliğinden mevcut olamaz. Bu kavramın

gerçeklikte bir karşılığının bulunması gerekmektedir. Descartes’ e göre eğer

böyle bir varlığın düşünülmesi mümkün ise var olması da mümkündür.

Leibniz’in düşüncesine göre de var olmak için herhangi bir varlığa ihtiyaç

duymayan, kendiliğinden var olan bir varlık imkan dâhilinde değil ise o

halde var olmak için bir varlığa ihtiyaç duyan varlıklar da imkan dâhilinde

değildir. Çünkü onların var olmaları kendilerini var edici bir varlıkla

mümkündür. Bundan dolayı eğer zorunlu varlık olan Tanrı mümkün değil

ise mümkün varlık olarak âlemde var olan tüm mahlukatın da olmaması

gerekmektedir.37

Maneviyata Dair Deliller:

Maneviyata dair deliller, insanın bir takım ahlaki durumlarda kalbi

hisler yaşamasını örnek gösteren delillerdir. Bu deliller hemen herkes

tarafından yaşandığı için var olduklarına dair bir inanç vardır. Tarihsel seyir

35 İsmail Fenni Ertuğrul, age, s.18.

36 Neşet Toku, age, s.83-84.

37 İsmail Fenni Ertuğrul, age, s.21.19

içerisinde baktığımızda insan her zaman yaratıcı Tanrı’yı bulma peşinde

olmuştur. Bir yaratıcıdan haberdar olmasa dahi kendi kalbi hisleri ile her

zaman kendisini yaratan ya da kendisini yöneten bir Tanrı fikrini kabul

etmiştir. Bu sebeple insanlığın en eski zamanlarından itibaren Tanrı fikrine

dair böyle bir genel kabul bulunmaktadır.38

En eski zamanlardan itibaren toplumlarda her zaman iyilik, ahlaklı

olmak, iyi işler yapmak gibi öğütler verilmektedir. İnsanlar bunu

gerçekleştirmek için özverili olmaya çalışmaktadır. İnsan bunu bazen bir

dini inancın gerekliliği olarak yaparken bazen de vicdani olarak böyle bir

ihtiyaç içerisinde bulunmaktadır. Bu işleyişi sağlayan şey nedir? İnsanlar

arasında böyle bir uzlaşmanın kendiliğinden sağlanması mümkün

olmadığına göre, bunu sağlayan bir Tanrı’nın varlığı zorunlu olarak ortaya

çıkmaktadır. 39

1.3.2. Ruh Anlayışı

İsmail Fenni Ertuğrul’un düşüncesine göre ruh, Tanrı’nın yaratmış

olduğu ilk şeydir. Varlığa gelen şeyler ruhun başka suretlerde meydana

gelmesinden oluşmuştur. İnsan ruhunun ne olduğu tam olarak bilinemez.

Fakat başka suretlerde ortaya çıkan yansımalarından ruhun var olduğu

hususunda bilgiler elde edilebilir. Ruhun sahip olduğu değerler insanın

manevi yanını yansıtmaktadır. İnsan ne kadar fiziki varlığı olan bir varlık

ise bir o kadar da manevi bir varlıktır. Var olan ruhların hepsi aslında tek bir

ruhun farklı suretlerde görülmesidir. Tüm ruhların kendisinin suretleri olan

tek bir ruh vardır. Bu da külli ruhtur. Daha sonra varlığa gelen ruhların hepsi

bunun suretlerini oluşturmuştur. Bunlar da cüz’ i ruhtur.40

Ruhun varlığı-yokluğu, ebedi oluşu gibi konular felsefe tarihinde sıkça

tartışılmış bir problemdir. Bu konuda bazı düşünürler ruhu maddeye

indirgeyerek ruhun kendinde müstakil bir varlığının bulunmayacağı

düşüncesini savunmuştur. İsmail Fenni Ertuğrul gibi düşünürler ise ruhun

38 İsmail Fenni Ertuğrul, age, s.23.

39 İsmail Fenni Ertuğrul, age, s.23.

40 Neşet Toku, age, s.91.20

maddeye bağlı değil, maddeden tamamen bağımsız bir varlığı bulunduğunu

yani spiritüalizm düşüncesini savunmuştur.

“İsmail Fenni ise ruhu şöyle tarif eder: "O birdir ve emir âlemindendir,

yani en evvel ve vasıtasız yaratılmış nurdur, şekil ve sureti yoktur. Bu, külli

ruh veya ilahi emirdir ki, ona «Hakikat-ı Muhammedîye» dahi denir. İstidat

ve kabiliyetlere göre türlü şekillerle şahıslarda tezahür eder”41

“Sana ruhtan soruyorlar, de ki; ruh rabbimin emrindendir ve size bu

hususta az bilgi verilmiştir”42

İsmail Fenni Ertuğrul, ruhun maddeye indirgenememe nedenlerini ve

materyalist düşüncenin iddialarına karşı durma sebeplerini bir takım deliller

ile açıklamıştır. Bu hususta İmam Gazali, İbn Arabi, Fahreddin Razi gibi

İslam âlimlerinin bu konu hakkındaki fikirlerine müracaat etmiştir. İlk

olarak insan psikolojisinde ve bedeninde meydana gelen olayları birbirleri

ile kıyaslayarak açıklamıştır. İnsanın psikolojisinde meydana gelen olaylar;

üzüntü, sevinç gibi duygular sadece kişinin kendisinin hissedebileceği

şeylerdir. Bunların herhangi birisi tarafından görülmesi ya da işitilmesi

mümkün değildir. Fakat bizim bu gibi şeyleri duyularımız ile algılayamıyor

olmamız bu duyguların olmadığı manasına gelmez. Subjektif durumlarda

olsa herkes bunlardan kastedilen durumların neler olduğunu bilmektedir.

İnsan bedeninde meydana gelen herhangi bir yaralanma durumunda, yarayı

fiziki olarak beden almış olsa da burada duyulacak olan acı yine ruh

tarafından hissedilmektedir. Bazı durumlarda sadece fiziki bedende

gerçekleşmekte olup ruhun bunlarda herhangi bir müdahalesi söz konusu

olmamaktadır. Mesela, nefes almak, konuşmak, öksürmek gibi durumlar.

Bunlar ruhun müdahalesi dışında gerçekleşen fiziki olaylardır. Duyular

aracılığı ile fark edilebilirler.43

Ruhun varlığına ikinci bir sebep olarak ruhun birliği hususu

gösterilebilir. İnsanın ruhu zaman içerisinde herhangi bir değişim ve

41 İsmail Yörük, İslam’da Ruh Tasavvuru, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Dergi

park, s.36, (1986) , https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/30955, (Erişim tarihi:

11.10.2019), s.15.

42 İsra Suresi, 17-65.

43 Neşet Toku, age, s.92.21

dönüşüm göstermemektedir. Yaşanmış olan her şey ve kişiliğimiz sürekli

olarak bizimle olmaktadır. Bu sebeple insan yaptıklarından sorumlu bir

varlık olmaktadır.44

Üçüncü sebep olarak ruh tarafından gerçekleştirilen eylemlerde,

dışarıdan herhangi bir müdahale olmaksızın ruhun kendisi tarafından

gerçekleştirilmesi gösterilebilir. İnsan yaşamını sürdürürken yürüme,

konuşma, düşünme gibi eylemlerini gerçekleştirirken dışarıdan herhangi bir

müdahale olmaksızın kendi iradesi ile bunları gerçekleştirebilmektedir.

İnsan dışındaki varlıklara baktığımızda dışarıdan herhangi bir müdahale

olmaksızın bir eylemde bulunmaları mümkün değildir. Örneğin bir masa

kendi başına yer değiştirebilme iradesine sahip değildir. Bunu

gerçekleştirebilmek için dışarıdan herhangi bir etkiye maruz kalması

gerekmektedir. İnsanda bu iradeyi sağlayan ruhtur. Maddi formdaki

varlıklar ruha sahip olmadıkları için iradeye bağlı olarak herhangi bir

eylemde bulunmaları mümkün değildir. Belirtmiş olduğumuz tüm bu

sebepler ruhun maddeden farklı olan yanlarını açıklamakta ve ruhun asla

maddeye indirgenemeyecek bir yapısının olduğuna işaret etmektedir.45

1.4. Bilgi Anlayışı

İsmail Fenni Ertuğrul bilgi konusunda, insanı akıl sahibi bir varlık

olması bakımından diğer varlıklardan ayırmaktadır. İnsanda ayırt etme ve

bilmeyi sağlayan şeyin nefs-i natıka olduğunu söylemiştir. Bu yeti iki

yönlüdür. İlki insanın dış alemden duyular yoluyla elde ettiği kelimelerden

oluşur. İkincisi ise insanın kendi içinde bir takım anlamlar yükleyerek

anlamlandırmalar yapmasıdır. İnsan, ilk önce gördüğü maddi şeylere

anlamlar yükler. Daha sonra gördüklerini özelliklerine göre bir takım

kategorilere ayırır ve bunları anlamlı hale getirebilmek için bir takım

kelimeler ile ifade eder. Mesela; ağaç, kitap, masa gibi kelimeler ile somut

ifadeler haline getirir. Daha sonra bir takım soyut değerler oluşturup bunları

ifade edebilecek şekilde isimlendirir. Anlamlı hale getirilen maddi ve

manevi olan bu kavramlar arasında mantıksal olarak bir ilişki kurulmaya

44 Neşet Toku, age, s.93.

45

Neşet Toku, age, s.93.22

çalışılır. Bilinenlerden hareketle bilinmeyenlere ulaşılmaya çalışılır. İsmail

Fenni Ertuğrul, bilginin elde edilmesi sürecinde, mantık kurallarının

uygulanarak tanım, yargı ve çıkarım sürecinin takip edildiği bir bilgi

anlayışına sahiptir.46

İsmail Fenni Ertuğrul’un bilgi anlayışının temelinde İbn Sina’nın felsefi

düşüncesinden izler görülmektedir. İbn Sina’nın felsefi düşüncesinde insan

dünyaya boş bir zihinle gelmektedir. Daha sonra zihninde oluşan kavramları

iki yolla elde eder. Tecrübe ve tecrübeden bağımsız elde edilen kavramlar.

Tecrübe tüm bilgilerin elde edilmesinde yeterli bir araç olarak

görülmemektedir. Tecrübelerden hareketle elde edilmiş olunan bilgiler

yalnızca tecrübeye konu olan varlıklarda geçerlidir. Tecrübe edilemeyen

varlıkların bilgisi ancak nefs-i natıka aracılığı ile elde edilmektedir. Bu da

ilahî ilham ile sağlanabilmektedir.47

Nefs-i natıka aracılığı ile edindiğimiz bilgiler, duyularımız ile

edindiğimiz bilgilere göre daha sağlıklıdır. Çünkü burada rasyonel ve

duyusal şeylerin akıl ile idrak edilmesi söz konusudur. Fakat buradaki idrak

işleminin, duyularımız aracılığı ile elde edilen bilgilerden farklı olduğunun

anlaşılması gerekmektedir. Duyular bilgiyi elde etme sürecince belirli

sınırlara bağlı olarak ancak bazı durumların bilgisine ulaşabilmektedir.

Mesela çok yoğun bir uyarıcıya maruz kalındığında göz görme işlemini tam

olarak yerine getiremez. Keza diğer tüm duyu organları için de bu durum

geçerlidir. Ancak aklın işleyişine baktığımızda, akıl ne kadar soyut

kavramlar ile mücadele ederse sınırlarını o denli genişletip daha soyut

kavramlara ulaşabilmektedir. Duyu organlarında olduğu gibi bir bozulma

yaşamamaktadır. Bunlar dışında duyu organları ile elde edilmiş bilgiler

bazen yanıltıcı olabilmektedir. Uzaktaki bir cisim göz tarafından küçük

boyutlarda algılanırken, akıl aracılığı ile gerçek boyutu bilinebilmektedir.

Akıl eşyayı tasnif, mukayese gibi süreçlerden geçirerek var olan durumların

sebeplerini ve sonuçlarını açıklıyor. Bu verilerin sonucunda da ilimler

ortaya çıkmaktadır.48

46 Neşet Toku, age, s.98.

47 Neşet Toku, age, s.98.

48 Neşet Toku, age, s.99.23

Nefs-i natıka insanı insan yapan yanıdır. Varlığı insan bedeninde de

kendisini göstermesi bakımından maddi bir yapıda olsa da özü itibari ile

insanın manevi yanını temsil etmektedir.49 Dolayısı ile İsmail Fenni

Ertuğrul’un bilgi anlayışında duyularımız aracılığı ile elde ettiğimiz empirik

bilgilere çok önem verilmediğini söyleyebiliriz. O’nun tasavvufi bakış

açısını bilgiye yaklaşımında da görüyoruz. Bilginin elde edilmesinin iki

yolla mümkün olduğunu söyler. Bunlardan ilki akıl aracılığı ile idrak,

ikincisi ise ilahi bir ilham aracılığı ile elde edilen bilgilerdir. İsmail Fenni

Ertuğrul, akıl aracılığı ile elde edilen bilgilerinde hatalı olunabileceğini

düşünmektedir. Çünkü akıl duyuların idrak edebildiği şekilde bilgilere

ulaşır. Oysa ki duyular aldatıcıdır. Bu bakımdan akıl da tek başına hakiki

bilgileri elde etmede yeterli değildir. Bu bakımdan duyulara konu olmayan

metafizik varlıkların bilgisine ulaşmak akıl aracılığı ile mümkün değildir.

Bu noktada insan ilahi bir yardıma ihtiyaç duymaktadır. Bunun insan aklı ile

bilinmesi mümkün değildir. Dini terminolojide bu noktada devreye inanç

girmektedir. Kalp gözü diyebileceğimiz manevi bir halet-i ruhiye ile bu ilahi

bilgilere erişmek mümkündür.50

İsmail Fenni Ertuğrul, bilgiyi elde etme sürecinde duyuları da aklı da

kabul etmekle beraber bunlardan herhangi birisini reddetme yoluna

gitmemiştir. Yalnızca hakiki bilgiye ulaşmada kullanmış olduğumuz

aracıların hakikat ile olan ilişkisini değerlendirmiştir. Bu anlamda

hakikatlere ulaşmak için duyuların ya da aklın gerçek vasıtalar

olamayacağını, hakiki bilgilere ulaşmak için her zaman ilahi bir yardıma

gereksinim olduğunu açıklamıştır.51

İsmail Fenni Ertuğrul’un, Dozy’nin Tarih-i İslamiyet isimli eserine

getirmiş olduğu eleştirileri, onun yukarıda verilen varlık ve bilgi anlayışı

temelinde kendini gösterir. Bu açıdan tezimizin ilerleyen kısmında

düşünürümüz konu ile ilgili görüşleri verilirken bu temelin göz önünde

bulundurulması gerektiği açıktır.

49 Nefs-i natıka, https://www.luggat.com/nefs-i%20nat%C4%B1ka/1/1, (Son erişim:

09.08.2019).

50 Neşet Toku, age, s.99.

51 Neşet Toku, age, s.100.24

1.5. İsmail Fenni Ertuğrul’ un Kitab-ı İzale-i Şukuk Kitabında

Dozy’ nin Tarih-i İslamiyet’i Üzerine Reddiyesi

1.5.1. Tarih-i İslamiyet Adı

İsmail Fenni Ertuğrul, kitabını yazmaya ilk olarak Dozy’ nin

kitabında ‘İslam Tarihi’ isminin kullanılmasını eleştirmekle başlamıştır.

Çünkü İslam Tarihi denilince bundan İslam dini anlaşılır ve dolayısıyla

İslam dinine ait olan tarihi olayların ve hadiselerin anlatılıyor olması

gerekmektedir.

Ancak kitabı okuduğumuzda çok açık bir şekilde görmekteyiz ki

İslam Tarihi ismi altında, İslamiyet’e ait olan konularda ve olaylarda

insanların zihinlerinde karışıklıklar oluşturulmaya çalışılmaktadır. Buradaki

amaç sahip olunan inançlarının temelini sarsmak ve içi boş bir inanç haline

dönüştürerek kişilerin İslamiyet ile olan bağlarını kopartmaktır. Bunu

yapmak amacı ile de İslamiyet açısından batıl sayılan mezhepleri ve onların

İslamiyet ile hiçbir surette alakası bulunmayan anlatılarını kendisine

referans almıştır. Fenni, bu eser okunurken ‘‘İslam Tarihi’’ ismine

aldanmayıp, bu noktalarda hassasiyet gösterilerek okunması gerektiğini

okuyucunun dikkatine sunmaktadır.52

1.5.2. Hz. Muhammed’ in Nübüvveti İle İlgili İddialar

Teorik Açıdan Hz. Muhammed’ in Nübüvvetine Yöneltilen Eleştiriler:

1.5.2.1. Histeri-Sara Hastası Olduğu İddiası

Dozy, Peygamberin sahip olduğu Allah düşüncesinin putların varlığı

ile çelişki oluşturduğunu bu sebepten putlara olan inancı sarsıldığını ve

onları inkâr ettiğini belirtmektedir. Onun düşündüğü bu durum o dönemde

pek çok insan tarafından da düşünülmekte olup putların Araplar için

önemini yitirmekte olduğunu söylemektedir. Dozy Arapların düşünce olarak

52 İsmail Fenni Ertuğrul, Şüpheleri Giderme Kitabı, çev. Ahmet Çapku, Konya: Çizgi

Kitabevi, 2017, ss.26-27.25

o dönemde ileri bir seviyede olduklarını ve dini düşüncelere olan

itibarlarının sarsıldığını, dine olan tek bağlarının sadece geleneklere karşı

gelmemekten ibaret olduğunu söylemektedir. Muhammed’ in onlardan

farklı olarak kendisinin Allah’ ın elçisi olduğunu düşünmesini

eleştirmektedir. Bunun Muhammed’ de olan bir hastalık durumundan

kaynaklandığını belirtir.53

Aslında Peygambere bu hastalığın atfedilmesinin temelinde

Oryantalistlerin Kuran-ı Kerim’ in ilahi bir kitap olmadığı fikrini zihinlere

yerleştirmek için kendilerine zemin oluşturmak amacında oldukları

görülmektedir.

Peygambere gelen vahyin kaynağının ilahi olmadığını iddia ederken,

vahiy geleceği zamanlardaki fiziksel hallerini hastalığının bir parçası olarak

göstermek için kullanmıştır. Oryantalist doktorların hastalığı önceleri sara

olarak düşünürken, sonraları Dozy’ nin fikirlerine önem verdiğini belirttiği

Sprenger tarafından (kendisi hem doktor hem de Peygamberin hayat

hikâyesini yazmıştır) bu hastalığın kas histerisi olarak tanımlandığını

belirtir. Peygamberin hayatıyla ilgili yazılar yazmış olması sebebi ile Dozy

için Sprenger’ in düşünceleri önemli görülmektedir.54

Dozy ve onun düşüncelerini destekleyen Oryantalist doktorların

düşüncelerine karşın, İsmail Fenni Ertuğrul yine Batı’ nın yetiştirmiş

olduğu, ancak tarihi olayları değerlendirirken herhangi bir düşüncenin

savunuculuğunu yapmadığını düşündüğü Paris Üniversitesi’ nin ve akıl

hastalıkları hastanesinin doktorluğunu yapan Mösyö A. Briairo de

Boismont‘ un Halüsinasyonlar adlı eserindeki düşüncelerine Şüpheleri

Giderme Kitabı ’ nda 233. sayfasında alıntı yapılarak aktarılmıştır. Burada

Tıp Üniversitesi üyelerinden Doktor Renaulden yazmış olduğu bir

raporunda düşünceleri şu şekilde belirtilmektedir:

Hayır, nefsini terk eyleyerek tercih ettiği o kadar fedakârlıklarıyla bütün

bir kavmin din ve ahlak esaslarında o kadar hayret verici bir inkılap icra

etmiş olan zat, asla mecnun değildir. Batıl fikirleri ve putperestliği devirip

yerine yegâne ve ruhani bir Allah dinini kurmuş ve bu vasıta ile memleketini

53 Dozy, a.g.e, ss.25-26.

54

Dozy, a.g.e, ss.27-28.26

barbarlık karanlığından çıkarmış, bu kadar uzun süre Arap namına hürmet

ettirmiş ve ondan korkutmuş, torunlarına o kadar şan ve şerefli fetihlerin

yolunu açmış olan zat mecnun değildir. Milletini onda büsbütün kaybolmuş

olan ve İslamiyet’ e tabi memleketlerde bin iki yüz seneden fazla bir süre

geçtikten sonra henüz geçerli olan bir kanunlar mecmuası ile donatmış

bulunan zat mecnun değildir. 55

Kendi nefsi duygularını bastırarak, toplumun içinde bulunduğu

karanlıktan çıkmasına yardım etmek için fedakârlıklarda bulunmak,

karşılaştığı hiçbir zorluk karşısında pes etmeden gerek fiziki gerekse manevi

anlamda karşılaştığı şiddetle mücadele edebilmek sağlığı yerinde olmayan

bir kişinin yapması güç şeylerdendir. Böyle sıkıntılı bir dönem içerisinde

önemli vazifeleri olan bir insanın, zaman zaman kendisini dinlemek, içinde

bulunduğu sıkıntılara çözüm bulmak maksadı ile yalnız kalmak istemesinde

akılları karıştıracak bir durum gözükmemektedir. Sonuçta peygamber de

olsa oda bir insandır ve bütün insanlar gibi ihtiyaçları olabilmektedir. Bu

durumu bir hastalık durumu olarak göstermeye çalışmak asılsız iddialar

olmaktan öteye geçemez.

‘‘Doğrusu; akıllı ve ön yargı sahibi olmayan her insanın anlayabileceği

gibi, inzivaya çekilerek düşüncelere dalmak herhangi bir rahatsızlığa kanıt

sayılamaz. Kaldı ki “inzivaya çekilmek” işi, insanlık tarihinin hemen her

evresinde, pek çok fikir adamı ve lider tarafından yapılmış bir şeydir. En

basitinden, Eflâtun ve Sokrat gibi filozoflar buna örnek gösterilebilir. Bir

başka filozof olan Kant, “Münzevilik, benim ruhumun gıdasıdır.”’’ diyerek

kendisi açısından bu hareketin önemini ortaya koymuştur.56

Dolayısıyla bir insanın tek başına kalarak içinde yaşadığı hayatı

sorgulaması, kendisine hakikat olarak sunulan şeylere şüphe ile yaklaşması

ve bunları akli süzgeçten geçirmeye çalışması bir hastalık durumunun

göstergesi olamaz. Zira bahsedilen bu düşünceler sıradan insanların

düşünmeye cesaret edemeyecekleri türden şeylerdir. Bu durum herhangi bir

hastalık durumu olarak nitelendirilemez.

55 Ertuğrul, a.g.e, s.223.

56https://medium.com/@turkibeg/hz-muhammed-histerik-ve-sara-hastas%C4%B1-

m%C4%B1yd%C4%B1-6520040b01f4, (Erişim tarihi: 07.12.2018)27

Hz. Muhammed’ in zaman zaman babam diye tanımladığı Hz. İbrahim

Peygamber de putlara tapınan insanların en yoğun olduğu zamanlarda hiçbir

zaman putlara tapmamıştır ve tek tanrı fikrine sahip olmuştur. Bu sebeple

sürekli bu tanrının nerede olduğunu düşünmüştür. Sürekli gökyüzüne bakar,

yıldızları gözlemler acaba benim tanrım bunlardan hangisi diye düşünürdü.

Daha sonra sabah olunca kaybolan bu yıldızlardan hiçbirisinin tanrı

olamayacağını düşünmüştür. Daha sonra Ay’ ı gözlemlemiştir. Ay’ ın da

gökyüzünde ebedi olarak kalmadığını görünce Güneş’e bakmış ve onu

gözlemlemiş. Ancak bakmış ki bunların hepsi Dünya gibi maddi âlemden

ibaret. Kendisinde var olan Tanrı fikrine hiçbirisi uymadığını fark etmiş,

bunlara tapmaktan her zaman kaçınmış ve putlara her zaman karşı olmuştur.

Hakikati idrak etmede mahir Batılı araştırmacılar tarafından da

Peygamberin güvenilirliği, doğru sözlülüğü, daha peygamber olmadan önce

bile insanlar tarafından güvenilen ve sevilen bir insan oluşu kabul

edilmektedir. İsmail Fenni Ertuğrul, bunlara rağmen hala Peygamberin akıl

sağlığından şüphe edenlerin kendi akıl sağlıklarından şüphe etmeleri

gerektiğini söylemektedir.57

Dozy ‘‘İslam Tarihi’’ kitabında Peygambere atfettiği hastalık halini şu

şekilde açıklamaktadır:

Bu hastalık nöbet ve ateş yükselmesinden ibaretti. Nöbet hafif

olduğunda hastalığa özgü kasılma belirtileri görülürdü. Dudak ve dil titrer,

gözler bir süre bir bu tarafa bir diğer tarafa dönerdi. Baş sanki bir

makinaymış gibi kendi kendine hareket ederdi vd. 58

Dozy, bunların hastalığın fiziki bedende gözlemlenen etkilerinin

olduğundan söz ettikten sonra asıl önemli olan etkilerin bilinçte meydana

gelen psikolojik etkiler olduğunu söylemektedir. Bu etkiler ise kişinin yalan

söylemeye meyilli olması (burada kesinlik belirtmeyip olasılıktan

bahsetmiştir), kişinin kendisini aklında kurduğu bir şeylere inandırması, var

olmayan şeyleri görmek ya da var olan şeyleri yanlış algılamak gibi

şeylerden bahsetmektedir.59 Zaten kendisinin bu hastalığa örnek olarak

57 Ertuğrul, a.g.e, s.236.

58 Dozy, “a.g.e, , s.26.

59 Ertuğrul, a.g.e, s.235.28

gösterebileceği somut delilleri bulunmamakla birlikte kendisinin yorumu

olmaktan öteye geçmeyecek iddialarda bulunmaktadır. Zannımızca kendisi

Peygamberde fiziki olarak bu etkileri hiçbir zaman gözlemleyemediği ve

bunları iddia edecek kanıtları da bulunmadığı için hastalığın önemli

etkilerinin kişide meydana getirmiş olduğu psikolojik etkiler olduğunu

savunarak delil olarak sunduğu durumlarda aslında çarpıtmalar yaparak

insanların zihinlerini bulanıklaştırmak maksadı taşımaktadır.

Gerçeklikten büsbütün uzak iddialarını kuvvetlendirmek maksadıyla

tıptan yararlanmaya çalışan Dozy, iddialarına destek olarak hem doktor hem

de Hz. Muhammed’ in hayatını yazdığını söylediği Sprenger’ in, dayanaksız

tespitlerini kendi iddialarına delil olarak göstermektedir. Dayanaksız

iddialar diyoruz çünkü bir doktorun, hastalığın teşhisini koyabilmesi için

hastayı birebir görmeli, gerekli muayeneleri yapabilmelidir. Söz konusu

hastalık, bugün tıbbın geniş imkânları içerisinde bile uzun incelemeler

sonucunda bile tanısı zor konulurken, Sprenger’in iddia ettiği hastalık60 ile

ilgili tanılarında dikkate değer hiçbir husus görülmemektedir.61

1.5.2.2. Bazı Ayetlerin Hz. Ömer’ in Arzularına Uygun Olarak İnmesi

Dozy İslam Tarihi kitabında Hz. Ömer’in Peygamber’ e gelen

vahiyler üzerinde etkisinin bulunduğunu söylemektedir. Sözde gelen

vahiyler Hz. Ömer’ in gerekli gördüğü konularda onun istediği şekilde

inmektedir. Hz. Muhammed ve diğer Müslümanlar, Hz. Ömer’ in istekleri

doğrultusunda gelen bu vahiylerden şüphe duysalardı ve vahiylerin tanrısal

bir kaynaktan gelemeyeceği hususunu düşünürlerdi, Hz. Muhammed’ in

vahiylerinin kaynağının ilahi olmadığını anlarlardı demektedir.

Zannediyoruz ki böyle bir hususu yalnızca kendisinin düşündüğünün de

farkındaydı.62

Dozy, açıkladığımız ve açıklayacağımız diğer maddelerde de aslında

hep aynı amaç için gerçekleri çarpıtarak zihinleri bulanıklaştırmaya

çalışmaktadır. Hz. Muhammet histeri hastası mıydı? Yoksa diğer ilahi

60

Dozy, a.g.e, ss. 26-27-28.

61 Ertuğrul, a.g.e, s.236.

62 Dozy, a.g.e, s.40.29

kaynaklardan aşırma yoluyla kendisi kitap mı yazmıştı? Yâda Hz. Ömer’ in

istekleri doğrultusunda vahiy mi alıyordu? Şimdiye kadar saldırılacak tüm

noktalardan peygambere saldırıda bulundu.

Peygamber efendimiz ashabından kendisine sorulan sorularda yâda

yaşanılan hadiselerde kendi keyfiyeti ile hareket etmez, kendisine

bildirilecek olan vahyi bekler o doğrultuda hareket ederdi. Onun söylemiş

olduğu sözlerde yâda yapmış olduğu eylemlerde hiçbir zaman kendi keyfi

hareketleri söz konusu olmamıştır.63 Zira Peygamber Allah’ın dinini

insanlara öğretmek için görevlendirilmişti aksini yapması mümkün değildi.

Her mevzuyu içinden çıktığı şartlar içerisinde değerlendirmek gerekir.

Aksi takdirde söylenen şeyler asılsız iddialar olmaktan öteye gitmeyecektir.

Dozy’ nin yapmakta olduğu şey olayları ve hadisleri yanlış yorumlamak ve

gerçeği çarpıtmak işidir. Hz. Ömer’ in Peygamber Efendimizin övgülerine

mazhar olmasından kendisine pay çıkartarak onu peygamberden üstün bir

konuma yerleştirmeye çalışarak peygamberin Allah’ın nebisi olduğu

gerçeğini şüpheye düşürmeye çalışmaktadır. 64

Hz. Ömer güçlü ve sert bir kişiliğe sahipti. Öyle ki İslamiyet ile

müşerref olmadan evvel de güçlü karakteri herkes tarafından bilinmekteydi.

Doğru bildiği bir şey için hiç kimseden çekinmez, her ne pahasına olursa

olsun savunduğu şeyi yapardı. Fiziki olarak da oldukça güçlü idi. Öyle ki

sokakta yürürken onu gören insanlar onun atın üstünde olduğunu

zannettikleri rivayet edilmektedir. O dönemde Mekke insanların birçoğunun

okuma yazma bilmediği, dini inançların yozlaştığı, insanların kendi

adaletlerini uygulamaya çalıştığı, kadınlara ve kız çocuklarına her türlü

kötülüklerin yapıldığı bir yer halinde idi. Bu karanlık dönemde Hz. Ömer ve

ailesi Mekke’ nin okuma yazma bilenlerin en fazla olduğu sayılı

ailelerdendi. Bu sebepten olacak babası gibi oda Mekke’ nin yönetim

işlerinde söz sahibi olan bir kimseydi. Güzel konuşan, mantıklı düşüncelere

sahip, hakikati algılamakta yetkin bir kimse olduğunu söylemekte yerinde

63 Ertuğrul, a.g.e, s.247.

64 https://sorularlaislamiyet.com/peygamberimiz-asm-benden-sonra-peygamber-gelseydiomer-olurdu-diyor-hz-ebu-bekir-icin-ise-butun, (Erişim tarihi: 07.12.2018).30

olacaktır.65 Hz. Ömer’ in babası da hiçbir zaman putlara tapmamış, öyle ki

putlar için kesilen etleri yememiştir. Kendi akrabaları içinde putlara

tapanları vazgeçirmek içinde elinden geleni yapmıştır. Soyları bir koldan

Hz. İbrahim’ e dayanmaktadır. Hanif dinine mensup olduğu söylenmektedir.

Hz. Ömer’ de babası gibi putlara tapmamıştır. Ancak İslamiyet’ i de hemen

kabul etmemiş, Peygamber’e karşı gelmiştir.66

Hz. Ömer Müslüman olduktan sonra Peygamber efendimizin her

zaman yanında olmuş, her türlü sıkıntıyı birlikte göğüslemişlerdir. Kuran’ ın

tamamının henüz inmemiş olmasından dolayı bazı durumlarda kendi

keyfiyetlerine göre davranmamak için vahyin inmesini beklemişlerdir.

Devlet yönetiminde Hz. Ebu Bekir ile birlikte Peygamberin en büyük

yardımcısı olan Hz. Ömer karşılaştıkları sorunlar karşısında fikirlerini beyan

eder ve bazen bu fikirler inen vahiyler ile benzerlik gösterir, bazen Hz.

Ömer fikrini henüz söylememiş olurdu. Bazen de inen vahiyler Hz. Ömer’in

fikirlerine büsbütün karşıt olarak inmiştir. Fenni Ertuğrul Şüpheleri Giderme

Kitabı’nda buna örnek olarak; Kureyşli kâfirler Peygamberin kölelere ve

fakir olan Müslümanlara iyi davranmasından ve onları yanında tutmasından

rahatsız olmuşlardı. Onları kendileri ile denk göremiyor ve eğer onları

yanından kovarsa ona daha çok saygı duyacaklarını amcası Ebu Talip’ e

söylemişlerdir. Ebu Talip bunu Peygambere söylediğinde, Hz. Ömer bu

durum karşısında onların niyetlerini anlayana kadar söyledikleri şeyi

yapmayı, onları yanından uzaklaştırmayı teklif etmiştir. Ancak bu olayın

akabinde ‘‘Sabah akşam Rablerine iman edenleri kovma’’ ayeti inmiş ve

Hz. Ömer Peygamberden söyledikleri için pişmanlığını dile getirip özür

dilediği olaydan bahsetmiştir.67

Hz. Ömer’in bazı görüşleri ile inen vahiylerin birbirleri arasında

benzerlik göstermesi Peygamberin Hz. Ömer’e minnet duymasını

gerektirmez. Peygamber zaten Hz. Ömer’deki bu yeteneğin farkındaydı.

66 Fahri Sağlam, “Hz. Ömer’in Hadis Anlayışı”,(Yüksek Lisans Tezi), Aksaray

Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Aksaray 2017, YÖK: Ulusal Tez Merkezi, (Tez

no. 470295), s.13.

67 Ertuğrul, a.g.e, s.247.31

Onun hakikatleri kendi aklı ile öngörebildiğini, herkeste bulunmayan akli

meziyetlere sahip olduğunu bilmektedir. Bu sebeple ona Faruk*68 lakabını

takmıştır. Bu sebepten ötürü Hz. Ömer’ in belirttiği fikirlerin inmiş olan

ayetler ile benzer düşüncede olması, ne ayetlerin ilahi olmadığını ne de

Peygamber’ e bu ayetlerin Allah tarafından gönderilmediğini gösterir.

Dozy’nin bahsetmiş olduğu gibi Peygamber bu ayetleri ilahi bir kaynaktan

almayıp, Hz. Ömer’ den duyduklarına göre tebliğ ediyor olsaydı bunu ilk

önce Hz. Ömer fark ederdi ve şüpheye düşerdi. Çünkü o hakikatlere her

zaman sadık kalmış bir insandır. Böyle bir aldatmacayı fark etmemesi

mümkün değildir. Hz. Peygamber’i eksik göstermek maksadı ile Dozy de

Hz. Ömer’ in akli olarak büyük meziyetlere sahip olduğunu kabul

etmektedir. O halde nasıl böyle bir iddiada bulunmaktadır?

Hz. Ömer kendisinin bir şeyi istediğinde, üç kez ilahi vahiy ile benzerlik

gösterdiğini söylemektedir. Bunu Kuran’ daki ayetlerin tamamında böyle

olduğunu söylemek yanlış fikirler ortaya çıkartmaktan başka bir işe

yaramayacaktır. Peygamberin bazı zamanlar aralarında bir karar alırken, Hz.

Ömer’ in fikrini değil de başka fikirleri uyguladığı ve sonuçta gelen vahyin

Hz. Ömer’in teklif ettiği şekilde olduğu da olmuştur. Ancak bunların sayısı

da Kuran’ daki tüm vahiylerde bu şekilde olmuştur denilecek kadar

değildir.69

Dozy Hz. Ömer’ in İslam’ı kabul etmesinde şaşıracak bir şey

bulunmadığını, onun kalbine İslam’ ı kabul etme isteğinin birden

doğmadığını, İslamiyet’ in ilanından sonra geçen altı yılda bu fikre yavaş

yavaş alıştığını söylemektedir.70 O halde Dozy’ nin bu iddiasına karşılık Hz.

Ömer’ in Müslüman olmasından önce geçen altı yılda Hz. Peygamber’ e

gelen vahiylerin kaynağı neydi? Yâda Hz. Ömer’in kalbi karşı olduğu

68 http://www.nedirnedemek.com, (Erişim Tarihi: 07.12.2019).

* Hak ile batılı birbirinden ayıran. Haklıyı haksızı ayırmakta çok mahir olan demektir. (Hak

ile batılı birbirinden tam ayırarak İslamiyet’i kabul ettiği ve İslam nurunu izhar ettiği ve

iman ve küfrün arasını fark ve faslettiği için Hz. Peygamber (A.S.M.) tarafından Hz.

Ömer'e (R.A.) bu isim verilmiştir.)

69 Mustafa Asım Köksal, “Caetani’ ye Reddiye”, İstanbul: İz Yayıncılık, 2015, C.1, s.192.

70 Ertuğrul, “Şüpheleri Giderme Kitabı”, s.247.32

İslamiyet’ e karşı nasıl ısınmıştı? Hz. Ömer altı yılda yavaş yavaş alışırken

neden diğer müşriklerde bu duruma alışmadılar? İddialarını okuduğumuzda

akıllarımıza gelen bu soruların cevaplarını Dozy’ nin vermiş olması

gerektiğini düşünüyoruz.

1.5.2.3. Mucizeler; Göğsün Açılması, Miraç, Dualarının Kabul Olması

Mucize kavramı Kuran’ da açıkça geçen bir kelimde değildir. Kuran’

da yer almayan bu kavram, hicri 3. Yahut 4. Yıllarda İslam düşüncesinin

içerisinde anılmaya başlamıştır. Mucize şeklinde belirtilmese de daha

evvelden beri, maddenin varlığına aykırı olarak meydana gelen olaylar,

peygamberlik gibi bu kavrama karşılık gelen olaylar mevcut bulunmakta idi.

Hz. Muhammed kendisinden önce gönderilmiş peygamberlerin bazılarında

mevcut olan, doğaüstü güçlere sahip değildi. O yalnızca Tanrı’ dan aldıkları

buyrukları insanlara iletmek ile görevlendirilmişti. Henüz Müslüman

olmamış olan kimseler Hz. Muhammed’ in peygamberliğine inanmak için

ondan bir takım mucizeler göstermesini istiyorlardı. Bu durum zaman

zaman Hz. Muhammed’ i sıkıntıya sokmaktaydı. Kendinde bir mucize

görmüş olsalar, belki birçok kişi kendisinin peygamber olduğuna inanacak

ve İslamiyet’ i seçeceklerdi. Ancak müşriklerin beğenisini yahut onayını

almak için böyle bir mucize Hz. Muhammed tarafından insanlara

gösterilmesine izin verilmiyordu. Çünkü onlar, daha önceleri birçok kez bu

türden mucizeler yaşamışlardı. Ancak o mucizeler bile onların inançlarına

bir etkide bulunmamıştır.71

Zaten İslamiyet’ in ilanından sonra ilk inananlar peygamberden

herhangi bir mucize talebinde bulunmamışlardı. Gördükleri ve yaşadıkları

olaylar onlar için zaten mucize etkisi yaratmıştı. Hz. Muhammed’ in

peygamberliğinden hiçbir şüphe duymuyorlardı. Yeni vahiylerin gelmesi ile

birlikte, bu müşriklerin rahatları kaçmış, Hz. Muhammed’ den mucize

taleplerinde bulunmuşlardı. Temelde ona inanmak gibi bir amaçları zaten

yoktu. Amaçladıkları şey peygamberi zor durumda bırakmak ve insanların

gözünde aciz duruma düşürerek kaybettikleri otoritelerini sağlamaktı. Allah

71 Mustafa Öztürk, “Kıssaların Dili”, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2006, ss.14-15-16-

17.33

onların asıl niyetlerini bildiği için böyle bir mucize ortaya koyulmayacağını

ayetler ile belirtmiştir.72

‘’Dediler ki: "Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça yahut senin

hurmalardan, üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl

ırmaklar akıtmadıkça yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça

parça düşürmedikçe yahut Allah' ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe

yahut altından bir evin olmadıkça, ya da göğe çıkmadıkça sana asla

inanmayacağız. Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe

çıktığına da inanacak değiliz." De ki: "Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak

resul olarak gönderilen bir beşerim."73

Dozy, İslam Tarihi kitabında Hz. Muhammed hakkında bilinen

mucizelerin uydurma hikâyeler olduğunu, bunların başka toplumlar ile

etkileşimde bulunulmasından sonra, onlardan etkilenip, İslamiyet’ te hiç

bulunmayan mucizelerin ortaya çıktığını iddia etmektedir. İslamiyet’ in ilk

ortaya çıktığı zamanlardan itibaren mucizesi olmayan bir din olduğunu

söylerken, yine her zaman yapmış olduğu kendi düşüncelerine uyacak

şekilde açıklamalarda bulunmuştur. Mucizelerin olmamasını ilerlemeci bir

din olduğunun anlaşılmasını sağladığını söylemektedir. Ancak bu tutumu

çok uzun sürmemekle birlikte, İslamiyet’ in Arabistan dışındaki topluluklar

arasında da yayılmaya başlaması ile birlikte bu özelliğini yitirip, intihal ile

mucizeler eklenen bir din olduğunu söylemektedir.74 Araplar mucizelerin

bulunduğu dinler ile etkileşimlerde bulunduktan sonra bu durumu bir

eksiklik olarak görüp kendilerinin mucizeler meydana getirdikleri iddia

ediliyor.

Fenni Ertuğrul Şüpheleri Giderme Kitabı’nda Mekkelilerden bir

kısmının hiçbir zaman iman etmeyeceklerinin belli bir şey olduğunu

söylemektedir. Eğer Allah onların istedikleri mucizeleri onlara nasip etseydi

ve onlar hala iman etmeselerdi, Allah tarafından daha önce bazı kavimlere

getirildiği gibi bir azap gelirdi demektedir. Eğer böyle bir azap yine de

72 Yasin Ulutaş, “Mucize ile Delâilü’n-Nübüvve Kavramları ve Kaynakları”,

Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S:30,( 2017), s. 572.

73 İsra Suresi-89.

74 Dozy, a.g.e, s.115.34

başlarına gelmediyse bunun âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz.

Muhammed sayesinde olmadığını bildirmektedir.

Nitekim Göğsün açılması ve Miraç olaylarını Dozy ve bir takım Batılı

düşünürler Kuran’ ı ve Hz. Muhammed’ i değersizleştirmek amacı ile

kullanmaya çalışmışlardır.

Hz. Muhammed’ in göğsünün yarılması hadisesi siyer kitaplarında

çeşitli rivayetler ile anlatılmaktadır. Genel kanaat bu olayın bir kez değil,

birden fazla şekilde yaşanmış olduğu şeklindedir. Kimi rivayetler bize bu

hadisenin Hz. Muhammed henüz on yaşlarında sütannesinin yanında iken

yaşamış olduğu şeklindedir. Kimi rivayetlerde ise miraç olayı

gerçekleşmeden önce yaşanmış olduğu şeklinde. Kimiler ise bu üç durumda

da yaşandığını, onun da bir insan olmasından dolayı, ilahi konula mazhar

olabilmesi için kalbinin Allah tarafından buna hazırlanmış olduğu

şeklindedir.

Kalp, İslam inancında insanın ruhani yanını temsil etmektedir. Bu olay

siyer kitaplarında şu şekilde aktarılmaktadır; ‘‘Bir gün Cebrail veya insan

şekline girmiş iki melek Resulü Ekrem’in yanına gelip göğsünü yarmış,

kalbini çıkardıktan sonra ondan bir kan pıhtısı almış, ardından kalbi yıkayıp

yerine koymuş, yarığı da kapatmıştır’’.75

Bu olayın Hz. Muhammed’ in henüz sütannesi yanındayken

gerçekleşmiş olduğu anlatılmaktadır. Daha sonra buna miraca çıkmadan

evvel, ilk vahyi almadan evvel gibi rivayetler de eklenmiştir. Bu durum

Dozy tarafından, Arapların kendilerinde eksik olan mucizeleri ortaya

koymuş olmaları şeklinde iddia olunmaktadır. Aslında peygamber için böyle

bir olayın yaşanmış olması durumunu bir eksiklik olarak göstermeye

çalışmaktadır. Hz. Muhammed’ den rivayet edilen henüz sütannesinin

yanında geçirdiği zamanlarda on yaşında iken Cebrail tarafından kalbinin

yarıldığını ve içerisinden bir pıhtı çıkarıldığı rivayetini, hem bu zamanda

böyle bir olayın yaşanmamış olduğu iddiasıyla76 hem de Hz. Muhammed’ in

75 Erdinç Ahatlı, “Şakk-ı Sadr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 2010, ss.309-

310.

76 İsrafil Balcı, “Şakkı Sadr Hadisesine Dair Rivayetlerin Kritiği”, İSTEM, S.21, (2013),

ss.13-14.35

bu olayı itiraf ederek kendisinin de putlara tapmak yanlışlığına düştüğünü

kendisinin beyan ettiğini söylemektedir.

Fenni Ertuğrul bu hususta, Şüpheleri Giderme Kitabı’nda Dozy’ nin Hz.

Muhammed’ i putlara inanmış olması iddiasından dolayı eleştirmektedir.

Zira çocukluğundan beri hiçbir vakit putlara bir meyli olmamıştır. Allah

tarafından da uzak tutulmuştur. Eğer öyle olmasaydı, müşriklerin kendisini

sende bunlara inanıyordun şimdi neden inkâr ediyorsun diye ayıplamaları

gerekirdi. Hâlbuki onlar tam aksine putlarını ona kabul ettirebilmek için

uğraşmaktaydılar.77

1.5.2.4. Garanik Meselesi

İslam’ ı ve Peygamberi karalamak adına en çok çarpıtmaların

yapıldığı konulardan birisi de şüphesiz Garanik meselesi olmuştur. Kuran-ı

Kerim İslam’ ın en temel kutsalıdır. İnanan bir Müslüman için Kuran’ ın

bütününde yahut tek bir ayetinde dahi hiçbir kusur ve noksanlık yoktur.

Bazı ayetlerinin şüpheli bazılarının şüphesiz olması gibi bir durumdan söz

edilemez. Bir ayetinde dahi yanlışlık olduğunu söylemek bütününe zarar

verecektir. Bu sebepten ötürü İslam düşünürleri, Batılı ve Oryantalist

düşünürler tarafından Kuran’ın bazı kısımları ile ilgili ortaya attıkları

iddialara cevap vermek zorunluluğunda hareket etmişlerdir. Bunu yaparken

İslam âlimlerinin çeşitli yollar izlediklerini görmekteyiz. Kimileri böyle bir

olayın yaşandığını kabul etmezken, kimileri anlatılandan başka türlü

meydana geldiğini söylemekte, kimileri ise yanlış yorumlamadan

kaynaklanan hatalar bulunduğu görüşünü savunmaktadır. Bunun sebebi de

bu olay ile alakalı kaynaklarda yer alan bilgilerde çelişkiler olup kesin bir

bilgilinin bulunamamasıdır.

Dozy İslam Tarihi kitabında Garanik meselesi üzerindeki iddialarını

beyan etmektedir. Hz. Muhammed’ in İslamiyet’ i tebliğinden sonra

Mekkeli müşrikler tarafından hakaretlere ve eziyetlere uğratıldığını daha

öncede söylemiştik. Ona inananların sayılarının artması sebebiyle Mekkeli

müşrikler bu durumdan iyice rahatsız olmuş ve Hz. Muhammed ve ona

inananlara Mekke’ de sıkıntılı günler yaşatmaya başlamışlardı.

77 Ertuğrul, a.g.e, s.323.36

Müslümanlar alışverişi kesmiş, geçimlerini sağlamaları için ticaret

yapmalarına izin verilmez olmuştu. Hz. Muhammed de kendisine tabi olan

bu insanların başlarına bir hal gelmesinden endişelenmiş ve onların

Habeşistan’ a göç etmelerini istemişti.

Dozy bu göç sonrasında Hz. Muhammed’ in Mekke’ de yalnız kaldığını,

yaşanılan sıkıntılar karşısında Mekkeliler ile bir anlaşma yapmanın yollarını

aramaya başladığını söylemektedir. Mekkeli müşriklerin dine karşı herhangi

bir sorunu bulunmamaktaydı. Tek kaygıları dinin, ticari ve siyasi hayatlarını

etkilemesiydi. Bu sebepten ötürü Mekke’ de ticari ve siyasi yönetimi

elinden bulunduran kabileler, ticaret yaptıkları diğer kabilelerin kutsal

saydıkları putların Hz. Muhammed tarafından tanınmasını istiyorlardı.

Çünkü bu putları Hz. Muhammed’ e kabul ettirebilirlerse ticaret kervanları

da güvende olmuş olacaktı. Dozy, kendi putları ile ilgili herhangi bir teklifte

bulunmadıklarını, zaten onlar için putlar yalnızca atalarından kalma bir

gelenek gibi görünmekte olduğunu söylemektedir. Bunun karşılığında da

Mekke halkı Hz. Muhammed’ in Allah tarafından gönderilen sahih bir

peygamber olduğunu kabul edeceklerine dair teklifte bulundular. Hz.

Muhammed’in içinde bulunduğu çaresizlik durumu sebebiyle bu teklifi

kabul etme zayıflığında bulunduğunu söylemektedir. Bunun üzerine Hz.

Muhammed’in ‘‘Lat, uzza ve diğer üçüncü menatı görüyor musunuz?

Bunlar yüce graniktirler, şefaatleri umulur’’ şeklindeki ayeti okuduğunu

ardından sessizce ‘‘Allah’ a secde ediniz ve ibadet ediniz’’ ayetini söylerken

Hz. Muhammed dâhil herkesin secdeye gitmiş olduklarını söylemektedir.

Ancak diğerlerinin ikinci ayeti duymadıklarını onların ilk söylediği ayette

graniklere yüce demesinden dolayı secde ettiklerini söyler. Üstelik Hz.

Muhammed’ in bunu bir zafer olarak gördüğünü, putlara ettiği övgülerden

dolayı herkes tarafından alkışlandığını ancak bir süre sonra ona

inanmayanlar tarafından bile kararlı ve azimli duruşundan şahsi kazanma

hırsı için vazgeçtiğinden eleştirilmeye başladığını söylemektedir. Bu

eleştirilerden sonra yaptıklarından pişman olup sözlerinden geri dönmeye

çalıştığını, ertesi sabah Cebrail tarafından kendisine ikazda bulunulduğunu

söyleyip, sözlerinden vazgeçtiğini söylemektedir. Ancak Dozy, Hz.

Muhammed’ in sözlerinden pişman olmasının ve Cebrail’ den vahiy37

gelmesinin ertesi sabah değil daha geç bir tarihte olduğunu iddia etmektedir.

Bunun delili olarak da Habeşistan’ a göç etmiş olan Müslümanların, Mekke

müşriklerinin peygamberi kabul ettiklerinin haberini alıp Mekke’ ye geri

dönmüş olmalarını göstermektedir. Bu olayın nasıl vuku bulduğunu hem

Dozy’ nin iddia ettiği hem İslami düşünürler hem de felsefi açıdan

değerlendirmeye çalışacağız.78

Ertuğrul Şüpheleri Giderme Kitabı’ nda Ibn Abbas, Ibn Cerir, Keşşaf

gibi bir kısım İslam âlimlerinin konuya yaklaşımlarından bahsederek

konuyu açıklık getirmeye çalışmıştır. Bahsettiğimiz kişiler, Hz.

Muhammed’in tüm çabalarına rağmen Mekkelilerin kendisine

yanaşmamalarından üzüntü yaşadığını ve onları kendi tarafına çekebilecek

bir şeylerin vahiy olmasını çok istediğini, şeytanın bu zaafından faydalanıp

peygambere Allah tarafından gelmeyen sözleri söylettiğini, devamında

gelen secde ayeti ile o sözlerinin üzerine Peygambere secde ettirdiği

şeklinde düşünceyi kabul etmişlerdir. Hatasının farkına vardıktan sonra çok

üzülmesi sebebiyle Allah tarafından kendisine ‘‘Allah şeytanın ilka ettiği

şeyi kaldırır, sonra kendi ayetlerini muhkem kılar ve Allah her şeyi bilen ve

hikmet sahibidir’’ şeklinde peygamberi teselli edecek ayetlerin indiğini

düşünmüşlerdir. 79

Ancak bu bahsettiklerimiz günümüzde çoğunluğun kabul etmiş olduğu

bir düşünce değildir. Çünkü bahsedilen bu hadiseye ilişkin belgeler

sunulamamaktadır. Bu olayın nerede, nasıl gerçekleştiğine dair de çeşitli

rivayetler bulunmaktadır. Kimileri bunun bir uyku halinde olduğunu,

kimileri bir meclis içerisindeyken, kimileri kalbinden geçirirken yanlışlıkla

ağzından dökülen sözcükler olduğunu, bazıları ise şeytanın peygamberin

sesini taklit ettiğini söylemektedir.

Bu düşüncenin karşısında bazı İslam âlimleri böyle bir olayın asla

yaşanmamış olduğu düşüncesini benimsemişlerdir. Bu kişiler herkesin

bildiği bu garanik meselesini Kuranın ayetlerini örnek göstererek böyle bir

durumun yaşanmasının imkânı olmadığının delillerini sunmaya

çalışmışlardır. Fahreddin Razi, İbn Kesir, Ebu’ s Suud, Sıddık Han ve Kadı

78 Dozy, a.g.e, ss.47-48.

79 Ertuğrul, a.g.e, s.253.38

İyaz, böyle bir olayın olmasının mümkün olmadığını savunan kişilerden

bazılarıdır.80

İlk olarak şu söylenebilir ki, daha evvel de peygamber ile alakalı

iddia edilen pek çok durumun var olduğunu ve bunları Hz. Muhammed’ in

peygamberliğini geçersizleştirmek için kullanıldığından bahsetmiştik.

Peygamberde olduğu iddia edilen bir takım hastalık hallerinin onun

peygamberliğinin şüpheye düşürülmesi yahut geçersizleştirilmesi amacında

kullanılmaya çalışılmıştır.

Burada da bahsettiğimiz İslam âlimleri tarafından onun bir insan olması

sebebiyle, sıradan insanlar gibi hatalar yapan, nefsinin istekleri

doğrultusunda davranan ve en önemlisi şeytanın aldatabildiği birisi olarak

gösterilmeye çalışılması reddedilmektedir. Çünkü Allah Hz. Muhammed’ i

tabiatı gereği kötülüklerden uzak duran bir fıtratta yaratmıştır. Onun Allah

adına söylediği hiçbir şeyde şeytanın etkisi bulunamaz çünkü o kendi adına

değil Allah’ ın bildirdiklerini insanlara iletmekle mükelleftir.

‘‘ Eğer bazı sözleri kendinden düzüp bize isnat etseydi, biz onun sağ

elini tutardık ve sonra kalbinin damarını keserdik, yani onu helak

ederdik.’’81

‘‘ Eğer seni sabit kılmasaydık şu gerçek idi ki, onlara biraz

meyledecektin.’’82

‘‘ O kendi arzusuna göre söz söylemez. Kuran vahiyden başka bir şey

değildir.’’83

‘’ Ona (Kuran’ a), ne önünden, ne ardından asla halel arız olmaz.’’84

“Onların sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Aslında onlar seni

yalanlamıyorlar, fakat o zalimler Allah' ın ayetlerini inkâr ediyorlar.”85

Kuran’ın farklı ifadeler ile defalarca tekrar edilen ayetlerden

anlaşılacağı gibi Hz. Muhammed, Allah tarafından bildirilmeyen hiçbir şeyi

80 Ertuğrul, a.g.e, s.253.

81 Hakka Suresi ,44.

82 İsrafil Suresi,76.

83 Necim Suresi,3.

84 Fussilet Suresi, 42.

85 En’am Suresi,33.39

Allah kelamı diyerek insanlara nakledemez. Çünkü Allah onu yalandan ve

iftiradan korunan bir tabiatla yaratmıştır. Biz insanlar dahi kendimizi temsil

etmek için bir kimseyi görevlendirecek olsak, en az kusura sahip, güvenilir,

ahlaklı kimseleri seçmek isteriz. Her şeye hükmedebilen sonsuz güç sahibi

Allah, kendi kelamını tebliğ edecek olan insanı alelade bir şekilde

görevlendirip, başıboş bırakmış olabilir mi?

Kaldı ki, Hz Muhammed, kendisini koruyan amcası Ebu Talib’ in

vefatı ile kimsesiz kaldığı bir zamanda, öz amcası Ebu Süfyan’ ın,

söylediklerinden vazgeçmesi karşılığında onu koruması altına alma teklifini

bile kabul etmemiştir.

Garanik olayı ile ilgili, sahih hadis kitaplarından hiçbirisinde bu olayın

yaşanmış olduğuna dair rivayetlere rastlanmadığı ve bunlar ile ilgili kanıt

olacak şeylerin bulunmadığı Kadı İyaz’ ın Şifa-i Şerif’ inde belirtilmektedir.

Bu olayın var olduğunu söyleyen hadis kitaplarında da olayın kimler

tarafından rivayet edildiğinin delillerinin sunulmaması sebebiyle, dikkate

değer bulunmamıştır. Müşriklerin Hz. Muhammed ile birlikte secdeye

gitmesi hususunda da Hz. Muhammed’ in hicret etmeden önce Mekke

dönemlerinde Necm suresi indiği vakit Peygamber bu sureyi okuyup

secdeye varmıştır. O secdeye vardığında var olan tüm insanlar, cinler,

müşrikler secdeye varmıştır şeklinde rivayet olunmaktadır. Ancak söz

konusu edilen Necm suresinde müşriklerinin secde ettiği iddia edilen

Garanik olayı yer almamaktadır.86

‘‘Biz senden önce hiç bir Resul ve Nebi göndermiş olmayalım ki, o bir

dilekte bulunduğu zaman, şeytan, onun dilediğine (bir kuşku veya sapma

unsuru) katıp bırakmış olmasın. Ama Allah, şeytanın katıp-bırakmalarını

giderir, sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırıp-pekiştirir. Allah, gerçekten

bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.’’87

İslam âlimleri bu ayet üzerinde iki farklı yorum geliştirmiştir. Garanik

olayının yaşandığını kabul edenler, bu ayetin peygambere teselli amacı ile

inmiş olduğunu söylemektedir. Sen şeytana kanarsın hata yaparsın ama

86 Kadı İyaz, “Şifa-i Şerif Şerhi”, çev. Prof. Dr. Yaşar Kandemir, İstanbul: Tahlil Yayınları,

3.cilt, ss.29-30-31.

87 Hac Suresi, 52.40

Allah bu hatayı düzeltip kendi emirlerini uygular anlamına gelmektedir.

Ancak garanik olayını kabul etmeyenlere göre ise anlam daha değişik bir

şekildedir. Onlar, şeytanın peygamberin kendi isteği üzerinde bir takım

etkilerde bulunmak isteyeceği yönündedir. Zira onlara göre Allah’ ın

kelamına karşın şeytanın hiçbir etkisinin bulunmayacağını savunurlar.

Böyle bir olayın yaşandığını söyleyenlere baktığımızda kendi aralarında

bile tutarsızlık söz konusudur. Herkes tarafından farklı cümleler ile

aktarılmıştır. Bu da Peygamberin putları övdüğü iddia edilen sözlerin gerçek

olması ihtimalini düşürmektedir.88

Bu olayın gerçekliğini savunanların ortaya attıkları bir diğer husus

Peygamberin söylemiş olduğu sözlerden pişman olması ve sözlerini geri

almasının hemen ertesi gün değil, daha ileri bir tarihte gerçekleşmiş

olduğudur. Eğer hemen pişman olsaydı Habeşistan’a giden Müslümanlar

geri dönmez ve kendilerini tekrar sıkıntılı günlerin içerisine sokmazlardı

diyerek bu olayın yaşanmış olduğunu savunmaktadırlar.

Bu hususta Peygamberin eşi Ümmü Seleme’ den nakledilen bir

rivayette şöyle anlatılmaktadır. Müslümanlar Habeşistan’a gittikten sonra

rahata kavuşmuşlardı. Çünkü Habeşistan’ın Kralı En-Necaşi kimsenin

inancına karışmayan anlayışlı bir kimseydi. Daha sonra Mekkeli müşrikler

Habeşistan’a elçiler gönderip burada bulunan Müslümanların kendilerine

teslim edilmesini istemiş, dinlerinden dönerek kendi kafalarına göre bir din

çıkarttıklarını ve bu dinin ne Hristiyanlık ne de Yahudilik olduğunu krala

söylediler. Bunun üzerine kral muhacirleri dinlemek üzere huzuruna çağırıp

neden dinlerinden döndüklerini sordu. İçlerinden Cafer krala cahiliye

devrinde yaptıkları kötülükleri anlatır. Ve Hz. Muhammed’ in kendilerine

getirmiş olduğu din ile bu kötü alışkanlıklardan kurtulduklarını, hiçbir ortağı

olmayan Allah’ a ibadet etmeye başladıklarını anlattı. Kral yanlarında

dinleri ile alakalı ne bulunduğunu sordu ve Cafer Meryem suresini okumaya

başladı. Bunun üzerine en-Necaşi ağladı ve Hz. Muhammed’ in kendi

kitaplarında bahsi geçen son peygamber olduğunu anladı.89

88 Ertuğrul, “Hakikat Nurları”, s.90.

89 Muhammed İbn İshak, “Hz. Muhammed’in Hayatı”, İstanbul: İstanbul Matbaacılık,

2012, ss.278-279.41

Bahsedilen olayda Mekkeli müşriklerin, Müslümanlara olan nefretinin

Habeşistan’ a göç etmeleri ile dahi geçmediği görülmektedir. Bir anlaşma

ile nefretlerinden vazgeçmeleri ve Hz. Muhammed’ in peygamberliğini

kabul etmeleri çok inandırıcı gözüken bir durum gibi gözükmemektedir.

Ayrıca Peygamber ile Mekkeli müşrikler arasında bir anlaşma

sağlanmış olsa idi Peygamber Kâbe’ de rahatça ibadetlerini yapabilirdi.

Ancak Peygamber ibadetlerini hala Mekkelilerin Kâbe’ de olmadığı

zamanlarda ve geceleri yapabiliyordu.

Peygamber’in ağzından putlara övgü içeren sözlerin çıktığını

varsaysak bile müşriklerin birden bu sözler karşısında hiç şaşırmadan

hepsinin secde etmelerinde bir tuhaflık gözükmektedir. Zira bu onların

çokça şaşırmalarını gerektirecek bir durumdur. Yine şeytan ayetleri de

denilen, şeytanın vesveseleri sonucunda peygamberin söylediği iddia edilen

ayetler gerçekten olsaydı, bunun Kuran’ın başka ayetlerinde de olması

gerekmez miydi? Kuran’ ı inceleyenlerin Kuran’ da tutarsız bir yapı

görmeleri ve aralarında anlaşmazlıklar oluşturan ayetlerin olması gerekirdi.

Nitekim ileride bahsedeceğimiz, her ne kadar Dozy başka amaçları uğruna

böyle bir gerçeği kabul etmiş olsa da o dönem ile ilgili rivayetler

aktarılırken olayların aslına sadık kalınmış, yanlış anlaşılmaların olması

pahasına bile sahih bakılan hadislerde doğruyu söylemekten

kaçınılmamıştır.

Putların isimlerinin geçmekte olduğu ve sonunda secde ayetinin indiği

Necm Suresine incelediğimizde, anlatılmak istenilen şeylerin surenin

başından sonuna kadar mantıklı bir şekilde ilerlediğini, mantıksal olarak

herhangi çelişkili bir durum olmadığı görülmektedir.

1.5.2.5. Hayatının Son Devresinde Peygamberliğine İnancının Şüpheli

Gösterilmesi

Dozy Peygamber için iddia ettiği histeri hastalığının davranışlar

üzerindeki etkilerini şu şekilde ifade etmektedir:

Hastalığın davranış üzerindeki etkisi büyüktür. Ünlü Schönlein, histeri

hastası olanların yalan söylemeye ve yalanla karşılarındakini aldatmaya42

çok eğilimleri vardır ya da hiç yoktur. Öyle ki, kimi zaman kendi kendilerini

aldatırlar.90

Dünya tarihine bakıldığında acaba hangi histeri hastası vardır ki hakikat

olmayan şeyleri insanlara hakikat olarak sunmuş, insanları buna inandırmış

ve hatta 14 asırdan beri insanlar onun hakikat olarak gösterdiklerine hala

iman ediyor olsun.

Dozy Peygambere bir hastalık durumu atfetmeye çalışmakla birlikte,

onun sahip olduğu güzel ahlakını insanların gözünde bir hastalığın

göstergesi olarak göstermeye çalışıp, onun peygamberliğinin güvenilirliğini

sarsmaya çalışmaktadır. Çocukluk ve gençlik dönemlerinde peygamberlik

henüz kendisine bildirilmemişti. Bu nedenle çocukluk ve gençlik

dönemlerinde peygamber olduğunu ilan etmediği için hastalık durumu ile

ilgili iddialarını peygamberliğinin ilanından sonraki dönemler için kullanmış

ama öncesi için de bu etkilerin olup olmadığının bilinemeyeceğini

söylemektedir. Öyle ki Peygamber için iddia etmiş olduğu yalan söylemek,

halüsinasyon görmek gibi etkilerinin yanında ikna kabiliyetlerinin yüksek

olması, yumuşak huylu ve yüce bir kişiliğinin bulunması, savundukları

düşünceye sıkı sıkıya bağlı olmaları gibi etkilerinin de olduğunu söyleyerek

peygamberin yüce kişiliğine atacağı iftiralar için kendisine zemin

hazırlamaktadır.91

Dozy, Peygamberliğin varlığı yâda yokluğu ile ilgili delillerin eşit

düzeyde olduğunu belirterek peygamberliğin bilinmesi yâda

bilinememesinin eşit düzeyde delillere sahip olduğunu iddia etmektedir.92

Fenni Ertuğrul, Şüpheleri Giderme Kitabında Dozy’nin bu iddiasını

eleştirmektedir. Eğer Dozy’nin bahsetmiş olduğu gibi iddialarının delilleri

bulunuyorsa bunların açık bir şekilde açıklanmış olmasının gerektiğini,

ancak Dozy’nin bu konuda herhangi bir açıklamada bulunmamış olması

hususunu eleştirmektedir. Fenni Ertuğrul, bu konuda herhangi bir delil

90 Dozy, a.g.e, ss.27-28.

91 Ertuğrul, “Şüpheleri Giderme Kitabı”, s.243

92 Dozy, a.g.e, s.28.43

olmayacağını, çünkü onun fıtratı gereği doğru sözlü ve temiz kalpli

yaratılmış olduğunu belirtir.93

Peygamberin çocukluk ve gençlik dönemlerine baktığımızda, ondaki

güzel ahlakı, güvenilirliği insanlar tarafından sevilen özellikleri olmuştur.

Henüz çocukken kendisine ‘Emin’ lakabını layık görmüşlerdir. İnsanlara

yapmış olduğu şakalarda bile asla yalan söylemez, şakalarını daima

gerçekler üzerinden yapardı. Yalan konusunda bu kadar hassas bir insanın

Allah kelamı diyerek insanlara tebliğ ettiği ayetlerin kendi sözlerinden

ibaret olması durumu söz konusu edilemez.94 İddia edilen bu şeyi o

dönemde Peygambere inanmayanlar dahi düşünmemişlerdi. İslamiyet’i

kabul etmeyen birçok kimse Peygamberden şüphe duydukları için değil

kabileleri tarafından dışlanma korkusu ile dinlerini değiştiremiyorlardı.

Ayrıca Kuran’ ı ve hadisleri kıyaslama yaparsak bu ikisinin

birbirlerinden farklı yapılarda olduğu görülmektedir. Ertuğrul, Arap dilinin

gramerini bilen kimselerin bu farkı daha rahat anlayabileceklerini Hakikat

Nurları kitabında hem Arapça lisanını hem de İngiliz lisanını çok iyi

bildiğini söylediği Stanley’den yapmış olduğu alıntıda ‘‘Hiç kimse bu

dikkate şayan kitabı heyecansız okuyamaz’’ şeklinde ifade etmektedir.95

Ne kadar iyi eğitim alırsa alsın, ne kadar çok yazı yazmış olursa olsun

hiç kimsenin bu kadar mükemmel bir eser ortaya çıkartması mümkün

değildir. Hz. Muhammed’ in okuma yazma bilmediğini ve hiçbir zaman

okula gitmediğini ve onun da bir insan olduğunu göz önünde

bulundurulursa, ilahi bir yardım olmaksızın böylesine mükemmel ifadeye

sahip şeyleri varlığa getirmesi mümkün gözükmemektedir.96

Savaş zamanları Peygamberi koruma amacı ile çadırının başında

bekleyen kimseler bulunurdu. Kendisine ‘‘Allah seni nastan muhafaza

eder’’97 ayetinin inmesi ile birlikte çadırını bekleyen kimselere Allah’ın

kendisini koruyacağını söyleyip onları çadırından uzaklaştırması sahip

93 Ertuğrul, a.g.e, s.243.

94 Ertuğrul, “Hakikat Nurları”, s.11.

95 Ertuğrul, a.g.e, s.11.

96 Ertuğrul, a.g.e, s.11.

97 Maide Suresi, 71.44

olduğu imanın en büyük delillerindendir.98 Zira imanında bir şüphe bulunsa

idi kendisine yapılan türlü suikastlar ve eziyetler karşısında kendini

emniyetsiz hissetmesi ve daha çok korunma talep etmesi gerekirdi.

Herkesin kendisinden bu denli emin olduğu yüce bir insanın, kendisinin

imanının şüpheli gösterilmeye çalışılması gerçek ilim ehli olan kişilerin

iddia edeceği türden şeyler değildir.

1.6.Pratik Açıdan Hz. Muhammed’ in Nübüvvetine Yöneltilen

Eleştiriler

1.6.1. Pratiklik ve Azim Olmaması Hakkında Ortaya Konulan

Yanlış Düşünce

Dozy İslam Tarihi kitabında Hz. Ömer’ in İslamiyet’ i seçmesinin

öneminden bahsediyor. Ve bunu İslamiyet’ in başarı kazanmasına bağlıyor.

Hz. Ömer ve Hz. Ebu Bekir İslamiyet’ i seçmiş olmasalardı, İslamiyet’ in

başarıya ulaşamayacağını çünkü Hz. Muhammed’ in bunu gerçekleştirecek

uygulayıcı zekâya ve bunları başarmak için yeterli cesarete sahip olmadığını

söylemektedir. Hz. Muhammed’ in sadece teorik olarak başarılı olduğunu

Hz. Ömer ve Hz. Ebu Bekir’ in O’ nun eksik yanlarını telafi ettiklerini bu

sayede başarıya ulaşabildiğini söylemekte. Hz. Muhammed’ in teorik

olmasının yanında Hz. Ebu Bekir’ in bu teorileri uygulamakta yetenekli, Hz.

Ömer’ in ise kararlı duruşundan ve cesaretinden bahsetmektedir.99 Hz. Ebu

Bekir Hz. Muhammed’ in bilgili olmasından, Hz. Ömer ise Hz.

Muhammet’in kendisine gereksinim duymasından dolayı yanında

bulunduklarını, yani Hz. Muhammed’ in her zaman yanında bulunmalarını

aslında bir mecburiyet ve çıkar ilişkisi durumu gibi göstermeye

çalışmaktadır.

Fenni Ertuğrul Şüpheleri Giderme Kitabı’nda bu konuya açıklama

getirmektedir. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’ in ne kadar kıymetli

olduklarının ve İslam’a yapmış oldukları katkılarından hiç kimsenin

98 Ertuğrul, a.g.e, s.13.

99 Dozy, “İslam Tarihi”, s.39.45

şüphesinin olamayacağını, ancak bu durumun Peygamberin kıymetsiz

gösterilmesi gibi bir durum için kullanılamayacağından bahseder.100

Cesaret Peygamber’in önemli sıfatlarından birisidir. Öyle ki

Peygamberliğinin ilanından sonra Mekkeli müşrikler tarafından türlü

eziyetlere, hakaretlere ve ithamlara maruz kalmış, kendisine çeşitli

suikastalar düzenlenmiştir. Küçüklüğünden beri yanında olduğu amcası Ebu

Talip Müslüman olmasa da Peygamber’ in her zaman koruyucusu olmuştur.

Bu durumlar karşısında endişelenmesi, başına bir şey gelmesinden

korkmasından dolayı O’nu vazgeçirmek istemiştir. Ancak Peygamber:

‘‘Güneş’ i sağıma ve Ay’ ı soluma koysalar yine de Allah’ ın tebliğinden

vazgeçmem’’ demiştir.101 Savaşlarda hiçbir zaman geri planda durmamış,

hem komutanlık, hem askerlik yapmıştır. Öyle ki gücünün son aşamasına

kadar savaşmaktan geri kalmamıştır.

Hz. Muhammed her türlü noksanlıktan ve kusurdan Allah tarafından

korunmuştur. Allah tarafından korunan ve hiçbir zaman keyfiyetine bağlı

olmadan yalnızca Allah’ ın buyruklarını insanlara ileten bir insanın eksik

olması gibi bir durum söz konusu olamaz. Hz. Muhammed’ in hiç kimsenin

kararlılığına yâda pratikliğine ihtiyacı olması gibi bir durum yoktur. Sonuç

itibari ile O insanlığa gönderilmiştir ve O’da bir insandır. Karşılaştığı

meseleleri çözümlerken, insanüstü bir güç ile her şeyi tek başına yapması

insanların İslamiyet’ i benimsemesi konusunda çekimser bırakabilirdi. Yâda

bu kadar büyük bir mucize karşısında herkes etkilenerek yâda korku ile

İslamiyet’i seçebilirdi buda çok kıymetli bir durum olmazdı.

1.6.2. Acımasız Gösterilmeye Çalışılması: Şaire Asma ile Şair

Ebu Afk’ ın Öldürülmeleri

Dozy İslam Tarihi kitabında Şaire Asma ve Şair Ebu Afk’ ın

öldürülmeleri ile ilgili düşüncelerini belirtmiştir. Bu hususta Asma ile ilgili

düşüncelerini aktararak konuyu izah etmeye çalışalım. Bedir Savaşı’ nın

Müslümanlar tarafından kazanılmasından sonra, kendilerinden sayıca çok

üstte olanlara karşı kazanılan bu zaferin Muhammed’in gücünü ispat ettiğini

100 Ertuğrul, “Şüpheleri Giderme Kitabı”, s.250.

101 Ertuğrul, “Hakikat Nurları”, s.3.46

ve artık kendisinde bir üstünlük görmekte olduğunu ifade etmektedir. Artık

gücünü ispat eden Muhammed’ in düşmanlarına, (düşmanlarından kasıt

Medineli Yahudiler) karşı zalimce davranmaya başladığını, haksız yere

onları cezalandırdığını söylemektedir.

Avs kabilesinden Şaire Asma denilen bir kadın Bedir Savaşı’ nın

kazanılmasının ardından Muhammed’ in dininin nüfuzunun artmasından,

kendi kabilesinden olanlar arasında da İslamiyet’ in yayılmaya

başlamasından büyük rahatsızlık duyuyordu. Öyle ki bu rahatsızlığını dile

getirmek için hem Müslüman olanlara hem de onların bunu yapmasına izin

veren kabilesinin büyüklerine yazdığı hicivlerde ağır tahriklerde ve

eleştirilerde bulunuyordu. Dozy bu durumun Araplar için dayanılması zor

bir durum olduğunu, çünkü Arapların yapıları gereği eleştiri kabul etmeyen

hoşgörüsüz kimseler olduklarını söylemektedir. Bundan dolayı Muhammed’

in tamamen hoşgörüsüzlüğünden dolayı kendi keyfiyeti ile Müslümanlar

içerisinden birisini bu kadını öldürmek için görevlendirdiğini, gece uyurken

Asma’nın katledildiğini söylemektedir. Bu durumu kendisi ‘‘katliam’’

olarak nitelendirmiştir.102

Çok geçmeden buna benzer durumların tekrar yaşandığını, kendilerine

yergide bulunan herkesi öldürdüklerini söylemektedir. Bu kez Ebu Afk

adında bir şairin aynı suçtan dolayı katledildiğini ifade etmektedir. Ebu Afk’

ın yaşı geçkin bir ihtiyar olduğunu, yine hoşgörüsüzlük sebebiyle gece

uykusunda katledildiğini söylemektedir.103

Aktarmış olduklarımız elbette Dozy’ nin empatiden yoksun ve taraflı

olarak belirtmiş olduğu çoğunluğunun kendi fikrine ait olduğu anlaşılan

ifadeleridir. Ertuğrul bu durumu bitaraf olarak ifade etmeye çalışmıştır.

Öncelikle Arapların o dönemdeki toplumsal yapısına baktığımızda şiirlerin

etkisinin büyük olduğu görülmektedir. Öyle ki savaşarak bile

benimsetilemeyecek düşünceler şiirler yolu ile insanlar üzerinde büyük

etkiler bırakabilmekteydi. Bu durumu göz önünde bulundurarak topluma

bakacak olursak toplumun çoğunluğunu Yahudiler oluşturmaktaydı. Ve

Peygamber Efendimizin hiçbir dönemde Yahudilere karşı kötü

102

Dozy, a.g.e, s.64.

103 Dozy, a.g.e, s.65.47

davranışlarda bulunmamıştır. Yalnızca Yahudilere değil Mekkeli müşriklere

karşı bile onlardan bir saldırı gelmediği sürece hiçbir zaman onlara karşı

savaş açmamalarını ashabına emretmiştir. Bu denli hoşgörülü tutumlarına

karşılık Peygamber Efendimiz bu topluluklardan her zaman düşmanlık

görmüştür. Çeşitli suikastlar ve hileler ile canına dahi kastetmekten geri

durmamışlardır. Yine de onların gönüllerine girerek İslamiyet’ i

benimsetmeye çalışmıştır. Şaire Asma’ ya bakacak olursak kendisi herhangi

bir zorlamaya maruz bırakılamamış, kendi dinini yaşamaktadır. Ancak o

başka insanların da İslamiyet’ i kabul etmesini istemiyor, kabul edenlere

karşı aşağılayıcı, gönüllerini kırıcı sözler söylemekten çekinmiyordu.

Yalnızca tenkit etmekle kalmıyor kabilesinin büyüklerini Müslüman

olanlara karşıda kışkırtıyor toplum içinde fitne ve fesat çıkartıyordu.

Bahsettiğimiz sebepler Ebu Afk içinde geçerli olmaktadır. Çok yaşlı

olmasına rağmen insanları tahrik edecek hicivler yazmaktan geri durmamış,

fitne ve fesat çıkartmak için çalışmıştır.104

Elbette bu durumlar Müslümanlar için zor olan hayatı daha da zor hale

getirmekteydi. İnsan haklarının geliştiği, düşünce ve vicdan hürriyetinin

varlığından söz ettiğimiz günümüz şartlarında bile din, insanlar arasında

halen tartışılmakta olan, insanlar arasında ayrımcılıklara sebep olabilen,

nihayete ulaştırılamamış bir konu iken, cahiliye olarak tanımlanan bir

dönemde insanların bu konuda ne kadar acımasız davranışlarda

bulunabileceği herkes tarafından tahmin edilebilecek bir durumdur.

İnsanların ıslah edilebilesine imkân veren bir sistemin bulunmaması,

günümüzdeki gibi hapishanelerin olmaması sebebiyle yapılabilecek tek şey

insanların uyarılmasıydı. Uyarılardan sonuç alınamaması sonucunda bazı

insanlar ölmüştür. Zira yapmış oldukları kötülükler sadece kendilerini

ilgilendirmemekteydi. Başka insanların düşüncelerine ve hayatlarına

müdahalede bulunmak, onların zarar görmesine sebep olmak tepkisiz

kalınacak bir şey değildir.105

Hz. Muhammed’ in ve ona inananların kelime-i tevhidi insanların

kalplerine yerleştirmeye çalışırken yaşadığı zorlukları ifade etmeye

104 Ertuğrul,” Şüpheleri Giderme Kitabı”, s.264

105 Ertuğrul, a.g.e, s.26648

‘‘katliam’’ kelimesinin anlamı dahi yeterli gelmeyecektir. Kureyşli müşrik

kadınlar savaşta ölen Müslümanların kulaklarından ve burunlarından

gerdanlıklar yapmış, Ebu Süfyan’ ın karısı Hind Peygamberin amcasını

öldürtmüş, kalbini yerinden söküp dişleriyle parçalamıştır. Hz. Muhammed

amcası Hz. Hamza’nın öldürülmesine hiçbir şeye üzülmediği kadar

üzülmüştü. Ancak o hiçbir zaman kendi nefsi için intikam almaya

uğraşmamıştır. Kendisini ve en yakınlarına karşı her türlü fenalığı yapanlara

karşı bile bağışlayıcı olmuştur.106

Şaire Asma ile Şair Ebu Afk’ ın ölmelerin Dozy tarafından ‘‘katliam’’

olarak görülmesi, zannediyoruz ki gerçeklerin görmezden gelmesinden

kaynaklanmaktadır. Zira İslamiyet’ i kabul etmiş olanların Mekkeli

müşrikler tarafından uğramış oldukları zulüm ve eziyetler bitaraf olarak ele

alınsaydı Asma ve Ebu Afk’ ın yaşadıkları Dozy tarafından bile yazılmaya

değer görülmeyecektir.

1.6.3. Evlilikleri ve Hz. Zeynep İle olan Evliliği

Dozy İslam Tarihi kitabında Peygamber’ in yapmış olduğu evlilikler

ile ilgili iddialarda bulunuyor. İlk eşi Hatice ’nin vefatından sonra kendisini

harem kurmak ile suçlamaktadır. Kitapta Hatice’ nin vefatından hemen

sonra Suda adında dul bir kadınla evlendiğini söylemektedir. Aynı zaman

içerisinde Hz. Ebu Bekir’ in yedi yaşındaki kızı Ayşe ile de nişanlandığını

on yaşında iken de Medine’ de evlendiğini söylemektedir. İlerleyen

zamanlarda Bedir Savaşı’nda kocasını kaybeden Hz. Ömer’in kızı Hafsa’yı

da eşlerinin arasına kattığını bu evlilikleri ile Peygamber’ i nefsinin istekleri

doğrultusunda hareket eden birisi gibi gösterme çabası içerinde bulunmuş ve

bunu kuvvetlendirmek içinde Peygamber’ in Zeynep ile yapmış olduğu

evliliği kullanmıştır. Zeynep Peygamber’ in köle iken azat ettiği ve evlatlığı

Zeyd ile evlidir. Zeyd’ in evde olmadığı bir zamanda Peygamber’ in

evlerine gittiğini, Zeynep’ i üstüne başını toparlarken gördüğünü ve

Zeynep’e karşı nefsi duygularının oluştuğunu söylemektedir. Zeynep’ in de

bu durumun farkında ve memnun olduğunu, bunları kocası Zeyd’e

anlatmakta gecikmediğini söylemektedir. Bu durum karşısında Zeydi’ n

106 Ertuğrul, a.g.e, s.26549

Peygambere gidip isterse eşini onun için boşayacağını söylediğini ve

Peygamberin tepkisinden bunu istemediğini söylese de aslında istekli

olduğunu anlayarak Zeynep’ i boşadığını söylemektedir. Bir diğer sebebin

de Zeyd’ in Peygamber’ in kendisine karşı beğeni duymasından hoşnut olan

bir kadınla evli kalmayı istememesi olarak belirtmektedir.107

Boşanmalarının hemen ardından Peygamber’ in Zeynep ile evlenmeye

cesaret edemediğini çünkü Zeydi’ n kendisinin evlatlığı olmasından dolayı

bu durumun hoş karşılanmayacağının farkında olduğunu belirtmektedir.

Arap toplumunda evlatlığının eşi ile evlenmenin öz oğlunun eşi ile

evlenmek kadar kötü görüldüğünü belirtmektedir. Bu durumun uzun

sürmediğini ve sonunda Muhammed’in ‘‘Zeynep’ in evine gitsinler ve ona,

Allah’ ın onu bana eş olarak verdiğini söylesinler’’108 dediğini belirtir.

Bu konu Dozy ve onun gibi İslamiyet’ e ve Peygamber’ e kusur

atfetmeye çalışanlar için çarpıtmaların en çok yapıldığı konulardan birisidir.

Kuran-ı Kerim bu hususlarda en güzel cevapları tayin etmiş, hakikati

görmek isteyenlere en mantıklı cevapları sunmuştur. Kuran’da ‘‘Allah bir

adam için içinde iki kalp yapmamıştır. Kendilerinden zıhar* yaptığınız

eşlerinizi analarınız kılmamıştır. Evlatlıklarınızı da oğullarınız kılmamıştır.

O sizin ağzınızdaki lafınızdır. Allah ise hakkı söylüyor ve doğru yolu

gösteriyor.’’109

Bu ayetlerde bir insanın iki kalbi yoktur demekle, bir erkek için

annesi ve eşinin aynı kadın olamayacağı hususu anlatılmak istenmiştir. Bir

kalbe sahip olduğumuza göre bir kadın annemiz ise eşimiz değildir. Eğer

eşimiz ise annemiz değildir. Üçüncü bir durumdan söz edemeyiz. Aksi

takdirde hem mantıksız hem de inanan insanlar Allah’ ın emirlerine karşı

konuşmuş oluruz. ‘‘Onları, babalarının adlarıyla çağırın. Bu Allah katında

107 Dozy, a.g.e, s.70.

108 Dozy, a.g.e, s.71.

109 Ahzap Suresi, 4.

*zıhar: İslam’ dan önce Araplar arasında, kocanın karısına, “ sen bana annemin sırtı gibisin

!” diyerek hanımından uzaklaşmasıdır. Boşanma olmadığı halde tekrar karı koca olmak

için kefaret ödenmesi gereken bir durumdur.50

daha doğrudur. Eğer onların babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din

kardeşleriniz ve dostlarınızdır…’’110 İlgili ayet Peygamberimiz ve Zeyd

arasındaki ilişkiden mütevellit zuhur olmuştur. Çünkü evlatlığı Zeyd olarak

anılmaktadır. Ancak ilgili ayetten de anlaşılacağı gibi eğer bir kimsenin

babasının kim olduğunu biliniyorsa babasının adı ile anılmalıdır. Eğer

bilinmiyorsa ve Müslüman bir kimse ise onun ancak din kardeşi yahut dost

olarak anılmalıdır. Örneğin o zamana kadar Muhammed oğlu Zeyd olarak

anılırken Harise’nin oğlu Zeyd olarak anılmaya başlanmıştır.

İslamiyet gelmeden evvel cahiliye döneminde Araplar arasında evlat

edinilen erkek çocuklarından soylarının yürüdüğü, kendi öz evlatları gibi

olduğu inancı hâkimdir. Hatta Peygamberimizin de nübüvvetten önce evlat

edindiği çocukları bulunmaktaydı. Fakat bu ayetin inmesi ile birlikte bu

durum geçersiz olmuştur. 111

Zeynep, Peygamberin halasının kızı olmakla birlikte İslamiyet

gelmeden evvel, örtünmenin kadınlara emredilmediği zamanlarda da onu

her hali ile görmüştür. Eğer Peygamber Dozy’ nin İslam Tarihi kitabında

belirttiği gibi Zeyd yokken Zeynep’i evinde görüp ondan etkilenecek olsa

idi bu daha önceden olurdu ve Zeynep ile kendisi evlenirdi. Zira o Zeyd ile

Zeynep’ in izdivacını bizzat kendisi yapmıştır. Zeynep peygamberin

soyundan, güzel ve akıllı bir kadındır ve bir köle ile evlenmeyi kendisine

yakıştıramamışsa da peygamberin isteği ile Zeyd ile evlenmiştir. Ancak

Zeynep bu evlilikten hiçbir zaman memnun olamamış ve kocası Zeydi de

memnun edememişti. Zeyd bu durumun farkındadır ve Peygambere

aralarındaki bu durumdan sıklıkla söz etmektedir. Ancak bu durum Dozy’

nin ilgili sayfada belirttiği gibi Zeynep’ in Peygamberin ilgisini çekmekten

memnun olmasından dolayı değildir. Çünkü Zeyd Zeynep’in ahlakı, iffeti ve

imanından asla şüphe etmiyordu. Yalnızca kendisinin bir köle olmasından

dolayı, kendine yakışır bir eş olarak göremediğinin farkındaydı. Zeyd’ in

110 Ahzab Suresi, 5.

111 Ömer Nasuhi Bilmen, ‘‘İnsanların Birer Kalbe Sahip Oldukları ve Karı Kocalık

Meselesi, Evlilikten Doğan Akrabalık’’, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri,

C.6, İstanbul: İpek Yayın Dağıtım, ss.86-87-88.51

kendisine boşanmak istediğini söylediği bu durumlar karşısında Peygamber

ona sabırlı olmasını ve Allah’ tan korkmasını söylüyor, hiçbir zaman

boşanmasından yana durmuyordu. Bu durum için Fenni Ertuğrul, Zeynel

Abidin’ in rivayetini daha gerçek bulduğunu belirtir. Zeynel Abidin’ in

rivayetine göre Peygamber Allah’ ın Zeynep’ i kendisine nikâhlayacağını

bilmekteydi. Ancak böyle bir şeyi açığa çıkartmamış, Allah’ ın emri gelene

kadar da bunu kimseyle paylaşmamıştır. Zeynep’in de kocasına karşı olan

bu durumunun geçmesi için, kocasının köle olmasına karşın soylu bir

aileden gelmekte olduğunu söyleyerek onun gönlünü hoş etmeye

çalışıyordu. Dozy’ nin hem iddia ettiği hem de eleştirdiği durum, Dozy gibi

hakikati göremeyen akıllar tarafından bile ayıplanırken, Hz. Muhammed

gibi Allah’ ın en sevdiği, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir

Peygamberin düşünememesi yahut nefsinin bu denli zapt edilemez oluşu

nasıl düşünülebilir?112

Peygamberin evlilikleri genellikle şefkat evliliği olmuştur. Öyle ki

henüz yirmi beş yaşında bir delikanlı iken kendisinden on beş yaş büyük iki

kez evlenmiş dul bir kadın olan Hz. Hatice ile evlenmiştir. Ve Hz. Hatice

vefat edene kadar hiçbir kadını nikâhına almamıştır. İnsanın duyguları ile

hareket ettiği, nefsine göre işler yapmaya daha müsait olduğu bir zamanda

bile o bunu yapmamıştır. Üstelik Hz. Hatice oldukça varlıklı ve akıllı bir

kadındır. Eşleri vefat ettiği için dul kalmıştır. Kendisiyle evlenmek isteyen

çok fazla kişi bulunmaktadır. Ancak o Peygamber’in insanlar arasında

methini ve yüce bir insan olacağı yönündeki sözleri işitmiştir ve görmüş

olduğu bir rüya ile Peygamber ile evlenmek istediğini bildirmiştir. Yirmi

beş sene süren bu evlilik sonrasında Hz. Hatice vefat etmiştir.

Hz. Hatice’ nin vefatından sonra Hz. Sevde ile evlenmiştir. O da eşini

kaybetmiş yaşlı ve dul bir kadındır. Dört yıl kadar evli kaldıktan sonra

boşandı. Ancak Hz. Sevde Peygamber efendimizden kıyamet günü hanımı

112 Ertuğrul, a.g.e, ss.268-269.52

olarak diriltilmek için hiçbir beklentisi olmaksızın nikâhında olmak

istediğini söyleyince onu tekrar nikâhına almıştır.113

Daha sonra Hz. Ayşe ile nikâhlanmıştır. Hz. Ayşe bekâr olarak aldığı

tek eşidir. Bu evliliği Hz. Ayşe’ nin yaşının küçüklüğü hususunda başta

Dozy olmaz üzere pek çokları tarafından çok fazla eleştiriye ve istismara

uğratılmıştır. İslam tarihi araştırmacıları tarafından Hz. Ayşe’ nin evlilik

yaşı ile ilgili kesin bir rakam verilememektedir. Bu düşünceleri destekleyen

deliller bulunmamaktadır. Ancak başka olaylara bağlı olarak tespitlerde

bulunulmaktadır. Fakat şu da kabul edilmesi gerekli bir gerçektir ki, rivayet

edilen yaşlardan hangisi olursa olsun, o dönemin şartları içerisinde kimsenin

garipsemediği bir durumdur. 20.yy’a gelinceye kadar Hz. Ayşe’ nin yaşı

sorun yapılmamıştı. Hz. Muhammed’ i hiç kimse pedefoliden

suçlamamıştır. Eğer Dozy’nin iddiaları doğru olsa idi o dönemde bu konu

elbette Hz. Muhammed’ in aleyhinde kullanılırdı. Hz. Ayşe’ nin evlendiği

yaş ile ilgili çeşitli yollardan rivayetleri aktarmaya çalışacağız.

Hz. Muhammed, Hz. Ayşe’ yi babası Hz. Ebubekir’ den istettiği

zamanın İslamiyet’ in ilan edilmesinden on sene sonra olduğu rivayet

edilmektedir. Hz. Ayşe’ nin doğum tarihi de vahyin bildirilmesinden beş-altı

sene evvel olarak aktarılmaktadır. Bu durumda Hz. Ayşe’ nin babasından

istetildiği zaman 16-17li yaşlara tekabül etmektedir. Bir sürede nişanlı

kalmışlar ve bir-iki sene sonra evlenmişlerdir.114

Birçok rivayette Hz. Ayşe’ nin doğum tarihi, peygamberliğin ilanından

dört yıl sonra olarak aktarılmaktadır. Ancak bunun aslı peygamberlikten

dört yıl sonra değil, peygamberliğin ilanından altı yıl öncedir. Hz.

Muhammed’ in Hz. Ayşe ile evlenmek istediği tarih peygamberliğin

ilanından on yıl sonra olmuştur. Hatta bu isteğini belirttiği dönemde babası

Ebu Bekir, Ayşe’ yi başkalarının da istediğini belirtmiştir. Demek ki Hz.

Ayşe başkaları tarafından da istenebilecek kadar büyük bir yaştaydı. Bu

verilere göre Hz. Ayşe’ nin istenmesinde on altı yaşlarında olması gerektiği

113 Muhammed İbn İshak, “Hz. Muhammed’in Hayatı”, İstanbul: İstanbul Matbaacılık,

2012, s.323

114 Muhammed İbn İshak, a.g.e, s.325.53

sonucuna varılır. Ayrıca Hz. Ayşe’ yi isteyenler İslamiyet’in kabulünden

sonra putperest inancı sürdürmüşlerdir. Eğer Hz. Ayşe’ yi istediği zamanda

Hz. Muhammed peygamberliğini tebliğ ettiği yaşta olsa idi, en yakın dostu

Hz. Ebu Bekir’in Hz. Ayşe’ yi Müslüman olmayan bir aileye vermek

istemezdi. Nitekim Hz. Ayşe’ nin Müslüman olmasından dolayı, onunla

evlenmekten vazgeçtikleri de belirtilmektedir.115

Hz. Ayşe’ ye Mekke yıllarında inmiş olan Kıyamet suresinin tam olarak

ne zaman indiği sorulduğunda, kendisinin oyun oynayan bir çocuk olduğunu

söylediği rivayet edilmektedir. Bu sure peygamberliğin üçüncü yâda

dördüncü yıllarında inmiştir. Hz. Ayşe’ nin de bu surenin iniş zamanı ve

ayetlerinin hatırlayabilmesi göz önünde bulundurulursa büyük bir çocuk

olması gerektiği anlaşılır.116

Birçok kaynakta Hz. Ayşe’ nin ablasının, hicret esnasında 27-28

yaşlarında olduğu bilinmektedir. Hz. Ayşe ile aralarında 10 yaş bulunduğu

da yine rivayetler arasında bulunmaktadır. Bu durumda hicret zamanında

Hz. Ayşe’ nin 17-18’li yaşlarda olduğu anlaşılmaktadır.117 Hz. Ayşe ile ilgili

olarak yaş konusunda muammaların bulunmasının en büyük sebeplerinden

birisi de cahiliye döneminde kadınlara ve kız çocuklarına değer

verilmemesinden kaynaklanmaktadır. Kız çocukları değersiz

görüldüklerinden olsa gerek, kayıt altına alınmamıştır.

Daha sonra Hz. Ömer’ in kızı Hz. Hafsa ile nikâhlanmıştır. Hz. Hafsa’

nın eşi vefat etmiştir. Hz. Ömer onu yakın dostları olan Hz. Ebubekir ya da

Hz. Osman’ a vermek istemiştir. Ancak her ikisi de evlenmek

istememişlerdir. Bu durumdan üzülen ve İslam’ a büyük hizmetlerde

bulunan Hz. Ömer’ in gönlünü almak için Peygamber, kızı Hafsa ile

115 Yaşar Nuri Öztürk, “Asrısaadet ’in Büyük Kadınları; Hz. Ayşe”, İstanbul: Yeni Boyut

Yayınevi, 2013, ss.29-60.

116 Muhammet Emin Yıldırım, “Hz. Aişe Validemizin Evlilik Yaşı”, Siyer Vakfı.

https://www.siyervakfi.org/hz-aise-validemizin-evlilik-yasi/, (Erişim Tarihi: 18.12.2019).

117 Muhammet Emin Yıldırım, “Hz. Aişe Validemizin Evlilik Yaşı”, Siyer Vakfı.

https://www.siyervakfi.org/hz-aise-validemizin-evlilik-yasi/, (Erişim Tarihi: 18.12.2019).54

nikâhlanmıştır. Ümmü Seleme; İslam’ ı en önce kabul eden ve ilk hicret

edenlerdendir. Oda dul kamıştır ve Peygamber nikâhı altına almıştır.

Ümmü Habibe; kocası ile birlikte İslam’ ı ilk benimseyenlerden

olmuştur. Kocası ile Habeşistan’a hicret edenlerdendir. Ancak orada kocası

dinini değiştirmiş ve Seleme’ yi de buna zorlamıştır. Tüm baskısına rağmen

Seleme inancından vazgeçmemiştir. Daha sonra eşinin vefat etmesiyle

yalnız kalmıştır. Kendisine denk kimseyi bulamadığı için evlenememiştir.

İnancında sabit kalması sebebiyle Peygamber kendisini nikâhına alma teklifi

göndermiştir ve Seleme bundan büyük mutluluk duyarak kabul etmiştir.

Cahş kızı Zeynep ile olan evliliğinden yukarıda bahsetmiştik. Hz.

Zeynep peygamberin hanımlarından olduktan sonra ‘‘Sizi babalarınız, beni

ise yedi kat göğün üzerinde Cenab-ı Allah evlendirdi’’ dediği rivayet

olunmuştur. Zira peygamberin onunla olan evliliği cahiliye adetlerinden

olan evlatlık oğulların olması geleneğini ortadan kaldırmış önemli bir

evliliktir.

Huzeyme el-Hilaliye kızı Zeynep; kocası Uhud’ da öldürülmüştür.

Evlendikten birkaç ay sonra vefat etmiştir.

El Haretül- Hilaliye kızı Meymune; kendisi dul kaldıktan sonra hiç

kimse ile evlenmek istememiştir. Kalbinde sürekli olarak peygamberin eşi

olma şerefine ulaşabilmek arzusu bulunmaktaydı. Öyle ki bunu rüyalarına

girecek kadar istemekteydi. Hislerini kız kardeşine söylemiş ve oda bu

duruma sessiz kalamamış durumu eşine açmıştır. Hz. Abbas durumu

peygamberimiz ile paylaşıp onları evlendirmiştir.

El-Haris kızı Cüveyriye; kocası öldürülmüş ve kendisi esir alınmış ve

satılığa çıkartılmıştı. Peygamberimizden yardım istemesi üzerine bedelini

ödeyip onu kurtarmış ve eşleri arasına katmıştır. Oluşan akrabalık bağından

dolayı Cüveyriye’nin diğer akrabaları da esirlikten azat edilmişlerdir.

Huyey kızı Safiye; Musa ve Harun Peygamberlerin soyundandır.

Yahudi olan kocası Hayber’de ölmüş kendisi de esir alınmıştır. Bu evlilik

ile birlikte Yahudiler ile geniş akrabalık bağı oluşmuştur. Onlarla etkileşime55

geçebilmesi ve İslamiyet’ in sınırlarını genişletebilmesine katkı sağlayacak

bir bağ oluşmuştur.

Görüldüğü gibi peygamberin evliliklerinden maksadı şehvet olmayıp,

büyük çoğunluğu şefkat evliliği olmuştur. Bunun dışında siyasi sebepler için

yapılan evlilikleri de bulunmaktadır.

1.6.4. Kurazya Oğulları Vakasında Muaz oğlu Sad’ ın Hakem

Tayini

Dozy İslam Tarihi kitabında, Medine’ den kovulmuş olan bazı

Yahudilerin, Mekkeliler tarafından Hz. Muhammed’ e duyulan nefreti

kullanarak, bir savaş yapmak istediklerini anlatmaktadır. M.S 627 yılında

Ebu Sufyan komutasındaki Yahudilerden ve Mekkelilerden oluşan büyük

bir grup Hz. Muhammed’ i hedef alan bir saldırı için Medine’ye doğru

yürümüşlerdir. Hz. Muhammed bu olayı çok geç haber aldığı için herhangi

bir savunma planında bulunamıyordu. Yanlarında bulunan savaş esiri

Selman Farisi’ nin önerisiyle şehrin girişine büyük hendekler kazılmış ve

büyük toprak yığıntıları oluşturulmuştu. Ebu Sufyan ve ordusu daha önce

hiç görmedikleri bu durum karşısında şaşkınlık içinde kalmışlardır. Havva

şartlarının sert olması sebebiyle, oluşan şiddetli rüzgârlardan dolayı Ebu

Sufyan ve ordusu bu hendekler karşısında bir şey yapamamış ve geri

çekilmişlerdir. Evet, bu savaşta Hz. Muhammed’ e karşı bir şey

kazanmamışlardı ama ona tabi olmuş olan Beni Kariza kabilesini kendi

taraflarına çekmişlerdi. Beni Kariza kabilesi daha önce Peygambere vermiş

oldukları sözden dönmüşler ve ihanette bulunmuşlardı.

Savaş sona erdikten sonra Cebrail’ den gelen emirle birlikte Hz.

Muhammed bu kabileye kuşatma yaptı ve kuşatmaya hazırlıksız yakalanan

Beni Kariza kabilesi çok fazla direniş gösteremeden kendileri hakkındaki

kararları Beni Avs’ ın vermesi şartı ile teslim oldular. Beni Avs onların

affedilmesi ve serbest bırakılmaları konusunda ısrarcı oluyordu. Dozy, bu

durumun Hz. Muhammed’in çıkarlarına uymadığı için yine kendi içlerinden

olan ama hem Müslüman olmuş hem de bu savaşta ağır bir ok yarası alarak

Beni Kariza’ ya karşı öfkeli olan Saad Ibn Muaz’ ın kendileri hakkında

karar vermesi için hakem olarak atama teklifini sundu ve kabul ettiler.56

Ancak Saad Ibn Muaz’ ın haklarında vermiş olduğu karar Beni Kariza eli

silah tutan kim varsa başlarının kesilmesi, kadınların ve çocukların esir

olarak satılmasıydı. Bunlardan kalan ganimetlerinde ordunun askerleri

arasında paylaşılmasına karar verilmişti. Dozy, bu karar için Muhammed’ i

çok memnun etmişti demektedir. Onun bu karara sevinmesinin nedenini

çevresinde bulunan kendisine düşman olan bir topluluktan tamamen

kurtulmuş olmasından kaynaklandığını ifade etmektedir. Bu olaydaki

hatanın yalnızca Peygamberden kaynaklanmadığını, en az Peygamber kadar

toplumunun da suçu olduğunu söylüyor. Bu olayı katliam olarak tanımlayan

Dozy, bu olayı Peygamberin ve toplumların kendi istekleri için yapıp bunu

tanrısal bir emir gibi gösterdiklerini iddia etmektedir.118

Ertuğrul Şüpheleri Giderme Kitabı’nda Dozy’ nin İslam Tarihi

kitabında yaptığı tespitlerin olayların çarpıtılması ve yanlış anlaşılmasına

sebebiyet vermesinden dolayı, açıklanmasını gerekli gördüğünü belirtmiştir.

Dozy’nin anlatım şekli ile olay yalnızca, Peygamberin Yahudilere

düşmanlık beslemesinden dolayı 800 Yahudi’ nin öldürülmesi için bilinçli

olarak Muaz oğlu Saad’ı hakem yapmış olması şeklinde aktarılmaktadır.

Hz. Muhammed Hendek Savaşı başlarken, Kurazya kabilesinin kendisi

ile yapmış olduğu anlaşmaya ihanet ettiklerini ve müşrikler ile anlaşıp

Müslümanlara karşı savaşacaklarını işitmişti. Ancak yine de bu durumun

doğruluğunu öğrenmek maksadı ile birkaç kişiyi Kurazya kabilesinin yanına

göndermişti. Yaptıklarından derhal vazgeçmelerini söyleyen elçilere türlü

hakaretlerde bulunmuş, Peygamber hakkında kötü sözler söylemişlerdi. Bu

durumun doğruluğunun duyulmasından sonra Müslümanlar kendi içlerinde

tedirgin olmuşlardı. Düşman hem içlerinden hem de dışlarından

saldırmaktaydı. Düşmanları kendilerinden sayıca çok üstündü. Gerçekten

iman etmiş olanlar tüm bunlara rağmen yerlerini terk etmemişlerdi.119

“Onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi. Gözler

yuvalarından fırlamış, yürekler ağızlara gelmişti; Allah hakkında da farklı

118

Dozy, a.g.e, ss.75-76-77-78.

119 Ertuğrul, “Şüpheleri Giderme Kitabı”, s.286.57

düşüncelere dalmıştınız. İşte orada, inananlar denenmiş ve şiddetli bir

sarsıntıyla sarsılmışlardı.”120

Müslümanlara yaşatmış oldukları tüm bu korkulara rağmen Hendek

Savaş’ı bittikten sonra Hz. Muhammed onların peşlerinden intikam arzusu

ile gitmemişti. Medine’ye döndüğü sırada kendisine gelen vahiy

doğrultusunda hareket etmiş tekrar geri dönüp Kurazya kabilesinin

bulundukları kaleyi kuşatmıştır. Hendek Savaşı daha önce yapılmış olan

hiçbir savaşa benzememektedir. Uhud ve Bedir savaşları Mekkeli müşrikler

ile yapılmıştı. Ancak Hendek Savaşı tüm İslam düşmanlarının Beni Nadir

Yahudileri, Kureyşli müşrikler ve Hristiyanlar birlikte hareket ettiği büyük

bir saldırı olmuştur.

Hz. Muhammed Yahudilere karşı her zaman hoşgörülü olmuş, hiçbir

zaman onları zorla İslamiyet’e inandırmaya çalışmamıştır. Müslümanlara

zarar vermemek şartı ile Yahudi ve Hristiyanların inançlarını yaşamalarına

izin vermiştir. Buna rağmen kavminin ve kendisinin en zor zamanlarında

onlardan her zaman kötülük ve hainlik görmüştür. Hendek Savaşında

yaptıkları anlaşmaya uymamalarından dolayı elbette bir ceza alacaklardı. Bu

konuda Peygamberin merhametsiz ve katliam yapan birisi olarak göstermek

çok sığ ve gereksiz iddialardır. Peygamberin merhametinden şüphe

duyanları, kendisine senelerce suikastalar düzenleyen, en sevdiklerini canice

öldürenlere bile göstermiş olduğu merhametin hatırlanması gerekmektedir.

Üstelik Peygamberin kendileri için karar vermesini reddetmiş ve

kendileri Muaz oğlu Saad’ın hakemliğini istemişlerdi. Sonucundan memnun

olunmaması Peygamberi gaddar ve merhametsiz yapmaz. Daha evvel Beni

Nadir kabilesi ile yaşanılan sorunlar neticesinde Hz. Muhammed onların

sürgün edilmeleri emrini vermişti. Eğer gerçekten Beni Kurazyalı

Yahudilerden de kurtulmak isteseydi onlarla anlaşma yoluna gitmek yerine

onlarında sürgün edilmelerini isteyebilirdi. Ancak sözlerinde sadık

kalmayarak bütün Müslümanlara karşı kötülük yapmışlardır.

Kendilerinin hata yaptıklarını Hz. Muhammed’ in yolladığı elçiler ile

bildirmesi, doğru yola çağırması üzerine, Peygamberliğine ve aralarındaki

120 Ahzâb Suresi, 10-11.58

anlaşmaya ağır sözler söyleyip kendilerine hiçbir açık kapı bırakmayan bu

kabilenin neticede aldıkları cezanın gaddarca ve merhametsizce olduğunu

söylemek bir sonuç vermeyecektir.121

1.7.Vahiy Açısından Yöneltilen Eleştiriler

1.7.1. Kur’ an’ ın İfade Üslubu

Dozy, İslamiyet Tarihi kitabında Kuran’ ın kendisi ile ilgili

iddialarına şu şekilde başlamaktadır: ‘‘Fakat benim fikrim sorulacak olursa,

ben şunu düşünüyorum ki, az bilinen Arapça eski kitaplar içinde Kuran

kadar az zevki güzellik gösteren, Kuran kadar az asli olan, Kuran kadar ifrat

derecede abartılı ve usandırıcı bir kitap tanımıyorum. Hikâyelerinde bile,

hikâyeler en iyi kısımdır, pek çok tekrar var’’ demektedir.122

Kuran’ ın asli olmaması, diğer dini kitaplardan aşırma ile yazılmış

olduğu iddiasına bakacak olursak; Fenni Ertuğrul Şüpheleri Giderme

Kitabı’ nda bu hususta ortaya atılan iddiaların dikkate bile alınmaması

gerektiğini savunmuştur. Kuran’ ı Kerim’ de kıssaların bulunma amacı

önceki ümmetlerin yaşamış oldukları vaziyetlerin insanlara bildirilmesi ve

insanların bunlardan kendilerine ders çıkartabilmeleridir.123 Kuran’ ın

benzerlik gösterdiği kaynaklar putperestlere ait değildir. Yine Allah’ın

peygamberleri aracılığı ile göndermiş olduğu kitaplardır. İnsanlar tarafından

değişikliği uğratılmadan evvel bu kitaplarda hakikati ifa etmekteydi. Bu

bakımdan Kuran’ ı Kerim’ de herhangi bir aşırma yahut intihal durumundan

söz edilemez. Allah’ın göndermiş olduğu her peygamber kendisinden önce

gelen peygamberleri onaylamış, kendisinden sonra gelecek olan

peygamberlerin de habercisi olmuştur.124 İlahi kitapların gelişi de aynı

insanlık tarihi gibi bir süreci oluşturmaktadır.

Kıssalar şeklinde anlatım yöntemi, yalnızca Kur’ an’ da var olan bir

durum değildir. Kur’ an’ dan önceki tüm dinlerde birbirlerine ait kıssalar

bulunmaktaydı. İlahi kitap gönderilen tüm topluluklarda benzer kıssalar

121 Ertuğrul, a.g.e, s.288-290.

122

Dozy, a.g.e, ss.98.

123 Ertuğrul, a.g.e, ss.294-295.

124 ‘‘ Kur'an, önce gelmiş olan kitapları tasdik edicidir.’’ (Bakara-97)59

vardır.125 Örnek vererek açıklayacak olursak, bütün ilahi kitaplarda Hz.

Âdem’ in yaratılması ve cennetten kovuluşu kıssası anlatılır. Kuran diğer

dinlerde bahsi geçtiği için bu olayı yaşanmamış kabul edip kendisi farklı

şeyler anlatmış olsaydı Dozy ve onun gibi düşünen Oryantalist düşünürlerin

nazarında kabul edilip, ilahi bir kitap mı olacaktı? O zamanda insanlık tarihi

ile ilişiği bulunmayan kopuk bir kitap olduğu gerekçesi ile uydurulmuş bir

kitap olarak eleştirilmez miydi?

Bir başka eleştiri noktası da Kuran’ın dili konusudur. Dozy’ nin

iddialarına göre, Kuran o dönemde Arapların konuştukları dile

benzememektedir. Arapça dil bilgisi kurallarını bilen insanların bu farkı çok

kolay bir şekilde anlayabileceklerini söylemektedir. Arap âlimler de bu

sorunun farkında oldukları için eserlerinde hiç bir zaman Kuran’dan

örnekleri kullanmadıklarını söyler. Bahsettiği farkındalık durumunu ispat

edecek bir delili olmadığından olacak, bu durumun Arap âlimler ve

dilbilimciler tarafından ifade edilme cesaretinde bulunulmadığını da

söylemektedir.126

Böyle bir durum olsa idi inen ayetler insanlar tarafından anlaşılamazdı

ve benimsenmezdi. Dolayısı ile insanların eleştirilerine maruz kalırdı.

Kuran’ ı Kerim’ in içerisinde Arapça olmayan kelimelerin var olması da

herhangi bir noksanlık sebebi değildir. Zira hiçbir toplum ile etkileşime

girmemiş, saf bir dilden bahsetmek ne dünün ne de bugünün şartlarında söz

konusu değildir.127 İslamiyet’ in kabulü ve İslami fetihlerin başlamasına

kadar Arapların derlenmiş yazılı dilbilgisi kaynakları bulunmamaktaydı. Bu

çalışmaların yapılması yaklaşık hicri ikinci asırdan sonrasında olmuştur.

Dolayısıyla İslamiyet’ in tebliğ edildiği dönemdeki Arap dilbilgisinin yapısı

ile ilgili bize bilgi veren bir kaynak bulunmamaktadır. O döneme ait bilinen

yazılı dilbilgisi çalışmaları da, Hz. Muhammed’ in kendisine gelen Kuran

125 Namık Kemal Okumuş, “Tahrif Edilen Hakikat”, Ankara: Araştırma Yayınları, 2016,

ss.114-115.

126 Fenni Ertuğrul, “Hakikat Nurları”, s.14.

127 Fenni Ertuğrul, a.g.e, ss.14-15.60

ayetlerini ezberlemesi ve bunları yazacak kâtiplere de ezberletip yazdırması

şeklinde başlamıştır.128

Kuran-ı Kerim’ in ifade biçiminin o dönemdeki eserlere bezememesi

Kuran-ı Kerim’de olan bir yanlışlık durumuna kanıt olarak gösterilemez.

Aynı dili kullanan ama birbirlerinden çok farklı eserler oluşturan birçok

yazar vardır. O zaman bu insanlar içinde birbirlerinin aynısı ifadeler ile

eserler oluşturmaları gerektiğini mi söylemeliyiz? Ya da toplumsal

kuralların, kanunların yalnızca hukukçular tarafından anlaşılabilen üst düzey

bilgi gerektiren ifadeler ile yazılıp, diğer insanlar bu bilgilerden mahrum mu

bırakılmalıdır?

Kuran’ ın içeriğinin düzensiz olduğu iddiası; Bu iddialar henüz kuran

ayetlerinin yeni indirilmeye başladığı zamanlarda Yahudiler tarafından da

söylenmekteydi. Tevrat’ın kronolojik yapısını benimsemiş olan Yahudiler,

Kuran ayetlerini karışık, birbirleri ile alakasız ve düzensiz bulmuşlardır.

Orta Çağ Yahudilerinin eserlerinde de bu hususa sıkça değinilmiştir.

İslamiyet’i sıklıkla Tevrat ile kıyaslama yoluna gidip, farklılıkları üzerinden

inanmayışlarını temellendirmeye çalışmışlardır. Mekke döneminde Hz.

Muhammed’ e gelen Yahudiler, Kuran’ın ayetlerinin ilahi olmadığını,

çünkü Tevrat’takiler ile birbirlerine hiç benzemedikleri yönünde iddialarda

bulunmaktaydılar. Bu iddialar karşısında Hz. Muhammed, Kuran’ ın ilahi

bir kitap oluşunun kendilerinin inandıkları Tevrat’ ta da açık şekilde

yazdığını belirtmiştir. Bunlarla yetinmeyip, Mekkeli müşrikler ile iş birliği

yaparak, Yahudi bilginleri Tevrat’ tan öğrenmiş oldukları bazı olayları Hz.

Muhammed’e sorarak onun ilahiliğini denemişlerdir. Bunu yaparken,

amaçları elbette Hz. Muhammed’ i yalancı çıkartmaya çalışmaktadır. Ancak

o vahyin yardımı ile sormuş oldukları tüm sorulara doğru cevaplar vermiş

ve yalnızca ilahi yardım alan kimselerin cevaplandırabileceği bu sorulara

doğru cevaplar vermiştir.129 Bu tür olaylar karşısında, Kuran’ ın Allah

tarafından indirildiği ve dünyadaki tüm insanlar bir araya gelse yine de onun

128 Şehabettin Ergüven, ‘’Arap Dilinde Lah’ın Ortaya Çıkışı ve İlk Görüntüleri’’, Hitit

Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2007/1, c. 6, sayı: 11, ss.155-156.

129 Yasin Meral, “Yahudi Geleneğinde Kur’an ve İbranice Kur’an Çevirileri”, Ankara:

Divan Kitap,2016, ss.20-21.61

bir benzerini dahi yapamayacakları Kuran’ da ayetler ile de belirtilmiştir.

Zaten hakiki Yahudiler, Tevrat’tan ve babalarından, ahir zamanda Harun

soyundan gelecek olan peygamberi ve onun alametlerini bildikleri ve onun

gelmesini bekledikleri rivayet edilmektedir. Hz. Muhammed’in İslamiyet’ i

tebliğinden sonrada inanmakta gecikmediler. Onlar Hz. Muhammed’ in

peygamberliğinden şüphe duymadıkları için Kuran’ın ayetlerinden de

herhangi bir şüphe duymadan iman etmişlerdir.

Kuran-ı Kerim’ de dilin kullanımında başarılı olunamadığı, yapılan

tekrarlar dilin bu başarısız kullanımından dolayı meydana geldiğini

söylemektedir. Kuran’ da bir düşüncenin farklı şekillerde ifade edilmesi,

Dozy’ e göre başarısız olunduğunun göstergesidir.130 Ancak bu iddialar

karşısında akla şunlar gelmektedir; bir konu herkes tarafından aynı şekilde

anlaşılmaz. Kişilerin anlama seviyelerine göre farklı ifade tarzlarının

kullanılması gerekir. Nitekim Kuran-ı Kerim, tüm insanlığa gönderilmiş bir

kitaptır ve hiçbir millete yahut bir sınıfa ait olarak gönderilmemiştir. Farklı

coğrafyalarda yaşayan insanlar farklı algılama şekillerine ve zeka

düzeylerine sahiptir. Dozy tarafından kusur olarak görülen tekrarlar,

insanların daha rahat anlamaları ve herkese hitap etmek maksadını

taşımaktadır.131

Nitekim bunun ilk örneklerinden birisi Abdullah İbn Selam olmuştur.

Cahiliye döneminde ismi Husayn’dır. Beni Kaynuka kabilesinden,

Yahudiler tarafından çokça saygı duyulan bir Yahudi âlimidir. Tevrat ve

onun tefsirini babası ile birlikte okumuş, babasından da duyduğu şekli ile

ahir zamanda bir peygamber gelecek olduğunu bildiği rivayet edilmektedir.

Hz. Muhammed’ in Mekke’ ye geleceğini işittiği vakit onunla görüşmüş ve

Müslüman olmuştur. Yahudiler’ in tepkilerinden çekindiği için Müslüman

oluncaya kadar bu düşüncelerini onlarla paylaşmamıştır.

130

Dozy, a.g.e, ss.104.

131 https://kuran-ikerim.org/kuran-i-kerimin-uslubu. (Erişim Tarihi:7.12.2018)62

1.7.2. Kuran’ ın Çağdaşları Üzerine Pek Az Nüfuz ve Tesiri

Olması İddiası

Dozy, İslam Tarihi kitabında Kuran’ ı Kerim’ in öğretilerinin insanlar

üzerinde bir etki oluşturamadığını iddia etmektedir. Bunu söylemesinde

temel gerekçe olarak dönemin Arap düşüncesinin Kuran’ ın sahip olduğu

düşünceden daha ileri bir seviyede olduğunu, Kuran’ ın belirttiği şeylerin

onlar açısından önemsiz kaldığını iddia etmektedir. Kimileri ahlak, düşünce

ve bilgi alanlarında, Hz. Muhammed’ den daha ileri bir seviyede

bulunmaktaymış. Kur’ an’ ın insanlar üzerinde oluşturmaya çalıştığı

eğilimlerin, Arap insanı tarafından asla benimsenmediğini söylemekte.

Ayrıca, akli bir problemi olmayan kimsenin Kuran’ ı güzel ve ilahi bir şey

olarak göremeyeceğini söylemektedir. Dozy’ nin iddiasına göre Kuran

Arapların içinde bulundukları toplumun ahlakından, bilgi düzeyinden çok

geride bir şey imiş. Bu sebeple de Kuran’ ı benimseyen kişileri akılsızlıkla

itham etmektedir.132

Zannımızca, Dozy Arapların İslamiyet’ ten önce cahiliye döneminde

yaptıkları birtakım insanlık dışı ve cahilce adetlerini bilmemekte yâda daha

doğrusu, bilmiyormuş gibi davranmaktadır. Aklını kullanmakta ne kadar

ileri seviyede olursa olsunlar, Arap insanı için Kuran’ ın benimsenmesi ile

akılsız kalınacak ne bulunmaktadır? Hristiyanlar ve Yahudiler kendi

dinlerinden ve kitaplarından bir başka dini ilahi olarak kabul edemediler,

çünkü onlar bunu bir gurur meselesi gibi gördüler. Özellikle Yahudilerin bir

kısmı gelecek olan peygamberin kendi milletlerinden olacağına kendilerini

inandırmışlardı. Ve bu sebeple Hz. Muhammed’ in peygamberliğini sert bir

şekilde reddettiler ve bunun için her şeyi yaptılar.

Ancak Arap toplumda Hristiyanlık ve Yahudilik inancı pek yaygın

değildi. Hatta Mekke’de Yahudilerin hiç olmadığı bile söylenebilir Araplar

din konusunda sınırsız bir özgürlük içerisinde bulunmaktaydılar. Kimisi

putperestti, kimisi yıldızlara, kimisi güneşe, kimisi öldükten sonra bir

hayatın bulunmadığına, bir kısım insanda Hz. İbrahim’ in sahip olduğu

Hanefilik düşüncesine tapıyordu. Hurafelere ve batıl düşüncelere sahip bir

132 Dozy, a.g.e, ss.106-107.63

inanç sistemleri bulunmaktaydı. Kabileler birbirleri ile acımasızca

savaşıyor, birbirlerini öldürmekten hiç çekinmiyorlardı. Bu nedenle

aralarında sürekli devam eden kan davaları bulunmaktaydı. Herhangi bir

küçük suçta bile birbirlerini öldürmeye kadar gidebiliyorlardı. Kız çocukları

vahşice öldürülmekte, bir mal gibi alınıp satılmakta, isteğe bağlı olarak

kaçırılmaktaydı. Savaşlardan esir ettikleri kadınları, içki meclislerinde

kendilerini eğlendirmek maksadı ile kullanıyorlardı. Türlü yollarla bu

kadınlar zinaya sürüklenip, kendileri için normalleştirdikleri bir para

kazanma yolu haline getirmişlerdi.133 Çevrelerindeki ticaret yollarından

geçen ticaret kervanlarına saldırırlardı. Birbirlerinin haklarına dikkat etmez,

miras vb. konularda da hakkaniyetten uzak davranırlardı.

Eğer Dozy’ nin bahsetmiş olduğu gibi ileri seviyede olmak, bu

bahsettiğimiz unsurları kapsamaktaysa bunların hiçbirisi kuran metinlerinin

içerisinde yer almamaktadır. Ancak İslamiyet ile müşerref olduktan sonra

Araplar kısa zamanda kendilerini toplamışlar ve bu cahiliye alışkanlıklarını

terk etmeye başlamışlardır. Kuran’ da da cahiliye dönemi alışkanlıklarının

terkedilmesi için inmiş olan çeşitli ayetler bulunmaktadır.

Gerçekten de Dozy, Cahiliye dönemi ve İslamiyet’ ten sonrası

dönemi mukayese edecek olsa, iddialarını kendisinin dahi gülünç bulacağı

açıktır. Fenni Ertuğrul Şüpheleri Giderme Kitabı’ nda Kuran’ ın dönemin

insanları üzerinde etkide bulunmadığını söylemenin insafsızlık olacağını,

değil etkide bulunmamak Arap insanının hayatında bütünüyle bir devrim

meydana getirmiş olduğunu söylemektedir. Ahlaki çöküntü içerisinde

bulunan bir toplumda dini, sosyal, ahlaki, siyasi pek çok konuda yenilikler

getirmiş ve toplumda köklü bir reform yapmıştır.134Kendi yapmış olduğu

putlara tapınmak, bunlardan ilahi bir yardım beklemek, onlar adına

kurbanlar kesmek manevi olarak ileri seviyede olmanın göstergesi olabilir

mi? Seyahate çıkacakları zamanlarda helvadan putlar yapıp, acıktıklarında

bu putları yemek ne kadar da akli olgunluğu işaret etmektedir değil mi?

133 Murat Sarıcık, “İslam Öncesi Dönem: Cahiliye Kültürü”, Isparta: Fakülte Kitapevi,

2002, ss.142-143.

134 Ertuğrul, a.g.e, ss.307.64

Cahiliye döneminde Araplar şiir ve edebiyata düşkünlükleri ile

bilinmektedirler. Antik yunandaki şölenlere benzeyen, şiirlerin okunduğu,

içkilerin içildiği geceler düzenlerlerdi. Kuran ayetleri inmeye başladıktan

sonra, kuranın söyleyiş ve kendisi içindeki uyumundan etkilenerek

Müslüman olmuş Araplarda bulunmaktadır.

1.7.3. Kuran’ın Zevksiz, Usandırıcı Olması ve İntihal ile

Yazıldığı İddiası

Dozy, İslam Tarihi kitabında Kuran’ ı Kerim’ in zevksiz ve tekdüze

bir yapıya sahip olduğunu ve insanı geliştirebilecek türden şeylerden

mahrum olduğu iddiasında bulunmaktadır. Kuran’ da anlatılanların

Hristiyanlıktan, Zerdüştlük ve Haniflik gibi düşüncelerden etkilenip

bunların karmasını oluşturmuş bir kitap olduğunu söylemektedir. Kendisine

ait konuların, insanların sorunlarını çözmekte yetersiz olduğunu, ifade ettiği

şeylerin zevkiz ve okuyana bıkkınlık veren bir yapıda olduğunu da söyler.

Kendisine özgü bir içeriğinin bulunmadığını ve zaten Kuran’ ın böyle bir

iddiasının da olmadığını ifade etmektedir. Bunun kanıtı olarak, kendisinden

önce gelmiş peygamberlerin İslamiyet’in geleceğini bildirmiş olmasını

göstermektedir.135

İslamiyet’ in asli olmasının delilleri pek çok şekilde gösterilebilir.

Nitekim kendisinden önceki dinlerin peygamberleri tarafından bilindiğini ve

halklarına o geldiği vakit ona tabi olmaları hususunda söz verdirdiklerini

bilmekteyiz. Asli olmayan, bir insan tarafından tüm dinlerden esinlenerek

oluşturulmuş bir din, kendisinden çok önce var olmuş dinler tarafından bu

şekilde tebliğ edilebilir mi?

“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, O’nu (Hz. Muhammed’i) kendi

öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Fakat kendilerini zarara sokanlar

iman etmezler”136.

“Meryem oğlu İsa da; ‘Ey İsrail oğulları, ben size gönderilen Allah’ın

elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek

Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak gönderildim’, dedi”.137

135 Dozy, a.g.e, ss.101-102-103.

136 En’am Suresi, 6-20.65

Yukarıdaki ayetlerde belirtildiği gibi Kuran-ı Kerim, Hz. Muhammed’in

diğer peygamberler tarafından açık şekilde bilindiğini bildirmektedir.

Ertuğrul, Şüpheleri Giderme Kitabı’nda bu iddiayı

cevaplandırmaktadır. Allah’ ın dininin tek olduğu ve Hz. Âdem’ den beri de

bu şekilde olduğunu söylemektedir. İslam’ın esasında tevhit inancının

bulunduğunu, İslam dininin geleceği zamanın belli olduğunu, bu zamana

kadar insanların Allah’ın kendilerine göndermiş oldukları peygamberleri

aracılığı ile sapkınlıktan ve şirkten uzak kalmalarını istediğini

söylemektedir. Ancak insanların bu hususlardan uzaklaşması sonucunda

Allah onları doğru yola sevk etmesi için peygamberlerini göndermiştir. Bu

sebeple tek din olan İslamiyet’in gelecek olduğu bu peygamberler tarafından

da bilinip, insanlara tebliğ edilmişti.138 Peygamberlerin birçoğunun ismi

bilinmemektedir. Dört tane peygamber dışında bunların sahip oldukları ilahi

bir kitapları da olmamıştır. Ancak Hz. Âdem’ den beri var olan tevhit inancı

kimi toplumlar tarafından bozulmuş, farklı anlamlara getirilmiştir. Örneğin

Hristiyanlık da tevhit kelimesi anlamından çıkartılmış, bugünkü

Hristiyanların da kabul ettikleri şekilde bir teslis inancına dönüştürülmüştür.

Kuran-ı Kerim bozulmuş olan bu inançlara karşı ilahi olanı tebliğ eden

kendi hükümlerini tekrar varlığa getirmiştir.139 İslam’ ın Allah anlayışını

Hz. Muhammed’ in kendisi tarafından uydurulmuş bir şey olduğunu

düşünmek cahilce bir düşüncedir. Eğer Hristiyan din adamları yahut

papazları, Kitabı Mukaddesin kendi dillerine yapılan tercümesini değil de,

Müslümanların Kuran-ı Arapça aslından okudukları gibi İbranice aslından

okusalar, Hz. Muhammed’in asıl olanı söylediğini anlarlardı.140

Ertuğrul’a göre, Hz. Âdem’ den itibaren tek bir dinin olmasından

dolayı, bozulmuş olan yahut yenilikleri olmayan bir din söz konusu değildir.

Kuran-ı Kerim’ den önce gelmiş olan ilahi kitaplar, insanların o zamanki

durumlarına göre indirilmiş kitaplardır. İnsanın hayatını düzenleyen; nikâh,

137 Saf Suresi, 61-6.

138 Ertuğrul, a.g.e, s.326.

139 Ertuğrul, a.g.e, s.327.

140 Peder David Benjamin Keldani, “Kutsal Kitaplarda Hz. Muhammed Gerçeği”, İstanbul:

Ara Kitap, 2008, s.20.66

miras, namaz, oruç vb. birçok konu İslamiyet’ te daha farklı bir boyut

kazanmıştır. Bu bakımdan İslamiyet’ te yenilik olmaması hususundan

bahsedilemez. Kuran’ da var olan kuralların ve kıssaların aynı şekli ile var

olması, Kuran’ ın asli olmadığı değil, bunların bozulmaya uğramaması

sebebiyle aslına uygun olarak Kuran’da yer alması şeklinde düşünülmelidir.

141

Ertuğrul Şüpheleri Giderme Kitabı’ nda, Barthelemy-Saint-Hilaire’ nin

fikirlerine değinmiştir. Kısa zaman içinde birçok kavim tarafından kabul

edilen Kuran- Kerim’ e karşı, onun neye karşı oluştuğu yâda hangi kitaplara

benzediği gibi noktalara takılmanın bir anlamı olmadığını söylemektedir.

Kısa sürede böyle bir başarıya ulaşmış olan bir dine karşı saygı

duyulmasının gerektiğini söylemektedir. 142

Dozy, Kuran-ı Kerim’ in içerisinde etkileyici bir anlatımın

kullanılmadığı ve içeriğinin değersiz olduğunu söylemekte. Kuran zaten bir

şiir kitabı değildir. Edebi kaygılar sonucunda ortaya çıkmış bir üründe

değildir. Kuran bir kurallar kitabıdır. İçeriğinde bulunan kuralları ve

kıssaları ile insanlara öğütler vermek, doğru yola sevk etmek amacını

taşımaktadır. Kaldı ki Kuran’ ın insanları etkileyen bir söyleyiş güzelliği de

bulunmaktadır. Öyle ki Müşrikler geceleri peygamberin evinin etrafına

saklanır gizlice ve hayranlıkla O’ nun Kuran okumasını dinlerlerdi.

Dozy, Kuran’ da çözüme kavuşmamış, insanlara cevaplarının

verilmediği mevzular bulunduğunu, bu sebeple Kuran’ ın insanların

hayatlarına etki etmekte yetersiz kaldığından bahsetmektedir.143 Ancak

yetersiz olunan bu mevzuların ne olduğu konusunda bir açıklama

yapmamıştır. Ertuğrul Şüpheleri Giderme Kitabı’ nda bu hususa cevap

vermektedir. Kuran-ı Kerim, ölüm-ölüm ötesi, ruh, ahiret, insanın var olma

sebebi gibi pek çok hususu daha önce hiçbir kitapta açıklanmamış olduğu

kadar açık şekilde anlatmaktadır. Ancak bu konular da insanın aklı ile

algılamasının mümkün olmadığı hususların bulunduğunu belirtmiştir.

Günümüzde İslam Felsefesi çalışmalarında da bu konular hala

141 Ertuğrul, a.g.e, s.328.

142 Ertuğrul, a.g.e, s.328.

143

Dozy, a.g.e, s.107.67

cevaplandırılmaya çalışılmaktadır. Ancak insanın aklı ile bu sorulara

cevaplar bulmasının imkânı olmadığını da söylemektedir.144

1.7.4. Kuran’ ın Değişmez Olmasına Yönelik Eleştiriler

İslam’ ın kurallarının değişmez olması konusu Dozy’ nin Kuran-ı

Kerim’ in bir eksikliği gibi göstermeye çalışılmıştır. Kuran-ı Kerim‘ in

sahip olduğu kuralların değişmez olmasının ilerlemeye engel teşkil ettiğini

bu nedenle İslam’ da aşırı bir durağanlık bulunduğunu söylemektedir.

Zamanında dönemin ihtiyaçları içinde doğru görülen bir kuralın, ilerleyen

zamanlar içinde doğru görülmesini eleştirmektedir. Kuran’ ın hükümlerini,

Batı’ ya ihtişamlı günler yaşatan kralların otoritelerine benzetmekte. Zamanı

geçen kralların, kurallarının da geçerliliğini kaybettiğini söylemektedir.145

İlahi bir yardımı olmayan sıradan bir insan ile bir peygamberi mukayese

etmektedir. Bu şekilde düşünmesinin ardında, Kuran-ı Kerim’ in Hz.

Muhammed tarafından yazılmış bir kitap olduğu inancını taşımasının

olduğunu düşünmekteyiz. Zira ilahi bir kitap olduğunu düşünüyor olsa idi,

onun düşündüğü bu durumun, ilahi yaratıcı tarafından düşünülmemiş olması

gibi bir boşluğa düşmezdi. Kuran- Kerim ile ilgili iddialarına daha önce

cevap verdiğimiz için ayrıntılarına burada tekrar girmeyeceğiz. Ancak

Dozy’nin şimdiye kadar bahsettiğimiz iddialarının hepsi aslında aynı

sorunlardan meydana gelmektedir. İslamiyet insanların hayatlarında

toplumsal hayattan şahsi hayata dair tüm konularda düzenleyici ve kural

koyucu bir din olmuştur. Tüm bu alanlarda tek bir kişinin her konunun

uzmanı gibi kurallar ortaya koyması ve bunların en doğru bilgiler olması,

üstelik bunu hiç okul görmemiş bir adamın yapması, aklını kullanan

insanlarda ilahi bir destek olmaksızın yapılması mümkün olmayan

şeylerdir.146

Hz. Muhammed’ den önce gelmiş olan tüm peygamberler, toplumlarına

Tanrı’ nın tek olduğunu ve ondan başka bir varlığa ibadet edilmesinin uygun

olmadığını bildirmek ile görevlendirilmişlerdi. Kuran-ı Kerim’ in bütününde

144 Ertuğrul, a.g.e, s.329.

145

Dozy, a.g.e, ss. 102.

146 Ertuğrul, a.g.e, ss.331.68

hâkim olan düşünce de tevhit inancıdır. Tüm insanlara kendinden önce

gelmiş olan peygamberlerin ve kitapların bildirdiği orijinal bilgileri sunmak

ve bunların daima koruyuculuğunun yapılacağını bildirmiştir. Herhangi bir

millete ait olarak gönderilmemiştir. O sebeple tüm insanlara yollanmış

evrensel mesajlar içermektedir.147

Fenni Ertuğrul, Şüpheleri Giderme Kitabı’nda, şeriat yönetiminin

olduğu zamanlarda fıkıh kitaplarında birbirinden kopuk şekilde yer alan

kurallar sebebiyle Batılılar tarafından yoğun eleştirilere maruz kalınmakta

olduğunu belirtmektedir. Bu duruma yapılan eleştirilerin dışında,

hukukçular tarafından da işlerin zor yürütülmesi sebebiyle iyileştirilmesi

gereken bir durum olarak görülmüştür. Cumhuriyet yönetimine geçildikten

sonra hukukçuların da en iyisi olduğunu düşündükleri Medeni Kanuna

geçmek ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu sebepten dolayı, Batılılar tarafından

yoğun şekilde eleştirilere maruz kalan bu konunun tartışılma konusu

yapılmasına da gerek kalmadığını belirtmektedir.148

1.8.Tarihsel Açıdan Hz. Muhammed’ in Nübüvvetine Yöneltilen

Eleştiriler

1.8.1. Âlimlerin Hz. Peygamber’ i Olduğu Gibi Arz Ettikleri

Dozy İslam Tarihi kitabında, hadis kitaplarında yer alan bilgilerde

yanlışlıklar olmasının doğal bir durum olduğunu görüşünü savunmaktadır.

Bu davranışı ile genel olarak taraflı bakış açısını bir kenara bırakmış gibi

duran Dozy devamında; Hz. Muhammed hakkında, yer alan bilgilerin

içerisinde, peygambere karşı yapılan kusurlu davranışların, onunla alay

edenlerin, düşmanlarının ona karşı aşağılamalarının gizlenmemesini, açık

şekilde anlatılmasından şaşkınlık duyduğunu ifade etmektedir. Bunların

anlatılırken de tarafsız ve objektif olarak yapılmış olduğunu ifade

etmektedir. Dozy’ e göre bu bilgiler utanılıp saklanması gereken bilgilerdir.

İnanan bir Müslüman’ ın bunları yazmaktan utanç duyması gerektiğini

147 Hadi Sağlam Ve Selahattin Tuz, “ Din ve Şeriat Sorunsalı Üzerine Bir Tahlil”.

Universal Journal of Theology 2 (4), 302-310.

148 Fenni Ertuğrul, a.g.e, ss. 334.69

söylemektedir.149 Demek ki Dozy’nin yazmış olduğu ‘‘İslam Tarihi’’ kitabı

okunurken, hakikatten ne anladığı, ne kadar sadık kalmış olabileceğinin

unutulmaması faydalı olacaktır.

Kitabında Taif’ li bir adamın peygambere ‘‘Madem ki Allah hakikaten

peygamber göndermek istiyordu, senden daha iyi birisini bulamaz mıydı?’’

sözleri Dozy’ nin oldukça hoşuna gitmiş gibi görünmektedir. Allah

dileseydi onu insan dışında bir formda da yaratabilirdi. Hz. Muhammed’ e

kadar hangi peygamberi farklı bir varlık olarak yaratılmıştır ki, Hz.

Muhammed’in insan olması eleştirilmektedir? Sanki daha evvel gelmiş olan

peygamberler insan dışında farklı bir formda yaratılmışlardı.

“Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Siz nasıl unutuyorsanız ben de

unuturum. O bakımdan unutacak olursam bana hatırlatınız.”150

“Sana (Kur’an’ı), okutacağız, unutmayacaksın. Yalnız Allah’ ın

dilediğini unutursun. O, açığı da bilir, gizli olanı da.”151

Hz. Muhammed kendisinin insan olması itibari ile hata yapabileceğini

ifade etmektedir. Herkes gibi unutabileceğini ancak Allah’ ın istediği

kadarını demektedir. Peygamberin insan olmasından dolayı vahiylerinde

herhangi bir noksanlık addedilemez. Çünkü ayetlerle de ifade edildiği gibi

Allah dilediğini unutturup dilediğini ezberletmekte, dilediğini

hatırlatmaktadır.

Dozy’ nin bu beyanlarında dikkate sunulması gereken husus, hadislerde

ihtilafların bulunması durumunu doğal karşılıyor görünmekle birlikte,

ihtilaflı ve peygamberin aleyhinde olan hadislerin aslında hadisçiler

tarafından aktarılmış doğru bilgiler olarak göstermeye çalışması ve bu

durumu İslam âlimlerinin objektif olmasının sonucu olarak göstermesidir.

Dozy, İslam âlimlerinin objektif olduğu hususunu söylemesinin arka

planında Peygamberleri hakkında onu küçük düşürücü bilgileri saklamayan

İslam âlimlerinin, sahte hadislerde uydurmuş olabilecekleri iddiası

bulunmaktadır.

149

Dozy, a.g.e, ss.109-110.

150 Buhari, Salat, 31; Ebû Davut, Salat, 189, 190; Nesaî, Sehv, 25; İbni Mace, İkame,

129,133.

151 A’la Suresi, 87/6-7.70

Fenni Ertuğrul, Şüpheleri Giderme Kitabı’nda, Dozy gibi hakikatleri

görmekte kusurlu olan kimselere, gerçeği anlatmaya çalışmanın beyhude bir

çaba olacağını söylemektedir. Bu tarz kimselerin, dünyanın her tarafını

aydınlatan güneşe, tüm dünya aydınlık dese bile, onların karanlık diye iftira

atabileceklerini söylemektedir. Ancak âlemlere rahmet olarak gelmiş olan,

gelişi ile tüm dünyaya daha evvel hiç kimsenin getirmemiş olduğu biricik

bir din getirmiş olan bir peygamberin, peygamberliğinin ihtilaflı

gösterilmeye çalışılmasının kibrin ve dik başlılığın neticesi olduğunu

söylemektedir.152

İslam âlimlerinin peygambere yapılan kötülükleri ve aşağılamaları

gizlemelerini gerektirecek bir durumları bulunmamaktadır. Gerçekleri

saklamak hakikati konuşan insanların işi değildir. Eğer böyle bir çabaya

girilmiş olsaydı o zaman bir kusur aranması lazım gelirdi. Hz. Muhammed’e

karşı günümüzde de çeşitli yazılar yazılmaya, karikatürler yapılmaya devam

etmektedir. Bunların hiç birisi ona inananların fikirlerinde hiçbir etkide

bulunamamaktadır.

1.8.2. Bedevi Araplarının Fıtraten Dindar Olmadığı İddiası

Dozy Araplardan bahsederken, Arapların dini konularda pek fazla

düşünmeyen, sahip oldukları dini inançların zayıf olması sebebiyle başka bir

dinden etkilenmeye ve din değiştirmeye uygun fıtrata sahip insanlar

olduklarını söylemektedir. Arapların hiçbir zaman tek tanrılı bir dini inanış

peşinde olmadıklarını, hatta onların edebi şiirlerinde dahi hayal gücünden

yoksun, gerçekliklere sıkı sıkıya bağlı bir düşünce sistemine sahip

olduklarını söyler. Onlar için doğaüstü varlıklar yoktur. Arap şairler

şiirlerinde bile doğaüstü imgelere yer vermemektedirler. Arapların bu

dönemde düşünsel olarak iyi bir düzeye ulaşmış olduklarını ve mantığa daha

yatkın insanlar olduklarını söyler. Bu nedenle din gibi içerisinde soyutluk ve

hayal gücü barındıran unsurlar onlara pek inandırıcı gelmiyordu. Mantığı ön

planda olan insanların ilahlara gerçekten inanmadıklarını, fakat süregelen

alışkanlıklar sebebiyle sembolik bir şekilde sürdürüldüğünü anlamaktayız.

152 Ertuğrul, a.g.e, ss.312-313.71

Çünkü inandıkları putlara herhangi bir kutsallık atfetmiyor, onları istedikleri

gibi eleştirip hakaretlerde hatta küfürlerde bulunabiliyorlardı. 153

Hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, kendi fıtratları gereği o dinin

gereklerini yerine getirmeye elverişsiz insanlar olduklarını, bir dini inancı

kabul etmiş gibi gözükseler bile ibadetlerinde samimi olmayacaklarını

söyler. Bu sebepten ötürü Arapların İslamiyet’ i seçmiş olmalarını önemsiz

bir şekilde göstermeye çalışmaktadır.154

Fenni Ertuğrul, Arapların dindar bir fıtrata sahip olmadıkları

hususunda İbn Haldun’un ‘‘Mukaddime’’ de yazmış olduğu bedevi ve

hadari toplumların özelliklerinden bahsederek bu duruma açıklık getirmeye

çalışmıştır. Şehir hayatında ve çöl ikliminde yaşayan insanların yaşam

şartlarına göre fıtratlarının ve beklentilerinin nasıl değiştiğini anlatır. Şehir

hayatındaki insanlara baktığımızda bunlar nefsinin isteklerine daha düşkün,

eğlenceyi seven, kötülüklere daha yakın bir fıtratta olduklarını belirtir.

Böyle insanlar kendilerine hakikat olarak gösterilen şeyleri kabul etmekte ve

uygulamakta zayıf kalırlar. Çünkü onlar dünyevi zevkleri istedikleri gibi

elde etmektedir. Kendilerine herhangi bir şekilde kısıtlama gelmesini kabul

etmezler. Buna karşın çöl ikliminde yaşamakta olan insanları

düşündüğümüzde, bunlar yaşamlarını sürdürebilmek için zor şartlarda

yaşamakta olup şehir hayatındaki gibi dünyevi zevklerin rahatça

yaşanabildiği yerler değildir. İnsanların keyfi davranışlarının az olması

sebebiyle ahlaki bozulmalar ve kötülükler daha az yaşanmaktadır. Bedevi

toplumda yaşam şartlarının zor olması sebebiyle insanlar fıtrat olarak daha

sert mizaçlı olup kolay ikna edilebilen kimseler değildir. Ancak kendilerine

hakikat olarak gösterilen şeyleri kabul etmekte hadari toplumlara göre daha

ılımlı olmaktadırlar. Çünkü bu toplumda insanlar henüz bozulma aşamasına

gelmemiş ahlaki olarak bozulma yaşamamışlardır. Bu nedenle hakikati

kabul etmeye daha elverişlidirler. Fenni Ertuğrul, Arapları yaşadıkları

coğrafya itibari ile yakından tanımayan, tespitlerini kilometrelerce

153 Ertuğrul, a.g.e, s.231.

154 Dozy, a.g.e, s.15.72

uzaklıktan yapan Dozy’ nin tespitlerinde isabetsiz olmasını çok şaşırılacak

bir durum olarak görmemektedir.155

Kaldı ki Araplar İslamiyet’ i Dozy’ nin söylediği gibi çok kolay bir

şekilde kabul etmemişlerdir. Aksine çok zor olduğunu söyleyebiliriz.

Müslüman olduklarını öğrendikleri kişilere türlü eziyetler ve işkenceler

yapmışlardır. Peygamber’in soyundan olanlar toplumdan dışlanmıştır.

Onlarla her türden alışveriş yasaklanmıştır. Geceleri ağlayan çocukların ve

bakıma muhtaç kimselerin sesleri her yerden duyulmaktaydı. İşkencelere

dayanamayanların birçoğu daha rahat yaşam sürebilmek için göç etmek

zorunda kalmışlardır. Ancak bu onlar için yeterli olmamış eziyetlerini

devam ettirmişlerdir. İçinde bulunan durum artık Peygamber için de oldukça

zor olmuştu. Kendilerine yapılan suikastlardan zor olan hayatı daha da

zorlaşmaktaydı. Bunlara rağmen açık şekilde Peygamberliğini ilan etmiş ve

Kâbe’ deki putları yıkmıştır.156

Peygamber’ in maruz kaldığı onca zulme rağmen davasında kararlı

oluşu ve azmi, kalbi büsbütün katılaşmamış bazılarını kendisine

inandırmıştı. İman etmeye karar verememiş bazı kimselerde vardı. Ancak şu

söylenilebilir ki, Arap halkından bazı kimselerin İslamiyet’i kabul etmesi

onların zayıf bir imana sahip olmalarından kaynaklanmamıştır. Hz.

Muhammed’ i tanımış ve gerçeklerin farkına vardıklarından dolayı onun

peygamber olduğuna iman etmişlerdir.

1.8.3. Etraf Kabilelerin Korku veya Yağmacılık Sevgisiyle

İman Etmiş Oldukları Hakkındaki Saçma İddia

Dozy, İslam Tarihi kitabına, çevre kabilelerin hızlı bir şekilde

İslamiyet’e iman etmeye ve Hz. Muhammed’ in peygamberliğine de

inanmaya başladıklarını kendisi kabul edip, buna kendince deliller

getirmeye çalışmaktadır.157 Bir önceki meselede de açıkladığımız üzere

Dozy peygamberi sahip olduğu vasıflarından uzak, merhametsiz, gaddar,

155 Ertuğrul, a.g.e, ss.231-232.

156 İsmail Fenni Ertuğrul, “Hakikat Nurları”, İstanbul: Kâğıt ve Basım İşleri A.Ş, 1949,

s.10

157 Dozy, a.g.e, s.78.73

nefsinin bitmeyen arzuları içerisinde katliamlar yapan ve intikam duyguları

besleyen bir insan olarak hayal etmektedir. Güya bu özelliklerinden dolayı

çevresinde bulunanlar ondan korkmuş ve mecburiyetten iman etmişlerdi.

Ertuğrul Şüpheleri Giderme Kitabı’nda, böyle bir durumun imkânının

bulunmadığı belirtilmektedir. Çünkü nübüvvetin ilk yıllarında Hz.

Muhammed’in çevresindeki kabilelere korku salabilecek durumda değildi.

Müslüman olanların sayısı henüz çok azdı. Yeterli gücü bulunmadığı için

kalabalık kabileleri korkutabilmesi, düşünen insanlar açısından mümkün

gözükmemektedir. Zaten bahsedilen dönemde amcası Ebu Talib’ in

korumasında olduğu halde Hz. Muhammed birçok eziyetlere maruz

kalmaktaydı. Müşrikler her türlü hakaret ve zulmü yapmaktan geri

kalmıyorlardı. Amcası İslamiyet’i kabul etmediği halde yeğenine karşı

korumasını geri çekmiyor, yapılanlara karşı çok üzülüyordu. Amcası Ebu

Talib’in vefatından sonra korumasız kalmış olan Hz. Muhammed, Mekkeli

müşriklerin eziyetleri karşısında Mekke’ den ayrılmak, Habeşistan’ a hicret

etmek zorunda kalmıştır.158 Böyle bir durumda Hz. Muhammed’in insanları

korkutmak suretiyle onları dinlerinden vazgeçirmesi mümkün olabilir mi?

Dozy, iddialarına bir de bu kabilelerin yağma yapabilmek arzusu

İslamiyet’i benimsediklerini eklemektedir. Peygamber’ in, İslamiyet’ i

kabul etmek istemeyen bu insanları, dış savaşlarda elde ettiği ganimetleri

kendilerine bölüştürmek şartı ile onların İslamiyet’i seçmelerini sağlamıştır

demektedir. İslamiyet’ i seçmiş gibi gözüken bu insanların aslında sadece

şeklen Müslüman olarak gözüktüklerini, temelde zayıf bir imana sahip

olduklarını, onların ganimet sevgisi ile rahatça kandırılabilecek insanlar

olduklarını söylemektedir.159 Bahsetmiş olduğu dönemde kabilelerin

iştahlarını kabartacak bir ganimet elde edilmesi gibi bir durum söz konusu

değildir. Müşriklerin koyu inanç ve inatları karşısında ne ganimet sevgisi

nede korku onları dinlerinden döndüremezdi. Allah’ ın yardımı olmaksızın

ne korku, ne yağma arzusu müşriklerden bir kişiye dahi İslamiyet’i kabul

158 Ertuğrul, “Şüpheleri Giderme Kitabı”, s.292.

159

Dozy, a.g.e, s.94.74

ettirmezdi. Çünkü onlar inançlarında ve fikirlerinde çok inatçı ve tutkulu

insanlardı.160

1.8.4. Hz. Osman’ ın Hz. Rukiye ile Evlenmek İçin İslam’ı

Kabul Ettiği Hakkında Ortaya Konulan Yanlış Fikir

Dozy İslam Tarihi kitabında Hz. Osman için Müslüman olmadan evvel

hiç şarap içtiği görülmemiş olmakla birlikte, edep yerleri açıkta dünyayı

gezmek isteyen bir çilekeş olarak yaşayan Osman’ ın, Peygamberin kızı

Rukiye ile evlenmek amacıyla Müslüman olduğunu iddia etmektedir.161

Fenni Ertuğrul Şüpheleri Giderme Kitabında Hz. Osman’ ın

Peygamberin kızı ile evlenmek istemesinde garipsenecek bir durumun

bulunmadığını, bunun çok doğal bir istek olduğunu belirtmektedir. Bu

evliliği bir çıkar ilişkisi olarak göstermeye çalışmak ciddiyetten uzak

iftiralardır. Dini hassasiyetleri bulunan insanların böyle basit nefsi hevesler

için din değiştirmesi güç şeylerdendir.162

Henüz İslamiyet ilan edilmeden önce Peygamber iki kızını Rukiye ve

Ümmü Gülsüm’ ü, İslam’ ın en azılı düşmanlarından olmuş olan Ebu

Leheb’ in oğulları Utbe ve Uteybe ile nikâhlamıştır. Henüz düğünleri

yapılmadan Hz. Muhammet Peygamberliğini insanlara ilan etmesi ve

insanları İslam’ a davet etmeye başlaması üzerine Ebu Leheb hiddetle

Peygamberin kızlarından boşanmalarını oğullarına emretmiştir. Peygamber

kızları bu evlilikler nihayete ulaşmadan boşanmışlardır. Bunun üzerine Hz.

Osman, Peygamberin kızı Rukiye’ ye talip olmuş ve peygamber hayâ ve

edep incisi Osman’ ın bu teklifini kabul etmiştir.163

Fenni Ertuğrul’un da ifade etmiş olduğu üzere, insanın nefsi istekleri

doğrultusunda din değiştirmesi çok kolay gerçekleşen bir durum

olmamaktadır. Zira öyle olsa idi Ebu Leheb ve oğulları peygambere karşı

çıkmaz ve çıkarları için İslamiyet’ i seçmiş olurlardı.

160 Ertuğrul, a.g.e, s.291

161

Dozy, a.g.e, s.34.

162 Ertuğrul, a.g.e, s.246.

163 Mustafa Necati Bursalı, “Haya ve Edep İncisi Hz. Osman (r.a)”, İstanbul: Çelik

Yayınevi, s.15.75

Hz. Osman’ın İslamiyet’i seçmesi, İslam’ ı ilk kabul edenlerden Hz.

Ebu Bekir’ in kendisini davet etmesi vesilesi ile olmuştur. Hz. Ebu Bekir’

de Hz. Osman gibi itibarlı, dürüst ve maddi gücü oldukça yerinde bir

tüccardır. Hz. Ebu Bekir’ in kendisini Hz. Peygamber’ in müjdelediği

İslamiyet’ e davet etmesi üzerine hiç beklemeden bu daveti kabul etmiştir.

Bunun sebebi Şam’ dan Mekke’ ye gelirken yolda uyuduğu bir zamanda,

Peygamber’ in Mekke’ de olduğunun kendisine işittirildiğini söylemesidir.

Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir’ den davet alması ile birlikte içerisindeki

mevcut iman ateşi tutuşmuştur.164

164 Bursalı, a.g.e, s.12.7677

2. BÖLÜM

MANASTIRLI İSMAİL HAKKI’NIN DOZY’ NİN TARİH-

İ İSLAMİYET KİTABINA YÖNELİK ELEŞTİRİLERİ

Osmanlı’ da Batılılaşma hareketlerinin yaşandığı bir dönemde

yaşamış ve dönemin tartışmaları ile alakadar olmuş olan Manastırlı İsmail

Hakkı, Osmanlı’nın son dönem düşünürleri arasında yer almaktadır. Sırat-ı

Müstakim dergisinde yazmış olduğu yazılarında, Hak ve Hakikat isimli

kitabında, dönemin oryantalist düşüncelerini ve düşünürlerini

eleştirmektedir. Ancak şunu söyleyebiliriz ki, yapılmış eleştirilere

baktığımızda bu reddiyenin yazılmasına sebep olan kitabın yazarı Dozy’ e

karşı olan eleştirilerin, kitabın çevirmeni olan Abdullah Cevdet’ e yönelik

eleştirilerden daha yumuşak olduğu görülmektedir. İslam düşünürlerinin

genel kanaatine göre İslam karşıtı çalışmalar tarihin her döneminde

olmuştur. Abdullah Cevdet, Dozy’ nin ilgili eserini hem tercüme etmiş, hem

de bu kitaptaki tezleri doğrulamak adına kanıtlamalar ileri sürmüştür. Bu

sebepten ötürü İslam düşünürlerinin yoğun eleştirilerine maruz kalmıştır.

Manastırlı İsmail Hakkı’ nın kaleme aldığı yazılar, Dozy’ nin Tarih-i

İslamiyet kitabına bir reddiye olmanın yanı sıra dönemin din karşıtı

problemlerini de çözüme kavuşturmaya yöneliktir. Bunu yaparken zaman

zaman sorunların kaynağı araştırılıp özeleştirilerde bulunulmuştur. Bu

bakımdan İsmail Hakkı’ nın yazıları tamamen savunmacı bir bakış açısı ile

ele almış olduğunu söyleyemeyiz.

2.1. Manastırlı’ ya Göre Din-Akıl İlişkisi

Manastırlı’ ya göre insanı diğer canlılardan ayırt etmesi bakımından

aklın önemi büyüktür. Akıl, insanı nefsinin kötü isteklerinden uzaklaştırıp

Allah’ a yönelten bir güçtür. İnsanın bu dünyaya geliş gayesi yemekiçmekten oluşsa idi, akıl sahibi olarak yaratılmasına gerek kalmazdı.

Dolayısıyla akıl sahibi olmak, insan olmanın en büyük özelliğidir. Dinî

konularda akıl ile her şeyi bilemeyeceğimizi ama akıl olmadan dini78

sorumluluğumuzda olmayacaktır.165 Manastırlı aklın üç çıkarımından

bahsetmektedir. Bunlar;

a. Akli Gereklilik

Bir önermenin kesin biçimde doğru olması, başka türlüsünün mümkün

olmaması durumudur. Mesela iki sayısının dördün yarısı olması ve içinde

yaşadığımız kâinatın bir var edicisinin bulunması gibi. Ancak bu iki örnek

arasında ispat edilebilirlik açısından farklılıklar bulunmaktadır. Birinci

örneğin doğruluğu kesin olarak doğru olup ispat edilmesine gerek

duyulmazken, ikinci örneğin ise ispatı yapıldıktan sonra doğru olarak kabul

edilir.166

b. Akli İmkânsızlık

Bir önermenin doğru olmasının mümkün olmaması, bu sebeple

yokluğunun zorunlu olmasıdır. Mesela on sayısının yarısı ikidir ve kâinatın

yaratıcısının ortağı vardır. Bu iki önerme de insan aklının doğru olarak

kabul edemeyeceği, mümkün olmayan ve saçma önermelerdir. Birinci

önerme bilimsel olup ispat etmeye bile gerek olmazken, ikinci önermede ise

öyle olmadığına ilişkin deliller sunulması gereklidir.167

c. Akli Olabilirlik

Bir olayın meydana gelme durumunun, gelmeme durumu ile eşit olması

durumudur. Her iki durumun gerçekleşmesi de birbirleri ile eşit olasılığa

sahiptir. Mesela; güneşli bir günde havayı bulutların kaplaması ve yağmur

yağması yâda sıradan bir demirin yâda taşın altına dönüşmesi durumu.

Bunların gerçekleşmesi hakkında kesin olarak bir iddiada bulunulamaz. İlk

önerme insanı hayatında sıkça rastlamış olduğu bir durum olabilecekken

bunun ispat edilmesi gerekmez, ancak ikinci önerme insanın hayatında

normal şartlarda çok sık rastlayamayacağı ancak rastlamıyor olmasından

dolayı kesinlikle böyle bir şeyin olmayacağını ispat edemediği bir

durumdur. İlk önermenin gerçekleşmesi kâinat kurallarına uygun bir durum

165 Süleyman Baki, Manastırlı İsmail Hakkı ve Telhisul- Kelam Eseri, Üsküp: Logosa,

2006, s.66.

166 Süleyman Baki, age, s.67.

167 Süleyman Baki, age, s.67.79

olabilecekken, ikinci durumun gerçekleşmesi olağanüstü bir durum niteliği

kazanır.168

2.2. Manastırlı’ nın Dozy’ nin Eserinin Çevirmeni Abdullah Cevdet’ e

Yönelik Değerlendirmeleri

Manastırlı İsmail Hakkı, Abdullah Cevdet tarafından dilimize tercüme

edilmiş olan ‘‘Tarih-i İslamiyet’’ adlı kitaba ve tercümanına eleştiriler

yöneltmiştir. Manastırlı’nın tepkilerine sebep olan durum böyle bir eserin

yazılmış olması değildir. Abdullah Cevdet tarafından böyle bir eserin

çevirisinin yapılması ve kendisinin de çeviri kitapta yazılanları destekler

nitelikte yazılar kaleme almış olmasıdır. Tarihsel seyir içinde bakıldığında,

İslamiyet aleyhinde çalışmaların Batılı düşünürler tarafından her zaman

yapılmış olduğu görülmektedir. Bunların çoğunluğu yabancı dillere mahsus

kalmış, Türkçe’ ye tercümeleri yapılmamıştır.

İslamiyet’ in tarihsel seyri içerisinde İslam dini aleyhinde bu ve benzeri

çalışmalar her zaman olmuştur. Kitabın tercüme edilmesinden sonra yoğun

tepki ve eleştiriler almasına sebep olan husus, Abdullah Cevdet’in kitaba

eklemiş olduğu ‘‘İfade-i Mütercim’’ kısmıdır. Abdullah Cevdet tarafından,

İslam dinine çeşitli mesnetsiz ve yanlış iddialar içeren Dozy’nin ‘’İslam

Tarihi’’ kitabının gerçek bir İslam tarihi kitabı olduğu iddiasında bulunması

ona yönelik eleştirilere sebep olmuştur.169

Abdullah Cevdet ‘‘Tarihi İslam’’ kitabının yazılmasının gerekliliği ile

ilgili üç temel iddia sunmaktadır;

I. Müslümanların gerçeklerin anlatıldığı bir İslam Tarihi kitabına

ihtiyaç duyuyor olmaları,

II. İslam kütüphanelerinin böyle hakiki bir kaynaktan mahrum olması,

168 Süleyman Baki, age, s.67.

169 Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73, (20 Ocak

1910), http://katalog.idp.org.tr/pdf/5655/10054. (Erişim:03.05.2019), s.305.80

III. Hz. Peygamber zamanından beri halkın baskı ve şiddet altında

olması, gerçek tarih kitapları yazılamamış olması, Dozy’ nin yazmış olduğu

bu kitaba ihtiyaç içerisinde olduğumuzu söylemesi.170

Manastırlı İsmail Hakkı bu iddiaları sırası ile reddetmiştir. Çünkü

bunların hiçbirisi gerçekleri yansıtmamaktadır. Özellikle ilk iddianın gerçek

dışı olduğu ortadadır. Çünkü ‘‘İslam Tarihi’’ olarak sunulmaya çalışılan

ilgili kitap İslam’ın gerçeklerini çarpıtmaktan başka bir amaç taşımaz.

Kitapta ortaya atılan iddialar, onun bir tarih kitabı olmaktan çok bir tahrif

kitabı olma özelliği taşıdığına işaret eder.171

İkinci iddiasına bakacak olursak, Abdullah Cevdet Müslümanların sahip

olduğu hiçbir tarih kitabının gerçekleri yansıtmadığı iddiasında

bulunmaktadır. Abdullah Cevdet ‘’ Üç mühim lisanı İslam olan Arap, Farisi

ve Türk dillerinde yazılmış böyle bir tarih bulunmadığını tahkik ettik’’172

demektedir. Ancak Müslümanların kütüphanelerinde bu üç dilde yazılmış

sayısız eserlerin olduğu ve bunların tarafsız bir şekilde, birbirlerini

destekleyen kitaplar olduğu bilinmektedir. İslamiyet ile alakalı tarihi

yazıcılık hicretin birinci asrından itibaren başlamış olduğuna dair belgeler

de bulunmaktadır. Üstelik İslam’ ın en erken dönemlerinden itibaren kayıt

altına alınmış olan bilgiler, daha önce gelmiş olan hiçbir dinin sahip

olmadığı kadar önemli bir yer teşkil etmektedir.173

Gerçekten de böyle bir iddianın gerçek olma ihtimali pek zayıftır. Hz.

Peygamber zamanından beri hiçbir düşünürün, tarihçinin İslam dini

hakkında gerçek bilgiler yazmamış olması, kimsenin bu alana ilgi

duymaması mümkün değildir. Farz edelim ki Abdullah Cevdet’ in iddia

etmiş olduğu gibi İslam dini hakiki tarih kitaplarından mahrum kalmışsa

bile, Müslüman âlimlerin yazmaktan aciz kaldıkları hakiki bir İslam tarihi

170 Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73, (20 Ocak

1910), http://katalog.idp.org.tr/pdf/5655/10054. (Erişim:03.05.2019), s.306.

171 Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73, (20 Ocak

1910), http://katalog.idp.org.tr/pdf/5655/10054. (Erişim: 03.05.2019), s.306.

172 Dozy, age, s.3.

173 Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73, (20 Ocak

1910), http://katalog.idp.org.tr/pdf/5655/10054. (Erişim: 03.05.2019), s.306.81

kitabını, Müslüman olmayan bir Batılı ne kadar hakiki bir şekilde yazmış

olabilir?

Üçüncü iddiasına baktığımızda onun da gerçekleri yansıtmadığı

anlaşılır. Baskıcı hükümdarlar elbette olmuştur. Ancak tüm İslam tarihi

boyunca bütün hükümdarların baskıcı olduklarını söylemek mümkün

değildir. Eğer bir baskı mevcut olsaydı bugün elimizde orijinal halleri ile

mevcut bulunan kitapların da olmaması gerekirdi. 174

Bu anlamda Manastırlı, Abdullah Cevdet’ in Dozy’ nin kitabını

insanlara hakikat olarak sunmak amacıyla, güya Müslümanlar ’ın böyle

değerli eserlere sahip olmadıklarına yönelik açıklamalarının, akli gerekçeler

reddetmiştir.

Abdullah Cevdet, Dozy’ nin kitabını tercüme ederken, İslami ilkelere

sadık kalmış olduğunu kendince iki husus ile açıklamaktadır. Bunlardan

ilki; kitabın orijinal halinde Dozy tarafından kullanılmamış olan

‘‘sallallahualeyhivessellem’’ ve ‘‘radiyallahuanh’’ kelimelerini temsilen

‘‘s.a.v’’ ve ‘‘r.a’’ kelimelerini eklemesini gösteriyor.175

Tercüman Abdullah Cevdet, kendince halkın takdirini toplamak

amacıyla olacak, (sözde) dini hassasiyete sahip olduğunu belirtmeye

çalışmıştır. Dozy’ i Doğu ile alakalı çalışmalar yapması sebebiyle

Müslüman ilan eden Abdullah Cevdet, “s.a.v” ve “r.a” kelimelerini

kullanarak kendisini de dindar göstermeye çalışmıştır.

İkinci hususta; Abdullah Cevdet, Dozy’ nin kitabında yazanları

kendisinin de incelediğini, düzeltilmesi gerekli olan kısımları dipnotlarda

kendi imzası ile açıklayacağını söyleyen Abdullah Cevdet’ in yazmış olduğu

dipnotlar incelendiğinde, Dozy’ nin iddialarını doğrulamak ve destek olmak

amacından başka bir çabası olmadığı görülmektedir. Hatta işin boyutunu

öyle ileri safhalara götürmüştür ki, Dozy’ i desteklemek için ayetleri ve

174 Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73, (20 Ocak

1910), http://katalog.idp.org.tr/pdf/5655/10054. (Erişim: 03.05.2019), s.306.

175 Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73 , (27 Ocak

1910), http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-i-islamiyet-namiyla-nesr-olunan-risalei-mufteriyanenin-cerh-ve-intikadina-dair-2. (Erişim: 03.05.2019), s.302.82

hadisleri çarpıtmaya, olmayan ayet ve hadisler ortaya koymaya başlamıştır.

Örneğin; Abdullah Cevdet’ in Kuran’ da geçtiğini iddia ettiği, Araplar’ da

Allah inancı bulunduğunu ama bunun tıpkı insan gibi maddi ve manevi yanı

olan bir varlık olduğunu ifade ediyor. Bu iddiasının da Kuran’ da mevcut

olduğunu belirtmektedir. Ancak böyle bir şeyin Kuran’ da yeri

bulunmamaktadır.176

Eğer Dozy’ nin iddiaları hakikatleri yansıtıyor olsaydı, Abdullah

Cevdet’in hiçbir açıklama yapmasına gerek kalmadan büyük şaşkınlık

içinde hakikatleri ifade etmesi gerekirdi. Kaldı ki Dozy’ nin eserini ait

olduğu lisandan okuyabilen tek düşünür de Abdullah Cevdet olmamıştır.

Neden O’ nun var olduğunu iddia ettiği bu hakikatler başka düşünürler

tarafından aynı şekilde takdir edilip, Müslümanların hizmetine takdim

edilmemiştir? Manastırlı, Filibeli, İsmail Fenni gibi düşünürler Dozy’ i

takdir etmek yerine neden O’na reddiye yazmışlardır?

Manastırlı, Abdullah Cevdet’ in, bu kitabı tercüme ederek masum

halkın sahip olduğu dini inanışlarını ve peygambere karşı olan sevgilerini

zedelemeye çalıştığını söylemektedir. Abdullah Cevdet bunca zamandır

insanların inandıkları şeylerin yanlış olduğu iddiasını ortaya atmaktadır.

Manastırlı ise Abdullah Cevdet’ in Dozy’ nin kitabındaki iddialarının

Müslüman tarih kitaplarındaki bilgilerden farklı olmasından dolayı, İslami

kaynakları hakikat olmamakla suçlamasını eleştirmektedir.

‘‘Bugün ehli İslam için ‘Tarih-i İslamiyet’ ten daha ziyade nafi, mütalaa

ve daha ziyade kat’iyle-lüzum bir kitap yoktur itikadındayız. Hurufat ve

iğfalat ile dolu asar-ı gafilane veya muğfilanenin mevsim-i revacı saye-i

feyz-i tekâmülde çoktan geçti.’’177

176 Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73 , (27 Ocak

1910), http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-i-islamiyet-namiyla-nesr-olunan-risalei-mufteriyanenin-cerh-ve-intikadina-dair-2. (Erişim: 03.05.2019), s.302.

177 Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73 , (27 Ocak

1910), http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-i-islamiyet-namiyla-nesr-olunan-risalei-mufteriyanenin-cerh-ve-intikadina-dair-2. (Erişim: 03.05.2019), s.303.83

Abdullah Cevdet, Müslümanlar için Dozy’ nin ‘Tarihi İslamiyet’ kitabı

kadar faydalı bir kitap bulunmadığı iddiasında bulunmakla Müslümanlara

ait ne kadar kitap varsa hepsinin batıl düşünceler etkisi ile oluşturulmuş

olduğunu söylemiştir. Bu sebeple Müslümanların, Dozy’ nin kitabına sıkıca

sarılmalarını gerekli görmüştür. Manastırlı, ne Dozy’ nin ne de Abdullah

Cevdet’ in gerçekte Müslümanlara hizmet etmek amacından çok uzak

olduklarını ifade etmektedir.

Dozy’ nin kitabına sıkı sarılan Abdullah Cevdet’ in sonuçta ne durumda

bulunduğu görülmektedir. İslam düşünürleri tarafından yalancılık, iftiracılık

hatta dinsizlik ile suçlanmıştır. İspat edilmesine gerek duyulmayacak kadar

açıkça bilinen hakikatleri bile çarpıtmak amacıyla türlü iddialar ortaya atmış

ve Dozy’ nin düşüncelerini haklı göstermeye çalışmıştır. Kendisi böyle bir

bozukluklar kitabına inanmakta elbette özgürdür. Fakat bu eser ile halkın saf

dini inançlarına zarar vermeye amacından dolayı yoğun eleştirilere maruz

kalmıştır.

Dozy’ nin bir gayrimüslim olması sebebiyle, Müslüman halktan tepkiler

alacağını bilen Abdullah Cevdet, iddialarının boyutunu Dozy’ nin

Müslüman ilan edilmesine kadar götürmektedir. Üstelik bunu yaparken,

Müslümanların kutsallarını yok saymaktadır. Abdullah Cevdet, Dozy’ nin

gayrimüslim olmasının Müslümanlar açısından bir sorun oluşturmaması

gerektiğini, çünkü Müslüman olmanın ne namaz ile ne de oruç ile olduğu

iddiasında bulunmuştur. Bunu da ‘‘Din, muameleden ibarettir’’178 şeklinde

kaynağı belli olmayan, Abdullah Cevdet’ in hadis olduğunu iddia ettiği

cümleye dayandırmaktadır. Eğer bu açıdan değerlendirilirse Dozy,

Müslümanların çoğundan daha Müslüman sayılmış olacaktır. Çünkü

hayatını ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirmiş.179

Manastırlı, Abdullah Cevdet’ in Dozy’ i Müslümanların gözünde

yükseltebilmek amacıyla, olmayan hadisler ortaya koymasını, bunu

yaparken gerçek İslam âlimlerini değersiz göstermeye çalışmasını

eleştirmektedir. Abdullah Cevdet’in hadis diye ortaya attığı cümlelerin hiç

178 Dozy, age, s.3

179 Dozy, age, s.4.84

birisi sahih hadis değildir. Hadis olarak sunmuş olduğu şeyler, Dozy’ nin

düşüncelerini desteklemek amacı ile kendisinin kurgulamış olduğu

metinlerden oluşmaktadır. Bu hususta Manastırlı bu hadislerin tespit

edilmesi ve yanlışlıklarının ortaya koyulmasını sağlamıştır. Manastırlı,

Abdullah Cevdet’ in Dozy için kullandığı, “Din muameleden ibarettir”

şeklindeki hadisi, kendi düşüncelerine uygun şekilde yorumlamış olması

bakımından eleştirmektedir. Bu açıdan Manastırlı’nın bakış açısıyla

Abdullah Cevdet’ in hadisleri oldukları anlamlardan başka anlamlarda

yorumlaması ve olmayan hadisler söylemek ihtiyacı hissetmesini, aslında

onun Dozy’ i olduğundan farklı göstermeye çabası içerisinde olduğunun

göstergesi olarak kabul etmektedir.

Müslümanlar aleyhinde iftira boyutunda iddialar içeren bir kitap yazan

Dozy, nasıl olur da sadece bunu yapmış olmakla Müslüman ilan edilebilir?

Allah’ ın birliğini kabul etmeyen, Hz. Peygamber’ e çeşitli iftiralarda

bulunan, namazdan oruçtan hiç haberi olmayan Hristiyan Dozy, nasıl oluyor

da Abdullah Cevdet’ e göre Müslümanlardan daha Müslüman sayılabiliyor?

Manastırlı, Abdullah Cevdet’ in böyle bir iddiada bulunmasının Dozy

tarafından bile şaşkınlıkla karşılanacağını söylemiştir.180

Manastırlı, Abdullah Cevdet tarafından İslam dininin davranışlardan

(muamelât) ibaret olan bir din olarak gösterilmiş olmasına karşı

çıkmaktadır. Müslümanların dinden anlamış olduğu şeyin sadece namaz

kılmak, oruç tutmak olduğunu, diğer din mensuplarının sahip olduğu güzel

davranışlar bakımından eksik olduklarını181 iddia etmektedir. Abdullah

Cevdet bu iddiasına benzer şekilde “Bir saat taleb-i ilimde bulunmak bin

180 Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 , (11 Şubat

1910), http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-i-islamiyet-namiyla-nesr-olunan-risalei-mufteriyanenin-cerh-ve-intikadina-dair-2. (Erişim: 03.05.2019), s.354.

181 Abdullah Cevdet Müslümanların kavgacı, ahlaksız, barbar vb. olduklarını iddia

etmektedir. Bknz. Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3,

S.75 , (11 Şubat 1910), http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-i-islamiyet-namiylanesr-olunan-risale-i-mufteriyanenin-cerh-ve-intikadina-dair-2, (Erişim:03.05.2019)

s.388.85

sene ibadet etmekten efdal imiş”182 şeklinde bir hadisi kendisine delil olarak

sunmaya çalışmıştır. Manastırlı, hadisin hem doğru şekli ile kullanılmamış

olması hem de zayıf bir hadis olmasından dolayı eleştiride bulunmuştur.

Doğrusu “Hikmet her müminin sil’a-i dâllesi, kaybetmiş olduğu kıymetli bir

metası olup onu nerede bulsa almalıdır”183 şeklinde olduğunu belirtmiştir.

İlim ile uğraşmakta olan kişi Müslüman dahi olsa, bu ilimden kendisi için

hayır ve sevap kazanabilmesi için öğrendiği ilim ile ibadetlerini yerine

getiriyor olması gerekmektedir. Manastırlı, Müslüman olmanın getirmiş

olduğu sorumlulukları yerine getirmeyen bir kişi, isterse bütün ömrü

boyunca İslam hakkında konuşuyor olsun, bundan kendisi için bir hayır

gelmeyeceğini söyler.

Kaldı ki Müslümanlar “Hikmet, her müminin sil’a-i dâllesi, kaybetmiş

olduğu kıymetli bir metası olup, onu nerede bulsa almalıdır” hadisini,

hayatlarında zaten uygulamaktaydılar. İslam düşünürleri hiçbir zaman ilim

öğrenmekten geri durmamış, ilkçağ filozoflarından beri yapılan ilmî ve

felsefî çalışmaları takip etmişlerdir. Müslüman-gayrimüslim ayrımı

yapmadan, önyargılardan uzak olarak ilim ve felsefe ile ilgilenmişlerdir. Bu

sebeple Müslümanları gaflet içerisinde, barbar bir toplum olarak gösterip,

Dozy’nin içerisinde bulunduğu Avrupa toplumunu medeni bir toplum

şeklinde göstermeye çalışmak ilmî hakikatler ile uyuşmamaktadır.184

182 Abdullah Cevdet Müslümanların kavgacı, ahlaksız, barbar vb. olduklarını iddia

etmektedir. Bknz. Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3,

S.75 , (11 Şubat 1910), http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-i-islamiyet-namiylanesr-olunan-risale-i-mufteriyanenin-cerh-ve-intikadina-dair-2, (Erişim: 03.05.2019)

s.355.

183 Abdullah Cevdet Müslümanların kavgacı, ahlaksız, barbar vb. olduklarını iddia

etmektedir. Bknz. Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3,

S.75 , (11 Şubat 1910), http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-i-islamiyet-namiylanesr-olunan-risale-i-mufteriyanenin-cerh-ve-intikadina-dair-2, (Erişim: 03.05.2019)

s.355.

184 Manastırlı İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namıyla Neşr Olunan Risale-i

Müfteriyanenin Cerh ve İntikadına Dair 2”, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73, (27 Ocak 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5656/10055. (Erişim: 03.05.2019), s.321.86

2.3. Manastırlı’ nın Dozy Hakkındaki Değerlendirmeleri

Manastırlı, Dozy’ nin Tarih-i İslamiyet kitabında ortaya atmış olduğu

iddiaları incelemiş, bunların kesinlikten uzak ve Dozy’ nin yorumlarından

meydana geldiğini söylemektedir. Dozy hangi konu ile alakalı olursa olsun

İslamiyet ve Kuran-ı Kerim hakkında işitmiş olduğu her türlü yanlış iddiaya

hakikat muamelesi yapmıştır. Hiçbir iddiaya şüphe ile yaklaşıp, bilim

insanına yakışır bir incelemeye tabi tutmamıştır. Bu konuda Manastırlı,

Dozy’ nin Araplar hakkındaki aslı olmayan iddialarına örnekler vermiş ve

bunları bilimsel ve akli ilkeler ile reddetmiştir. Bunları bir sonraki başlıkta

açıklayacağız.

Dozy’ nin sözde bilimsellik iddiası ile İslam dininin tüm kutsalları

hakkında ortaya atmış olduğu iddialar, onun Protestan inancının

sonuçlarıdır. Esasında Manastırlı, Dozy gibi İslam dini hakkında iddialarda

bulunanlara karşı cevap verilmesinin Müslüman âlimlere yakışmayan bir

davranış olduğunu belirtir. Fakat bununla birlikte İslam Tarihi kitabının

gençler arasında yaygınlaşmasından dolayı, Müslümanların bu

düşüncelerden etkilenmemesi için cevap vermeye gerek duyduğunu

açıklamıştır.185 Manastırlı’ ya göre Dozy, Doktorluk unvanı arkasına

saklanarak her türlü yanlış iddialar bilimsellik adı altında insanlara

sunmuştur. Dozy’ nin ve Batılı düşünürlerin İslam dini hakkında fikirlerini

belirtirken yapmış oldukları şey şundan ibarettir ki; Kuran’ da mevcut

veriler kendi kutsal kitaplarındaki bilgiler ile uyuştuğunda, Kuran’ ın

onlardan alınmış bilgiler ile oluşturulmuş olduğunu iddia ederler. Eğer

kendi kitaplarındaki bilgilere ters düşen bir beyan bulunursa bu sefer Kuran’

ın beyanlarını hakikat olmamakla itham ederler. Kendi kitaplarında mevcut

olmayan şeylere sahip olduğu zamanda ise onları değerli görmezler.186

185 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 13, Sırat-ı Müstakim, c.4, S.84 , (14 Nisan 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5667/10066, (Erişim: 03.05.2019), s.97.

186 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 13, Sırat-ı Müstakim, c.4, S.84 , (14 Nisan 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5667/10066, (Erişim:03.05.2019),s.98.87

Dozy’ nin hiçbir delile dayanmayan sözler etmesi, muhatabı olan dine

hiçbir söz hakkı vermeyip yalnızca o dine saldırmak şeklinde sözler sarf

etmesinden dolayı Manastırlı, Dozy’ nin bilimsellikten uzak ve bilim

adamına yakışmayan bir davranış içerisinde bulunduğunu, gerçekliği

olmayan sözler söylemekten başka bir faaliyette bulunmadığı

düşüncesindedir.187

2.3.1. Araplar Hakkındaki İddialar

Manastırlı, Dozy’ nin kitabına Arapları anlatarak başlaması ve

başlangıçta masum ve tarafsız bir değerlendirme yapıyor gibi gözüküp esas

amacını daha sonra ekleyip kendisi açısından açıkgözlülük yaptığını

düşünse de aslında söylemiş olduğu çelişik ifadeleri ile esas niyetini açıkça

ortaya koymaktadır. Mesela, Dozy, Arapların bağımsızlığa düşkün, yeme ve

giyinme alışkanlıklarının sade, misafirperver insanlar olduğunu söylemekle

birlikte intikamcı, merhametsiz ve hiçbir zaman barış yanlısı olmayan bir

toplum oldukları yönünde düşüncelerini eklemiştir. Başlangıçta göstermeye

çalıştığı tarafsız duruşunu sonuna kadar devam ettirmemiştir. Dozy kitabını

yazarken daha başlangıçta Araplar hakkındaki açıklamalarında çelişik

ifadelerde bulunarak kitabın sonuna kadar yapacak olduğu yanlış

beyanlarının sinyallerini vermiştir.188

Dozy, Arapların cahiliye dönemindeki dini inanışları hakkında birtakım

iddialarda bulunuyor. Arapların sahip oldukları tanrı kavramının, insanla

özdeşleşmiş bir şekilde, insan gibi bir surete sahip olan varlık olarak kabul

edildiğini iddia etmektedir.189

187 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 13, Sırat-ı Müstakim, c.4, S.84 , (14 Nisan 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5667/10066, (Erişim: 03.05.2019), s.99.

188 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063, (Erişim: 04.05.2019), s.43

189 Dozy, Tarihi İslamiyet, s.10.88

“Onlara, "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, mutlaka

"Allah" diyeceklerdir. De ki: "Bütün övgüler Allah’ a mahsustur"; ama

onların çoğu bilmez.”190

Manastırlı, Dozy’ nin, Arapların sahip olduğu yaratıcının varlığına dair

inanışları ile alay ederek kendisinin yaratıcıyı reddeden maddeci bir

düşünceye sahip olduğunu ispat etmektedir. Yaratıcının varlığını reddeden

bir kimsenin peygamberlik, vahiy gibi konulara inanması zaten

beklenemez.191

Cahiliye Döneminde inanç sistemine baktığımızda Hz. İbrahim’ den

beri süregelen tek tanrılı bir inanç yanında putlara tapan insanların da

olduğu bilinmektedir. Aslında Arapların İslamiyet’ ten önce dini inançla

kuvvetli bir bağı bulunmamaktadır. Dini inançlar ancak toplumda saygınlık

kazanmak ve bazı ticari çıkarların korunması amacıyla kullanılmaktadır.

Melekleri, cinleri, yaptıkları putları Allah ile aralarında bir aracı olarak

görmekteydiler.

“Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı sarılıyorlar?”

“ Hayır! Onlar sadece, "Şüphesiz biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk

ve biz onların izlerinden gitmekteyiz" dediler”.192

İslamiyet’ in gelişi ile birlikte ilk olarak bu anlayış değiştirilmiştir.

Çünkü İslamiyet’te ilk kabul, tevhit inancıdır. Allah’ ın varlığına ve

birliğine inanmak İslamiyet açısından önemli bir yer teşkil etmektedir. Hz.

Peygamber, Allah ile insanlar arasındaki tek elçidir ve görevi Allah’ın

emirlerini insanlara bildirmektir. Bunun ötesinde Allah ile insanlar

arasındaki ilişkiye herhangi bir müdahalesi bulunmamaktadır.193

Araplar putperest inançlarının ardında aslında Allah’ ın varlığına da

inanmaktadırlar. Fakat içinde bulundukları bozuk inançlar gereği putları

190 Lokman Suresi, 25. Ayet, Ayet https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Lokm%C3%A2nsuresi/3494/25-29-ayet-tefsiri. (Erişim: 10.05.2019)

191 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 12, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.83, (6 Nisan 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5666/10065 , (Erişim: 04.05.2019), s.77.

192 Zuhruf Suresi, 21-22. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/zuhruf-suresi,

(Erişim:12.05.2019)

193 Manastırlı, Hak ve Hakikat, s.100.89

Allah ile kendi aralarında bir aracı olarak görmekteydiler.194 Manastırlı bu

durumun sebebi olarak henüz İslam dininden haberdar olmamalarını

göstermiştir. O dönemde birçok dinde de olduğu gibi inançlarında bir takım

bozukluklar mevcut durumdaydı. İslam dininin Allah’ ın varlığı ve birliğine

dair getirmiş olduğu akli deliller ile sahip oldukları bu bozuk anlayışlar

düzeltilmiştir.195

Eğer Dozy’ nin söylemiş olduğu gibi dini duyguları zayıf bir toplum

olsalardı, o zaman putlara da herhangi bir değer vermemeleri gerekirdi. Bu

insanlar içlerinde bulunan yücelik duygusunu putlar ve yahut başka şeylere

olan bağlılıkları ile yansıtmaktadırlar. Atalarından kendilerine miras kalan

putlara sahip çıkmaları da manevi değerlere sahip olduklarının göstergesidir.

2.3.2. Haniflik Dinine Yapılan Eleştiriler

Arapların putlara olan inancının zayıf olması ve tam bir itaate sahip

olmamalarından yola çıkarak Dozy, Arapların dini inancı zayıf bir toplum

olduğu iddiasında bulunmuştur. Dozy, Arapların putperest inancının dışında

sahip olduğu Haniflik dininin tam olarak Araplara uygun derecede basit bir

din olduğunu söylemiştir. Bu dinde eksik olan şeyler, ilahi bir kitap, dini

kurallar, düzenli bir inanç sistemi ve ilahi bir yaratıcı tarafından

onaylanması gerektiğini söyleyip daha sonra bunların Hz. Muhammet

tarafından İslam dinine dâhil edildiğini söylemektedir.196 Dozy’ e göre Hz.

194 Lokman Suresi - 25-29. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Lokm%C3%A2nsuresi/3494/25-29-ayet-tefsiri. (Erişim: 05.05.2019)

195 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 11, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.82, (30 Mart 1910

),http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97633/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktor-dozynin-turkceye-mutercem-risalesine-karsi-reddiye-11 (Erişim: 05.05.2019 ), s.58.

196 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 11, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.90, (26 Mayıs

1910),http://katalog.idp.org.tr/pdf/5673/10072, (Erişim: 05.05.2019 ), s.219.90

Peygamber, Haniflik inancını İslamiyet şeklinde kendine has bir din şekline

dönüştürüp, ona bir takım ruhani varlıklar eklemiştir.197

Haniflerin dini, sade ve basit bir dindi. Ancak yeni ortaya çıkmış bir şey

değildi. Hz. İbrahim’ den beri süregelen, ilahi yaratıcıyı bulma arayışı bu

toplumda hep olmuştur. Ancak bu din zaman içinde bozulmalara uğrayarak

sadece ilahi varlığın birliğine inanan bir din şeklinde kalmıştır. İnsan için

sonsuz mutluluğu sağlayabilecek bir din haline gelebilmesi için Dozy’ nin

ifade ettiği şekilde bir sisteme sahip olması gerekmekteydi. Ancak Dozy’

nin de kabul ettiği bu sistemin gerçekleştirilebilmesi öyle sıradan bir olay

olmayıp ancak ilahi bir yardım ile gerçekleştirilebilecek olduğunu kabul

etmesi gerekmektedir. Dozy ise bu durumu, Hz. Peygamber’ in İslam dinini

oluştururken Haniflik dinini taklit etmiş olduğu şeklinde kullanmaya

çalışmaktadır.198 Manastırlı ise Dozy’ nin bu yaklaşımını Hz. Muhammed’

in ortaya koyduğu dini inanç sisteminin önemini kavrayamamış olmasından

kaynaklandığı şeklinde değerlendirmiştir.

İslamiyet’ ten evvel gönderilmiş olan dinlerin hepsi hak dindir ve

peygamberleri de hak peygamber olarak İslam düşüncesinde kabul

edilmiştir. İster Hristiyanlık olsun ister Yahudilik ya da Haniflik, bunların

her birisi bir peygamber ile gönderilmiş ilahi dinlerdir. Orijinal hallerinin

İslam düşüncesi ile zıt düşen herhangi bir açıklaması olmayacağı

Müslümanlar tarafından kabul edilmiş bir hakikattir. Dozy, İslam dinini bu

dinlere benzetmekle yanlış bir şey yapmamaktadır. Yanlışa düştüğü nokta,

Hz. Peygamber’ in İslamiyet’ i bu dinlerden öğrenmiş olduğu yönündeki

iddiaları ile hem İslam dinini hem de Hz. Peygamberi aciz göstermeye

çalışmasıdır.

197 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 11, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.90, (26 Mayıs 1910

),http://katalog.idp.org.tr/pdf/5673/10072, (Erişim:05.05.2019), s.220.

198 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 11, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.90, (26 Mayıs 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5673/10072, (Erişim: 05.05.2019 ), s.220.91

2.3.3. İslam Dininin Özgün Olmadığı İddiası

Dozy’ e göre İslam dininin tebliğ edilmiş olduğu dönem, insanlığın en

zorlu süreçlerinin yaşanmakta olduğu bir dönemdir. Bu dönemde dünya

üzerinde yaşanılan çatışma ve savaşlar halkları zor durumlara sokmuştur.

Bizans ve İran İmparatorlukları arasında, dünya üzerinde hâkimiyetlerini

artırmak için çeşitli çatışmalar ve savaşlar yaşanmaktadır. Her iki ülke

ekonomik olarak zengin ve gösterişli bir dönemde iken halkın büyük

çoğunluğu fakir ve ezik durumda yaşamaktadır.199

Mevcut olan dinlerin toplumdaki bozulmanın önüne geçememiş olması,

toplumun yeni kurallara ve reformlara ihtiyaç içerisinde olduğunun en

önemli göstergesidir. İslam dini tam da böyle bir ihtiyacın bulunduğu

dönemde ortaya çıkmıştır. İslam’ ın bir din olarak ortaya çıkışı, insanların

nazarında hayret uyandıracak kadar hızlı olmuş ve bu din dünyanın her

tarafında yayılım göstermiştir. İçerisinden çıktığı Arap toplumunda ahlaki

açıdan olumlu gelişmeler yaşanmıştır. Manastırlı, yaşanan tüm bu durumlar

karşısında Dozy gibi düşünürlerin bu hakikati inkâr etmek yerine hiç

olmazsa buna hayret etmesi gerektiğini düşünmektedir.200

Manastırlı, Dozy’ nin, Hz. Muhammed’ in İslam dinini daha evvel

başkalarından işittiği ve buradan yola çıkarak kendisinin yeni bir din

iddiasında bulunduğu iddiasına bulunmuştur. Buna göre Hz. Muhammed’ in

peygamberliğinin ilahi bir kaynağı olmayacaktır. Peygamberlik ile ilgili

herhangi bir şüphenin oluşması, İslam dini hakkında yanlış fikirlere

sebebiyet vereceği gibi Kuran’ ın diğer dinlerden düzenlenerek

oluşturulmuş olması da Hz. Muhammed’ in peygamberliğinin sahte olduğu

gibi yanlış fikirlerin ortaya çıkmasına yol açacaktır.

Dozy, İslam dinini mucizelerden yoksun ve diğer dinlerin sahip olduğu

bilgilerin yeniden düzenlenmesi şeklinde ortaya koyulmuş bir din olduğu

199 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063, (Erişim: 05.05.2019), s.42.

200 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063, (Erişim: 05.05.2019), s.42.92

iddiasındadır.201 Ancak bunu yaparken Dünya’ nın İslam’ dan önce içinde

bulunduğu halleri görmezden gelinmektedir. Avrupa’ da ruhani lider olarak

kabul edilen kişilerin insanlar üzerinde kurmuş olduğu baskıcı ve zorba

otoriteler sebebiyle ilmi alanda ilerlemeler durmuş, ahlaki olarak

yozlaşmalar yaşanmıştır. Din bu kişilerin menfaatleri ve istekleri

doğrultusunda yaşanan bir durum halinde gelmişti. İslamiyet’in insanlara

bildirilmesinden sonra hem Arap toplumu hem de dünyada benzeri

bulunmayan iyileşmelerin yaşandığı görülmüştür. 202

Manastırlı, Dozy ve onun gibi düşünen Avrupalı düşünürlerin, İslamiyet

aleyhinde ortaya atmış oldukları her türden iddianın arka planında, İslam’ ın

dünya üzerinde kazanmış olduğu başarıların bulunduğunu söylemektedir.

Hristiyanlığın tüm Avrupa’ da büyük bir otoriter güç olarak durduğu ve hızlı

bir yayılma faaliyeti içinde bulunduğu zaman diliminde İslam dini ortaya

çıkmış ve başarılı bir şekilde insanlara etki etmeye başlamıştır. Manastırlı’

ya göre bu durum, Dozy gibi sözde tarafsız Avrupalı düşünürlerin

İslamiyet’e karşı yanlı görüşler ortaya koymalarının en ciddi

sebeplerindendir.203

“İslam dini kadar az asliyeti olan bir din yoktur”204 iddiasında

bulunan Dozy, bunu İslam’ ın sahip olduğu kuralların diğer semavi dinler

ile benzerliklerinin bulunması sebebiyle söylemektedir. Manastırlı, bu

durumun İslam dini için olmasının mecburi bir durum olduğunu

söylemektedir. Zira böyle olmasaydı, kendisinden önce gelmiş olan semavi

dinleri inkâr etmiş olurdu. Oysaki İslam dini kendisinden önce gelmiş olan

tüm semavi dinleri bozulmamış halleri ile kabul ve tasdik etmek üzere

201Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 9, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.80, (17 Mart 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5663/10062, (Erişim: 04.05.2019 ), s.23.

202 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 9, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.80, (17 Mart 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5663/10062 , (Erişim: 04.05.2019), s.24.

203 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063, (Erişim: 05.05.2019), s.43.

204

Dozy, age, s.103.93

gelmiştir. Bu duruma şüphe ile değil aksine doğruluğunu ispat eden bir delil

olarak bakılması gerekmektedir.205

2.3.4. Kuran Hakkındaki İddialar

Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ilahi bir boyutunun olmadığı

yönündeki iddialardan sonra en çok bahsedilen bir diğer husus Kuran’ın

ilahi bir boyutunun olmayıp onun Hz. Muhammed’ in fikirlerinden oluştuğu

iddiasıdır. Buna göre Dozy, Kuran’ ın Hz. Muhammed tarafından Yahudi ve

Hristiyanlar’ ın dinlerini zaman içerisinde küçük kısımlar şeklinde öğrenip

bunları kendi zihninde tekrar düzenleyip eklemeler yaparak, insanlara yeni

bir din gibi sunmaktan ibaret olduğunu iddia etmektedir.206 Manastırlı ise

Kuran’ ın ilahi bir kitap olduğu ve ancak Allah’ ın yardımı olmaksızın onun

vücut bulmasının mümkün olmadığını dile getirmektedir. Manastırlı bu

iddiayı çeşitli sebeplerden dolayı mümkün görmemektedir.

Birincisi, İslamiyet’ in ilan edildiği dönemde, Mekke’ de samimi

Hristiyan ve Yahudiler bulunmamaktadır. Dini inanışları yozlaşmış ve

sadece isim olarak mevcut bulunmaktadır. Samimi olarak inanan insanlar

varsa da bunlar toplumun en aşağısında görülen sıradan insanlardan

ibarettir. Manastırlı, bu insanların Kuran ayetlerindeki manaları anlamaktan

uzak olduklarını ve bu sebeple mezkûr insanlardan herhangi bir ayetin

öğrenilmiş olma ihtimalinin gerçekçi olmadığını ifade eder.207

İkincisi, Manastırlı İslam dinine ait bilgilerin Yahudi ve Hristiyanlığa

göre oldukça net ifadelere sahip olduğunu, bu sebeple aralarında bir

benzerlik bulunmadığını düşünür. Eğer gerçekten Kuran’ı, Dozy’ nin iddia

ettiği şekilde oluşturmuş olsaydı, Hristiyanlık ve Yahudilikte mevcut

bulunan efsane ve hurafelere benzer ifadelerin Kuran’ ın içerisinde de

205 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063, (Erişim: 05.05.2019 ), s.43.

206

Dozy, age, s.101.

207 Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 , (3 Mart

1910), http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97573/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktordozy-nin-turkce-ye-mutercem-risale-i-menhusesine-dair-7, (Erişim: 03.05.2019 ), C.3,

s.406.94

olması gerekirdi. Hz. Muhammet gerçekten bu dinleri taklit ederek bir kitap

oluşturmuş olsaydı, bu dinlerin içindeki hurafeleri ve bozulmuş inançların

tamamını ayıklayıp sadece hakikat olanlarını kullanacak kadar üstün bir

yeteneğe sahip olmazdı. Bu dönemin âlimleri ve dini liderler dahi

Hristiyanlık ve Yahudilik dinlerini bu hurafelerden arındırabilecek güçte

değildi. Hz. Muhammet gibi hiçbir eğitim almamış bir insanın böyle bir şeyi

başarmış olması, mezkûr dinlerin hurafelerinden temizlenmiş olması

şeklindedir. Hiçbir taklidin aslından daha mükemmel bir sisteme sahip

olması mümkün değildir. Eğer öyle bir şey mümkünse o dönemde Yahudi

ve Hristiyanlar neden bu şekilde taklit bir kitap meydana getirmediler?

Buna benzer bir durum söz konusu olmadığı için Manastırlı bu iddiayı

geçersiz görmektedir.208

Üçüncüsü, Kuran içerisinde yer alan, geçmiş devirlerde yaşanmış

kıssaların yaşandığı yerlerin açık şekilde Kuran’ da belirtilmesi nasıl izah

edilebilir? Hayatında Mekke dışına çıkmamış ama dünya üzerinde meydana

gelen olayların yerini belirtebilecek coğrafya bilgisini nereden öğrenmiş

olabilir? İlahi bir bilgi olmadan böyle bir bilginin Kuran’ da yer alması

kabul edilebilir bir durum değildir.

Bu dönemde eski dinler içerisinde insanların merak ettiği bir takım

bilimsel sorular hakkında cevaplar mevcut idi. Ancak bu cevaplar

bilimsellikten uzak bir nitelikteydi. Günümüzde bilimin gelişmesi ile Kuran’

da bahsedilmekte olan pek çok bilginin bilimsel olarak da doğru olduğu

anlaşılmıştır. Ancak bu bilgilerin hiç birisi eski dinlerde bulunmamaktadır.

Aksine onlardan farklı ifadelere sahiptir ve bilimsel gelişmelerin olması ile

birlikte sahip olduğu bilgilerdeki doğruluğu da kanıtlanmıştır. Manastırlı,

İslamiyet, Yahudilik ve Hristiyanlık dinleri arasında bilime uygun olmaları

bakımından bir ayrım ortaya koymuştur. Örneğin, Kuran-ı Kerim Hz.

Peygamber tarafından yazılmış bir kitap olsaydı, bu kitabın içerisinde

bulunan, bilimin bile çok geç dönemlerde ortaya çıkartabilmiş olduğu

208 Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 , (3 Mart

1910), http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97573/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktordozy-nin-turkce-ye-mutercem-risale-i-menhusesine-dair-7, (Erişim: 03.05.2019), C.3,

s.40695

bilgileri okuma yazması olmayan ve hiçbir eğitim almamış olan bir insanın

bilmesi mümkün olmazdı.209

Yine doğa olayları ile ilgili Kuran’ da verilmiş olan bilgilere bakarsak;

Ay’ ın kendisinin bir ışık kaynağı olduğuna inanıldığı bir dönemde, Ay’ ın

kendisinin bir ışık kaynağı olmadığı ve fakat Güneş’ ten almış olduğu ışığı

Dünya’ ya yansıttığı bilgisi Kuran’ da bulunmaktaydı. Ayın değişik

şekillerde görülmesine (dolunay, ilk dördün, yeni ay, son dördün) ayın

hacimsel olarak küçülmesi veya büyümesi şeklinde değil de Güneş’ e olan

konumunun değişmesi şeklinde açıklanması da Kuran’ da bahsedilmekteydi.

İnsanların gök gürültüsü, şimşek, gökkuşağı gibi doğa olayları hakkındaki

fikirleri210 zaten bilimsellikten hurafelerden ibaretti. Ancak Kuran’ da bu

konularda bilgiler mevcut bulunmaktaydı. Bunlar hiçbir insanın

kendiliğinden uydurabilmesi mümkün olmayan bilgilerdir.211 Kuran’ da

bilime ait alanlar ile ilgili yedi yüz elliyi aşkın ayetin bulunduğu tespit

edilmiştir.212

"İki denizi kavuşmaları için salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır,

kavuşmuyorlar."213 "O, iki denizi birbirine salmıştır. Bu; tatlı, susuzluğu

giderici, su tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına birbirine kavuşmasına engel

olan bir perde koymuştur.’’214

Yukarıda birkaç örnek sunmuş olduğumuz ayetlerden görüleceği üzere

insanların Ay’ a yolculuk yapması, Cebelitarık Boğazı’ nda tatlı ve tuzlu

suların birbirlerine karışmaması gibi bilgiler, bilimin ispat etmesinden evvel

209Manastırlı, Hak ve Hakikat, s.55.

210 Bknz, Neml Suresi 27/88, Şems Suresi 91/34, Isra Suresi 17/12.

211 Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 , (10 Mart

1910), http://katalog.idp.org.tr/pdf/5662/10061, (Erişim: 03.05.2019), C.4, s.1.

212 Prof. Dr. Fahri Kayadibi, “Kuran’ın Eğitim, Bilim ve Araştırmaya Verdiği Önem”,

İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.14, (2012),

https://dergipark.org.tr/iuilah/issue/978/11002, (Erişim: 10.02.2019), s.4.

213Kıyamet Suresi, 3-4.Ayet,

https://www.suleymaniyevakfimeali.com/Meal/K%C4%B1yame.htm,

(Erişim:13.05.2019)

214Furkan Suresi, 53.Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/furkansuresi.(Erişim:13.05.2019)96

Kuran tarafından belirtilmiştir. Bahsedilmiş mevzular yalnızca Kuran’ ın

indirildiği Arap Yarımadası hakkında değil Dünya üzerindeki pek çok alana

ait bilgilerden oluşmuş olması aslında Kuran’ ın mucizevi ve ilahi özelliğini

desteklemektedir.215

Bunun yanında Kuran her zaman insanları düşünmeye, araştırmaya sevk

etmektedir. İçerisinde ilim ile uğraşan insanlara karşı övgü dolu sözler

bulunmaktadır. Kuran’ da, ‘‘…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?

Ancak aklıselim sahipleri ibret ve öğüt alır”216 ayeti ile bilen insan ile

bilmeyen insan arasındaki fark belirtilmiştir.

“… müddet-i muayyene zarfında Rum’un, kavm-i Fars’ a galebesi

“Sure-i Rum” ibtidasında ihbar buyurulduğu veçhile zuhur etmişti.

Hâlbuki o sırada kendilerinin gayet-i zaafi ve düşmanlarının kemal-i kuvveti

hasebiyle Rumların galibiyeti asla me’mul edilmezdi.”217

Hz. Peygamber gelecekte Rumların Farslıları yeneceğine dair bir bilgiyi

paylaşmış ve o dönemde Farslıların hem siyasi hem ekonomik olarak güçlü

olmaları sebebi ile bu durum pek çok kimse tarafından alayla karşılanmıştır.

Ancak zamanı geldiğinde Kuran’ da bahsedildiği şekilde Rumların galibiyet

yaşadığı görülmüştür.218 Hz. Peygamber devlet yönetiminden ve siyasetten

uzak yaşamış ve bu konularda bilgi sahibi olmamıştır. Dolayısı ile Hz.

Muhammed’ in böyle bir konuda bilgi sahibi olması ve bunları yazması

mümkün değildir.

Manastırlı açısından Kuran’ da anlatılan olaylar dışında, onun sahip

olduğu üslup ve düzen o dönemin çok ilerisinde olup Araplarda bile

hayranlık uyandıracak özellik taşır. Söz söylemede üstün yeteneklere sahip

olan Arap toplumu bile Kuran’daki bu söyleyiş güzelliğinin farkındadır.

215Fahri Kayadibi, age, ss.12-13-14.

216Zümer Suresi, 9.Ayet, , https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Z%C3%BCmer-suresi/4066/8-

9-ayet-tefsiri. (Erişim:13.05.2019)

217 Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 , (3 Mart

1910), http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97573/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktordozy-nin-turkce-ye-mutercem-risale-i-menhusesine-dair-7, (Erişim: 03.05.2019), s.407.

218 Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 , (3 Mart

1910), http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97573/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktordozy-nin-turkce-ye-mutercem-risale-i-menhusesine-dair-7, (Erişim: 03.05.2019), s.407.97

Kendilerinin en güzel şiirlerinin hiçbirisinde buna benzer bir anlatım

bulunmamaktadır. Üstelik hiçbir dönemde Kuran’ ın bir benzerini yapma

girişiminde bulunmamışlardır. İleri seviyede bir eğitim almamış, okumayazma gibi bir temeli dahi yokken Kuran gibi geniş kapsamlı bir kitapta

başından sonuna kadar aynı mükemmel düzen içerisinde bir kitap

yazabilmek hangi insanın yapabileceği bir iştir? 219

Üstelik tüm bu bilgileri verirken toplumun batıl inançlarına karşı yeni

bir şeyler ortaya konulmuştur. Hz. Muhammet, eğer ki Kuran’ı kendi aklının

ürünü olarak ortaya koymuş olsaydı insanlara karşı bu kadar kararlı bir

duruş sergiler miydi? Toplumsal uzlaşı adına onların hoşlarına gidecek,

alışmış oldukları şekilde bilgiler vermeyi tercih etmesi gerekmez miydi?

Dile getirmiş olduğu bu sebeplerden dolayı Manastırlı, Kuran’ ın bir insanın

kendi çabası ile oluşturmasının imkânsızlığını ve onun vahiy ürünü bir kitap

olduğu düşüncesini ortaya koyar.

2.3.5. Metafizik Varlıklar Hakkındaki İddialar

Abdullah Cevdet, tercüme etmiş olduğu Tarihi İslamiyet kitabına

yazmış olduğu önsözde Dozy’nin iddialarına destek oluşturacak, ifadelerde

bulunmuştur. Kuran içerisinde tekrar eden insan ve cin kavramlarını

Arapların Allah’ı kutsal görmelerinin yanında cinleri ve melekleri de kutsal

kabul etmiş olduklarını ve onların bu inançlarının batıl olduğunu

göstermeye çalışmıştır. Cevdet, Dozy’ nin hiçbir delile dayanmayan

sözlerini desteklemeye devam etmiştir.

Kuran’ da açık şekilde cinlerin ve meleklerin varlığı hakkında bilgiler

verilmiştir. Buna rağmen Dozy, Arapların cinler ve melekler gibi metafizik

varlıklara inanmadıklarını iddia etmektedir. Manastırlı açısından bu tarz

düşüncelerin bulunması eskiden beri alışıldık bir durumdur. Onun asıl

eleştirdiği husus, her fırsatta bilimselliği öne süren bu kişilerin bilimin

kuralına riayet etmemesidir. Manastırlı’ ya göre akıl ile ispatı mümkün

219

Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 , (3 Mart

1910), http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97573/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktordozy-nin-turkce-ye-mutercem-risale-i-menhusesine-dair-7, (Erişim: 04.05.2019), s.407.98

olmasa da aklın, varlığını kesin olarak reddedemediği varlıkların kabul

edilmesi gerekir.220

Manastırlı insan aklının tüm hakikatleri kavrayabilecek güçte

bulunmadığını, aklın kendisi hakkında bile bilmekten aciz olduğu şeylerin

varlığına dikkat çekmiştir. İnsan aklı ve bilim her zaman varlığın ve eşyanın

görünen hakikatleri peşinde olmuştur ve asıl özdeki hakikatleri bilmekte

aciz kalmıştır. İnsan aklı bu kadar sınırlı bir alanın bilgisine sahip iken onda

mevcut olan yaratıcının varlığının bilimsel delillerle ispat edilememesi

sebebiyle yadsınması, gerçekte insafa sığmaz.221

Manastırlı, Dozy gibi düşünürlerin bilimsellik anlayışlarının eski

materyalist düşüncelerin etkisi altında olmaları sebebiyle yanlış iddialarda

bulunduklarını söylemektedir. Düşünürümüz esasında metafizik varlıkların

akıl ile idrakinin somut delillere sahip olmaması hususunda şüpheye

düşülmesini bir ölçüde haklı görmektedir. Ancak birçok insanın hiçbir delile

ihtiyaç duymadan bunların varlığına dair bir inancı olmasına karşılık, sırf

maddi delillerden mahrum olmasından dolayı akıl dışı olarak ilan edilmesi

doğru değildir.222

Âlemde insandan farklı özelliklere sahip, daha güçlü ve daha farklı

yapıda bulunan varlıkların mevcut olduğunun akli olarak kabul edilebilmesi

için illa ki somut delillere ihtiyaç yoktur. Bunun dışında âlemde, insan

aklının ve yeteneklerinin üstünde pek çok olaylar meydana gelmektedir.

Mesela, ağaçları ve binaları yerinden sökecek derecede şiddetli rüzgârlar,

binlerce insanın ölümüne sebep olabilecek yıldırımlar, şiddetli depremler

gibi pek çok doğa olayı, bunları meydana getiren ilahi sebebin varlığına ve

220 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 12, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.83, (6 Nisan 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5666/10065 , (Erişim: 06.05.2019), s.78.

221 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 12, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.83, (6 Nisan 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5666/10065 , (Erişim: 06.05.2019), s.78.

222

Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 12, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.83, (6 Nisan 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5666/10065 , (Erişim: 06.05.2019), s.78.99

gücüne işaret etmektedir.223 Bu doğa olaylarını maddi sebepler ile

açıklayamıyor olma acizliğimizden dolayı, onların var olmadığını

söylememiz nasıl mümkün değil ise, âlemde bizim aklımızın sınırlarını aşan

her durumda onların varlığını reddetmek yine bizim aklımızın acizliğinden

kaynaklanmaktadır.

İnsanın biyolojik yapısını düşündüğümüzde, kas gücü sayesinde bir

demiri işleyebilmesini sağlayan kasları ve sinirleri, aynı demir ile kendine

karşı ufacık bir darbe yapıldığında tahrip olup zarar görecektir. Belki de

insan hayatının sona ermesi gibi büyük sonuçlara sebep olacaktır. Bilimsel

olarak düşünülecek olsa ufacık bir darbeden etkilenecek olan bir varlığın,

kendisinden daha sert ve ağır yapıda olan demire gücünün yetmemesi

gerekirdi.

Metafizik varlıkların mevcut olması Manastırlı açısından hiçbir maddi

delile ihtiyaç olmaksızın aklî çıkarımlar sonucunda anlaşılmaktadır. Nasıl

ki, yeryüzünde binlerce çeşit bitkiler ve hayvanlar, mikroskobik canlılar

mevcut bulunmaktadır, o halde gökyüzünde ve yeryüzünde bizim

göremediğimiz çeşitli varlıkların olmasında aklî olarak herhangi bir

imkânsızlık bulunmamaktadır.224

2.4. Hz. Muhammed’i n Şahsiyeti ile İlgili İddialar

2.4.1. Hz. Peygamberin Doğumu Hakkındaki İddialar

Hz. Muhammed’ in doğum tarihi Dozy ve onun ile aynı amaçta olan

bazı tarihçiler tarafından kesin olarak belli olmayan bir durum olarak

223 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 12, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.83, (6 Nisan 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5666/10065 , (Erişim:06.05.2019 ), s.79.

224 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 12, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.83, (6 Nisan 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5666/10065 , (Erişim: 06.05.2019), s.79.100

aktarılmaktadır. Ancak Kuran ve diğer İslami kaynaklar aracılığı ile İslam

âlimleri bu iddianın doğru olmadığını ortaya koyar.225

Hz. Peygamber’ in doğumundan elli gün öncesine kadar Mekke’ yi ele

geçirmek, Kâbe’ yi yıkmak maksadı ile Ebrehe, fillerden oluşan ordusu ile

Mekke üzerine saldırıya geçmiştir. Bu saldırı Ebrehe ve ordusu için

başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunun sebebi, nasıl olduğu bilinmeyen Ebabil

kuşlarının ağızlarındaki taşları fillerin üzerine atması ve ordunun

ilerleyemeyip geri çekilmek zorunda kalmasıdır. Bu olayın yaşanmasından

sonra Rebiül-evvelin on ikinci Pazartesi gününde Hz. Peygamber dünyaya

gelmiştir.226 Fil vakası İslam tarihi kaynaklarında anlatılan sağlam

kaynakları olan olaylardandır. Henüz İslam dini ilan edilmediği için

herhangi bir düşmanlık sebebiyle değiştirilmiş olma ihtimali olmayıp sadece

Müslümanların kaynaklarında değil farklı kaynaklarda da aynı şekilde

anlatılmaktadır.

2.4.2. Nübüvvetin İlahi Olmadığı ve Mucizelerin Bulunmadığı İddiası

Manastırlı, Hz. Muhammed’ in ne peygamberlikten önce ne de sonra

diğer dinlerden ya da herhangi bir kişiden bu bilgileri duyarak sahte bir

peygamberlik iddiasında bulunma ihtimalinin olmadığını değerlendirmiştir.

Hz. Muhammed’ in kendisine peygamberlik müjdelendiği vakte kadar

okuma ve yazma bilmediği bilinmektedir. Ancak buna rağmen Kuran gibi

kapsamlı bir kitabın hiçbir eğitim almamış biri tarafından, kendi düşünceleri

ile ortaya konulduğu iddia edilmiştir. Manastırlı, sırf Kuran’ ın ifade ediş ve

söyleyiş güzelliklerini inceleyen bir kişinin bile onun bir insan tarafından

meydana getirilmiş olamayacağını anlamasını mümkün kılacak derecede

225Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 19, Sırat-ı Müstakim, c.4, S.91 , (2 Haziran 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5674/10073, (Erişim: 07.05.2019) s.236.

226Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 19, Sırat-ı Müstakim, c.4, S.91 , (Erişim:

07.05.2019) (2 Haziran 1910), http://katalog.idp.org.tr/pdf/5674/10073, s.237.101

güzelliklere sahip olduğunu belirtmiştir.227 Eğer ümmi bir insan böyle bir

kitap meydana getirebiliyorsa o zaman bu ilahi bir yardım aldığının

göstergesi olur ki bu durumda bizi nübüvvetinin sahih olduğu noktasına

götürür.

Hz. Muhammed’ in okuma yazma bilmiyor olmasından dolayı Kuran’

ın onun kendi düşüncelerinden oluşmuş olması ihtimalinin bulunmadığına

tatmin olan insanların bazıları, bu kez kendisi dışında ona bu bilgileri

anlatan bir öğreticinin bulunduğunu iddia etmişlerdir. Bu ihtimal Manastırlı

tarafından akli gerekçeler ile zayıf bir iddia olarak ispat edilmiştir. Hz.

Muhammed hayatının nerdeyse tamamını Mekke dışına çıkmadan

geçirmiştir. Mekke’ de yaşadığı dönemde halk ile iç içe olmuş, ticaret gibi

işlerle uğraşmıştır. Mekke’ de ona bu bilgileri öğretecek bir kimse olsa idi

bu durum başka insanlar tarafından da bilinirdi. Hiç kimse bilmese dahi

peygamberliğin ilan edilmesinden sonra da bu insan ile görüşmesi gerekli

olurdu. Bu durumların hiç birisi olmasa bile böyle önemli bir başarı

sağlanmasından dolayı öğreten kişinin başka insanlara bu konu hakkında bir

şeyler anlatması söz konusu olurdu.228

Mekke’ nin dışında herhangi bir rahipten ya da benzeri bir kişiden

dinleyerek bu bilgilere sahip olması Manastırlı tarafından oldukça zayıf bir

ihtimal olarak görülmüştür. Çünkü Hz. Peygamber hayatı boyunca birisi

çocukluk zamanlarında diğeri de yirmi beşli yaşlarda olmak üzere sadece iki

sefer Şam’ a gitmesi dışında başka yerlere seyahati olmamıştır. Bu kadar

birbirinden uzak zaman aralıklarında bir şeyler öğrenip bunları aklında

tutması Manastırlı tarafından bir insan zekâsının imkânı dâhilinde

görülmemiştir.229

227 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063, (Erişim:05.05.2019 ), s.48.

228Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063, (Erişim: 05.05.2019), s.44.

229 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 6, Sırat-ı Müstakim, C.3, S.77, (25 Şubat 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5660/10059, (Erişim: 03.05.2019 ), s.387.102

Hz. Muhammed’ in ortaya koyduğu kitabın kaynağı bir öğretmen

olsaydı, bunun ilk önce etrafındaki insanlar tarafından fark edilmiş olması

gerekirdi. Bu öğretici, o dönemin dini inanışlarına hiç benzemeyen böyle bir

kitabı nasıl yazabildi? Ne Yahudilik ne Hristiyanlık ne de putperest

inanışlardan uzakta kendine has bir felsefesi ve sistemi olan bir kitabı

yazabilecek kadar yetkin bir kişinin o dönem insanları tarafından tanınıyor

olması gerekirdi. Bu ihtimalden bahsettikten sonra herhangi bir şekilde bir

öğretmenden bu bilgilerin duyulmuş olduğunu var sayalım; o halde bu kadar

dikkat çekici bir dini oluşturacak kadar kabiliyetli bir insan neden kendisini

hiçbir zaman açığa çıkartmadı? Okuma ve yazması olmayan, hayatı çeşitli

acılarla geçmiş Hz. Peygamber’ i bu kadar uzun süre eğitip neden bu kadar

zahmet çekmiş ve onca zaman beklemiştir? Kendisinin bilgisi dâhilinde

oluşturulmuş olan bu kitabı en iyi anlatacak olan yine yazan kişi değil

midir? Bu kitabı insanlara bildirmek için bir aracıya ihtiyaç duyduğunu var

saysak bile kendisini neden bu dinin gerisinde tutmuş ve hiçbir zaman

kendisi hakkında insanlara bir malumat vermemiştir.230

Hz. Muhammet içinde yaşadığı toplumun ahlaki olarak ne kadar

saldırgan bir yapıda olduğunu bildiği halde, ailesinin birçoğunu kaybetmiş

ve kendisini koruyacak kimsesi olmadığı bir dönemde ilahi bir destek

olmaksızın yeni bir din iddiası ile ortaya çıkıp insanların öfkelerini üzerine

çekme cesaretini nasıl gösterebilmiştir? Hem de sonucunda bir başarı

sağlayabileceği kesin olmayan bir durumda. Manastırlı bu bakımdan Hz.

Peygamber’ in böyle bir cesarette bulunabilmesini onun hem ilahi

buyrukları iletmesi hem de davasının sonucunda mutlaka başarıya ulaşacak

olduğundan emin olması ile açıklamaktadır.231 Yani kendisi

peygamberliğinden emindir ve bundan dolayı gözü kara bir şekilde her şeyi

230 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 6, Sırat-ı Müstakim, C.3, S.77, (25 Şubat 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5660/10059, (Erişim: 03.05.2019), s.387.

231 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 6, Sırat-ı Müstakim, C.3, S.77, (25 Şubat 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5660/10059, (Erişim: 03.05.2019), s.388.103

göze alabilmiştir. Bu sayede düşmanlarının kendisine karşı düzenlediği

suikastların tamamından muhafaza edilmiştir.

Hz. Muhammet, peygamberlik yaşına gelinceye kadar hiç kimseye

peygamberlik ile alakalı sözlerde bulunmamıştır. Eğer kendisi önceden

böyle bir dinin ilanı için bir plan yapmış ya da bu planın bir parçası olmuş

olsaydı insanları yavaş yavaş bu fikre ısındırma düşüncesinde bulunurdu. En

azından en yakınları ile böyle bir bilgiyi paylaşması gerekirdi. Herhangi bir

ilahi yardım bulunmaksızın sadece dinleyerek Kuran ayetlerini ezberinde

tutması da mümkün olmazdı.232

Zira Hz. Peygamber nübüvvetin kendisine müjdelendiği zamanda büyük

bir şaşkınlık yaşamış, bir süre olanlara anlam verememiştir. Durumu eşi Hz.

Hatice ile konuşana kadar da kendisi olup bitenin şaşkınlığını üzerinden

atamamıştır.

İslam dininin herhangi bir dinden istifade ederek meydana

getirilemeyecek oluşu hakkında Manastırlı’ nın aklî delillerini yukarıdaki

gibidir.233 Dozy, Hz. Muhammed’ in getirdiği herhangi bir mucizenin

bulunmadığını söylemiştir.234 Manastırlı ise Hz. Peygamber’ in hiçbir

zaman mucizeler meydana getirme iddiasında bulunmadığını ve meydana

gelen mucizevi halleri insanları getirdiği dine inandırmak amacı ile

kullanmamış olduğunu söylemektedir. Hz. Peygamber, nübüvvetinin tek

mucizesi olarak Kuran’ ı göstermiştir. Kuran dışından herhangi bir mucize

iddiasında bulunmamıştır. Kuran’ ın mucizevi bir kitap olduğuna

inanmayanlara ise onun en kısa ayetine benzer herhangi bir söz ortaya

koymaları teklifinde bulunmuştur. Kuran dışında herhangi bir mucizevi olay

232 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 6, Sırat-ı Müstakim, C.3, S.77, (25 Şubat 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5660/10059, (Erişim: 03.05.2019), s.387.

233

Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063, (Erişim: 05.05.2019), s.43.

234

Dozy, age, s.110.104

için kendisinden bu kadar emin olup böyle bir meydan okumada

bulunmamıştır.235

"De ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben göklerin ve yerin sahibi olan

Allah’ın hepinize gönderdiği elçisiyim. O’ ndan başka tanrı yoktur. O hayat

verir ve öldürür. Öyleyse Allah’ a ve ümmî peygamber olan resulüne -ki o

Allah’ a ve O’ nun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu

bulasınız.”236

Hz. Muhammed’ in peygamberliğine inanmayan pek çok müşrik zaman

zaman ona açıktan bir mucize göstermesi karşılığında kendisine iman etme

teklifinde bulunmuştur. Bu durum karşısında Hz. Peygamber mucizelerin

sadece Allah’ ın izni ile meydana gelebileceğini, kendisinin bir insan

olmasından dolayı mucize meydana getirme yetkisi bulunmadığını ifade

etmiştir.237

“Kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair Allah

adına kuvvetle yemin ettiler. De ki: "Mucizelere ancak Allah’ a aittir." Ama

mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?”238

Manastırlı, Kuran’ da çeşitli ayetlerde defalarca tekrar edildiği üzere

Hz. Muhammed’ in peygamberliğinin ispat edilmiş olduğunu dikkat

çekmiştir. Eğer Kuran, Hz. Peygamber açısından mucize hükmünde

görülmemiş olsaydı, kendisine bildirildiğini söylediği Kuran’ ı insanlara

ilahi bir hikmet olarak sunarken çekimser kalması, başına gelen zorluklarda

kolaylıkla pes etmesi gerekirdi. Ancak o çekimser kalmak bir yana içinde

bulunduğu dönemde var olan bozulmuş ve yozlaşmış dini inanışlara karşı

açık bir mücadele başlatmıştır. Bu davada hiçbir eğitimi olmayan bir insanın

kendisinden bu kadar emin olması Kuran’ ın sahihliğini ve ilahiliğini

235 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 9, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.80, (17 Mart 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5663/10062, (Erişim: 04.05.2019), s.22.

236 Araf Suresi, 158. Ayet, , https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/292/285-286-

ayet-tefsiri. (Erişim:15.05.2019)

237Kehf Suresi, 110.Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/kehf-suresi,

(Erişim:15.05.2019)

238Enam Suresi, 109.Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/enam-suresi,

(Erişim:20.12.2018)105

desteklerken Hz. Peygamber’ in de mucizesi hükmünde olmuştur.239

Manastırlı, Hz. Peygamber’ in kendisinden önce gelmiş olan ilahi dinler ve

peygamberlerinin sahip olduğu temel inanışların İslam dininde de mevcut

olmasının onun peygamberliğinin ilahi yanının ispatı olarak görmektedir.

Bu sebeplerden dolayı Manastırlı, peygamberliğinin Kuran’ da

belirtilmesini en büyük mucize ve ilmi delil olarak görüp Kuran’ ın başka

hiçbir mucizeye gerek bırakmadığını belirtmektedir.240

‘‘…Batılı kültürel değerlere İslam dünyasında meşruluk

kazandırabilmek için dini unsurların, inançların batılı standartlara göre

uyarlanması, törpülenmesi veya ortadan kaldırılması zarureti ortaya çıktı.

Bu çerçevede modernleşme ve ıslahat bir alma mekanizmasından çok

karşılıksız verme muamelesi haline dönüşmüştür.’’241

Burada şöyle bir hususa dikkat çekmek yerinde olacaktır. Manastırlı ve

o dönemin kimi düşünürlerince mucizeleri, insanların akılları ile anlaşılan

bir duruma dönüştürmek için modern bilimin imkânlarından faydalanarak

mucize kelimesi ile bağdaştırılamayacak açıklamalarda bulunulmuştur.

Muhammed Abduh’ un, Ebrehe’ nin ordusunu kuşların mikroplar dökerek

bunu başardıklarını söylemesi bunun bir örneğidir. Hz. Peygamber’ in suya

ihtiyaç olduğu vakit ellerini bir miktar suyun üzerine koyduğunda

parmaklarından sular fışkırdığı olayları anlatılmaktadır. Bu durum

Manastırlı gibi düşünürler tarafından şaşırılmayacak bir olay olarak

görülmektedir. Allah’ ın izni ile Hz. Peygamber elini suya değdirdiğinde

suların yerden fışkırdığını ama ellerinden fışkırıyor gibi gözükebileceğini

söyleyerek olayları akli bir zemine oturtmaya çalışmaktadır.242 Aslında bu

düşünürlerin yapmış oldukları açıklamaların temelinde, mucizelerin

geçmişte kalmış bir şey olduğu ve artık görülmeyecek olduğu düşüncesi

239 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 9, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.80, (17 Mart 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5663/10062, (Erişim: 04.05.2019), s.23.

240 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 9, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.80, (17 Mart 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5663/10062, (Erişim: 07.05.2019), s.23.

241 İsmail Kara, ‘‘İslam ve Pozitivizm’’, s.42

242 Cimri, ‘‘Risale-i Hamidiyye’’, s.50.106

bulunmaktadır. İslam gelmeden evvel insanların imanlarının oluşmasını

sağlayacak bir şeyler gerekmekteydi ve mucizeler bu amaç için

oluşmaktaydı. Ancak İslam’ ın yaygınlaşması ile birlikte insanlar artık

ihtiyaç duyulan iman hissine sahip olmuşlardır. Bu sebeple mucizelerin artık

insanların imanına bir katkıda bulunamayacağını aksine mucizelerin

önemini yitirmiş olduğu düşünülmektedir.243

Manastırlı bu durumu Auguste Comte’ un üç hal konuna

benzetmektedir. İslam dininin ilan edildiği ilk zamanları insanlığın çocukluk

dönemleri olarak görmüştür. Bu dönemde çocukların bazı durumları

anlayabilmesi için, onların duyularına hitap eden şekilde konuların

anlatılması gerekir. Ama yaşları büyüdükçe artık duyulara dayalı olan değil

akla dayalı olan şeyleri kavramak daha cazip gelmeye başlar. Gençlik

döneminde de çocukluk çağındaki kadar olmasa da yine de duyulardan

etkilenme oldukça yüksektir. Ancak insanlığın olgunluk çağı, şuan İslam

dininin içinde bulunduğu dönemdir. Artık kendisini açıklamada belli bir

aşamaya gelmiştir ve akli deliller daha tatmin edici olmaktadır. Bu sebeple

mucizelerin hislere konu olanlarının insanlığın çocukluk zamanlarında

kaldığını, bu sebeple akli mucizelere ağırlık verilmesi gerektiği düşüncesini

savunmuştur.

Buna göre Manastırlı’nın Dozy ve onun gibi düşünürlere karşı

İslamiyet’ i akli deliller ile açıklamaya çalışması, mucize özelliği gösteren

bazı olayların sanki yokmuş gibi anlaşılmasına sebep olmaktır.

Manastırlı’nın yansıtmaya çalıştığı akla ve mantığa uygun mucizeleri

bulunan bir peygamber tasavvuru vardır. Bu çizginin dışına çıkacağını

düşündüğü olaylar karşısında bunları akla uygun şekilde açıklamaya

çalışması, mucize niteliğinde olan olayların basitleştirilmesine ve değersiz

gözükmesine sebep olmaktadır. Mesela Ebrehe’ nin ordusunu Ebabil

kuşlarının yenmesi olayının ele alınışına bakalım. Kuran’ da Fil Suresi’ nde

yer eden bu olayı aklın yardımı ile açıklamaya çalışmıştır.

‘’Rabbin fil sahiplerine neler etti, görmedin mi? Onların kötü planlarını

boşa çıkarmadı mı? Onların üstüne ebabil kuşları gönderdi. O kuşlar,

243 İsmail Kara, ‘‘İslam ve Pozitivizm’’, s.44.107

onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu. Böylece Allah

onları yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.’’244

Ebabil kuşlarının Ebrehe’ nin ordusuna karşı hastalık yapan mikroplar

döktüğünü, bu sebepten dolayı ordunun geri çekilmek zorunda olduğunu

söylemiştir.245 Kuran bu konu ile ilgili söylenilecek şeyleri zaten Fil

Suresinde söylemiştir. Buna rağmen İslam’ ın ilerlemeye engel olduğu

düşüncesinin benimsenmesinden dolayı İslam dini hakkında yeni deliller

sunulmaya çalışılmış ve Kuran’ ın belirttiklerinin dışında yeni yorumlar

oluşturulmaya çalışılmıştır.

2.4.3. Histeri Hastası Olduğu İddiası

Dozy, Hz. Peygamber hakkında histeri hastalığı iddiasında bulunurken

kendisine Hz. Peygamber’ i en iyi anlatan kaynak olduğunu iddia ettiği

Sprenger adında sözde doktor olan ama Hz. Muhammed’ in hayatını yazmış

olan bir kişiyi düşüncelerine delil olarak göstermeye çalışmaktadır. Bunun

sebebi olarak, Hz. Peygamber’ in hayatını Sprenger’ in en doğru ve en

güncel şekilde yazmış olduğu iddiasını göstermiştir.

İslam tarihi hakkında gerçeklerin anlatıldığı pek çok kaynak mevcut

iken Dozy’ nin Avrupalı bir doktorun bilimsellikten uzak iddialarını

kendisine referans alması kabul edilebilir bir durum değildir. Dozy,

Sprenger’ in düşüncelerinin hakikatleri anlatmasından dolayı onun

düşüncelerine yer verdiğini söylese de Manastırlı, Dozy’ nin İslami

kaynaklara başvurmamadaki sebebinin kendi amaçlarına ulaşmak

arzusundan kaynaklandığının farkındadır. İslami kaynakları inceleyerek bir

İslam tarihi kitabı yazacak olsa, İslam dini ve Hz. Peygamber hakkındaki

yanlış iddiaları ortaya atabilmesi mümkün olmayacaktır. Bu amaçla hiçbir

ilmi değeri olmayan Sprenger’in düşüncelerini kendisine referans olarak

almış ve gerçek olmaktan çok uzak, kendi şahsi fikirlerinden oluşan Tarih-i

İslamiyet kitabını yazmıştır.246

244 Fil Suresi, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/105-fil-suresi, (Erişim: 17.05.2019)

245 Manastırlı, Hak ve Hakikat, s.152.

246 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 11, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.82, (30 Mart 1910 ),108

Amacı gerçeklerin ortaya çıkartılması olan bir kişinin o gerçeklere en

yakın olan kaynaklara başvuruda bulunması gerekir. İslamiyet ile alakası

olmamış, uzaktan hastalık teşhisinde bulunmuş olan bir doktorun iddialarına

güvenerek başka bir milletin hakiki tarihini yazıyor olmak akıl sahibi

insanlar tarafından kabul edilebilir bir durum değildir.247 Dozy böyle bir

kitabı yazarken Sprenger’in iddia etmiş olduğu hastalık durumuna, İslami

kaynaklardan hiçbir delil gösterme yoluna gitmemiştir. Bu durum

Müslümanlar açısından Dozy’nin maksadının ne olduğunu açık ve akli

deliller ile ortaya koymaktadır. Gerçeklerin peşinde olsaydı, İslami

kaynaklarda eksik bulduğu noktaları belirtmiş olması gerekirdi.

Dozy, annesine çekmiş olabileceğini iddia ettiği asabi bir kişiliğe sahip

olduğu iddiasından yola çıkarak Hz. Peygamber’ e bir çeşit hastalık durumu

atfetmeye çalışmıştır.

“Validesine çektiği zannolunan mizacı son derece asabi idi. Ekser

evkatte mağmum, mütefekkir ve bi-aram idi. Az söylerdi ve bila-lüzum hiç

söylemezdi. Kerih rayihalar kendisi için na-kabil-i lüzum idi. Hasta olduğu

vakit ağlardı. Çocuk gibi hüngür hüngür ağlardı ve bununla beraber

şiddetli bir hayale malikti”.248

Dozy, Hz. Peygamber’ e ailesinden genler yolu ile böyle bir hastalığın

aktarılmış olduğuna okuyucuları ikna etmeye çalışmaktadır. Kendi

fikirlerinden oluşan bu iddiaları toplayıp bir kitap ortaya koyunca, hakiki bir

tarih kitabı yazmış olarak ilan edilmiştir. Hz. Peygamber’ in hiçbir zaman

hüngür hüngür ağladığı ya da titreme ve kendinden geçme gibi hastalık

belirtileri görülmemiştir. Bu iddialar Hz. Peygamber’ in nübüvvetinin ilahi

boyutunu şüpheli göstermek amacı ile ortaya atılmıştır. Manastırlı’ ya göre

http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97633/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktor-dozynin-turkceye-mutercem-risalesine-karsi-reddiye-11 ( 05.05.2019), s.57.

247 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 11, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.82, (30 Mart 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97633/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktor-dozynin-turkceye-mutercem-risalesine-karsi-reddiye-11 (Erişim: 05.05.2019), s.58.

248Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 28, Sırat-ı Müstakim, C.5, S.105, (8 Eylül 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5688/10087 , (Erişim: 10.05.2019), s.6.109

böyle asılsız iddiaları büyük cesaret ile dile getirmiş olmak yüksek bir

zekânın değil olsa olsa akıl kıtlığının göstergesi olabilir.249

Dozy’ nin ortaya atmış olduğu iddialar içerisinde en dikkate değer olanı

Hz. Peygamber hakkında ortaya atmış olduklarıdır. Çünkü peygamberlik,

İslam’ın temel taşını oluşturmaktadır. Onda herhangi bir kusur bulmak, tüm

İslam düşüncesini kusurlu görme anlamına gelecektir. Dozy gibilerinin

yapmaya çalıştığı şeyi Manastırlı ‘güneşe balçık sıvamaya çalışmak’ olarak

betimler.

Dozy’ nin kendisine referans olarak göstermiş olduğu Doktor

Sprenger’in yapmış olduğu gibi herhangi bir hastalığı ele alıp bunun

belirtilerini anlatmak kolay bir iştir. Önemli olan Hz. Peygamber’ de bu

hastalıkların görülmüş olduğuna dair deliller sunabilmesidir. Belki

gerçekten bu hastalığa yakalanmış olan kişilerde bahsettiği belirtiler

görülüyordur. Ancak Hz. Peygamber’ de bunların görüldüğüne dair deliller

sunması gerekmektedir. Aksi takdirde kendisinden bin üç yüz yıldan fazla

süre önce yaşamış olan birini herhangi bir inceleme olmaksızın sara hastası

olarak ilan etmek aklıselim sahibi kimsenin yapacağı bir iş değildir.

Esasında ilahi yaratıcıyı kabul etmeyen bu Avrupalı düşünürlerin nübüvveti

kabul edebileceklerini düşünmekte büyük bir hata olacaktır.250

2.4.4. Evlilikleri Hakkındaki İddialar

Hz. Peygamber olgunluk yaşına geldiğinde sahip olduğu güzel ahlakı,

güvenilirlik sıfatları ile tanınmakta ve insanlar arasında bu özellikleri

bakımından özel bir konumda yer almaktadır. Her türlü kötülüğe uzak

olarak yaşamış Hz. Peygamber insanlar arasında ‘el-Emin’ olarak

anılmaktadır. Hz. Hatice’ nin evlenme isteği üzerine onun teklifini kabul

etmiş ve evlenmişlerdir. Hz. Hatice’ nin vefatına kadar sadece onunla evli

249 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 28, Sırat-ı Müstakim, C.5, S.105, (8 Eylül 1910 )

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5688/10087 , (Erişim: 10.05.2019), s.5.

250 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 30, Sırat-ı Müstakim, C.5, S.111, (20 Ekim 1910 ),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5694/10093 (Erişim: 11.05.2019 ), s.115.110

kalmıştır.251 Bu konuda Dozy, Hz. Peygamber’ in Hz. Hatice ile olan

evliliğini çıkar için yapılmış bir evlilik olarak görmektedir. Hz. Hatice’ nin

daha evvel iki evlilik yapmış olmasını ve yaşını bir acizlik durumu gibi

göstermeye çalışmıştır. Dozy, Hz. Muhammed’ in ihtiyaçlarını karşıladığı

ve içinden geldiği kadar şeyleri ona verdiğini söyleyerek Hz. Peygamberi

maddi imkânlar için evlilik yapmış biri gibi göstermeye çalışmaktadır. 252

Hz. Peygamber’ in davasında başarıya ulaşmış olmasında Hz. Hatice’

nin servetinin katkısı olduğu bir ölçüde doğrudur. Ancak her şey bir kenara

bırakılırsa sahip olduğu faziletler ile o dönemde Peygambere eşlik

yapabilecek olan en uygun insan Hz. Hatice’ den başkası olamazdı. Hz.

Hatice’ nin vefatı Hz. Peygamber’ de çok derin bir üzüntüye sebep

olmuştur. Peygamberlik müjdesi geldiğinde Hz. Peygamber’ e ilk inanan

Hz. Hatice olmuş, her türlü zorluğa Hz. Peygamber ile katlanmıştır. Bu

sebepten ötürü Hz. Hatice’ nin Hz. Peygamber açısından çok kıymetli

olduğunu görmekteyiz.253

251Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 19, Sırat-ı Müstakim, c.4, S.91 , (2 Haziran 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5674/10073, (Erişim: 07.05.2019) s.239.

252 Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 25 Sırat-ı Müstakim, c.4, S.101 , (11 Ağustos 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5684/10083, (Erişim:10.05.2019 ), s.378.

253Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye

Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 26 Sırat-ı Müstakim, c.4, S.102 , (81 Ağustos 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5685/10084, (Erişim:12.05.2019 ), s. 403111

3. BÖLÜM

FİLİBELİ AHMET HİLMİ

3.1. Filibeli Ahmet Hilmi’ nin Hayatı ve Eserleri254

Filibeli Ahmet Hilmi’ nin hayatı ile ilgili yapılan araştırmalarda elde

edilen bilgiler çok kısıtlı kalmaktadır. Hatta öyle ki bu çalışma yapılırken de

incelenen tüm kaynaklarda yer alan bilgilerde neredeyse birbirlerinin

aynısıdır.

Ahmet Hilmi (D.1865-Ö.1914) yılında, günümüzde Bulgaristan sınırları

içerisinde bulunan Filibe’ de doğmuştur. Eğitim hayatına doğduğu yer olan

Filibe’ de başlayan Ahmet Hilmi’nin daha sonra İstanbul’ a gelerek

Galatasaray Sultanisini bitirdiği söylenmektedir. Daha sonra memur olarak

Beyrut’ a gitmiş, burada Jön Türkler hareketinden etkilenerek görevini

bırakıp Mısır’ a geçmiştir. Burada yazın hayatına giriş yapmış ‘‘Çaylak’’

adında bir gazete çıkartmıştır. 1901 yılında İstanbul’a dönüş yapan Ahmet

Hilmi, yönetime karşı yönelttiği eleştirileri sebebiyle Fizan’ a sürgün

edilmiştir. Bu yıllar içerisinde Ahmet Hilmi, içinde bulunduğu olayları iyi

tahlil etmiş, çevresinde var olan gelişmeler ile alakadar olmuştur.

Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra (1908), İstanbul’ a tekrar geri dönen

Ahmet Hilmi, yazın hayatına da tekrar geri dönmüştür. Bu dönemde

savunmuş olduğu İslamcılık fikrini pek çok mecmuada yazmıştır. Arapça,

Farsça ve Fransızca dillerini çok iyi bilen Ahmet Hilmi, sürgün yıllarından

sonra birçok kitap, dergi ve gazetede yazarak vefatına kadar bereketli bir

ömür geçirir.

254 Filibeli’nin hayatı ile ilgili bilgi için bkz. Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi,

Spiritüalizm, (1. Baskı), Akçağ Yayınları, 1996, ss.37-46; Şehbenderzade Filibeli Ahmet

Hilmi, İslam Tarihi, İstanbul: Huzur Yayın-Dağıtım,2011, C.1, ss.11-28; Şehbenderzade

Filibeli Ahmet Hilmi, İslam’ın Esası, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1996, ss.10-25;

Neşet Toku, Türkiye’de Anti Materyalist Felsefe (Spiritüalizm) –İlk Temsilciler-, İstanbul:

Umut Matbaacılık, 1996, ss.75-78; Süleyman Hayri Bolay, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci

Görüşün Mücadelesi,(3. Baskı), Ankara: Akçağ Yayınları, ss.194-197; İsmail Kara,

Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, İstanbul: Dergah Yayınları, 1986, ss.3-4.112

İkinci Meşrutiyet’ in ilanından sonra İstanbul’ a gelen Ahmet Hilmi,

Darülfünun’ da felsefe hocalığı yapıştır. Batı felsefesi ve tasavvufta hayli

derin bilgilere sahip olan Ahmet Hilmi, Balkan Savaşı’nı ve Birinci Dünya

Savaşı’ nı önceden tahmin eden ileri görüşlü bir düşünürdür. Türkiye’ de

felsefe alanında önemli katkıları olmuş olan düşünürlerimizdendir. Henüz

genç denilebilecek bir yaşta bakır zehirlenmesi olduğu iddia edilen bir

sebepten ötürü 1914 yılında vefat etmiştir.

Ahmet Hilmi Türk- İslam düşüncesine aşırı bağlı olmasının yanı sıra

Batı’daki bilimsel gelişmeleri de yakından takip eden bir düşünürümüzdür.

Ancak kendisi hiçbir zaman yalnızca bir batı hayranı olmamıştır. Türk-

İslam düşüncesinin çağın ilerlemesine ayak uydurabilmesi için, Batı’ nın

bilimsel anlamda örnek alınmasının gerekli olduğu savunmuştur. Batı’dan

alınacak olan gelişmeler her ne olursa olsun, bizim toplumumuza uygun

hale getirilip o şekilde kullanılmalıdır. Kendimize yabancı olan hiçbir

unsurun olduğu gibi kabul edilmesini ve uygulanmasını uygun bulmamıştır.

Filibeli Ahmet Hilmi’ nin temel görüşlerine değinecek olursak, her

zaman İslam dünyasının birlik ve beraberliğinin önemi üzerinde durduğunu

görürüz. Birbirimizden koparsak yok olacağımızı söylemektedir. Osmanlı’

nın geri kalışına sebep olan etkenlerin tespitini yapmaktadır. Bunlardan ilki

bizim içerisine düşmüş olduğumuz ilerlemeye karşı çıkmak, yeni olan her

şeye tepkiyle yaklaşmak, Batı’nın ilerlemesi karşısında hiçbir şey

yapmamaktır. İkinci büyük sebep ise kötü bir taklitçilik alışkanlığı edinilmiş

olunmasıdır. Batı’da var olan her şeyi direk olarak almak, sorgulamamak,

kendine uygun hale getirmemektir. İçine düşülmüş olan bu durumları çok

sert şekillerde eleştirmektedir. Bu durumdan kurtulmak için halkın bir

çabasının bulunmayışı da Ahmet Hilmi’ nin en çok işlediği konulardan

birisi olmuştur.255

3.2. Filibeli’ nin Düşüncesine Etki Eden Dini Ve Felsefi Unsurlar

Osmanlı Devlet’ i kuruluş ve yükselme yıllarında tüm dünyanın

karşısında büyük bir güç olarak çıkmıştır. 17. ve 18.yüzyıllarda Osmanlı’da

255 Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, ‘‘İslam’ın Esası’’, Türkiye Diyanet Vakfı

Yayınları, 1996, ss.14-15.113

çeşitli kademelerde düzen bozulmuş, yaşanılan toprak kayıpları ve Karlofça

gibi ağır antlaşmalar sonucunda gerileme dönemi başlamıştır. Yaşanılan

sosyal, ekonomik sıkıntılar sonucunda Batı’daki gelişmeler karşısında zayıf

düşmüştür. Batı’ da Rönesans ve Reform hareketlerinin başlaması ile

birlikte bilim-teknik alanında ilerleme sağlamış, coğrafi keşifler sonucunda

ekonomik güç elde etmiştir. Ekonomik olarak güçlenen Batı, kendilerine

yeni kaynaklar bulmak amacıyla sömürgecilik faaliyetlerine başlamıştır.256

Batı’ nın güçlenmeye başlamasından sonra daha belirgin hale gelen

materyalist düşünceler, Müslüman coğrafyalarda büyük tepkilere sebep

olmuştur. Materyalist düşünceler ile mücadele etmek, İslam düşünürlerinin

en önemli uğraşılarından biri olmuştur. Filibeli bu mücadelede en etkili

isimlerden biridir. Osmanlı Devlet’ini, Batı’ nın etkili materyalist

düşünceleri ve içinde bulunulan yıkılma sürecinden uzaklaştırabilmek için

düşünürler bazı iyileştirmeler yapmak için yeni siyasi fikirler

oluşturmuşlardır. Bunlar; Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük ve Batıcılık

akımlarıdır. Bu bölümde konu edineceğimiz Filibeli Ahmet Hilmi, Batı

karşısında başarısızlığın sebeplerini analiz etmiştir. Filibeli Ahmet Hilmi,

Doğu’ yu da Batı’ yı da iyi bilen, Osmanlı’ nın önde gelen düşünürlerinden

biridir. Eserlerinde döneminin problemleri ile her yönüyle alakadar

olmuştur. İslamiyet aleyhinde çeşitli mesnetsiz eleştirinin yapıldığı bu

dönemde, Filibeli özeleştiri yaparak sorunu çözmeye çalışmış ve bu

bağlamda bazı tespitlerde bulunmuştur.257 Özeleştiriyi yaparken 19. yüzyıl

Osmanlı’ daki muhtelif düşünce yapılarının Filibeli’nin fikirlerine etkide

bulunmuş olduğunu söyleyebiliriz.

Filibeli Ahmet Hilmi’nin Osmanlıcılık fikirlerine bakacak olursak,

kendisi Osmanlı Türkü olma fikrinden uzaklaşmamış ve her zaman bunu en

samimi şekilde savunmuştur. “Osmanlı unvan-ı mefharetini hepimiz kabul

ediyoruz. Şu kadar ki bu unvan bir Türk’ün derisi hükmündedir”258

256 Zekeriyya Uludağ, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi ve Spiritüalizm, Ankara: Akçağ

Yayınları, 1996,s.60.

257Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, “Allah’ı İnkâr Mümkün Mü?”, sad. Necip TaylanEyüp Onart, İstanbul: Çığır Yayınları, 1977, ss. 22-25.

258Filibeli Ahmet Hilmi, Yine Türkler İtham Ediliyor, Hikmet, S:61, 2 Haziran 1327, s.2.114

şeklindeki sözleri onun Osmanlıcılık fikri ile ilgili hissiyatını ifade

etmektedir. Düşünürümüzdeki Osmanlıcılık fikri, sağlam ve kuvvetli bir

Osmanlı toplumu oluşturmak amacına yöneliktir. Ancak bu dönemde ortaya

çıkan Fransız ihtilali sonrası milliyetçilik hislerinin uyanması, çok uluslu bir

devlet olan Osmanlı’ da çalkantılara sebep olmuştur. Her millet kendi

bulunduğu bölgede, kendi dilinden kendi dininden olan kişiler tarafından

yönetilmek istemeye başlayınca Osmanlıcılık fikri fiilen

uygulanamamıştır.259

Filibeli İslamcılık fikrini açıklamadan önce içinde bulunduğu toplumu

tahlil eder. Müslümanların içinde bulundukları fakirliği, mekteplerin hocasız

ve öğrencisiz kalışını, evlerin ve köylerin olumsuz vaziyetini, insanların

neredeyse açlıktan ölecek durumda olmalarına değinir.260 Kendisi bunu bir

durum değerlendirmesi yanında içine düşülen durumun sebeplerini tespit

etmek için yapmıştır. ‘‘Allah’ ımızın ve peygamberimizin emirlerini hem

dinlemez ve hem de anlamaz olduk. Ahlaksız, cahil olduk! Hem kendi

nefsimize, hem de kendi kardeşlerimize hem de bütün Allah’ın kullarına

zulmeder olduk’’261 Ahmet Hilmi, Müslümanların artık Kuran’ ı

anlamadıklarından, peygamberin emirlerini uygulamadıklarından

yakınmaktadır. Bu sebeple Müslümanların zor zamanlar geçirmekte

olduğunu söylemektedir. Eğer Kuran’ ı doğru anlayıp, hayatlarını onun

kuralları ile yaşasalar onların dünya ve ahiretlerinin güzel olacağını

belirtir.262

Filibeli’ ye göre dinin yapılmasını emrettiği kurallardan uzaklaşmak,

insanlığı içinde bulunduğu kötü duruma sürüklemiştir. Çözüm olarak

İslam’ın özünü oluşturan kurallara geri dönmek ve Allah ile olan

bağlarımızı tekrar sağlamlaştırmak gerekmektedir. Eğer bu tekrardan

http://katalog.idp.org.tr/sayilar/3525/61-sayi. (Erişim: 05.01.2019)

259 Filibeli Ahmet Hilmi, Muhalefetin İflası, İstanbul: Nehir Yayınları, 1991, s.26.

260 Şeyh Mihr-i Din, Müslümanlar Dinleyiniz, Hikmet, S.31, 17 Kasım 1910, s.1.

http://katalog.idp.org.tr/dergiler/78/hikmet. (Erişim: 05.01.2019)

261 Şeyh Mihr-i Din, Müslümanlar Dinleyiniz, Hikmet, S.31, 17 Kasım 1910, s.2.

http://katalog.idp.org.tr/dergiler/78/hikmet. (Erişim: 05.01.2019)

262 Mihri Din Arusi, Ramazan Hutbeleri, Hikmet, S.72, 18 Ağustos 1327, s.1.

http://katalog.idp.org.tr/yazilar/57021/ramazan-hutbelerimiz. (Erişim: 05.01.2019)115

sağlanamazsa, Batılı devletlerin sömürgesi olmak kaçınılmaz bir sondur.

Filibeli eserlerinde bu konuları işlemiş ve çözüm bulmaya çalışmıştır. İçinde

bulunulan kötü durumdan kurtuluşunun, yine kendi köklerimizde

bulunduğunu tespit etmiş ve bu kökleri İslam dininde aramıştır.263

Osmanlıcılık ve İslamcılık fikirleri ile Osmanlı toplumunu bir arada

tutma düşüncesine karşılık toplum içerisinde milliyetçilik fikirleri hızla

yayılmış ve bunun sonucunda mezkûr düşünce amacına ulaşamamıştır.

Osmanlı içinde bulunan halkın çeşitli milletlerden oluşması sebebiyle,

halkın içinde milliyetçi isyanlar başlamıştır.

Filibeli Ahmet Hilmi’ nin düşünce sisteminde milliyetçi ve İslamcı bir

yapı vardır. Balkan Savaşları’ na kadar İslamcı düşüncesi ağır basarken

anılan savaşlar sonrasında milliyetçi düşüncelerinin ağır bastığını

görmekteyiz. Düşünürümüze göre din, milliyetçiliğe olumsuz etkide

bulunan bir unsur değildir. Ahmet Hilmi’ nin hiçbir zaman Batı’yı gülü ve

dikeni ile264 almak taraftarı olmamıştır. Bizim kendimize ait manevi

köklerimizin bulunduğunu, bu sebepten dolayı herhangi bir milletin aynen

taklit edilmesinin kendi köklerimize zarar vereceğini söylemektedir. Avrupa

medeniyeti kendisini İslamiyet’ in karşıtı olarak konumlandırmıştır.

Varoluşundan itibaren İslam’ a karşı olmuş bir milletin sahip olduğu her

şeyi, Abdullah Cevdet’ in deyimi ile ‘‘gülüyle dikeniyle sahiplenmek’’

kendi yok oluşunu kabullenmek demek olacaktır.

Avrupa milletleri, bilimsel ve teknolojik alanda ilerleme gösteriyor olsa

da manevi anlamda çöküş durumundadır. Mesela, Darwin’ in evrim

düşüncesi o kadar çok benimsenmiştir ki, sanki mutlak doğru bu

şekildeymiş gibi kabul görmüştür. Her şeyi mantıksal bir sistem ile

açıklamaya çalışan Avrupa milletleri gittikçe makinaya benzeyen, ruhunu

263 Şeyh Mihri-din Arusi, Ramazan Hutbeleri, Hikmet, S.72, 18 Ağustos 1327, s.4-5.

http://katalog.idp.org.tr/yazilar/57021/ramazan-hutbelerimiz. (Erişim: 05.01.2019)

264 Reinhart Pieter Anne Dozy, “Tarih-i İslamiyet”, “İfade-i Mütercim”, çev. Abdullah

Cevdet, Unıversıty Of Toronto Lıbrary, c.1, s.8.

ile:///H:/ /YL-Dozy%20Tarihi%20İslamiyet/KİTAP-Tarihi%20İslamiyet%201.%20cilt.pdf.

(Son erişim tarihi: 07.12.2018)116

kaybetmiş bir toplum durumuna gelmiştir.265Bu sebeplerden ötürü Ahmet

Hilmi, Avrupa’ nın aynen taklit edilmesine karşı çıkmıştır. Ona göre Batı’

dan alınması gerekli olan şeyler ile gerekli olmayanların iyi tespit edilmesi

gerekir.266 Nitekim kendisi dönemindeki diğer düşünürlere göre bu ayrımı

en iyi yapabilmiş düşünürlerden biridir. Avrupa’ da meydana gelen

gelişmeleri hayranlıkla takip eden ve takdir eden düşünürlerden birisi

olmasına rağmen Avrupa’nın eksik yanlarını da görebilmiş ve manevi

çöküşlerinin farkına varmıştır. Ancak Avrupa’ nın manevi çöküntü

içerisinde olması sebebiyle, onların iyi yanlarını görmezden gelmeyi de

doğru bulmamıştır.

Düşünürümüz, bütün toplumların farklı fıtrat ve özelliklerde yaratılmış

olduğunu belirtir. Bu durum, yaratılıştan beri süregelen bir özelliktir.

Yaratıcı herkesin aynı olmasını isteseydi hepimiz bir diğerinin aynısı olarak

dünyaya gelirdik. Bu sebeple bizler doğamıza uygun hareket edip

farklılıklarımızı koruyarak fakat yeniliklere açık bir şekilde Avrupa’ yı

kendimize örnek alabiliriz.267Ülkemizdeki düşünürler Avrupa’ daki her şeyi

bire bir taklit etmeyi bilim ve felsefe yapmak zannettikleri için sahici ilim

yapabilmekten uzaklaşmaktadırlar.268Müslüman ve Türk topluluklarının

içinde bulundukları bu durumu Ahmet Hilmi hissizlik hastalığı olarak

görmektedir. Var olan gelişmelerin görmezden gelinmesi ve bunlara karşı

kayıtsız kalmak, Ahmet Hilmi’ ye göre derhal terkedilmesi gereken bir

265 Filibeli Ahmet Hilmi, Hikemiyat: Tasavvuf-i İslami ve Fünun-ı Cedide ve Felsefe:

Mukaddime, Hikmet, S.4, ss. 1-2.

http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56001/hikemiyat-tasavvuf-i-islami-ve-funun-i-cedide-vefelsefe-mukaddime-i. (Erişim: 08.01.2019)

266 Filibeli Ahmet Hilmi, İntikadat: Âlem-i İslam’ın Zaaf ve Kuvveti, Hikmet, S.15, 20

Temmuz 1910, ss.3-4. http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56147/intikadat-alem-i-islam-inzaaf-ve-kuvveti-iii. (Erişim: 08.01.2019)

267İçtimaiyat, Körü körüne Taklit Hakkında Bir Mütalaa, Hikmet, S.5, 20 Mayıs 1910, ss.

3-4.

http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56018/ictimaiyat-korukorune-taklit-hakkinda-bir-mutala.

(Erişim: 08.01.2019)

268Anlamadan Taklit Maymunlara Yakışır, Hikmet, S.61, 16 Haziran 1911, ss.3-4.

http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56879/anlamadan-taklit-maymunlara-yakilir. (Erişim:

08.01.2019)117

durumdur. Zira bu durum devam ederse toplumsal çöküşün yaşanacağını

öngörmektedir.269

3.3. Filibeli ve Vahdet-i Vücut Anlayışı

Filibeli materyalizm karşıtı olup manevi değerleri savunan düşünürlerin

birçoğu gibi vahdet-i vücut düşüncesini benimsemiştir. Bu düşüncesinin

izleri eserlerinde de dikkat çekmektedir. Hatta A’mak-ı Hayal kitabında bu

düşüncesini en basit şekilde anlatmaya çalışmıştır. Filibeli vahdet-i vücut

düşüncesi sebebiyle, İslam düşünürlerinin bir kısmının kabul ettiği gibi

yoktan var etme düşüncesine karşı olmuştur. Yaratıcının, var olan tüm

varlıkları kendi içinde barındırması sebebiyle kendisinde herhangi bir

yokluktan bahsetmeyi yanlış bulmuştur. Kendisinde olmayan bir şeyi Tanrı’

nın sonradan meydana getirmesi düşüncesini Tanrı’ ya bir kusur atfetme

olarak görmüştür. Filibeli’ ye göre vahdet-i vücut düşüncesi bizim

ulaşabileceğimiz en yüce düşüncedir.270

“Vahdet-i vücut demek, her ne şekil ve tecelli ile tasavvur edilirse

edilsin vücudun, mahiyet itibariyle bir şeyden ibaret olduğu, renklerin ve

şekillerin o bir şeyin tecelli, tezahür ve safhalarından başka bir şey

olmadığı demektir.”271

Filibeli için vahdet-i vücut yaratıcının herhangi bir kavram ile değil, var

olan her şeyde olması şeklindedir. Âlemde meydana gelen bütün oluşumlar

ve yok oluşlar, her şey O’nun iradesi ile meydana gelir. Vahdet-i vücut ve

tasavvufun kaynağının Kuran-ı Kerim olduğunu söyleyen Filibeli, Kuran’

dan ayetler göstererek bu düşüncesini ispat etmeye çalışmıştır.

“Doğu da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah' ındır. Nereye dönerseniz Allah'

ın yüzü* işte oradadır. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla

bilendir.”272

269Türkler ve Osmanlı Türkleri, Hikmet, S.71, 11 Ağustos 1327, s.2.

http://katalog.idp.org.tr/yazilar/57012/turkler-ve-osmanli-turkleri. (Erişim: 08.01.2019)

270 Ömer Ceran, age, s.53.

271 Filibeli, “İslam Tarihi”, s.379.

272 Bakara Suresi, 115.Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/292/285-286-

ayet-tefsiri. (Erişim: 19.12.2018)118

Varlığın meydana gelmesi, yaratıcının isteği doğrultusunda olmuştur.

Filibeli yaratılmış olan varlıkların bulunduğu âlemi hakiki varlık âlemi

olarak görmez. Ancak ezeli ve ebedi olan bir varlığın yansıması olarak

görmektedir. O yüzden bu âlemdeki tüm çabamızın, hakiki âleme ulaşmak

amacında olması gerektiğini düşünmektedir. Filibeli, insanın kendi iradesi

ile bir şey yapmasını mümkün görmez. Yapmış olduğumuz tüm eylemleri

yaptıran ancak Allah’ tır. Onun bilgisi ve izni dışında bizim irademizin bir

önemi yoktur.273

Ahmet Hilmi’ nin varlığı taksimi büyük ölçüde İbni Arabi’ nin vahdet-i

vücut düşüncesi ile benzerlik göstermektedir. Varlığı iki bölüme ayırır ve bu

ayrımı yaparken varlık hakkında sahip olduğumuz bilgi düzeyine göre

yapmaktadır.

Varlık katmanının en üstünde mutlak varlık bulunmaktadır. Bu varlık

bütün çoklukları kendisinde barındıran, ama kendisi onların hiçbirisi

olmayan bir varlıktır. O’ nun varlığı bilinir ama ne olduğu kesin olarak

söylenemez. Tüm varlığı kapsayan bir Allah kavramı vardır.274

Bir de bu mutlak varlığın etkide bulunduğu varlıklar vardır. Bunlar çok

çeşitli şekilde meydana gelmiştir. Ama özünde hepsi mutlak varlığı

yansıtmaktadır.

Filibeli Ahmet Hilmi vahdet-i vücut düşüncesini, modern insanın

materyalist ve pozitivist düşünceler etkisi ile girmiş olduğu çıkmazı çözmek

için bir yöntem olarak görmektedir. Materyalizme ve pozitivizme yönelik

eleştirilerinin temelinde vahdet-i vücut anlayışı bulunmaktadır.

Filibeli’ nin vahdet-i vücut anlayışı, tasavvuf anlayışı ile sıkı sıkıya

bağlıdır. Tanrı’ nın varlığını evrendeki sebep sonuç ilişkisi etrafında

açıklamıştır. En sıradan bir sanat eserini bile meydana getiren bir sanatçı

vardır. Bu sebebi yok saymak sanat eserinin de yok saymaktır. O halde

evrendeki düzenliliği ve uyumu meydana getiren bir sebebin var olması

*Allah'ın yüzü" ifadesi, mecazî bir anlatım olup, burada "Allah'ın rahmeti, rızası ve nimeti"

demektir. Kul, tümüyle Allah'a ait olan yeryüzünün neresinde ve hangi cihetinde, ne tür

bir taat ve işe girişse, Allah'ın lütuf ve rahmetini orada bulur.

273 Ömer Ceran, age, 54.

274 Ömer Ceran, age, 55.119

insan aklında zorunlu olarak oluşacaktır. Çünkü bu mükemmel düzendeki

evrenin başıboş ve kendiliğinden meydana geldiğini söylemek yanlış bir

sonuca götürmektedir.275 Ancak buna karşın Filibeli evrenin yoktan var

edilmesi fikrine de karşıdır.276

Vahdet-i vücut anlayışı Allah’ ın varlığı ve birliği esasına dayanır. Onun

var olması hiçbir sebebe ihtiyaç duymaz, varlığı zaman ve mekânın

ötesinde, kendisi bizzat tüm sebeplerin sebebidir. Varlığı insanın sahip

olduğu tüm özelliklerin ötesinde olduğu için insanın hayal edebilmesi

mümkün olmayan bir varlıktır.277

İnsan aklı, sınırlarını bilmediği kadar güçlü olan yaratıcıyı bilebilir mi?

Bu soru felsefi görüşler arasındaki ayrılıkların ve yeni felsefi görüşlerin

ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Materyalizm, Kritisizm, Pozitivizm vb.

felsefi görüşler insan aklının metafizik konuları bilmesini mümkün

görmemiş, bu sebeple de inceleme alanlarının dışına çıkartmış

olduklarından bahsetmiştik.

Filibeli, yaratıcının bilinemeyeceğini söyleyen görüşleri çok aşırıya

gitmiş bulmaktadır. Ancak bunun yanında yaratıcının bilineceğinin

söylenmesini de aynı ölçüde aşırı bulmaktadır. Filibeli, Allah’ ın kesin

deliller ile bilinemeyeceğini fakat bir şekilde var olduğu hakkında bilgi

sahibi olduğumuzu söylemektedir. İnsanlığın ilk zamanlarından beri

zihinlerini kurcalayan ‘Tanrı’ fikrinin olması ve her devirde ‘Tanrının

varlığı-yokluğu’ konusunun tartışılıyor olması, aslında Tanrı’nın bir şekilde

bilinebiliyor olmasının ispatı olarak görmektedir.278

Vahdet-i Vücut kavramı tasavvufta Allah’ ın varlığını ispat etmek için

çok sık başvurulan bir yöntemdir. Filibeli, Tevhit inancının en iyi şekilde

anlatılmasını sağlayan düşüncenin vahdet-i vücut olduğunu düşündüğü için

düşüncesinde vahdet-i vücut düşüncesi önemli bir yer teşkil etmiştir.279

275 Zekeriya Uludağ, age, s.213.

276 Ömer Ceran, age, s.53.

277 Filibeli, İslam’ın Esası, s.21.

278 Filibeli, age, ss.22-23.

279 Süleyman Hayri Bolay, Osmanlılarda Düşünce Hayatı ve Felsefe, Ankara: Akçağ

Yayınları, 2005, 137- 138.120

Filibeli ‘Amak-ı Hayal’ romanı vahdet-i vücut düşüncesinin tüm

incelikleri ile işlemiştir.

“ II. Meşrutiyet devrinin önde gelen İslâmcı fikir adamlarından

Şehbenderzade Ahmed Hilmi’nin eserleri arasında ayrı bir yeri olan A’mak-

ı Hayâl, bu dönemde Osmanlı toplumunda yeni yeni görülmeye başlayan

materyalist görüşe karşı kaleme alınmış tezli bir eserdir. Bütün eser boyunca

ruh ve kâinatın sırrı, yaratılışın gayesi araştırılarak maddeci görüşün sığlığı

ve insanı saadete ulaştırmakta yetersiz kaldığı ortaya konur.”280

Filibeli, anlatılmak istenen manaları incelemeden gelişi güzel okunan

kitapların, özelliklede felsefe kitaplarının insanın imanını sarsacak derecede

şüphe duymasına sebep olacağını, bu durumunda insanı içinden çıkması

imkânsız bir boşluğa iteceğini söyler. Bu düşünesini, A’mak-ı Hayal

romanında felsefi-tasavvufi bir tarzda yazmıştır.

Kitabın başkahramanı Raci, varlıklı bir ailede yaşamış iyi derecede dini

ve okul eğitimi almış, oldukça yüksek insani değerlere sahip ve çalışkan bir

gençtir. Öğrenmeye ve okumaya meraklı olan Raci çeşitli kitapları

incelemeye ve okumaya başlamıştır. Bir zaman sonra öğrenmiş olduğu

maddi ve manevi bilgiler arasında bir bunalıma düşmüştür. Bildiği her

şeyden şüphe eder ve manevi olarak huzursuzluklar yaşar duruma gelmiştir.

Bunu giderebilmek için birçok tarikatlara, ilim ehli insanlara gider ancak

aradığı iç huzuru yakalayamaz. Sonunda bu duruma dayanamayan Raci,

yaşadığı ıstırabı unutabilmek amacıyla farklı yollarda teselli bulmaya çalışır.

Sonunda içki ve eğlence düşkünü bir genç haline gelir. Bu şekilde bir süre

içindeki şüpheleri susturabilmeyi başarmıştır. Raci bu şüpheye düşen tek

genç de değildir. İçki ve eğlencesinde kendisine eşlik eden arkadaşları da

kendisi gibi iyi eğitim almış gençlerden oluşmaktadır. 281

Bir gün şüphelerini unutmaya giderken, üstü başı değişik giyimli

değişik iki adamın birbirleri ile varlık hakkında yapmış oldukları sohbete

denk gelir. O kişilerden birisi, Raci’yi içindeki şüphelerden kurtaracak olan

Aynalı Baba’dır. O zaman kadar unutmaya çalıştığı ne kadar şüphe varsa

hepsi tekrardan aklından geçmeye başlar. Artık kendisini her gün bu adamın

280 Necat Birinci, “A’mak-ı Hayâl”, TDV İslam Ansiklopedisi,1989, C.2, ss.555-556.

281 Filibeli, A’mak-ı Hayal, İstanbul: Kaknüs Yayıncılık, 2017, s.11.121

yanında bulmaktadır. Artık kaçmış olduğu şüphelere cevap bulmak için

Aynalı Baba’nın fikirlerinden istifade etmeye çalışmaktaydı. Bir gün Aynalı

Baba’nın yanında sohbet edip ney sesi dinlerken uykuya dalar ve görmüş

olduğu rüyalar ile hayalin derinliklerine yolculuğu başlamıştır.282

Eserdeki rüya ve hayal, tasavvufta önemli bilgi kaynaklarıdır.

Tasavvufta müridin manevi durumu, görmüş olduğu rüyaların

yorumlanması ile mürşidi tarafından tespit edilir. Görülmüş olan rüyalar

mahiyetine göre şeytani yada rahmani rüyalar olarak yorumlanmaktadır.

İslam dini açısından bakıldığında Hz. Peygamber’ in görmüş olduğu rüyalar

hakikat olarak kabul edilmektedir. Bu noktada temiz kalpli olduğuna

inanılan, toplumda ön plana çıkmış olan kişilerin rüyaları da bu anlamda yol

gösterici olarak kabul edilmektedir. Bu anlamda görülmüş olan rüya, dinin

ritüellerine aykırı bir rüya değil ise bir takım mesajlar içerebileceği

düşünülmüştür.283

Kur’ an’ da Hz. İbrahim ve Hz. Yusuf gibi bazı peygamberlerin

gördükleri rüyaları anlatan ayetler yer almaktadır. Hz. İbrahim'e rüyasında

oğlunu kurban etmesi emredilmiş, bu emri yerine getirecekken gökten bir

koç indirilerek onu kurban etmesi emredilmiştir. Yine Hz. Yusuf rüyasında

on bir yıldız ile güneş ve ayın kendisine secde ettiğini görmüş, babası

rüyasını kardeşlerine anlatmamasını söylemiştir. Daha sonra Yusuf

aleyhisselam kardeşleri tarafından kuyuya atılmış, kuyudan çıkarılıp köle

olarak satılmış, vezirin hanımı kendisine meylettiremeyince onu zindana

attırmış ve sonunda zindandan kurtulup vezir olmuş, kardeşleri ile baba ve

annesi kendisine secde etmişlerdir. Böylece Yusuf aleyhisselamın yıllar

önce gördüğü rüyanın tabiri bu şekilde çıkmıştır.284

İbn-i Arabi’ ye göre, insanların rüyalarına etkide bulunan er-Ruh adında

bir melek bulunmaktadır. Bu melek insan uyuduğu zaman onunla bağlantı

282 Filibeli, age, ss.23-34.

283 Abdullah Demir, Tasavvufta Rüya Tabiri, USBD Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi,

C.1, S.9, (2017),s.1.

http://www.sobider.net/FileUpload/ep842424/File/tasavvufta_ruya_tabiri_1.pdf (Erişim:

10.08.2019)

284 Abdullah Demir, age, s.2.122

kurar ve manevi alemden haberdar olduğu bilgiler insanın idrak etmesini

sağlar. İnsanın uyanık olduğu zamanlarda duyularının etkisinde olması

sebebiyle bu alem ile irtibata geçemediğini söyler. Tasavvufi düşünce de

insan nefis terbiyesi ile kalbini temizleyip, daha sonra er-Ruh isimli melek

vasıtasıyla manevi alemden haberdar olabilir.285

İlk gün Bir Buda ile beraber Hiçlik Tepesi’ ne gitmiştir. Buda, görmüş

olduğu şeylere aldanıp peşlerinden gitmemesi, nefsine sahip olması

gerektiği uyarısında bulunmuştur. Fakat Raci şehvete yenik düşmüştü.

Buda’nın söylemek istediği şeyler anlamış ama Buda’nın imtihanını

geçememiş ve geri dönmüştü. İkinci gün yolculuk Zerdüşt’ün yanına

olacaktır. Burada da zıtların birbirleri ile olan savaşı vardır. (iyilik-kötülük,

karanlık-aydınlık vs.) Bu savaşta her iki tarafta kaybetmeden günlerce

devam etmiştir. Sonunda ‘aşk’ gelmiş ve iki taraftan da üstün olduğu

kanıtlayarak aralarındaki savaşı bitirmiştir. Dünya’ da kötülüğün yok

edilemeyecek olduğunu anlamıştır.286

Bu şekilde devam eden hayalin derinliklerine olan yolculuğun sonunda

Raci, insanın duyularının gerçekleri görmekte ne kadar yetersiz olduğunu

anlamıştır. Evrende var olan değişim ve dönüşümün hep ilahi olan, en

mükemmel varlığa ulaşmak içindir. Filibeli, tarihte övülerek anılan

filozofların çok çeşitli düşünceler ortaya koyduğunu fakat bu düşüncelerin

hiçbirisinin insanları gerçek mutluluğa ulaştıracak hakikatlerden

oluşmadığını kanaatindedir.287

Bu eserde, insanın her zaman aklını meşgul etmiş olan; varlığın anlamı

nedir? Ruh ölümsüz müdür? Dünyada var olan kötülüklerin sebebi nedir?

Tanrı’nın kötülüğü yaratma sebebi nedir? İnsan hakikatlerin bilgisine nasıl

ulaşabilir? Vb. sorulara cevap arayışında olan bir gencin durumundan yola

çıkarak temsili figürler üzerinden aslında tüm insanlığın durumu izah

edilmeye çalışılmıştır.

285 Abdullah Demir, age, s.44.

286 Filibeli, age, 35-55.

287 Süleyman Hayri Bolay, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, Ankara:

Akçağ Yayınları, ss.243-244.123

Aynalı baba figürü; insanın maddi akıldan sıyrılıp, manevi olan

hakikatlere ulaşabilmesine yardımcı olacak bilgileri vermeye çalışmaktadır.

Sadece akıl gücüne dayalı olarak bildiklerimiz, âlemin çok sınırlı bir alanını

bilmemizi sağlamaktadır. Ancak insanın asıl olan gerçekleri bilebilmesi için

aklın sınırlarının ötesindeki alana ulaşması gerekmektedir. Bunlar felsefe ve

tasavvufun tarih boyunca anlamaya ve anlamlı kılmaya çalıştığı sorunlardır.

Bunlar; iyilik-kötülük, hayatın anlamı, tanrı, ölüm ötesi, adalet, canlılık gibi

sorunlardır. ,Raci karakterinin çıkmış olduğu yolculuk, hakikat arayışıdır.

Bu hakikati bulacak olan da ruhtur. Burada hakikatlerden kastedilen

Allah’ın varlığının bilgisine ulaşmaktır. Bu bilgiye ulaştıktan sonra insan

artık maddi âleminde manevi âleminde farkına varır. Bu aşamadan sonra

artık insanın sahip olduğu hakikatlerin bilgisi ve maddi-manevi âlem

arasından doğan çatışmalı fikirler ile kendisinin mücadele etmesi gerekir.

3.4.Filibeli Ahmet Hilmi’ de Felsefi Bilgi Ve Metot

Filibeli’ ye göre felsefi bilgi, tüm bilgilerden önce var olmuştur. Âlemde

var olan tüm bilgiler felsefeden sonra meydana gelmiştir.

Filibeli gençlik yıllarında bir dönem Batı’dan gelen pozitivist ve

materyalist düşüncelerin etkisine kapılmış ve buhranlı bir dönem

geçirmiştir. Gençleri kendisinin tecrübe ederek öğrenmek zorunda kaldığı

bozuk düşüncelerin etkisinden koruyabilmek için İslam dininin özüne ve

milli değerlerine uyumlu olan felsefi yöntemlerin anlatılmasını gerekli

görmüştür. Batı’ nın gençleri hedef alan bozuk düşüncelerinin kendilerine

verdiği zararları ancak ihtiyarlık dönemlerinde fark edebileceklerini, bu

nedenle gençlerin kendilerine sunulan her düşünceye karşı uyanık

olmalarının önemine dikkat çekmiştir. Filibeli bu amaç ile felsefi bir sistem

ortaya koymaya çalışmıştır. Batı’ dan gelecek bozuk düşüncelerin

etkisinden korunmamızı sağlayacak felsefi bir metot önerisinde

bulunmuştur.288

288 Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, “Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz? :

Darü’l Fünun Efendilerine Tahriri Konferans ”, sad. Kemal Kahramanoğlu- Ali Utku,

Konya: Çizgi Kitabevi, 2016, s.129.124

Sağlam bir metot ve amaçların olmaması sebebiyle pek çok genç

buhranlı dönemler geçirmiş ve amaçsız bir hayat sürmüştür. Gençlerin bir

amacının ve bu amacı gerçekleştirecek iradesinin olması, hem maddi hem

de manevi bir doyuma ulaşmalarını sağlayacaktır. Filibeli, bozuk

düşüncelerin zaman zaman herkesi etkisi altına alabileceğini söylemekle

beraber, asıl önemli olan şeyin, içine düşülen durumun farkına varıp bu

durumdan kurtulmanın yollarını aramak olduğunu söylemiştir. Bu çaba

insanı hem içinde olduğu kötü durumdan kurtaracak hem de insana ebedi bir

mutluluk sağlayacaktır.289

İnsan hayatı fikirlerinden ve aktif olarak yapmış olduklarının

bütününden meydana geliyor. İnsanın fikirleri de alelade şekilde değil,

planlı bir çabanın ürünü olmalıdır. Filibeli’ nin tabiri ile “sağlam bir metot”

ile oluşturulmuş olması gerekmektedir. Bu durum kişinin zarara uğramasını

engelleyecektir. Aksi takdirde insan karşılaştığı her düşünceye aldanıp,

onların peşinden gidecektir. Filibeli’ ye göre en iyi metot ‘tahlil’

yöntemidir. Bu durum insanın gençlik yıllarında göremeyip, ihtiyarlık

yıllarında tecrübeleri sonucunda fark edebildiği hakikatler gibidir. Eğer

tahlil yöntemini iyi bir şekilde kullanabilirsek, karşımıza çıkan düşünceleri

birbirleri ile iyi şekilde kıyaslayıp, hakikatlerin bilgisini elde edebiliriz.

Sağlam bir analiz yeteneğine sahip olan insan, karşısına çıkan bozuk

düşünceleri hemen fark edebilir. Duyguları ile değerlendirecek olursa

karşısına çıkan her düşünceyi hakikat olarak görüp, hiçbir zaman

hakikatlere ulaşamaz. Ancak Filibeli’ ye göre bizdeki en büyük eksiklik

sağlam bir metoda olan ihtiyacımızdan çok, böyle bir ihtiyaç içerisinde

olduğumuzun farkında bile olmayışımızdır. Bu durumu o kadar çok

kabullenmişiz ki, kendimizi hayatın akışına bırakmış, tesadüfler ile yaşanan

bir hayat sürmeye başlamışız. Bu durum toplumda büyük bir tembellik

meydana getirmiştir ve hiçbir amaç ve çaba olmadan körelmeye mahkum

etmiştir. İşin üzücü tarafı şudur ki; Filibeli bunun sadece avam tabakasında

değil, kendisini ülkenin en aydın insanı olarak ilan eden, okumuş kesim için

de bu şekilde olduğunu söylemiştir. Bu insanların düşünceleri de Batı’nın

289 Filibeli, age, s.145.125

birer kötü taklidi olmaktan ileriye geçememiştir. Fakat bu durumun farkında

da değildirler.290

Filibeli’ nin felsefe anlayışını incelediğimizde, dönemin felsefeye karşı

tutumları hakkında da bilgi sahibi olmaktayız. Bu dönemde bazı İslam

düşünürleri, batının İslam aleyhinde yapmış olduğu eleştiriler sebebiyle

felsefeye karşıt bir tepki almıştır. Bu sebeple Filibeli’ nin felsefe hakkındaki

çalışmalarına baktığımızda, felsefe kelimesi yerine hikmet kelimesini

kullandığı görülmektedir. Ancak Filibeli’ nin hikmet olarak ele almış

olduğu konulara bakıldığında felsefenin konularına tasavvufi bir boyut

eklenmiş olduğu görülmektedir. Bu durumu dönemin düşünürlerinden

Elmalı Hamdi Yazır, Filibeli’ nin bu yorumu ile birlikte felsefenin büyük bir

mertebeye ulaşmış olduğunu söylemektedir. Tasavvufi alanın da felsefeye

dâhil edilmesi ile birlikte, felsefe tarihte kullanıldığı en geniş anlamına

ulaşmış olarak kabul edilmiştir.291

Felsefe tüm ilimlerin kendisinden meydana geldiği en genel ilim olduğu

için, herhangi bir ilmin felsefenin dışına itilmesi, Filibeli tarafından

imkânsız görülmüştür. Mesela; metafizik alanın bilgisini felsefenin dışına

çıkartan materyalist düşünürlerin yaptıkları aslında insanın bilmeye çalıştığı

ve insan idrakine ait olan bir şeyi felsefenin dışına çıkartmak olacaktır.

Felsefe esas itibari ile insanın merak ettiği sorulara cevap bulma çabası

olduğuna göre aslında yapılan insan idrakini felsefenin dışına çıkartmak

olacaktır. Bilimin konusu olan her türlü ilim felsefenin de inceleme alanı

içerisine girmektedir. (Mesela; Tarih felsefesi, fizik felsefesi gibi). 292

İnsan, diğer varlıklardan akıl sahibi bir varlık olması sebebi ile

ayrılmaktadır. Kendimizin farkında olmaya başladığımız ilk andan itibaren,

bildiklerimiz ile yetinmeyip hep yeni bilgilerin peşinde, varlığımızı

anlamlandırmaya çalışmaktayız. Bu sebeple Filibeli, insanın bilimin

kendisine sunmuş olduğu hakikatler ile yetinmeyip, hep başka ihtimaller ve

yeni bilgiler peşinde olması gerektiğini düşünmektedir.293

290 Filibeli, age, ss.130-131-132.

291 Ömer Ceran, age, s.20.

292 Filibeli Ahmet Hilmi, “ Allah’ı İnkâr Mümkün Mü?”, s.38.

293 Uludağ, age, s.128.126

Filibeli’ nin felsefe anlayışında İslami düşüncelerin de etkide bulunduğu

görülmektedir. Filibeli felsefedeki tüm amacı mutlak varlığa ulaşma çabası

olarak görmektedir. Bu sebeple de Filibeli’ nin düşüncesinde metafizik

öğeler de bulunmaktadır. Batı’dan ülkemize doğru hızlı şekilde cereyan

eden materyalist ve pozitivist düşünceler, Filibeli’nin eserlerinde metafizik

alanın daha yoğun şekilde işlenmesine sebep olmuştur. Böyle bir amacın

oluşmasında, İslam düşüncesini Batı’nın her şeyi maddeye indirgeyen

felsefi düşüncelerinin, İslam düşüncesini de bozmasını engelleme amacı

taşıdığı söylenilebilir.294

Pozitif bilimlerin insana sunmuş olduğu bilgiler sadece var olan

durumlar hakkında haber vermektir. İnsanın doğayı anlaması, varlıkları

meydana getiren sebebi öğrenmesi, bu dünyada bulunma gayesini, ölümden

sonra ne olacağı gibi soruların cevapları pozitif bilimler ile bilinemez. Bilim

bu dünyaya nasıl gelmiş olduğumuz hakkında bize bilgi verebilir. Ancak bu

dünyaya neden geldiğimiz konusunda bir açıklama yapamaz. Bu noktada

Filibeli’ ye göre felsefe mecburi olarak devreye girmektedir.295

“Felsefe, konusu külli ilkeler olan genel bir ilimdir. İlk külli ilkeler, ilk

sebepleri ve ilk hakikatleri ihtiva eder. Şu halde ilk sebepler tümel varlığın

ilkeleri demek olduğu gibi, ilk hakikatler de tümel ilmin ilkeleri anlamını

içerir.”296

Filibeli’ nin yukarıdaki alıntıda felsefe hakkında söylemiş oldukları,

felsefe anlayışının temelleri Eflatun, Descartes, Spinoza, İbn Rüşt ve

Aristoteles gibi düşünürlerle dayandığını göstermektedir. Eflatun’ un ortaya

koymuş olduğu idealar ve görünüşler âlemi tasavvurlarından örnek verecek

olursak, akıl sadece görünüşler âlemini anlamakta yeterlidir. İdealar âlemini

anlayabilmek için bu noktada felsefeye ihtiyaç duymaktayız. Ancak

Filibeli’nin ideaların anlaşılması için gerekli olan şeyi sadece akıl olarak

değil de Filibeli’ nin felsefe anlayışında hâkim olan akıl ve tasavvufi

294 Sare Çetintaş, “Filibeli Ahmet Hilmi’nin Felsefi ve Ahlaki Görüşleri”, (Yüksek Lisans

Tezi), Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim

Dalı, (Tez No: 146138), Elazığ, 2004, s.14.

295 Filibeli, “İslam Tarihi”, C.1, s.41.

296 Ömer Ceran, age, s.18.127

düşüncelerin birlikteliği olarak tarif edebiliriz. Tek başına aklın, bu

hakikatleri anlamakta yeterli olmayacağını düşünmektedir.

Descartes, “Filozof, bilmeye muktedir olduğumuz bütün şeylerin

sebeplerini kendilerinden çıkarabileceğimiz ilk nedenleri ve gerçek ilkeleri

arayan kişidir.”297

Aristotales, “Felsefe adı bir ilme uygun gelir ki, bunun da ilk ilkelerin

ve ilk sebeplerin teorik ilmi olması gerekir.”298

İbn Sina, “İnsanın gücü yettiği kadar eşyanın hakikatine vakıf olmaya

çalışmasıdır.”299

İslam filozofları tarafından da felsefe yapmaktaki amacın Allah’ ı ve

hakikatleri bilmek şeklinde tasavvur edilmiştir. Düşünürümüz Filibeli’nin

felsefe tasavvuru, bahsettiğimiz düşünür-filozofların hepsinin

düşüncelerinin toplamından meydana gelmektedir. Filibeli’nin felsefeden

tasavvur ettiği şeyin ilim-bilim-felsefenin birlikteliği ile insana ait olan her

şeyde ilk sebeplerin300 incelenmesi şeklinde olduğu görülmektedir.

Filibeli, İslam düşüncesinde bilimsel ilerlemeye, ilime ve felsefeye karşı

herhangi bir engel görmemekle beraber Batı’da cereyan eden bu bozuk

düşüncenin İslam düşüncesini korumak amacıyla İslam Tarihi kitabını

yazmıştır. İslam Tarihi dışındaki tüm eserlerinde de aynı amacı

gerçekleştirmeye çalışmıştır.

Toplum olarak gelişmeye ve Batı’nın ulaştığı seviyeye ulaşmaya aşırı

talep içinde olmakla beraber, Filibeli bu istekleri hayata geçirmeyi

sağlayacak azim ve kararlılığın eksik olduğunu söylemektedir. Sağdan

soldan duyulan yarım bilgiler ile kendisini aydın gören düşünürlerin Batı’yı

olduğu gibi kuru bir taklit ile benimsemeye çalışması kendi sonumuzu

getirmemize sebep olacaktır. Bu nedenle Filibeli düşünürlerin kibrini ve

297 Descartes, “Felsefenin İlkeleri”, çev. Mehmet Karasan, İstanbul: M.S.G.S.B. Yayınları,

1988, s.8.

298 Aristotales, “Metafizik”, çev. Ahmet Arslan, İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

Yayınları, 1985, s.82.

299 Hasan Şahin, “İslam Felsefesi Tarihi Dersleri”, Ankara: İlahiyat, 2000, s.38.

300 Ömer Ceran, age, s.21.128

kendini beğenmiş tavırları bırakıp, sağlam bir analiz yöntemi ile Batı’nın

örnek alınacak yanlarını değerlendirmeleri gerektiğini söylemektedir.

Kendimizi geliştirebilmek için illa da kendimiz yeniden özgün

yöntemler meydana getirmek mecburiyetinde değiliz. Filibeli tarihte

Japonya’nın yaptığı gibi bizimde aynı şart ile Batı’yı örnek alma

imkânımızın bulunduğunu söylemektedir. Ama bu Japonya gibi kendi

köklerimize sadık bir şekilde yapılmalıdır.301 Körü körüne Batı’nın taklit

edilmesi bizlere hiçbir fayda sağlamayacağı gibi kendi özümüzü de

kaybetmemize sebep olacaktır.

İbn-i Arabi’nin hümanist düşünceleriyle benzer düşüncelere sahip olan

Filibeli, İslam inancına sahip olmasına rağmen, Amak-ı Hayal adlı eserinde

kimi zaman bir Buda ile yolculuğa çıkmış, kimi zaman farklı bir milletten

olup hakikatin peşine düşmüştür. Zaman zaman çeşitli dinlerin liderlerine ve

öğretilerine göndermelerde bulunmuş ve o kişiler aracılığı ile hakikatin

peşine düşmüştür. İbn-i Arabi düşüncesinde yaratılmış her varlığa karşı

duyulan saygının Filibeli’nin Amak-ı Hayal kitabında da görmekteyiz. Bu

eserde Filibeli, hakikatin tek ve mutlak olduğunu diğer tüm dinlerin ona

ulaşmada birer yol olduğunu düşündüğünü görmekteyiz.

Filibeli, insan duyularının hakikatini anlamakta yetersiz kaldığını

düşünmektedir. İnsanın sahip olduğu ilimler, Allah’ ın sahip olduklarının

yanında pek önemsiz ve kıymetsiz kalmaktadır. İnsan duyuları aracılığı ile

bilebildiği hakikatlere yönelir, bunların asıl sebebi olan hakikatleri

görmezden gelir ise işte o zaman hakikatin bilgisinden büsbütün uzaklaşmış

olur.

Filibeli’ nin Amak-ı Hayal kitabında esas çıkış noktası bilimsel olarak

elde etmiş olduğu bilgilerin ona manevi bir doyum yaşatmamasıdır.

Filibeli’nin bu eserinde hakikat arayışı içerisine girmiş olmasının temel

sebebi de budur. Felsefe, fizik, kimya, biyoloji gibi pek çok bilim dalının

temelde sahip olduğu hakikatleri görmezden geldiklerini, bu sebeple de

büyük bir kibre kapılıp hakikatin bilgisinden mahrum kaldıklarını

301 Filibeli, Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz? , ss.136-137.129

düşünmektedir. Bu anlamda bizi hakikatin bilgisine götürecek en iyi yolun

vahdet-i vücud düşüncesi olduğunu savunmuştur.

Amak-ı Hayal kitabında Raci bu dönemin genel düşünce yapısı

hakkında ciddi anlamda bilgi vermektedir. Raci çok iyi ilim tahsil etmiş bir

gençtir fakat öğrenmiş oldukları manevi anlamda zihnini meşgul eden

sorulara cevap vermekte yetersiz kalmıştır. Bu sorulara cevap aramak için

ne kadar çok ilim ehline yönelse de bir türlü zihnini meşgul eden sorulara

yanıt bulamamıştır. Aklı ile bulduğu doğruları kalbi ile çelişiyor, kalbi ile

inanmış oldukları da aklına ters düşüyordu. İçine düşmüş olduğu bu şüphe

durumu manevi anlamda bir boşluğa düşmesine sebep olmuş, bunu

gidermek için de kendisini alkolün ve eğlencenin pençesine atmıştır.

Madem zihnini meşgul eden sorulara cevap bulamıyordu o halde zihnini

meşgul eden soruları unutmayı ve kendinden geçmeyi tercih etmişti.

Varlığın ve yokluğun ne olduğu sorusu Raci’ nin içini kemiren

şüphelerin sebebidir. Kendisi gibi iyi eğitim almış bir kimsenin bu sorulara

cevap bulamaması onun şüphelerini ve merakını daha da kamçılıyordu. Bu

amaçla başvurduğu hiç kimse sorularına cevap bulamamıştır. Bu merakı

gidermek için çıkmış olduğu yolculukta karşısına çıkan olgun insanların

hiçbirisi Raci’ nin olmasını beklediği görüntülere sahip değildir. Her biri

tuhaf giyimli hatta deli, meczup diyebileceği kılıklara sahiptir. Bu kişilerin

ağzından dökülen sözler Raci’yi derinden şaşırtmıştır. Görünüşlerin ardında

bulunan hakikatin farklı olabileceğini bu noktada idrak eden Raci, deli gibi

görünen bu kişilerin sözlerine dikkat kesilmeye başlamıştır. Aynalı baba ile

yapmış olduğu sohbetin ahengine kapılmış farklı bir hayal alemine doğru

gezintiye çıkmıştır. Aynalı baba, olgun insanların dünyadaki görünüşlere

aldanmayıp bu dünyanın gelip geçici heveslerinin farkında olduğunu Raci’

ye anlatmıştır. Rüyalar gerçeklerden ne kadar bağımsız ise, zevk ve

heveslerinin peşinden koşan kişi de hakikatin bilgisinden o kadar uzaktadır.

Buradan sonra Raci uyanık iken rüya görmeye başlamıştır. Gözleri maddi

dünyadan bir şey görmüyor ancak kendisini farklı ülkelerde görmeye

başlamıştır.

Raci dalmış olduğu bu hayal âleminde kendisini hiç tanımadığı bir adam

ile birlikte ilk önce Hindistan’da bulmuştur. Bu yolculuğun amacı ‘‘hiçlik’’130

zirvesine ulaşmaktır. Bu zirveye ulaşmak istemek bile sıradan inşaların

yapmaya kalkışacağı işlerden değildir. Bu yolculuğunda karşısında Buda

Gotoma çıkmıştır. Raci’nin bu zirveye ulaşma yolunda rehberi de Buda

Gotoma olacaktır. Bunları yapabilmek için sıradan insanlardan farklı olarak,

nefsinin isteklerine karşı gelmeyi ve nefsini kontrol altında tutabilmeyi

öğrenmesi gerekmektedir. Bu sebeple bu yolda kendisine her ne ikram

edilirse edilsin her birisine karşı soğukkanlılığını koruması gerekmekteydi.

Bu durumda epeyce zorlanan Raci, içten içe bu duruma kızmaktaydı.

Kendisine ikram edilen bir kadehi almak üzereyken Buda tarafından ikaz

edilen Raci, Buda tarafından önüne çıkan engellere aldanmaması konusunda

uyarılmıştır. Bu yolculukta Raci, Buda’nın sözlerini unutup kendisine

ihtişamlı görünen sarayın ve buradaki kadınların gösterişlerine kapılmıştır.

Fakat yapmış olduğu hatayı, görmüş olduğu şeylerin tam zıddına dönüşmesi

ile anlamıştır. Raci Buda’ ya vermiş olduğu sözü tutamamıştır. İstenilen

aşamaya gelememiş, hiçlik zirvesine ulaşamamıştır.

Raci, Aynalı Baba ile devam eden görüşmelerinde pek çok nasihatler

dinlemiştir. Aynalı Baba bu alemde meydana gelen olayların hiçbirisinin

ezeli ve ebedi olmadığı, insana elem ve kederden başka bir şey vermediğini

söylemiştir. İnsanın kaderini değiştirmek için yapmış olduğu şeylerin

gereksizliğini ve asıl önem verilmesi gereken hususun şimdiki zamanda

yaşanılanlar olduğunu vurgulamıştır. Bu esnada Raci yeni bir hayale dalmış

ve kendisini Temaşa Bayram’ında görmüştür. Bu bayram yerinde herkes

Zerdüşt tarafından imtihana tabi tutulup, hakikatleri söylediği takdirde

cennetlik olan kişilerden olacaktır. Raci’ de bu imtihandadır. Zerdüşt’ün

huzuruna çıkmış ve sormuş olduğu sorulara istemsizce cevaplar vermiştir.

Verdiği cevaplar Raci’nin bu imtihanı geçmesini sağlamıştır. Ve daha sonra

kendisini iyilik ve kötülük arasında savaşın yapılığı bir alanda bulmuştur.

Kötülüğün ve iyiliğin çarpıştığı bu savaşta Raci’ nin sahip olduğu

silahlar alçakgönüllülük, sabır, ilim ve şükürden ibarettir. Buna karşılık

kötülüğün elinde de kin, nefret, düşmanlık, şehvet gibi insanı çok çabuk

etkisi altına alan ve hata yapmasına sebebiyet veren şeyler bulunmaktadır.

Raci bunların hiçbirisinden korkmuyor ve sonuna kadar kötülüğe savaş

açıyordu. Raci’ nin görmüş olduğu bu rüyada esasen insanın dünyadaki131

serüveni karşımıza çıkmaktadır. İnsan sürekli olarak kötülüğe karşı iyi

olmaya çalışır. Nefsini dizginlemesi ve kötülükten uzak durması gerekir.

Buda ancak kendisindeki özelliklerin farkına varması ile olacaktır. Raci bu

savaştan kaçamamaktadır. Eğer kaçarsa ebediyen cehennemde bulunacaktır.

Aynı insanın dünyada ki kötülüklerden kaçıp gidemediği gibi Raci’ de bu

savaşa girmek mecburiyetindedir.

Esasında kitabın bütününde Filibeli’nin okuyucuya vermeye çalıştığı

düşüncede aslında tam olarak budur. İnsanın geçici alemin zevklerinden

uzak durması ve bu dünyada kendisine eşlik edecek bir rehbere ihtiyaç

duymasıdır. Zira dünyada var olan tüm güzellikler insanın hakikatini

görmesini engelleyecek türdendir. Bundan dolayı insanın hakikate

ulaşabilmesi için hiç durmadan hakikatin yolunda olması gerekmektedir.

İnsanın bunu başarabilmesi için nefsin düşmanı olan, insanı kötü huylara

sevk edecek davranışlardan uzak durması gerekmektedir. Bunu yapabilmesi

için de iradesine sahip bir varlık olması gerekmektedir.

Amak-ı Hayal kitabının ilk bölümünden sonuna kadar anlatılanlara

baktığımızda maddi aklın hakikat denilen şeyleri kavramada ne kadar eksik

kaldığı konusu işlenmiştir. İnsan karşılaştığı durumları incelerken, yalnızca

duyuları aracılığı ile elde etmiş olduğu bilgiler doğrultusunda hakikatleri

bildiği fikrine kapılmaktadır. Bu durum hakikatte bambaşkadır.

Ey avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici alemin zevkleri seni

Allah’a kavuşmaktan alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin

hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı ziyaretçi! Yürü! Durma,

yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve

gösterişi terk edip, yürü ki Allah’a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki,

yokluk meydanında Allah’ın kudretini ve sırrını göresin.302

Bazı durumlarda bizim bilgimizin ve algılamamızın dışında olaylar ile

karşılaşırız. Bunlara getirmiş olduğumuz yorumlar yalnızca bizim

algılarımız çerçevesinde şekillenmiştir. Bu durumda hakikat bizim

duyularımızdan bağımsız olarak bulunmaktadır. Fakat insanın sahip olduğu

duyular bu hakikatlere ulaşmada en büyük engeldir. Bu nedenle kavranması

ve bilinmesi güç olan durumları bilemiyor olmak hakikatlerden şüphe

302 Filibeli, Amak-ı Hayal, s.28.132

etmeyi gerektirmez. Şüphe edilecek tek şey, hakikate ulaşmada kullanmış

olduğumuz duyularımızdır.

3.5.Filibeli’ nin Felsefî Akımlara Yaklaşımı

Filibeli’ nin felsefi düşüncesini incelerken onun Batı’daki felsefi

akımlara dair düşüncelerinden bahsetmek gerekmektedir. Bu felsefi

akımların değerlendirilmesinin yapılması Filibeli tarafından çok önemli

görülmüştür. Uzun zamandır Batı’ da yapılmakta olan her türlü faaliyet,

bilimsellik başlığı altında insanlara sunulmaktadır. Hatta bilimsellikten çok

uzak olan şeyler bile bilimsellik iddiasında bulunmaktadır. İnsanlar

tarafından bilime ve bilimselliğe rağbetin en çok olduğu, bilimselliğin

(scientism) revaç bulduğu bu dönemde, yalan-yanlış bilgilerin

benimsenmemesi için bu felsefî akımların iyi şekilde bilinmesi ve

değerlendirilmesi gerekmektedir.

Filibeli, Batı ’nın felsefi akımlarını değerlendirirken, her birine

eleştiriler yöneltmiştir. Bu ekollerin hiç birinin, varlığı tam olarak

açıklayacak seviyede olmadığını düşünmektedir. Varlığın hakikatlerini

açıklamada hepsinin belli bakımlardan eksik bulunduğunu, bu sebeple bu

düşünce akımları ile yapılacak olan hiçbir felsefi çalışmanın tam

olamayacağını söyler.

“Mevcut ekollerden hiçbiri kusursuz değildir. Hiçbirine ‘toparlayıcı

meslek’ denemez. Her birinde bazı hakikatler yanında ispat edilmemiş teori

ve varsayımlar vardır… vd.”303

Filibeli sahip olunan felsefi akımlar değerlendirildiğinde bunlardan tek

başına hakikatler çıkmadığını, ancak bunların hep birlikte düşünülmesi

durumunda eksikliklerin tamamlanacağını ve böylece sağlıklı bir felsefî

yaklaşıma sahip olunabileceğini belirtmektedir. Bu sebeple mevcut olan bu

akımlardan hiçbirinin tek başına kabul edilmesi gibi bir durumun mümkün

olmadığını söylemektedir.304 Bu açıdan düşünürümüzün Batı’daki felsefî

akımları eleştirme sebeplerini ve ilgili akımların temel iddialarını özet

olarak sunmayı faydalı buluyoruz.

303 Filibeli, age, s.146.

304 Filibeli Ahmet Hilmi, age, s.146-147.133

Materyalizm

Madde ve ruhu birbirlerinden ayırmayan, ikisini tek bir varlıkmış gibi

kabul edip her şeyi maddeye bağlı olarak açıklayan felsefî düşünce akımıdır.

Metafizik âlemi reddeden materyalizm, Tanrı, ruh, melek, cennet-cehennem

vb. metafizik öğelerin hepsine karşı çıkmaktadır. Var olan şeylerin,

determinizmin etkisi ile meydana gelmiş olduğunu kabul eder. Bu bakımdan

spiritüalizm, rasyonalizm, idealizm gibi diğer felsefî düşüncelerden

ayrılmaktadır.305

Son dönem Osmanlı fikrî tartışmalarında materyalizmin etkisinde

kalmış düşüncelerin bulunduğu görülmektedir. Dozy’ nin ‘Tarihi İslamiyet’

kitabının tercümesini yapan Abdullah Cevdet de bu düşünce akımının

etkisinde kalmış biridir. Düşünürümüz Filibeli, materyalist düşünürler ile

fikrî tartışmalarda bulunmuş ve materyalizme karşı bir duruş sergilemiştir.

Filibeli, materyalizmi bilime ve bilimsel çalışmalara aykırı görmektedir.

Çünkü materyalizmin kendini inşa etmiş olduğu prensipler, her türlü

ispattan yoksun bulunmaktadır. Materyalizmin sahip olduğu iddiaların hepsi

dogmatik unsurlardır. Bu nedenle bilimsel olarak değerlendirmeye kendini

kapalı tutar.

Filibeli’ ye göre materyalist düşünürler, bilimi kullanarak metafiziğe

karşı duruş sergilemektedirler. Ayrıca bilimi ve bilim insanlarını değersiz

göstermeye çalışarak kendilerince bir metafizik oluştururlar. Bu durum

onların yanlış ve tutarsız bir düşünce içerisinde olduklarının gösterir.306

Materyalistlerin temel iddiaları olarak şunlar dile getirilebilir:

1. Madde ve kuvvetin bizatihi mevcudiyeti

2. Bunların ezeliliği ve ebediliği

3. Tecrübenin yalnız duyumlara münhasır oluşu

4. Tabiat kanunların değişmez oluşu

5. Hayatın kendiliğinden oluşu

6. Kâinat kendi kaideleri ve amilleriyle açıklanabilir olduğundan bir

Vacibü’l Vücut (yaratıcı) fikrine hacet bulunmaması

7. Ruhun beyne ve mevcut kuvvetlere indirgenmesi

305 Aydın Topaloğlu, Materyalizm, TDV Ansiklopedisi, C.28, 2003, ss.137-140.

306 Filibeli, Allah’ı İnkâr Mümkün Mü? s.174.134

8. İrade ve benzeri ruhî hadiselerin, kanunların tesirine indirgenmesiyle

insan özgürlüğünün bir vehim ve zandan ibaret gösterilmesi.307

Filibeli materyalist düşüncenin yukarıda anılan iddialarına karşı çıkarak,

kendisi bir anti materyalist sistem geliştirmiştir.308 Bunu yaparken dünyada

materyalist düşüncenin savunuculuğunu yapan düşünürlere eleştirilerde

bulunmuştur. Eleştirilerinin hedefinde olan isimlerin başınca Louis Büchner

ve onun düşüncelerinin savunuculuğunu yapıp kitaplarını Osmanlıca’ ya

çeviren Baha Tevfik ve Celal Nuri gelmektedir. Filibeli’ ye göre bu

düşünürlerin fikirlerinin pek kıymeti yoktur. Ortaya koymuş oldukları

fikirlerin İlkçağ fikirleri ile benzerlik gösterdiğini söylemektedir.

Anlayamadıkları bir mesele olduğunda, kendilerince yeni bir metafizik

oluşturma yoluna gittiklerini dile getirmektedir.309

Filibeli’ ye göre materyalizm insanlar üzerinde olumsuz etkilerde

bulunmakta, maddecilik, ümitsizlik, üzüntü, ahlaki çöküntü gibi hisler

meydana getirmektedir. Bu sebeple materyalizmin tüm iddialarına karşı

eleştirilerde bulunmuş ve spiritüalizmi (ruhçuluk-maneviyatçılık)

benimsemiş ve savunmuştur. Dönemin kelamcıları geleneksel bir sisteme

bağlı olup düşüncelerini felsefi metot ve eleştiriden uzak, dikkate değer bir

yöntem olmaksızın ortaya koymuştur. Filibeli, Batı’ da felsefî düşüncenin

gelişmiş olması sebebiyle, Batı’ya karşı kendimizi müdafaa edebilmek için

onların felsefî yöntemlerini çok iyi öğrenmek gerektiğini vurgulamıştır.

Geleneksel düşüncenin etkisi ile yapılmış olan çalışmalar, Batı’ nın bu

yöntemli eleştirileri karşısında yeterli olmayacaktır.310 Bu sebeple, Filibeli

her ne kadar felsefe ile meşgul olmuş bir İslam düşünürü ise de asıl amacı

307 Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Huzur-ı Akl ü Fende Maddiyyün Meslek-i

Dalaleti, Yayına Hazırlayanlar: Erdoğan Erbay –Ali Utku, Konya: Çizgi Kitabevi, 2012,

s. 174

308 Neşet Toku, Türkiye’de Anti-materyalist Felsefe (Spiritüalizm) –İlk Temsilciler,

İstanbul: Beyan Yayınları,1996.

309 Filibeli, age, s.189.

310 Uludağ, age, ss.127.135

Batı’nın mesnetsiz eleştirilerine cevap verebilmek olmuştur. Bunu

yapabilmek için felsefe öğrenimini gerekli görmüştür.311

Filibeli, monizm (tekçilik, bircilik) için şunları dile getirir. Bu düşünce

evrende var olan her şeyin tıpkı eşyalar gibi bir tek benzerinden meydana

gelmiş olduğunu savunan düşüncedir. Bu düşünce akımı, materyalizm ile

aynı şeylerden meydana gelir. Materyalizme ilave olarak maddeyi tek bir

öze indirgemektedir. Çok önemli bir farkı olmamak ile beraber materyalist

düşüncenin tüm özelliklerini taşıyan bir düşüncedir.312

Pozitivizm

Auguste Comte tarafından oluşturulmuş bu düşünce akımı son dönem

Osmanlı düşünürlerine en çok etkide bulunmuş felsefî düşüncelerdendir.

Pozitivist düşünürler insan zihnini sınırlı bir yapı olarak kabul eder. Bunun

sebebi, insan aklının yalnızca tecrübe edebildiği şeyler hakkında bilgi sahibi

olabilir. Pozitivizm; deney ve gözlem dışında elde edilen bilgileri metafizik

alana ait görmekte, metafiziği kabul etmediği için de metafizik alan ile ilgili

söylenilen her şeyi uydurma kabul etmektedir.313

Filibeli, Auguste Comte’un iki düşüncesini kıymetli görmüştür.

Birincisi üç hal kanunu, ikincisi ise ilimler tasnifidir. Üç hal kanunu; insan

yaşamını üç bölüme ayırmaktadır. Bunlar teolojik dönem, metafizik dönem

ve pozitif dönemdir. Teolojik dönem insanların çocukluk dönemine

benzetilmektedir. Bu dönemde, metafizik dönemde ve pozitif dönemde elde

edilen bilgiler birlikte yer almaktadır. Metafizik dönem, insanın merak ettiği

sorulara cevap aradığı dönemdir. Mesela varlığın ilk nedeni nedir? Ölümden

sonra hayat var mıdır? Gibi sorulara soyut varlıklardan hareketle cevaplar

verildiği bir dönemdir. Pozitif dönemde ise artık deney ve gözlem önem

kazanmıştır. Deney ve gözlem sonucu elde edilmeyen bilgiler geçersiz

311 Mustafa Selim Güven, Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi ve Arusiyye Tarikatı,

Tasavvuf: İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 2014, S. 33, s.58.

312 Ömer Ceran, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin Dini ve Felsefi Görüşleri, s.37.

313 Süleyman Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Pozitivizm Maddesi, Ankara: Akçağ

Yayınları, 1990, s.214.136

kabul edilir. Bu aşama, insanlığın yetişkinlik çağı gibidir. Bu aşamada

metafizik bilgiler değerini kaybetmiş, bilimsellik önem kazanmıştır.314

Auguste Comte’ un ilimler tasnifine baktığımızda, en üste matematiği

yerleştirmiş olduğunu görmekteyiz. Astronomi, fizik, kimya, biyoloji,

sosyoloji gibi disiplinlerin matematikten sonra karmaşıktan basite doğru bir

sistemde oluştuğunu söyler. Auguste Comte’ un bu tasnifinde matematik

diğer disiplinleri meydana getiren ilk nedendir. Ondan sonra varlığa gelen

her şey bir önceki, bir sonrakinin sebebi şeklinde oluşmuştur. Bu ilimler

birbirlerinin nedeni şeklinde ve belli bir sıralamaya bağlıdır. Örneğin

astronomi olmadan fizik olmaz şeklinde aralarında sıralı bir nedensellik

ilişkisi bulunmaktadır.315

Filibeli, Comte’ un ortaya koyduğu bu düşünceleri teorik olarak başarılı

bulmaktadır. İnsanlığın tarihsel ilerleyişi bakımından üç hal kanununu doğru

bir açıklama olarak görmüştür.316 Ancak Filibeli, bunu felsefî açıdan doğru

bulmamıştır. Filibeli, Comte’ un bilim, din ve felsefî bilgilerin

birbirlerinden farklı oluşunu anlayamadığını söylemektedir. Çünkü

düşünürümüze göre bilimsel bilginin olması, insanların dine ve felsefeye

olan ihtiyacı ortadan kaldırmaz. Dini bilgiyi reddeden Comte’ un ‘insanlık

dini’ adıyla yeni bir din tasavvuru sunması ayrı bir garabettir.317

“Pozitivizm kesin olmayan varsayımları kabul etmeme iddiasıyla işe

başladığı halde bütün nihai hükümlerini o kabil varsayımlara

dayandırdığından ve nihayet aşırı şaibeyle dogmatizme eğilim

gösterdiğinden o da eleştiriden ve itirazdan azade kalamaz.”318

Filibeli bilim, din ve felsefeyi insan hayatının merkezinde olan üç

disiplin olarak görmektedir. Pozitivizm düşüncesinde olduğu gibi birinin

kabul edilmesi diğerlerinin inkâr edilmesini gerektiren bir durum değildir.

314 Ömer Ceran, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin Dini ve Felsefi Görüşleri, s.38.

315 Auguste Comte, Pozitif Felsefe Dersleri, çev. Ümit Meriç, Dergi Park, ss.232-233.

https://dergipark.org.tr/download/article-file/4828. (Erişim: 30.03.2019)

316 Ömer Ceran, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin Dini ve Felsefi Görüşleri, s.39.

317 Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, İslam’ın Esası, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,

s.5.

318 Filibeli Ahmet Hilmi, Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz? s.147.137

Nitekim Auguste Çöme, dini her ne kadar insanlığın çocukluk çağında

kalmış bir şey olarak tarif etse de kendisinin bir din ortaya koyma çabasında

olması, dinin insan hayatı için gerekliliğini göstermektedir. Bu sebeple

Filibeli, pozitivist düşüncenin uygulanabilir bir düşünce olmadığını

belirtmiştir.319

Kritisizm

Kurucusu Kant olan Kritisizm, doğru bilgiye ulaşmada sadece aklın

(rasyonalizm) ya da sadece duyuların (ampirizm) yeterli olacağını söyleyen

düşünce akımlarını eleştirmiştir. Akıl, deney ve gözlemin birlikte çalışması

sonucunda doğru bilgiye ulaşır. Kant’ın eleştirel felsefesi, insan aklının

doğru bilgiyi elde etmedeki sınırlarını, gücünü ve imkânlarını

incelemektedir.320

Filibeli, Kant’ ın ortaya koymuş olduğu eleştirel felsefeyi, insanın

kendisinin farkına varması açısından önemli bir adım olarak görmektedir.

Kant insanlığın başlangıcından beri var olan bir takım sorulara hala cevap

bulunmamış olmasının sebeplerini araştırmıştır.321 İnsan aklında zorunlu

olarak mevcut olan fikirlerin (metafizik konular) farkında olan Kant, bu

fikirlerin doğuştan mı yoksa sonradan mı insan aklında bulunduğunu

sorgulamaktadır.322

Filibeli, insan aklının hakiki bilgiyi elde ederken sadece akıldan yola

çıkılabileceğini kabul edenlerin yahut sadece deney ve gözlem yolu ile

hakiki bilgiye ulaşılabileceğini kabul etmenin insanı yanlış bir yola

sokacağını düşünmektedir. Çünkü bu şekilde farklı türden bilgileri aynı

yöntem ile değerlendirmiş ve dolayısıyla yanlış bilgilere ulaşılmış olacaktır.

Örneğin sadece aklı kıstas almak, insanın manevi yanını yok saymak

anlamına gelecek, dolayısıyla mucizeler ve inançlar gibi konuların yok

sayılmasına sebep olacaktır. Akıl veya duyulardan yalnızca birisinin kıstas

olarak kabul edilmesinin bizleri yanlış noktalara götüreceğini düşünen

319 Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, İslam’ın Esası, ss.7-8-9.

320 S. Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ankara: Akçağ Yayınları, 1996,

ss.124-125.

321 Uludağ, age, s.156.

322 Filibeli, İslam Tarihi, s.81.138

Filibeli, böyle bir zamanda Kant’ın insanın neyi bilebileceğini ya da bu

bilme işini nasıl yapabileceği üzerinde sorular sormuş olmasını çok kıymetli

görmektedir. Yani ilk önce bilmemiz gereken şeyin insanın idrak gücünün

nasıl bilebileceğinin sorgulanmasıdır. Nihayetinde Kant’ın akıl, deney ve

gözlem sonucunda doğru bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu söylemesi

Filibeli tarafından takdir görmüştür.323

Ancak Filibeli’ nin Kant’ ın fikirlerinde karşı olduğu hususlar

bulunmaktadır. Mesela Kant’ın kabul ettiği gibi zaman ve mekân

kavramlarının bizde sonradan oluşan hususlar olduğunu kabul etmez. Hatta

zaman ve mekân kavramlarının bizim tarafımızdan eşyaya sonradan

atfedilen kavramlar olduğunu söylemektedir. Dolayısı ile bizlerin gördüğü

ve duyduğu şeyler eşyanın sahip olduğu hakikatler olmayıp yalnızca eşyanın

bizim duyularımız tarafından algılanmasıdır.324 Kant, metafizik bir takım

öğelerin insan zihninde bulunmasından yola çıkarak yapmış olduğu bu

incelemelerde insan aklında mevcut olan bir takım bilgilerin aklî olarak

ispatını yapamadığı için insan aklının açıklayabildikleri dışında bir

gerçekliğinin bulunmadığı düşüncesine bağlamıştır. İnsanın metafizik

alanlar ile ilgili bilgi edinebilmesi için doğuştan sahip olduğu hiçbir

yeteneğin bulunmadığını, bu sebeple bu alanlar ile ilgili söylenecek hiçbir

şeyin hakikat olmayacağını söylemektedir.325

Filibeli, Kant’ ın ortaya koymuş olduğu bu sistemde, akılcılık ve ispat

yöntemlerini de kullanarak bir eleştiri yapmış olduğunu söylemektedir.

Kant’ ın başlangıçta yapmaya çalıştığı şeyi çok kıymetli görmüştür. Ancak

sonuçta ortaya koymuş olduğu şey, var olan fikirleri tamamını yıkmış fakat

yerine yeni bir düşünce koyamamış olmasından dolayı Kant’ ı

eleştirmiştir.326

Tekâmül (Evrim) Felsefesi

323 Filibeli, age, C.1, s.18.

324 Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Allah’ı İnkâr Mümkün Mü? sad. Necip TaylanEyüp Onart, İstanbul: Çığır Yayınları, 1977, s.65-66.

325 Filibeli, İslam Tarihi, s.82.

326 Ömer Ceran, age, s.42.139

Bu felsefî görüş, yaşadığımız evrende meydana gelmiş olan olayların bir

tanrı tarafından değil, kendiliğinden meydana gelmiş olduğu fikrine

dayanmaktadır. Bu düşüncenin en büyük savunucu olan Darwin, insanın var

olma sürecini tesadüfi bir olaya dayandırmaktadır. Tesadüf eseri gelmiş

olduğumuz hayatımızın başlangıçta bugün sahip olduğumuz şekli ile

olmadığı, zaman içerisinde gelişerek bugünkü halini almış olduğu

düşünesini savunmaktadır. Bu süreçte daha iyisine doğru gelişim

gösteremeyen canlılar doğal seçilim yoluyla yok olmuştur.

“Tekâmül nazariyesi, canlılar dünyasında basitten karmaşığa veya ilkel

olandan mükemmele doğru bir oluşum ve gelişim meydana geldiğini kabul

eden ekol tarafından ileri sürülmüştür”327

Filibeli, evrim düşüncesi hakkındaki fikirlerine baktığımızda, teorik

olarak evrim fikrinde bir yanlışlık bulunmadığını, aksine doğru tespit

olduğunu, ancak uygulamada bir takım yanlışlıkların ortaya çıkmış

olduğunu söylemektedir. Filibeli, evrim düşüncesinin tek başına insanı

Allah’ ın inkâr edilmesi noktasına götürmeyeceğini belirtmiştir.328

İnsan yaşamına bakıldığında, başlangıçtan sona doğru devamlı bir

değişim mevcuttur. İlk insandan bu yana insanlığın sahip olduğu kültür,

yaşam, bilim, giyinme şekli bile sürekli olarak bir değişim yaşamıştır.

Filibeli bu bakımdan evrim fikrinin mevcut olduğunu ve bilimsel

gelişmeleri izah eden en iyi düşünce olduğunu kabul etmektedir. Ancak

evrim düşüncesinin yorumlanmasından kaynaklanan bir bozulma yaşamış

olduğunu söylemektedir. İlerleyen zamanlarda bu düşüncede insanı sadece

maddeden ibaret bir canlı gibi değerlendirmekte ve metafizik alanı insanın

bilemeyeceği bir alan olarak tasvir etmektedir. Filibeli eleştirici ve şüpheci

felsefe anlayışlarına karşıt olarak oluşan bu felsefe disiplinini de insanı

sadece maddi bir varlık olarak değerlendirmesi bakımından eleştirmiştir.329

Spiritüalizm (Ruhçuluk)

Şimdiye kadar açıklamış olduğumuz felsefi düşüncelerin tamamında,

insanın maddi yanının yok sayıldığını gördük. Buna karşı olarak

327

Mehmet Bayraktar, “Tekâmül Nazariyesi”, TDV Ansiklopedisi, C.40, 2011, ss.337-339.

328 Mehmet Bayraktar, age, ss.337-339.

329 Ömer Ceran, age, s.44.140

spiritüalizm insanın manevi yanını kabul esasına dayalı olarak oluşturulmuş

felsefî düşüncedir.

İnsanlığın düşünce faaliyetleri içerisinde ruha önem veren düşünürler

olmuştur. Antik Yunan düşünürlerinden Eflatun, Sokrates gibi düşünürler

insanın maddi varlığının dışında ruha sahip bir varlık olarak var olduğu

düşüncesini savunmuştur. Eflatun’ un felsefe düşüncesi içerisinde ruha ayrı

bir yer tahsis edilmiştir.

“Spiritüalizme göre ruh, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Bununla

birlikte ruh için yok olmak söz konusu değildir. Ruh daima birliği, basitliği

ve ayniyeti muhafaza etmektedir. Maddi olmayan bir mahiyete sahip olup

varlığı maddeden müstakildir.”330

Ruhçuluğun, bilimsel olarak ispat edilememe sebebiyle diğer felsefî

disiplinler tarafından değersiz görülmüş ve yok sayılmıştır. Spiritüalizm ise

insanın hem maddi hem de manevi yanını kabul etmektedir. Spiritüalizm ile

ilgili bazı temel düşünceler şu şekildedir:

1. Cenab-ı Hak akıl ve irade sahibi spritüal bir şahsiyettir.

2. Âlemi “yok ”tan yaratmış olup, kendisiyle yaratılmışlar arasında

“varlık bakımından” başkalık vardır.

3. İnsan zekâsında “akıl ve temyiz” denilen bir yeti vardır ki, onunla

Cenab-ı Hakk’ı ve asli şeyleri bilebilir.

4. İnsan “irade özgürlüğüne” sahiptir.331

Spiritüalizm düşüncesi, varlığı açıklarken ikili bir yapı gösterir. Tanrı ve

âlemi farklı unsurlar olarak görmektedir. Filibeli, spiritüalizm düşüncesinin

varlığı birbirinden ayrı gören bu ikili anlayışına karşı çıkmaktadır. Filibeli

Tanrı ve âlemi birbirlerinden ayrı varlık olarak değil aksine bunları özleri

itibari ile birbirinden farklı görmemiştir.332

Filibeli diğer felsefî düşünceleri eleştirirken bu düşüncelerin bozuk

gördüğü yönlerini eleştirmiştir. İddia etmiş oldukları temel düşünceler

bakımından hepsinde belli başlı doğruluk payı bulunmaktadır. Ancak varlığı

330 Neşet Toku, Türkiye’de Anti-Materyalist Felsefe (Spiritüalizm), İstanbul: Beyan

Yayınları,1996, s.97.

331 Filibeli Ahmet Hilmi, Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz? s.148.

332 Neşet Toku, age , s.82.141

değerlendirme aşamasında, karşılaşmış oldukları sorunlara cevap

veremedikleri zamanlarda, metafizik alanı yok sayma yoluna gitmişlerdir.

Buna karşılık Filibeli bu felsefî düşüncelerin hepsinden yola çıkarak, ortaya

yeni bir felsefî düşünce çıkartılması düşüncesinde olmuştur.

3.6.Filibeli’ nin Ruh Hakkındaki Düşünceleri

Filibeli’ nin ruh hakkındaki düşünceleri O’ nun vahdet-i vücut

düşüncesi ile bütünleşmiştir. Ruhun yokluğu gibi bir durumun kimse

tarafından düşünülmeyeceğini, ruhun var olduğunun herkes tarafından idrak

edilmesinin zorunlu ve mümkün olduğunu söylemiştir. İnsanın varlığı onu

meydana getiren beden ve bu bedende birbiriyle uyumlu şekilde çalışan

organlar ile ruhtan meydana gelmektedir. Bu konuda herkesin hem fikir

olduğu söyleyen Filibeli, ruh hakkındaki; bedenin yok olmasından sonra

ruhun işlevinin ne olacağı? Bedenin dışında bir gerçekliğe sahip olup

olmayacağı yönündeki soruları akli olarak açıklamaya çalışmıştır.333

Kant’ ın bu konu hakkındaki düşüncelerine bakarsak, o, ruhun ve

Tanrının varlığını kabul etmekle birlikte, insan aklının bu bilgilere

ulaşabilmesini mümkün görmemiştir. Bu anlamda Filibeli’ de ruhun

mahiyetinin ne olacağının insan aklı tarafından bilinmeyeceğini söylemiştir.

Fakat Filibeli açısından, ruhun varlığı yâda yokluğu hakkında konuşabiliyor

olmamız bakımından ruhun yok olduğu iddia edilemez. Çünkü eğer

gerçekten yok olsaydı, ruh hakkında konuşmuyor olurduk. Yâda ruh

gerçekten var olması imkânsız bir şey olsaydı, onun yokluğuna dair kesin

deliller sunabiliyor olmamız gerekirdi. Bu bakımdan Kant’ tan farklı

düşünmektedir. Aynı şekilde Tanrı hakkında da bilgilerimizin sınırlı olması

ve kesin deliller ile ispat etmekten aciz oluşumuzu, Tanrı’nın insan idrakinin

üstünde yüce bir varlık olmasının ispatı olarak görmüştür.334

Ruhun varlığı ve mahiyeti konusunda farklı düşünceler ortaya atılmış

olsa da genel kanaat, ruhun tek ve ölümsüz olduğu yönündedir. Filibeli,

333 Filibeli, “Allah’ı İnkâr Mümkün mü?”, s.79.

334 Filibeli, age, s.79-80.142

ruhun varlığını nasıl kabul ediyorsak, onun ölümsüz olduğunun da aynı

şekilde kabul edilmesi gerektiğini düşünmektedir.335

3.7.Filibeli’ nin “İslam Tarihi” Kitabını Yazma Gerekçesi

Osmanlı Devleti içerisinde başlamış olan yenileşme hareketleri

sonucunda Batı ile geçilen etkileşim sonucu düşünce ve fikir özgürlüğünün

oluşması ve Batılı eserlerin tercüme edilmesi, Batı’ da etkin olan materyalist

ve pozitivist düşüncelerin Osmanlı içerisinde yaygınlaşmaya başlamasından

dolayı oluşan sıkıntı toplumda özellikle gençler arasında hızla

yaygınlaşmakta idi.

Bu yenileşme hareketi içerisinde bazı düşünürler vardı ki yapmış

oldukları çeviriler toplumun düşünceleri ile bütünüyle zıt düşmekte idi.

Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Baha Tevfik bunlardan en belirgin olanlarıdır.

Yapmış oldukları çeviriler toplumdan büyük tepkiler alıyordu. Üstelik

bunlar, içinde bulunulan geri kalmışlık durumunun sebebi olarak İslamiyet’i

gösteriyor ve bu durumdan kurtulmak için çareyi materyalizm olarak

gösteriyorlardı. Özellikle Abdullah Cevdet’ in Dozy’ den yapmış olduğu

‘‘Tarihi İslamiyet’’ kitabı çevirisi İslam’ın değerlerine ve İslam

Peygamber’ine karşı iftira niteliğinde tezler içeriyordu. Abdullah Cevdet’ in

böyle bir çeviri yapmasındaki amacı, İslam’ın ilerlemeye ve bilime karşı bir

din olduğu fikri, bu inanç yerine biyolojik materyalizmi benimsetmekti.

Abdullah Cevdet ve onun gibi düşünenlerin din hakkındaki düşünceleri

gerçekte İslam’ın iş görmez bir din olduğu anlayışının benimsetilmesi,

bunun yerine ilerleme ve gelişmenin sağlanabilmesi için biyolojik

materyalizmin benimsenmesi fikrini taşımaktadır.336

Filibeli Ahmet Hilmi’ nin tüm çabası toplumun inanç yapısını bozmaya

yönelik bu düşüncelere karşı duruştur. Kitaplarındaki amacı materyalist

düşüncenin çürütülebilmesi için ilmî deliller sunmak şeklindedir. İslam

Tarihi kitabı da bu amaçla kaleme alınmıştır. Bu bağlamda Ahmet Hilmi ne

Dozy ne Abdullah Cevdet ne de diğer Batılı düşünürlere kişisel olarak

335 Filibeli, age, s.80.

336 Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul:

Üçdal Neşriyat, 1986, s. 325.143

eleştiride bulunmuştur. Onun eleştirmekte olduğu şey bunların tümünün

ortak olarak hareket ettiği düşünceye karşı durmaktır.337

“Bu eserin Müslümanlar arasında intişarı, hayretle karışık bir hiddet,

nefretle karışık bir hayreti mucip oldu. Hatta bu esere birçok reddiye yazdık.

Lakin itiraf etmeliyiz ki, iman mahsulü olan bu reddiyelerin hiçbir ilmî

kıymeti yoktu. Yalnız bir tanesinin bir dereceye kadar tarihi kıymeti var ise

de, gayri ilmî olduğundan “Dozy” ilmen cerh ve reddedilmiş olmadı. Zaten

müsteşrikler arasında ilk mevkilerden birini işgal etmemiş olan Dozy’ nin

tarihi, artık kocamış sayılıp, ondan sonra İslamiyet hakkında birçok eserler

yazılmıştır.”338

Filibeli Ahmet Hilmi, bu eserinde Dozy’ nin yazmış olduğu kitabı

bilimsel bir tarih kitabı olmaktan uzak olması açısından eleştirmektedir. Bu

sebeple Dozy’ nin kitabında ele aldığı konuları, ‘‘İslam Tarihi’’ kitabında

bilimsel bir tarih anlayışı içerisinde ele almış ve eleştirmiştir. Filibeli aslında

felsefe ile meşgul olmasına rağmen tarihi tenkit yöntemini başarılı bir

şekilde uygulayan bir düşünür olduğu için tarihçi olarak da kabul

edilmektedir. İslam Tarihi kitabı çok iyi bir tarih felsefesi kitabı olma

özelliğine de sahiptir. Bu sebeple bu kitap içerisinde materyalizme karşı

bilimsel nitelikte cevaplar verilmiştir.

“Biz, şimdiye kadar milli hazinelerimizin mevcudiyetinden bile habersiz

kalacak derecede cahil ve gaflet içinde vakit geçirdiğimizden, İslamiyet’ i

dahi kendi dairesinde ve Musevilik ile Hıristiyanlığa tatbik ettikleri usullerle

tetkike başlamışlar. Batılılar bu yolda birçok eser meydana

getirmişlerdir.”339

Düşünürümüze göre Batılılar İslam karşıtı eserler kaleme aldıklarında,

bunu bilimsellik iddiası ile yapmaktadırlar. Ancak görülür ki ortaya koymuş

oldukları eleştiriler Hristiyanlık dininin eski Katolik inançlarından ibaret

kalmıştır. Hristiyanlık aslını kaybetmiş bir dindir. Kendi içerisinde bile

bozulmalara uğramış bir dinin bakış açısı ile başka bir dinin eleştirilmesi

yanlış sonuçlar çıkartılmasına sebep olmuştur.

337 Süleyman Hayri Bolay, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, s.139.

338 Filibeli, İslam Tarihi, s.4.

339 Filibeli, age, s.4.144

Din hakkında yazılmış olan kitapları anlayabilmek için bunların arka

planında, yazarların düşüncelerinin asıllarını oluşturan felsefî temellerin iyi

bilinmesi, kitaplardaki düşüncelerin anlaşılması açısından büyük öneme

sahiptir. Pek çok felsefî düşünce, düşünürler üzerinde etkili olmuştur. Bu

sebeple bunların tespit edilmesi önem taşımaktadır. Filibeli, Dozy’nin

rasyonalist bir yöntem ile İslam dinine karşı eleştirilerde bulunduğunu

söylemektedir.340Dozy sözde bilimsel yöntemler ile İslam dininin hakiki bir

din olmadığını ispat etme yoluna gitmiştir. Ancak Filibeli’ ye göre İslam

dini bu şekilde değerlendirilemez. Çünkü İslam dini maddeye değil

maneviyata bağlı bir yapısı bulunmaktadır.

“Bu kadar çok ve çeşitli eserlerin her birine reddiye yazmak muvafık ve

mümkün olamaz. Bundan dolayı bu eserlerde esas olan felsefî usul

reddedildiği ve bu usule uyularak tahrif edilen veya değiştirilen vakalar,

hakiki haline irca olunduğu takdirde, Dozy’ nin tarihi de dâhil olmak üzere,

İslamiyet hakkında yazılmış eserler de reddedilmiş olur”341

Dozy’ nin ‘‘Tarihi İslamiyet’’ kitabındaki İslam dinine yönelik

eleştirileri o kadar ileri safhadadır ki ilmî olma özelliğini yitirip adeta iftira

etmekten ibaret oldukları söylenebilir. Hakikatle asla alakası olmayan

bilgileri (bunlara hurafeler demek yerinde olacaktır) bir araya getirip, bir de

bunlardan bir hakikat meydana gelmesini beklemektedir. Dozy’ nin bu

yöntemi ne o dönem için ne de günümüz şartlarında asla bilimsel bir metot

değildir. Tarihi olayları ve gerçekleri tamamen kendi istekleri doğrultusunda

çarpıtıp, hiç adil olmayan şekillerde yargılamaktadır. Dozy’ nin Tarihi İslam

kitabı okunduğunda, anlattığı olaylar içerisindeki çelişki durumu çok açık

şekilde ortaya çıkmaktadır. Filibeli, ne Dozy’nin ne de kendisini

desteklemek amacıyla sıklıkla düşüncelerine yer verdiği Sprenger’in ortaya

atmış olduğu iddiaların, bilimsel olarak kabul edilebilmesinin mümkün

olmadığını söylemektedir.342

340Filibeli, age, ss.41-42.

341 Filibeli, age, s.4.

342 Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz? Darü’l

Fünun Efendilerine Tahriri Konferans, Çizgi Kitabevi: Konya,2016, s.208.145

Dozy, hem İslamiyet’ i anlatan bir tarih kitabı yazmış hem de bunu

yaparken meseleye Müslümanlar açısından bakmamıştır. İçinde bulunulan

dönemde İslamiyet hakkında oldukça fazla araştırmalar yapmıştır ancak

bunları sadece yargılayan bir bakış açısı ile ve İslam’a zıt bir bakış açısı ile

ele almıştır. Dozy ’nin, özellikle Hz. Muhammet hakkında asılsız iddiaları

ve peygamberliğini yok saymak amacı ile ifade ettiği iddialar, Müslümanlar

açısından yoğun tepki almıştır. Bu sebeplerden dolayı Dozy’ nin, Abdullah

Cevdet tarafından Müslüman olarak ilan edilmesi ve hatta Müslüman

olanlardan daha Müslüman olduğunun iddia edilmesi343 yoğun eleştiri ve

tepkilere yol açmıştır.

Filibeli, bilim ve teknik alanında Avrupa’ nın gerisinde kalındığı ve

bunun telafi edilmesi gerekli bir durum olduğunun farkındadır. Ancak bu

telafi, Avrupa’ nın birebir taklit edilmesi şeklinde olamamalıdır. İhtiyaç

duyulan şeyin sadece ilerlemek-gelişmek fikri olduğunu, geri kalan kısmının

kendine has yöntemler ile yapılması gerektiğini söylemektedir. Aksi

takdirde kendi kültürümüzden ve şahsiyetimizden çıkıp kendimize

yabancılaşırız. Bize ait olmayan bir sisteme uymaya çalışırken yok olup

gitmek pek olasıdır. Bu gelişimi sağlayabilmek için felsefe gibi düşünsel

ilerlemeye yardımcı olan ilimlerdeki geri kalmışlığın telafi edilmesi

gerekir.344 Aslında Filibeli’nin amacı felsefe yapmak ve tarih kitabı yazmak

değildir. Onun asıl amacı Batı’ nın saldırgan tavrına karşılık toplumu

koruyacak yöntemi bulmaktır. Bunu yapabilmek için Batı’nın kullanmış

olduğu felsefenin metot ve yöntemlerinin iyi öğrenilmesi önemli bir

konudur. Filibeli’ ye göre ilerlemek ne geleneksel yapıdan kopmak, ne de

Batı’yı olduğu gibi taklit etmektir.

Filibeli, kitabını yazarken ne İsmail Hakkı ve Fenni Ertuğrul gibi açık

şekilde nede geleneksel bir tarih kitabı formatında bir reddiye yazmamıştır.

343 Reinhart Pieter Anne Dozy, Tarih-i İslamiyet, file:///H:/ /YLDozy%20Tarihi%20İslamiyet/KİTAP-Tarihi%20İslamiyet%201.%20cilt.pdf (Erişim:

05.04.2019), s.5.

344 Filibeli, ‘’İslam Tarihi’’, s.28.146

Bilimsel bir sistem içerisinde bir İslam Tarihi kitabı yazarak Dozy ve onun

gibi Batılı düşünürlerin iddialarına cevap vermek amacında olmuştur.345

Bilim ve teknik alandaki eksiklerin yanı sıra Filibeli, tarihçilik alanında

büyük bir eksikliğin de tespitini yapmaktadır. İslam dünyasının kendisine ait

pek çok hakiki tarih kitapları bulunmakla beraber, bunların genellikle

sistemsiz bir şekilde yazılmış olmasını büyük eksiklik olarak görmektedir.

Bunun dışına çıkmış, eserlerinde eleştiri ve iyi analizler yapmış olan İbn

Haldun, Birunî gibi sistemli tarih yazanların sayılarının pek az olduğunu

söylemektedir. Bu sebeple geri kalan kısmın birbirlerini tekrara düştüğünü

ve İslam’ a yönelik ortaya çıkan eleştiri ve fikirlere karşı olabilecek bir

nitelikten mahrum kaldığını söylemektedir. Tarihi gerçekliklerin hikâye gibi

anlatılması, Avrupalı düşünürlerin sistemli eleştirileri karşısında zayıf

kalınmasına neden olmuştur. Filibeli, tarihi kaynakları bu kadar bol olan

İslam dünyasının bir an evvel zayıf kalmış yanlarını güçlendirmenin gerekli

olduğunu düşünmektedir.346 İşin aslına bakılacak olursa, Osmanlı’da

tarihçilik ihmal edilmemiştir. Hatta en çok çalışmaların yapıldığı alanlardan

biri olmuştur denilebilir. Burada kastedilen şey geleneksel bir tarihçilik

yapılmakta olduğudur. Batı’nın sistemli eleştirileri karşısında, kendileri

aleyhinde yapılan eleştirilere geleneksel bir tarzda cevap vermek, gereken

başarının elde edilememesine sebep olmuştur.

Fakat burada unutulmaması gereken husus şudur ki; Abdullah Cevdet

İslam alimlerini içinde bulunduğu dönemin yöntemlerine uygun şekilde

kitap yazmamak ile suçlamaktadır. Bu noktada şu söylenebilir ki her

düşünür kendi devrinin ilim seviyesinde eserler meydana getirebilecektir.

Kaldı ki İslam alimleri meydana gelen her olayı kayıt altına alarak, bizim

bile varlığından geç haberdar olduğumuz zengin bir kaynak bırakmışlardır.

Fakat baktığımızda bizim kendi düşünürlerimiz tarafından sürekli olarak

değersiz gösterilmeye çalışılan İslam düşüncesine ait kaynaklar, Batılı

düşünürler tarafından erken zamanlarda fark edilmiş ve Hristiyan- Yahudi

inançları ile kıyaslanarak itibarı zedelenmeye çalışılmıştır. Abdullah Cevdet

345 Filibeli, age, s.30.

346 Filibeli, age, s.30.147

tarafından Türkçe’ ye tercüme edilmiş olan Dozy’ nin İslam Tarihi kitabı da

mu minvaldedir.347

Bu sebeplerden ötürü Dozy ve onun gibi Batılı düşünürlerin İslamiyet’ i

tahrip etme çalışmalarına karşı, Osmanlı’nın önde gelen düşünürleri hep

birlikte bir şeyler yapmak istemişlerdir. Ancak Filibeli, istediği gibi bir

çalışma göremediği için kendisi bilimsel bir İslam Tarihi kitabı yazma

ihtiyacı hissetmiştir. Kendisi, İslam’ın ilerlemeye engel oluşturmadığını

ancak çağın gereklilikleri doğrultusunda yeniden düzenlenmeler yapılması

gerektiği düşüncesini savunmaktadır. Bu doğrultuda materyalist düşüncelere

karşı çıkmıştır.

Buna göre Filibeli, Dozy’ nin İslamiyet hakkında yanlış iddialarda

bulunmasına karşılık, tutarsızlıklarını tespit edip gerçekleri anlatma

çabasında bulunduğunu görmekteyiz. Bunu yaparken bilimsel bir yöntem

kullanmıştır. Bilimsel ilerlemenin sağlanabilmesi için bilimsel yöntemlere

sahip olunmasının gerekli olduğunu belirten Filibeli, en güvenilir ve bilime

uygun yöntemin tahlil (analiz) yöntemi olduğunu söylemektedir.

Filibeli, Dozy’ nin ve Batılı düşünürlerin iddialarını eleştirirken ortaya

koymuş oldukları iddiaları sırf Batılı düşünürler tarafından ortaya

koyulduğu için reddetmiş değildir. İslam ve Peygamberi hakkında ortaya

atılan iddiaları bilimsel yöntemler ve tarihi eleştiriler yaparak incelemiştir.

Ortaya atılmış iddiaların durumuna göre Filibeli tarafından verilmiş

cevapların farklılık arz ettiğini görmekteyiz. Dozy’ nin bazı iddiaları kendi

hayal gücünden kaynaklanmakta olup varsayımlarından ibarettir. Filibeli,

böyle durumlarda Dozy’ nin iddiaları arasındaki çelişki durumlarını tespit

etmiştir. Tarihsel olayların çarpıtılıp kendi amaçları doğrultusunda

kullanılmaya çalışıldığı zamanlarda ise gerçeklerin ortaya çıkartılması için

aklî deliller getirmeye çalışmıştır. Aşağıda Dozy tarafından ortaya konulan

bu yanlış iddialar ve Filibeli tarafından verilmiş eleştirel cevapları

inceleyeceğiz.

347 Filibeli, age, s.30.148

3.8.Filibeli’ nin İslam Peygamber’ ine Yöneltilen Eleştirilere

Karşı Cevapları

3.8.1. Hz. Muhammed’ in Doğumundan Peygamberliğine

3.8.2. Araplar Hakkındaki İddialar

Dozy’ nin kitabının başlangıcından itibaren dikkat çeken Arap toplumu

üzerindeki beyanları Filibeli tarafından eleştirilen konulardan biri olmuştur.

İslam öncesi dönemde Arabistan’daki yaşama baktığımızda halkın dini

inançlara düşkün olmadığı, daha doğrusu zihinlerinde manevi alan ile ilgili

soruların pek yer işgal etmediği görülmektedir. Zihinleri daha çok maddi

olana yöneliktir. Bunun dini inanışlarına yansıyan kısmını puta tapıcılığın

geniş bir kısma yayılmış olması olarak gösterebiliriz. İslamiyet’ in henüz

ilan edilmemiş olduğu zamanlara bakacak olursak, Arapların içe kapanık,

çevre ülkeler ile iletişimde bulunmayan bir halk olduğu görülür. Bu

sebepten ötürü hem bilimsel ve teknik anlamda diğer ülkelere göre daha

geride olduklarını hem de toplum olarak ince bir ruha sahip olmadıklarını

Filibeli de kabul etmektedir. Ancak bu geri kalmışlık durumunu edebiyat ve

Arap dilinin gelişimi hakkında söyleyemeyiz. Bu alanlardaki başarıları

dönem için benzersiz bir güzellikte ve seviyededir.348

Arap toplumunun ahlaki olarak çok iyi olmaması, Dozy gibi

eleştiricilerin kendi amaçları için kullanmaya çalıştıkları bir husus olmuştur.

Onlar bu durumu İslamiyet’ i değersiz göstermek amacı için kullanmaya

çalışmaları doğru olmaz. İslam dini neden bu toplum içinde zuhur etti? Hz.

Muhammed’ in gelip böyle bir dini tebliğ etmesine gerek var mıydı? Dozy,

Arapların zaten bir dini kabul etme ihtiyacında olduklarını, bunun için Hz.

Peygamber’ in bir çaba göstermesini gereksiz göstermeye çalışmış ve İslam’

ın kazanmış olduğu başarıyı basitleştirme amacı gütmüştür. Bunun aksine

Filibeli, bu insanların sert mizaçları ve manevi düşüncenin çok gelişmemiş

olması sebebiyle, İslamiyet’ i idrak ve kabullerinin zor olacağını, yeni bir

inancı benimsemek konusunda direnç göstereceklerini söylemektedir.349

348 Filibeli, age, ss.120-121.

349 Filibeli, age, ss.125.149

Bundan dolayıdır ki İslam’ın bu toplumda çok rahat kabul

edilebileceğini gösteren herhangi bir sebep bulunmamaktadır. Kaldı ki bu

toplum madem bir dini inanca mecburiyet hissediyordu, o halde İslamiyet’

ten önce var olan Hristiyanlık, Yahudilik dinlerinin talep görmesi

beklenmez miydi? Aksine, Hristiyan dini Arap coğrafyasına neredeyse hiç

girememiş, Yahudi dini ise göç eden bazı kimseler ile gelip nadiren

görülmüştür.350İslam düşünürleri, İslam’ ın Arap toplumunda ortaya

çıkmasının bu toplumun iyileşmesini sağladığını kabul etmektedir. Hz.

Muhammet bu toplumda doğmuştur ve büyümüştür. Hiçbir zaman cahiliye

adetlerine ve inanışlarına uymamıştır. Peygamberliğinin ilanından sonra

Arap toplumunu iyileştirmek ve İslam’ın güzelliklerinden faydalandırmak

için tüm gücüyle çabalamıştır. Arap toplumu dünya üzerinde eşsiz bir

seviyeye ulaşmıştır. Ancak görülür ki Hz. Peygamber’ in vefatından sonra

bu toplum yine bir çöküntü yaşamıştır. O halde bu somut gerçeklikler

karşısında, Hz. Peygamber’ in varlığının gereksiz olduğu nasıl

söylenilebilir?351

Dozy’ nin İslamiyet ile ilgili bir başka iddiası, İslam dininin Arap

toplumu içerisinde önceden var olduğu şeklindedir. Dozy, Hz. Peygamber’

in var olan bir dini yeniden insanlara sunmuş olduğunu söylemektedir.

Böyle bir şey Müslümanlar için şu açıdan doğrudur ki; İslam dini

kendisinden önce gelmiş geçmiş tüm dinleri kapsamakta ve onları kabul

etmektedir. Filibeli de İslam dininin içerisinde diğer dinler ile aynı

anlatıların bulunmasını bu anlamda kabul etmektedir. Ancak Dozy, bunu

İslam dininin özgün olmadığı şeklindeki iddiasına kanıt olarak göstermeye

çalışmaktadır.

Filibeli İslam’ın özgünlüğünün akıl ile ispat edilebilir olduğunu,

Allah’ın varlığı ve birliğinin İslamiyet’te ve diğer dinlerde nasıl olduğunu

objektif bir inceleme ile ortaya koyma çalışmaktadır. Örneğin Yahudi

dininde birçok ilahın olması konusundan bahsedildiği ve bunlar içerisinde

en önemli en önemsiz gibi kıstaslar yapıldığını söylemektedir. Diğer

350Murat Sarıcık, İslam Öncesi Dönem: Cahiliye Kültürü, Isparta: Fakülte Kitapevi, 2002,

s.40.

351 Filibeli, age, ss.125-126.150

taraftan sevdikleri ilahlar dışında kalanları günahkâr ve kötü olarak

nitelendirdiklerini, ilahlarına bir takım yakıştırmalar yaptıklarına işaret

etmektedir. İslam dini içerisinde hiçbir zaman Yaratıcıya karşı bunun gibi

benzetmeler yapılamaz. Yaratıcı tektir ve tüm kötülüklerden münezzehtir.352

Filibeli, Dozy’ nin Arap toplumu hakkında iddialarını incelerken,

Araplar hakkında belli noktalarda yapılan eleştirilerin doğru olduğunu kabul

etmektedir. Zaten Dozy’ nin bu kitabı yazmaktaki amacı Araplar değil

İslamiyet ve Hz. Peygamber hakkında düşüncelerini belirtmektir. Ancak

Dozy’nin, herkes tarafından doğruluğu kabul edilen bazı durumları ileride

ortaya atacağı iddialarına zemin oluşturması amacıyla kullanmaya çalışması

Filibeli tarafından eleştiriye konu olacaktır.

3.8.3. Hz. Muhammed’ in Peygamberliği Hakkındaki

İddialar

İslamiyet’ in ilan edilmesinden önce ahlaki açıdan sorunlu bir dönemde

bulunan bu halkın içerisinde Hz. İbrahim soyundan gelen ve Araplar

tarafından saygı duyulan bir aile bulunmaktaydı. Bunlar Hz. Muhammed’in

dedeleridir. Hz. Peygamber’ in ecdadından hiç kimse Arap toplumunda

yaygın olan kötülüklere bulaşmamıştır. Filibeli bu düşüncesini, güzel

ahlakın genler yoluyla aktarılan kalıtımsal özellikler gibi Hz. Peygamber’ e

atalarından geçtiğini, kendisine göre bilimsel bir şekilde ifade etmektedir.

Hz. Peygamber’ in güzel ahlakı ve peygamberliğinin anlaşılması ilmî olarak

da izah etmek gerekir. Kâbe’ yi yıkmaya gelen Yemen valisi Ebrehe ve

ordusunun helak edilmesi353 örneğinde olduğu gibi bazı hususların

fenni/ilmî olarak izah edilmesi bazen mümkün olamasa da sözü edilen

olayların yok sayılması da doğru bir tavır değildir.354

3.8.4. Rahip Bahira Olayı

Hz. Peygamber henüz doğmadan babasını, doğumundan altı sene

sonrada annesini kaybetmiştir. Çok küçük yaşta hem öksüz hem yetim kalan

352 Filibeli, age, ss.131-132-133.

353 Mustafa Fayda, “Fil Vakası”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.13, 1996,ss.70-71.

354 Filibeli, age, ss.134-135.151

bu çocuğa yaşlı dedesi Abdulmuttalib bakmıştır. Ancak onunda yaşının çok

büyük olmasından dolayı iki yıl sonra dedesini kaybetmiştir. Bundan dolayı

amcası Ebu Talib’ in yanında yaşamaya başlamıştır. Amcası kervancılık

işleri ile meşgul olduğu için Hz. Peygamber’ de onunla beraber ticaret

yapmıştır.

Rahip Bahira olayının İslami kaynaklarda nasıl geçtiği ile ilgili bilgileri

birinci bölümde ortaya koyduğumuz için ayrıntılı olarak tekrar etmeyeceğiz.

Biz bu olayların Dozy tarafından yorumlanmasına karşı Filibeli’ nin

eleştirilerine değineceğiz. Mesele, Hz. Peygamber’in amcası ve kervanları

ile birlikte Busra’ ya seyahatinde, Hristiyanlığı iyi bilen bir Rahip tarafından

Tevrat ve İncil’ de bahsedilen, Arap toplumundan çıkacağı söylenen

Peygamberin Hz. Muhammet’ in olduğunu fark etmiş ve bunu,

Muhammed’in amcası Ebu Talip’e bildirerek onu güvenli bir yere

götürmesini istemiştir. Müslümanlar için bu anlatılanlarda hiçbir sakınca

bulunmamaktadır. Çünkü İslam dini kendisinden önce gelmiş olan hak

dinleri bozulmamış halleri ile kabul etmektedir.355Dolayısıyla rahibin,

Muhammed’ in peygamberliğini fark etmesi ve ondaki ilahi izleri anlaması

Müslümanlar açısından mümkün bir durumdur. Fakat Filibeli, aklî olarak

böyle bir durumunun test edilmesi ya da tekrardan yaşanarak herkese

gösterilmesi mümkün değildir. Tarihin farklı zamanlarında buna benzer

olayların meydana geldiğini, bu olayların hepsinin tüm insanlık tarafından

bilinebilmesinin mümkün olmaması sebebiyle ilgili hadisenin yaşanmamış

olduğunun söylenmesinin de doğru bir tespit olmayacağını belirtir.356

3.8.5. Sara Hastalığı İddiası

Filibeli, Dozy’ nin dile getirdiği bu iddianın gerçek olmadığının

günümüzde bilimsel olarak ispat edilmiş olduğunu belirtmiştir. Dozy’ nin

hastalık iddiasının hiçbir bilimsel yanı olmamakla beraber, önceden beri

İslamiyet ve Hz. Peygamber hakkında iddia edilen yanlış beyanlardan farklı

değildir. Hz. Peygamberin annesin asabi ve sert bir yapıda olduğu357

355 Mustafa Fayda, “Bahira”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.4, 1991,ss.486-487.

356 Filibeli, age, s.137.

357

Dozy, age, s.32.152

iddiasına karşılık Filibeli bu durumu destekleyecek herhangi bir kanıtının

bulunmadığını, bunları anlatırken olasılıklı cümleler kurmuş olmasından

dolayı bu iddialarının asılsız kaldığını söylemektedir.358

Hz. Muhammed’ e peygamberlik müjdesi birden bire gelmemiştir.

Gençlik hatta çocukluk yıllarından itibaren rüyalarında değişik haller

görmekte, ancak bunlara bir anlam verememektedir. Bu rüyaların sıkça

tekrarlanmış, peygamberliğin yaklaştığı bir zamanda yalnız kalmak için

Hira dağına çekilmiştir. Her şey orada gerçeklemiş, Cebrail (a.s) ile birlikte

‘‘Yaratan Rabbinin adı ile oku…’’359Ayetleri nazil olmaya başlamıştır.

Böyle bir durum karşısında bünyesi sarsılmış, korku ve heyecanla evine

gitmiş ve şaşkınlığı geçtikten sonra durumu eşi Hatice’ye anlatmıştır.

Dönemin önde gelen kabileleri, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kendi

çıkarlarına ters geleceği için kabul etmeme yoluna gitmişlerdir. Hatta

kendisinin böyle bir din uydurduğu iddiası bile ortaya atılmıştır. Zaten

zihinlerinde din ile alakalı pek bir şey bulunmamaktaydı. Bu sebeple Hz.

Peygambere karşı çeşitli iftiralarda ve yakıştırmalarda bulunmaktan

çekinmediler. Kimileri makam ve mevki teklifinde bulunarak, kimileri onun

deli olduğu iddiasında bulunarak Hz. Peygamber’ i yermeye çalıştılar.

Kuran’ ın Hz. Peygamber tarafından uydurulmuş bir kitap olduğunu,

anlatılanların diğer dinlerde zaten bulunduğunu, üslubunun insanlara

bıkkınlık verecek derecede sıkıcı olduğu şeklinde iddialar ileri sürdüler.

Gerçekte Kuran’ ın üslubu o zamana kadar ne Hz. Muhammed’ in sahip

olduğu üslup ile ne de herhangi bir şairin üslubu ile benzerliği olmadığı

dönemin önde gelen şair ve hatipleri tarafından ifade edilmekteydi.360

Bu iddialardan biri de Hz. Muhammed’ in sağlıklı bir aklı olmadığı

yönündedir. Dozy bunu ‘‘Histeri’’ olarak isimlendirmiştir. Filibeli, bunun

sebebi olarak sara hastalığı teşhisinin koyulabilmesi için buna somut deliller

sunmanın gerekli olduğunu söyler. Sara hastalığı somut belirtileri olan bir

hastalıktır. Ancak ‘‘Histeri’’ hastalığı daha çok psikolojik temelli bir

358 Filibeli, age, s.137.

359Alak Suresi, 1. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/96-alak-suresi.

(Erişim:05.05.2019)

360 Filibeli, age, ss.150-151.153

rahatsızlık olduğundan bunun ile ilgili somut deliller sunması

gerekmeyecektir. Ancak yine de bu teşhisi yapabilmesi için herhangi bir

sebep mevcut değildir. Dozy, iddiasını ispat açısından en basit şekli ile bu

hastalığa sahip bir şairi ya da yazarı örnek gösterebilmesi gerekmektedir.

Aksi takdirde Hz. Peygamber’ de var olan halleri bir hastalığa bağlamış

olmak, akli olarak da vicdani olarak da kabul edilebilir bir husus

değildir.361Bu konu hakkında ortaya koymuş olduğu düşüncelerin bilimsel

olduğunu ortaya koyabilmek için kendi düşüncesinde olan Avrupalı bilim

insanı Hotsma’ nın düşüncelerine de İslam Tarihi kitabında değinmiştir.

‘‘Cenab-ı Muhammed’de zuhur eden vahiy halini hastalıkla ilgili bir

olay gibi açıklamaya çalışanların fikri kabul edilemez. Gerçi İslami gelenek

ve rivayetler, vahyin ilk zamanlarında ve sonraları da birkaç kere Cenab-ı

Nebi’de asabi belirtiler zuhur ettiğini hikâye eder. Ve şüphe edilmez ki, bu

fevkalade hallerde batıni varlığında olan tecellileri harici ve zahiri gibi

telakki etmiştir.’’362

Filibeli’ ye göre Hz. Peygamber’ e vahyin gelişi, bünyesinde bir takım

hallere sebebiyet vermekteydi. Ancak bunlar olağandışı durumlardır.

Bunları herhangi bir hastalığın belirtisi olduğunu söylemek yanlış bir iddia

olacaktır. İnsan en basit bir olay karşısında bile heyecanlanıp farklı

duygulara kapılabilen bir varlıktır. Vahiy gibi bir hadisenin gerçekleşmesi

sırasında Hz. Peygamber’ de bir takım hallerin meydana geliyor olmasında

şaşırılacak bir durum yoktur.363 Eğer bu belirtiler bir hastalık sebebiyle

meydana geliyor olsaydı, Hz. Peygamber’ in bildirmiş olduğu şeyler

arasında çelişkiler ve tutarsızlıklar meydana gelirdi. Oysaki Kuran’ da kendi

iç bütünlüğü ve tarihsel hadiseler açısından çelişki yoktur.

3.8.6. Hz. Ömer Hakkındaki İddialar

İslam dininin ortaya çıkışında Hz. Peygamber tek başına başladığı bu

işte, en yakınlarından bazılarının desteğini alarak, çok az bir sayı ile bu

davayı savunmuştur. Hz. Ömer’ in İslam’ a geçişi diğerlerine göre biraz

361 Filibeli, age, s.156.

362 Filibeli, age, s.156.

363 Filibeli, age, s.157.154

zorlu bir süreçten geçmiştir. Hz. Ömer’ in fiziki ve manevi olarak güçlü bir

bünyeye sahip olduğu Müslümanlar tarafından olduğu kadar Dozy gibileri

tarafından da kabul görmüş bir gerçektir. Bu sebeple Dozy, Hz. Ömer’in

sahip olduğu bu gücü, Hz. Peygamber’in acizlik durumu gibi göstermeye

çalışmıştır.364Hz. Peygamber’in bu zorlu süreçte destekçileri elbette

olmuştur. Hz. Ali’nin ilmi, Hz. Ebubekir’in güvenilirliği, Hz. Ömer’ in hem

fiziki hem de manevi olarak güçlü bir yapıda olması Hz. Peygamber için

destek mahiyetinde olmuştur.365 Hz. Ömer’ in Müslüman olmadan öncede

Mekkeli müşrikler için saygı duyulan ve korkulan bir insan olması,

İslamiyet’ e ve Hz. Peygamber’ e olan düşmanlıklarının önünde engel

oluşturulmasını sağlamıştı. Eğer Dozy’nin iddia ettiği gibi Hz. Peygamber,

Hz. Ömer’ den güçsüz olsaydı, neden Hz. Ömer onu öldürmek üzere çıktığı

yolda ona iman etmiş ve onun ardından İslam için savaşmıştır?

Dozy ve onun gibi düşünenlerin iddia ettiği üzere Hz. Ömer İslam’ ın

kurucusu olabilecek kadar güçlü olsaydı, kendisi de bu gücünün farkında

olup Hz. Peygamber’ i kabul etmek yerine ona karşı düşmanlığı sürdürüp

onu alt etmeye çalışmış olması gerekmez miydi? Hâlbuki o, hiçbir zaman

kendisini Hz. Peygamber ile kıyaslama yoluna gitmemiştir.366Kureyş

kabilesi içerisinde oldukça itibarlı ve saygın bir konumda olan Hz. Ömer,

Hz. Peygamber’ in yüceliğine inanmamış olsaydı, İslam’ a inananların

sayısının 40 kişiye bile ulaşmadığı ve sıkıntılar içinde oldukları bir

zamanda, neden İslam dinine geçmiştir? Zaten toplumda saygın bir yeri olan

Hz. Ömer, Hz. Peygamber’ in ve Kuran’ ın gerçekliğinden emin olmasaydı,

toplumdaki saygınlığını kaybetme ihtimali varken neden İslam dinine

geçmiştir? Bu bakımdan, Hz. Ömer’ in İslam’a geçişişinde bir menfaat

ilişkisi arayanların bunun ne olduğunu da açıklamaları gerekmektedir. Fakat

Dozy tarafından böyle bir iddianın gerekçesinin ispat edilemediği

görülmektedir.

364

Dozy, age, s.40.

365 Filibeli, age, s.161.

366 Fahri Sağlam, Hz. Ömer’in Hadis Anlayışı,(Yüksek Lisans Tezi), Aksaray Üniversitesi,

Sosyal Bilimler Enstitüsü, Aksaray 2017, YÖK: Ulusal Tez Merkezi, (Tez No. 470295),

s.13.155

3.8.7. Peygamberliğin İlanından Hicrete Kadar

Filibeli, Batılı düşünürlerin İslam dini hakkında ortaya atmış

oldukları iddiaları bilimsel olarak değerlendirmiştir. Bu değerlendirmeler

sonucunda, bu iddiaların bilimsel bir değeri bulunmadığı yönünde fikirlerini

beyan etmiştir. Bu düşünürlerin yapmış olduğu en büyük hata, İslam dini

dâhil olmak üzere tüm dinlere, tarihi bir olayı değerlendiriyormuş gibi bir

yaklaşımda bulunmalarıdır.

3.8.8. Kuran Hakkındaki İddialar

Filibeli, Hz. Peygamber zamanında Kureyşliler İslam dinine karşı hangi

kaygılar sebebiyle tepkili olmuş ise bugün Batılı düşünürlerinde aynı

kaygıları taşıdığını söylemektedir. Kuranı dönemde edebî bakımdan eşsiz

bir konumda olan Kureyşliler için bile hayranlık uyandıracak derecede güzel

bir üsluba sahip idi. Bu hayranlık duygusuna rağmen sahip oldukları

ekonomik çıkarlarını ve güçlerini kaybetmek korkusundan İslamiyet’ in

etkisine girmemek için tüm güçleri ile çabalamışlardır.

Dozy, Tarihi İslamiyet kitabında Kuran’ın içeriği ile ilgili eleştirilerde

bulunmuştur. Kuran’ ın Hz. Peygamber tarafından uydurma şekilde

yazılmış, diğer dinlerin kitaplarından aşırmalar yolu ile oluşturulmuş bir

kitap olduğunu iddia etmektedir.367Filibeli’ ye göre bu yaklaşımın temelinde

pozitivist düşüncelerin etkisi ile Kuran’ ın ilahi bir kaynağa değil de insanın

kendi aklının ürünü olarak gösterme çabası bulunmaktadır. Oryantalist

düşünürlerin büyük çoğunluğu bir dini inanca sahip ve kendi dinlerinin ilahi

olduğunu düşünürken, Kuran’ ın ilahi bir kitap olmasını kabul

etmemektedirler. Her ne sebeple oluyorsa, kendi dinlerini bilimsellikten

uzak olmak noktasında eleştirmezken İslam’a ve Kuran’a karşı katı bir

pozitivist materyalist bakış açısına sahip olduklarını görüyoruz.

3.8.9. Mucize ve Miraç Hadisesi

İslam tarihi kitaplarında geleneksel olarak bir Miraç hadisesi

anlatılmaktadır. Dozy ve onun gibi düşünen Batılı düşünürler tarafından

367

Dozy, age, s.104.156

sıklıkla değinilmiş olan bu konu, Filibeli tarafından da incelenmiştir. Bir

gece Cebrail’in Hz. Peygamber’ e eşlik ederek onu Burak adında bir

vasıtaya bindirdiği ve Kudüs’e Mescid-i Aksa’ ya götürdüğü, daha sonra

Hz. Peygamber’i Sidretül Müntehara’ya götürdüğü, oradan Hz. Peygamber’

in Allah’ ın nurunu görmek için bir başka yere gittiği şeklinde

anlatılmaktadır.368 Miraç hadisesi ile ilgili tartışmaların temelini bu

hadisenin fiziki olarak mı ruhani olarak mı gerçekleştiği konusu oluşturur.

Bazı İslam filozofları bu olayı bir rüya hali gibi kabul etse de büyük bir

çoğunluk bu olayın fiziki olarak yaşanmış olduğu görüşünü savunmaktadır.

Bunun sebebi olarak bu olay eğer bir rüya olarak yaşanmış olsa idi Kureyş

halkı tarafından bu kadar çok eleştirilere maruz kalmazdı. Bir rüya

durumudur diyerek geçiştirilmesi pek muhtemel olurdu. Miraç hadisesinin

fiziksel olarak gerçekleşmiş olduğunu kabul eden İslam filozofları bu

durumun imkânını ispat edebilmek için bazı akli deliller sunmuşlardır.

Mesela Cebrail gibi manevi bir varlığın fizik âleme gelmesi nasıl

garipsenmeyen bir olay ise Allah (c.c) dilediğinde bir insanı manevi âleme

yükseltmiş olmasının mümkün olabileceği savunmaktadırlar.369

Mucizeler konusu, Dozy tarafından İslam dininde bir eksiklik durumu

olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Öncelikle İslam dininin mucizelerden

yoksun bir din olduğunu, içerisinde var olduğu söylenen mucizelerin

esasında diğer dinlerin mucizelerinden etkilenilerek kurgulanmış olduğunu

söylemektedir.370 Filibeli, İslam Tarihi kitabında miraç hadisesini

değerlendirmiştir. Ancak Filibeli’nin değerlendirmelerine baktığımızda

İslam filozoflarının yaygın görüşünden farklı bir düşünce savunduğunu

görmekteyiz. Miraç hadisesinin fiziksel manada gerçekleşmiş bir olay kabul

edilmesinin İslam düşüncesinin temellerine aykırı bir durum olacağını

söylemekte ve bunu eleştirmektedir.371 Hz. Peygamber’ in ashabından çok

kişinin bu olayın fiziksel olarak gerçekleşmemiş olduğuna inandıklarını

söylemektedir. Hz. Ayşe ile birlikte ashaptan bazı kimselerin miracın

368 Filibeli, age, s.167.

369 Salih Sabri Yavuz, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 30, 2005, ss.132-135.

370 Dozy, age ss.115.

371 Filibeli, age, s.167.157

manevi bir hal olduğuna inandıklarını delil olarak göstermektedir.372İslam

düşünürlerinin çoğunluğu tarafından Miraç hadisesi uyanık ve fiziksel bir

ortamda gerçekleşen bir hadise olarak kabul görmektedir. Bu noktada

Filibeli’ nin ispatı mümkün olmayan olaylar hakkında deliller sunma

çabasına girmemiş olduğunu söyleyebiliriz.

3.8.10. Hz. Muhammed’ in Hayatı ile İlgili İddialar

Müslümanlar tüm peygamberlerin günahsız ve temiz olduklarına inanır.

Hz. Muhammed’ in son peygamber olduğunu kabul edip ondan önce gelmiş

olan tüm peygamberlerde aynı derece kabul edilmektedir. Bu

peygamberlerin her birisi farklı toplumlara gönderilmiş, içinde bulundukları

devrin şartları gereği farklı problemler ile mücadele etmek mecburiyetinde

kalmışlardır. Bu sebeple bu peygamberlerin yapmış oldukları davranışların,

ilmî olmanın bir gereği olarak, kendi devirlerinin şartları içerisinde

değerlendirilmesi gerekmektedir.

Filibeli, Dozy’ nin kendi zihnindeki yargılar ile Hz. Peygamber’ in

hayatını değerlendirmeye çalıştığını, dolayısıyla ilmî olmaktan uzaklaştığını

belirtir.373Dozy, hiçbir bilimsel niteliği olmayan, tamamen kendi

düşüncelerinden meydana gelen eleştirilerde bulunarak, bunları bilimsellik

adı altında sunmaya çalışmaktadır. Hz. Peygamber’ in kişiliği ve şahsına

yönelik yapmış olduğu bu ağır ve yanlış eleştirilere Filibeli’ nin vermiş

olduğu cevapları değerlendirmeye çalışacağız.

3.8.11. Hz. Peygamberin Ahlakı:

-Merhametsiz Olduğu İddiası

Dozy, Hz. Muhammed’ in inanan inanmayan herkes tarafından takdir

edilen güzel ahlakını ve kişiliğini kötülemek, insanların zihinlerine şüphe

düşürmek amacıyla, Peygamberi vicdansız, merhametsiz birisi olarak

göstermek için çeşitli yollara başvurmaktadır. İslamiyet’in bütününe zarar

verebilmek için önce Hz. Peygambere olan güveni sarsmaya çalışmıştır.

372Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), İstanbul: İrfan Yayınevi,

C. 1,1990, s.123.

373 Filibeli, age, ss.193.158

Eğer Peygamber’ e olan güven sarsılırsa, Kuran ve İslamiyet’in sahip

olduğu değerleri daha kolay sarsabileceğini düşünmüştür. Bu amaçla Dozy,

olayları, kendi amaçları doğrultusunda, gerçeklerden uzaklaştırarak hayali

bir şekilde kurgulayarak anlatmaktadır.374

Dozy, İslam Tarihi kitabında, toplum içerisinde fitne çıkartarak

Müslümanlara ve Hz. Peygamber’ e zarar vermeye çalışan şair Ebu Afk ve

şaire Asma’ nın öldürülmeleri meselesini İslam Peygamberinin gaddar ve

merhametsiz gösterilmesi amacıyla kullanmıştır. Bedir zaferinden sonra Hz.

Muhammed’in galip olmanın verdiği güçle kendisine karşı olan herkese

eziyetler ettiğini ve öldürttüğünü iddia etmekte, İslam’a zarar vermeye

çalışan bu kişilerin cezalandırılmasını merhametsizlik olarak

değerlendirmektedir.375Dozy, Hz. Peygamberin şair bir kadının ölümüne

izin verdiğini ve bunu kendi nefsi için yapmış olduğunu

söylemektedir.376Oysaki Hz. Peygamber İslam davasını her türlü çıkardan

üstün tutmuştur. İnanmış olan Müslümanların imanlarına bir zarar

gelmemesi ve inanacak olanların güvenlerinin sarsılmaması adına kötü

propagandalar yapan, inananlara hakaretler ve aşağılamalarda bulunun bu

şaire kadını durdurmak için toplumsal icbar karşısında böyle bir yola

gidilmişti. Buna rağmen olayların yalnızca bir boyutundan bakarak sadece

eleştirmek adına bu işi yapan Dozy yanlış yapmaktadır. Aynı şekilde Dozy,

İslamiyet ile ilgili aşırıya kaçan hicivler yazan şair Ebu Afk adında birinin

sırf eleştiride bulunduğu için Hz. Peygamber tarafından öldürtülmüş

olduğunu söylemektedirler.377Ancak bu konuda Hz. Peygamber’ den

nakledilen sözlerden anlaşılacağı üzere kendisinin bir emri olmadan bu yaşlı

şairin öldürülmüş olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekler incelenecek olursa, Hz.

Peygamber’ in savaş zamanlarında dahi mecbur kalınmadıkça hiç kimsenin

öldürülmemesini emrettiği göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Eğer

Dozy’ nin iddia ettiği gibi insanlara karşı merhametsiz ve gaddar olsaydı,

374 Filibeli, age, ss.194-195.

375

Dozy, age, s.49-50.

376

Dozy, age, s.51.

377

Dozy, age, s.65.159

kendisine inanmayı reddetmiş, işlerini zorlaştıran herkesi öldürmesi

gerekmez miydi?

Hz. Peygamber, Medine’ ye hicret ettikten sonra Müslümanların sayıca

artmaya başladığı Medine döneminde burada bulunan kabileler ile

Müslümanlara zarar vermemek şartı ile kendilerine dokunmama, diledikleri

inancı yaşamakta özgür olacaklarına dair antlaşma yapmıştır. Ancak bu

kabileler fırsat bulduklarında verdikleri sözlerden caymış ve Müslümanlara

karşı yapılan saldırılarda düşman safında yer almışlardır. Bunun karşılığında

Hendek Muharebesinde düşmanı yendikten sonra bu kabilelere yapmış

oldukları antlaşmaya sadık kalmadıkları için kuşatma yapılmıştır. Eğer Hz.

Peygamber Dozy’ nin kastetmiş olduğu gibi merhametsiz ve hoşgörüsüz

olsaydı, en başta onlara güvenmez, inançlarını yaşamalarına müsaade

etmezdi. Siyasi olarak aralarında yapılmış olan antlaşmaya sadık kalmayan

bir kabileye, o dönemin şartları içerisinde yapılması gerekenler

yapılmıştır.378

3.8.12. Garanik Hadisesi

Bu olay İslam düşünürlerinin büyük bir kısmı tarafından yaşanmamış

bir olay olarak kabul görmüş olsa da Hz. Peygamber’ i karalamak etmek

isteyen bazı Batılı düşünürlerin sıklıkla öne sürdüğü bir iddia olmuştur.

Garanik hadisesinin ne olduğunu birinci bölümde anlatmıştık. Filibeli

tarafından bu olayın nasıl değerlendirildiğini ele almaya çalışacağız.

Düşünürümüz Filibeli, Garanik hadisesinin yaşanmamış olduğunu kabul

etmektedir. Aksini ispat eden delillerin kimse tarafından sunulamadığı, bu

sebeple Oryantalistlerin iddia ettiği şekilde bu olayın var olduğunu iddia

etmeyi mümkün görmez.

‘‘Onlar (putlar), sizin ve babalarınızın koydukları birtakım isimlerden

başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir.

Rableri tarafından kendilerine doğru yolu gösterici geldiği halde onlar buna

uymayıp sadece zanna ve nefislerinin alçak heveslerine uyuyorlar.’’379Böyle

378 Mustafa Fayda, “Bedir Gazvesi”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.5,1992, ss.325-327.

379 Necm Suresi, 23. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/necm-suresi. (Erişim:

18.12.2018)160

bir hadisenin bulunmadığı yine Kuran’ın bizzat kendisi tarafından

açıklanmaktadır.

Eğer Hz. Peygamber putları öven bir açıklama yapmış olsaydı,

devamında yukarıdaki ayetin okunması ile birlikte inanmayanlar tarafından

itirazlar yapılırdı. Fakat kimse tarafından böyle bir itirazın yapıldığı bilgisi

bulunmamaktadır. Gelen ayetin ardından müşriklerinde Hz. Peygamber ile

birlikte secdeye gitmiş olmasını kendi düşüncelerine delil olarak

kullanmaya çalışanlar bulunmaktadır. Hz. Peygamber kendisine gelmiş

bulunan secde ayetine binaen Allah’a (c.c) secde etmiştir. Belki farklı bir

ayette ‘‘Lat, Uzza ve Menat vd.’’ putların isimlerinin geçmesinden dolayı

müşriklerinde secde etmiş olabilecekleri ihtimalinden bahsedilmektedir.380

Tüm hayatını putlara ve hurafe inanışlara adamış olan Hz. Peygamberin

böyle sözleri kendi nefsi için ve iradesi dâhilinde söylemesi mümkün

değildir. Şeytanın, Hz. Peygambere müdahale edip böyle sözler söyletmesi

de mümkün değildir. Hiçbir insana şeytanın böyle bir müdahalede

bulunduğu bir durum olmamıştır. Üstelik bahsedilen sure381 incelendiğinde,

bu surenin başlangıcından son ayetine kadar putlara karşı yergi

yapılmaktadır. Bir anda yergiyi bırakıp putların övülmesi, sonra tekrar

yergiler yapılması gibi bir durum söz konusu olamaz. Buna benzeyen bir

çelişki Kuran içerisinde hiçbir zaman mevcut olmamıştır.

Garanik hadisesinin gerçek olabilmesini ihtimal dışı gören Filibeli, yine

de Peygamberlerin insan olmaları bakımından hata yapabilmelerinin

mümkün olduğunu belirtmiştir. Ancak şu da ifade edilmeli ki, İslam dini ile

ilgili olarak Hz. Peygamber’ in herhangi bir yanlışta bulunması söz konusu

değildir. Yanlış bir davranışta bulunsa bile bu kendi şahsı ile alakalı

konularda olmuştur. İslam dini ve Kuran, Hz. Peygamber’ in iradesi dışında

bir durumdur. Çünkü İslam dini ve Kuran, Allah tarafından korumaya

alınmıştır.382

380Filibeli, age, s.244.

381 Necm Suresi, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/necm-suresi, (Erişim: 18.12.2018).

382 Filibeli, age, s.245.161

3.8.12. Hz. Peygamberin Evlilikleri Hakkında İddialar

Dozy’nin, Hz. Peygamber’in evlilikleri hususunda ortaya atmış olduğu

iddialar pek çok bakımdan Müslüman coğrafyada eleştirilen konulardan biri

olmuştur. Hatta Dozy dışında pek çok Batılı düşünür tarafından evlilikleri

eleştirilere maruz kalmıştır. Hz. Muhammed’in yapmış olduğu evlilikleri

sanki kendi nefsi istekleri doğrultusunda yaptığı, beğendiği her kadını

nikâhına aldığı şeklinde bir görüntü oluşturulmaya çalışılmaktadır.383

Hz. Peygamber henüz genç bir yaşta iken bile nefsinin istekleri

doğrultusunda hareket etmediği halde peygamberliğinin tebliğinden sonra

ilerleyen yaşlarında evliliklerinin nefsi istekler için olduğunu söylemek

saçma görülecektir. Ahmet Hilmi, Batılı toplumların doğulu toplumlarda

yaygın olan çok eşlilik durumunu hiçbir zaman tam olarak anlamaya vâkıf

olamadıklarını söylemektedir. Hz. Peygamber’in evliliklerinin her birisinde

bir sebep ve hikmet bulunmaktadır. Kimi zaman evlilikleri kendisi için bir

imtihan olmuştur. İlk hanımı da dâhil olmak üzere, hanımlarının ikinci,

üçüncü evlilikleri olması dikkate alınırsa onun nefsi istekleri üzerine evlilik

yapmadığı anlaşılır.384

İslamiyet esasında tek evliliği önemser. Ancak bazı hallerin olması

durumunda birden çok evliliğe izin verir. ‘‘Maddi ve manevi bir mecburiyet

halinde bir Müslüman namus dairesinde ikinci karı alabilir ve kadınlığın

haysiyetini çiğnemeye lüzum görmezken bir Avrupalı, bir kadını fahişe

ederek, bir kadını baştan çıkartarak, oğullarını isimsiz ve çok kere aç ve

sefil bırakarak tabii ve manevi ihtiyacını tatmin ediyor.’’385

Müslüman kişilerin yapmış oldukları evlilikler nikâhla resmi bir form

alırken, Batılı ve medeni olduğu iddia edilen kişilerin gayri resmi evlilikler

yaşamakta olduklarını, bu şekilde çirkin ilişkiler içerisinde olduklarını

söyleyen Ahmet Hilmi, Avrupalıların bu durumuna anlam veremediğini

söylemektedir. Hz. Peygamber açısından bu hususa bakılacak olursa,

evliliklerin yapılmasının üç sebebi bulunabilir:

383 Muhammed İbn İshak, Hz. Muhammed’in Hayatı, İstanbul: İstanbul Matbaacılık, 2012,

s.320.

384 Filibeli, age, s.159.

385 Filibeli, age, s.70.162

1.Maddi veya şehvet arzusu için

2.Maddiyat veya makam hırsı için

3.Bu sebeplerden farklı, daha manalı sebepler için.

Hz. Peygamberin evliliklerini yaptığı hanımlar genellikle yaşlı ve dul

hanımlardır. Eğer herhangi bir şehvet arzusu ile evlenmiş olsaydı şüphesiz

daha genç ve güzel hanımlarla evlenmeyi tercih ederdi. Bu bakımdan Dozy

böyle düşünmemiş olsa da Batılı düşünürlerden bir kısmı evliliklerinde

böyle bir ihtimalin bulunmadığını düşünmektedir. Diğer hususa bakacak

olursak, evliliklerinin makam veya maddi sebepler ile yapıldığını söylemek

yanlış olacaktır. Çünkü Hz. Hatice hariç diğer hanımlarının hiçbirisi varlıklı

değildi. Bundan dolayı bu ihtimal de pek olası gözükmemektedir. Dozy, Hz.

Peygamber’ in ilk eşi Hz. Hatice hakkında çok ileri giden iddialarda

bulunmamakla birlikte, yine de kafa karışıklıkları oluşturmaya

çalışmaktadır. Hz. Peygamber’in Hz. Hatice’nin mallarının idare edilmesi

işleri ile meşgul olması, onun servetinden sadece ihtiyaç duyulduğu kadar

ücret aldığı iddialarında bulunmaktadır. Kitabının başlarında Hz. Hatice ile

birbirlerini sevmiş oldukları için evlendiklerini söylemesi, Filibeli açısından

da onaylanmıştır ancak Dozy’ nin ikinci iddiası Filibeli tarafından kesinlikle

reddedilmektedir.386

Ahmet Hilmi’ nin eleştirilerine maruz kalan hususlardan birisi de Hz.

Ayşe’ nin yaşı ile ilgili ortaya atılan iddialardır. Hz. Ayşe’ nin Hz.

Peygamber ile evlenmiş olduğu yaş konusunda türlü iftiralarda bulunmaktan

çekinmeyen Dozy, hem yaşının çok küçük olduğu yönünde eleştirilerde

bulunuyor hem de Hz. Ayşe’ nin Hz. Peygamber’ e etkide bulunabilecek

güçte olduğunu belirtiyor.387 Eğer Hz. Ayşe, Dozy’ nin bahsetmiş olduğu

gibi 10 yaşlarında henüz oyuncaklar ile oynayan bir kız çocuğu olsaydı,

düşünceleri Hz. Peygamber üzerinde etkide bulunabilir miydi? Hz.

Peygamber eşini sevmiş ve ona karşı derin bir muhabbet beslemiştir. Zira

sonuçta o da bir insandır ve insana ait duygulara sahip olmaktadır.388

386 Filibeli, age, ss.103-104

387

Dozy, age, ss.58.

388 Filibeli, age, s.200.163

Hz. Peygamberin evliliklerinde en büyük imtihanlardan birisini yaşadığı

kölesi iken azat ettiği ve ilgili ayetler gelmeden önce evladı olduğunu

söylediği Zeyd’ in evlenmiş olduğu Zeynep ile olan evliliğidir. Bu evlilik

Hz. Peygamber’ in isteği ile yapılmış bir evliliktir. Ancak Zeynep, Hz.

Peygamber’in akrabası olması dolayısıyla eski bir köle ile evlenmeyi hiçbir

zaman kendisine yakıştıramamış ve bu evlilikten ne kendisi mutlu olmuş ne

de eşini mutlu etmiştir. Zeyd bu durumdan pek çok kez Hz. Peygamber’ e

bahsetmiş olsa da her zaman sabırlı olması istendiği için evliliğini devam

ettirmiştir. Zaman içerisinde Hz. Peygamber’ e Zeynep ile evleneceği haberi

verilmişse de Hz. Peygamber böyle bir şey için ancak ilgili ayetler geldikten

sonra harekete geçmiştir.389Ahmet Hilmi, bu olay üzerine Hz. Peygamber’

in Zeynep’ i beğenmiş olmasında ayıplanacak bir durum olmadığını, medeni

olduğunu iddia eden Avrupalılar gibi gizliden yasak ilişkiler yaşamayıp

Zeynep’ i nikâhı altına almış olmasından dolayı Hz. Peygamber’ de bir

kusur aramanın yanlış olduğu fikrini beyan etmektedir.390

Dozy’ nin, Hz. Peygamber’ in evlilikleri hususunda ortaya koymuş

olduğu iddiaların birbirleri arasındaki zıtlıklar Filibeli tarafından tarihsel

yönteme uygun olarak tespit edilmiştir. Hatta Filibeli, Dozy’ nin bazı

iddialarını uzun uzadıya tartışılmaya gerek duymamıştır. Dozy ’nin, Hz.

Muhammed’ in evlilikleri hakkında ortaya koymuş olduğu iddiaların esas

amacının var olan bir yanlışın tespit edilmesi için değil, Hz. Peygamber’ in

insanlar nazarındaki manevi değerini eksiltmek amacıyla yapmış olduğunun

açık şekilde belli olduğunu söylemektedir.391

389 Filibeli, age, ss.198.

390 Filibeli, age, s.197.

391 Filibeli, age, s.105.164

SONUÇ

Bugün Dünya’nın genel kanaatine bakıldığında, İslamiyet ve

Müslümanlara yönelik derin bir tepkinin bulunduğunu görüyoruz. Gerek bu

tez kapsamında yapmış olduğum araştırmalarda gerek Müslüman

coğrafyalarda yaşanmakta olan savaşlar bu durumu açık şekilde ortaya

koymaktadır. Bu tez kapsamında daha çok düşünce alanında meydana

gelmiş olan olayları incelenmiştir.

İslam dinine yönelik olan eleştiriler ve tepkiler Hz. Peygamber

zamanından beri olmuş ve günümüzde halen canlılığını devam

ettirmektedir. Dünyada hiçbir dine yapılmayan ön yargı ve eleştiri ne yazık

ki İslam dinine ve Müslümanlara yönelik yapılmaktadır. Bu tez kapsamında

sistemli eleştirilerin yapılmaya başlandığı Aydınlanma Dönemi sonrasında

ortaya çıkan Materyalist ve Pozitivist düşüncelerin etkisi ile ortaya çıkmış

olan düşünceler felsefi açıdan incelenmiştir.

Batı’da yeni fikir ve düşüncelerin ortaya çıkmasının hem olumlu hem de

olumsuz anlamda etkileri olmuştur. Osmanlı’nın son dönemine

bakıldığında, Batı’ dan gelen düşüncelere yabancı olunması ve

taklitçilikten öteye gidilememesi sebebiyle düşünce alanında sıkıntılı

dönemler yaşanmıştır. Fakat bu durumun, Batı tarafından İslam dininin

sebep olduğu bir durum gibi gösterilmesi Osmanlı’nın bazı düşünürleri

tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu anlamda Filibeli Ahmet Hilmi gibi

düşünürler, hatalı olanın İslam dini değil, Onu anlamada ve uygulamada

eksik kalanın insanlar olduğu düşüncesine sahiptir.

Bu dönemde Batılı düşünürler tarafından İslam dini aleyhinde yapılan

çalışmalardan birisi olan Dozy’nin “Tarih-i İslamiyet” kitabı da yine

bahsettiğimiz anlamda İslam düşüncesine yönelik hareketler içermektedir.

Kitabın içerisinde İslam dinine ve özellikle Hz. Peygamber’e yönelik

yapılmış olan eleştiriler gerçekte Batı’ da var olan Oryantalist düşüncenin

delillerinden sadece birisidir.

Tezde ele alınan Osmanlı son dönem düşünürleri; İsmail Fenni Ertuğrul,

Manastırlı İsmail Hakkı ve Filibeli Ahmet Hilmi’nin düşüncelerine etki

eden unsurlara baktığımızda her birisinin iyi eğitim almış, felsefi düşünceye

hakim kişiler oldukları görülmektedir. Toplumun içinde bulunduğu durumu165

yakından takip etmiş, eksikliklerini tespit etmiş ve ihtiyaç duyulan düşünce

yapısın oluşması için çalışmıştırlar. Bunu yaparken kimi zaman savunmacı

bir tutum kullanılırken, kimi zaman eleştirel bir tutum ile yaklaşımda

bulunmuşturlar.

Osmanlı toplumunda yetişmiş olan Abdullah Cevdet’ in, Batılı bir

düşünür olan Dozy tarafından yazılmış “Tarih-i İslamiyet” kitabına derin

bir bağlılık hissetmesi ve kendi düşünceleri doğrultusunda toplumu

yönlendirmeye çalışması, Abdullah Cevdet’ e yönelik büyük bir tepkinin

oluşmasına sebep olmuştur. Toplumun sahip olduğu manevi değerlere

oldukça uzak bu düşüncelerin insanlara aktarılmaya başlaması, manevi

hassasiyete sahip olan İsmail Fenni, Manastırlı ve Filibeli gibi düşünürler

tarafından reddiyeler yazılmasına sebep olmuştur.

Müslümanlara yönelik olan tepkilere baktığımız zaman esasında

tepkilerin asıl sebebinin Müslümanlar değil İslam dininin kendisi olduğu

görülmüştür. Batı’nın tepkilerinin esas nedeni İslam dinini kendi başına bir

din olarak görmek istememeleridir. İslam dinine dair yapmış oldukları

açıklamalarda sanki Hristiyanlık ya da Yahudiliğin kötü bir taklidi olarak

ortaya çıkmış bir düşünce gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Dozy’ nin iddiaları

da yine bu minvaldedir. İslam dinine yönelik ortaya atmış olduğu

düşüncelerin arka planında Hristiyanlık ile yapmış olduğu kıyaslar

bulunmaktadır. Bu düşüncelerini desteklemek amacıyla Hz. Peygamber’in

nübüvvetine yönelik eleştirilerde bulunmuştur. Çünkü eğer Peygamberliğe

yönelik bir şüphe oluşursa, İslam dininin temelini derinden sarsacağını

düşünmektedir.

Bu amaç doğrultusunda yapılmış çalışmalara baktığımızda bunların

sistemden uzak, hiçbir dayanağı olmadan ortaya atılmış düşünceler olması

dikkat çekicidir. Özellikle Ortaçağ’ da bu minvaldeki düşüncelere

baktığımızda, bireysel eleştiriden öteye gidemeyecek düşünceler karşımıza

çıkmıştır. Ortaçağ’ın karanlıklarında meydana gelen çeşitli şiddet ve baskı

unutulmuş gibi, sürekli olarak İslamiyet’in baskıcı ve şiddet yanlısı bir din

olduğu imajı oluşturulmaya çalışılmıştır. Üstelik bu doğrultuda tüm

Müslümanlar’ a hatta bütün bir Asya kıtasına bu ön yargı ile

yaklaşılmaktadır.166

Batı düşüncesinde metafizik alanın yok sayılması ve bu alana dair

söylenen her şeyin değersiz görülmesinden dolayı İslam düşüncesi sert

eleştirilere maruz kalmıştır. İsmail Fenni Ertuğrul gibi düşünürlere

baktığımızda felsefe anlayışları metafizik alanı da içerisine almaktadır.

Hatta felsefenin elinde olan en önemli hususun metafizik alan olduğu

düşüncesi hâkimdir. Felsefenin ilk zamanlarında tüm alanları kapsarken,

bilimlerin gelişmesi ile birlikte elinde kalan tek alan metafizik olmuştur.

Bu konuda dikkat çekici hususların başında metafizik alan ile alakalı

konuların, akla dayandırılarak açıklanmaya çalışılması gelmektedir.

Örneğin; mucizeler konusunda Dozy’nin ve Oryantalist düşünürlerin

müşterek olarak akla dayalı yorumlar geliştirme çabası mucizeleri geçersiz

gösterme çabasına dönüşmüştür. Bu anlamda Manastırlı İsmail Hakkı’nın

getirmiş olduğu açıklamalar önemli bir yer teşkil etmiştir. Ona göre

mucizeler, her dönemde farklılık göstermekle birlikte, gerekçeleri sadece o

dönemde anlaşılabilen olaylardır. Bu olayların dışarıdan açıklanmaya

çalışılması beyhude çabalar olmaktan öteye geçemeyecektir.167

KAYNAKÇA

ALATLI, Erdinç, “Şakkı Sadr”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.38, 2010,

ss.309-310.

“Ahzab Suresi”, 4-5-10-11. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/suatyildirim/ahzab suresi. (Erişim: 19.12.2018)

AKBULUT, Ahmet, Nübüvvet Meselesi Üzerine, Ankara, 1992.

“Ala Suresi”, 6-7. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/ala-suresi,

(Erişim: 20.12.2018)

“Alak Suresi”, 1. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/96-alaksuresi, (Erişim: 05.05.2019)

“Araf Suresi”, 158. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara

suresi/292/285-286-ayet-tefsiri, (Erişim:15.05.2019)

ARİSTOTELES, Metafizik, (çev. Ahmet Arslan), İzmir: Ege Üniversitesi

Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1985.

BİRİNCİ, Necat, “A’mak-ı Hayal”,TDV Ansiklopedisi, C.2, 1989,

ss.555-556.

BAKİ, Süleyman, Manastırlı İsmail Hakkı ve Telhisul Kelam Eseri,

Üsküp: Logosa, 2006.

“Bakara Suresi”, 285. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakarasuresi/292/285-286-ayet-tefsiri. (Erişim: 19.12.2018)

BAL, İsrafil, Şakkı Sadr Hadisesine Dair Rivayetlerin Kritiği, İSTEM,

2013.168

BİLMEN, Ömer Nasuhi, İnsanların Birer Kalbe Sahip Oldukları ve

Karı Kocalık Meselesi, Evlilikten Doğan Akrabalık, Kuran-ı

Kerim’in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri, C.6, İstanbul: İpek

Yayın Dağıtım.

BOLAY, Süleyman Hayri, Pozitivizm Maddesi, Felsefi Doktrinler

Sözlüğü, Ankara: Akçağ Yayınları, 1990.

Bolay, Süleyman Hayri, Osmanlılarda Düşünce Hayatı ve Felsefe,

Ankara: Akçağ Yayınları, 2005.

BOLAY, Süleyman Hayri, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün

Mücadelesi, İstanbul: Nobel Yayın Dağıtım, 1979.

BOLAY, Süleyman Hayri, “İsmail Fenni Ertuğrul”, TDV Ansiklopedisi,

C.23, 2001, ss.98-100.

BAYRAKTAR, Mehmet, “Tekâmül Nazariyesi”, TDV İslam

Ansiklopedisi, C.40, 2011, ss.337-339

BAYRAM, İbrahim, “İslam Düşüncesinde Nübüvvetin VehbiliğiKesebildiği Meselesi”, Gaziosmanpaşa İlahiyat Fakültesi

Dergisi, C.3, S.1,2015.

BURSALI, Mustafa Necati, Hayâ ve Edep İncisi Hz. Osman (r.a),

İstanbul: Çelik Yayınevi, (15. Baskı).

CERAN, Ömer, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin Dini ve Felsefi

Görüşleri, Ankara: Akçağ Yayınları, 1990.

COMTE, Auguste, Pozitif Felsefe Dersleri, (çev. Ümit Meriç), Dergi

Park, https://dergipark.org.tr/download/articlefile/4828, (Erişim:30.09.2019)

ÇETİNKAYA, Bayram Ali, “ Batı’ da Hz. Muhammed (S.A.V) Üzerinden

İslamofobi’ nin Yansımaları- İslamofobi’ nin Felsefi Kökenleri-”,169

Din ve Hayat, S.38, 2019,

http://webdosyasp.diyanet.gov.tr/muftuluk/UserFiles/istanbul/UserFi

les/Files/Din%20ve%20Hayat%20Dergisi%20Say%C4%B1%2038

%20Y%C4%B1l%202019%20-

%20%C4%B0slamofobi%20mi%20Din%20D%C3%BC%C5%9Fm

anl%C4%B1%C4%9F%C4%B1%20m%C4%B1_compressed_44bfe

a73-006a-4ef1-b136-dc41158928cc.pdf, (Erişim: 10.08.2019)

DESCARTES, Felsefenin İlkeleri, (çev. Mehmet Karasan), İstanbul:

M.S.G.S.B Yayınları, 1988.

DOZY, Reinhart Pieter Anne, İslam Tarihi(çev. Vedat Atila), İstanbul:

Gri Yayınevi, 2006.

“Enam Suresi” 33-109. Ayet, https://kuran-ikerim. org/ meal/ diyanet/

enam-suresi, (Erişim:20.12.2018)

ERDEM, Hüsameddin, Problematik Olarak Din- Felsefe Münasebeti,

. Konya: Sebat Ofset Matbaacılık, 1999.

ERTUĞRUL, İsmail Fenni, Hakikat Nurları, İstanbul: Kâğıt ve Basım

İşleri, A.Ş, 1949.

ERTUĞRUL, İsmail Fenni, Şüpheleri Giderme Kitabı,(çev. Ahmet

Çapku), Konya: Çizgi Kitapevi, 2017.

ERTUĞRUL, İsmail Fenni, Materyalizmin İflası ve İslam, sad. Abdulhalim

Kılıçsoy, İstanbul: Sebil Yayınevi, C.2, 1996.

ERGÜVEN, Şehabettin, “Arap Dilinde Lah’ın Ortaya Çıkışı ve İlk

Görüntüleri”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,

C.6, 2007.

“ZÜMER Suresi”, 9. Ayethttps:/ /kuran. diyanet. gov.tr/ tefsir/Z

%C3%BCmer-suresi /4066/8-9-ayet- tefsiri. (Erişim:13.05.2019).

FATİŞ, Emrullah, “İbn’ül Hümam’ın Peygamber Gönderme170

Konusundaki Görüşleri”, Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat

Fakültesi Dergisi, C.2, S.2, 2005, https://dergipark.

org.tr/download/article-file/286385, (Erişim: 20.12.2018)

FAYDA, Mustafa, “Bedir Gazvesi”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.5,

1992, ss. 325-327.

FAYDA, Mustafa, “Bahira”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.4, 1991,

ss.486-487.

FAYDA, Mustafa, “Fil Vakası”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.13, 1996,

ss.70-71.

“Fil Suresi”, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/105-fil-suresi,

(Erişim: 17.05.2019)

“Furkan Suresi”, 53. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/furkansuresi. (Erişim:13.05.2019)

“Fussilet Suresi” 6-41. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Fussiletsuresi/4259/41-42-ayet-tefsiri. (Erişim: 19.12.2018)

GAZALİ, İmam, El Munkız Mined Dalal: Dalaletten Çıkış Yolu, (çev.

Osman Arpaçukuru, Ankara: Beyan Yayınları, 2015.

GÖKBERK, Macit, Felsefe Tarihi, İstanbul: Remzi Kitapevi, 1980.

GÜVEN, Mustafa Selim, “Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi ve

Arusiyye Tarikatı”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma

Dergisi, 2014.

“Hac Suresi”, 52. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Hac

suresi/2647/52-55-ayet-tefsiri. (Erişim: 18.12.2018)

“Hakka Suresi”, 44. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/hakkasuresi. (Erişim: 18.12.2018)171

HAMİDULLAH, Muhammed, İslam Peygamberi, (çev. Salih Tuğ),

İstanbul: İrfan Yayınevi, C.1, 1990.

HANİOĞLU, Şükrü, Bir Siyasal Düşünür Olarak Abdullah Cevdet ve

Dönemi, İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1986.

HİLMİ, Şehbenderzade Filibeli Ahmet, İslam Tarihi, İstanbul: Huzur

Yayın Dağıtım, 2011.

HİLMİ, Şehbenderzade Filibeli Ahmet, İslam’ın Esası, Türkiye

Diyanet Vakfı Yayınları.

HİLMİ, Şehbenderzade Filibeli Ahmet, A’mak-ı Hayal, İstanbul: Kaknüs

Yayıncılık, 2017.

HİLMİ, Şehbenderzade Filibeli Ahmet, Huzur-ı Akl-ü Fende Maddiyyün

Mesleki Dalaleti, yayına hazırlayanlar: Erdoğan Erbay- Ali Utku,

Konya: Çizgi Kitapevi, 2012.

HİLMİ, Şehbenderzade Filibeli Ahmet, Muhalefetin İflası, İstanbul:

Nehir Yayınları, 1991.

Hilmi, Şehbenderzade Filibeli Ahmet, Hangi Meslek-i Felsefe’ yi Kabul

Etmeliyiz? : Darü’l Fünun Efendilerine Tahriri Konferans, sad.

Kemal Kahramanoğlu- Ali Utku, Konya: Çizgi Kitabevi, 2016.

HİLMİ, Şehbenderzade Filibeli Ahmet, Allah’ı İnkâr Mümkün Mü? sad.

Necip Taylan- Eyüp Onart, İstanbul: Çığır Yayınları, 1977.

HİLMİ, Şehbenderzade Filibeli Ahmet, “Yine Türkler İtham Ediliyor”,

Hikmet, S:61, 2 Haziran 1327,

http://katalog.idp.org.tr/sayilar/3525/61-sayi. (Erişim: 05.01.2019).172

HİLMİ, Şehbenderzade Filibeli Ahmet, “Müslümanlar Dinleyiniz”,

Hikmet, S.31, 17 Kasım 1910.

http:// katalog.idp.org.tr/dergiler/78/hikmet. (Erişim: 05.01.2019).

Hilmi, Şehbenderzade Filibeli Ahmet, “Ramazan Hutbeleri”, Hikmet,

S.72, 18 Ağustos 1327.

http://katalog.idp.org.tr/yazilar/57021/ramazan hutbelerimiz,

(Erişim:05.01.2019)

HİLMİ, Şehbenderzade Filibeli Ahmet, “Hikemiyat: Tasavvuf-i İslami

Ve Fünun-ı Cedide ve Felsefe: Mukaddime”, Hikmet,S.4.

http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56001/hikemiyat-tasavvuf-i-islamive-funun-i-cedide-ve-felsefe-mukaddime-i ( Erişim: 08.01.2019)

HİLMİ, Şehbenderzade Filibeli Ahmet, “İntikadat: Âlem-i İslam’ın Zaaf ve

Kuvveti”, Hikmet, S.15, 20 Temmuz 1910, ss.3-4.

http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56147/intikadat-alem-i-islam-in-zaaf-vekuvveti-iii (Erişim: 08.01.2019)

HİLMİ, Şehbenderzade Filibeli Ahmet “İçtimaiyat”, Körü körüne Taklit

Hakkında Bir Mütalaa”, Hikmet, S.5, 20 Mayıs 1910, ss. 3-4

http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56018/ictimaiyat-korukorune-taklithakkinda-bir-mutala, (Erişim: 08.01.2019)

HİLMİ, Şehbenderzade Filibeli Ahmet, “Anlamadan Taklit

Maymunlara Yakışır”, Hikmet, S.61, 16 Haziran 1911,

http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56879/anlamadan-taklit-maymunlara-yakilir.

(Erişim: 08.01.2019)

HİLMİ, Şehbenderzade Filibeli Ahmet, “ Türkler ve Osmanlı Türkleri”,

Hikmet, S.71, 11 Ağustos 1327, s.2.

http://katalog.idp.org.tr/yazilar/57012/turkler-ve-osmanli-turkleri.

(Erişim: 08.01.2019)

İSHAK, İbn Muhammed, Hz. Muhammed’in Hayatı, İstanbul: İstanbul

Matbaacılık, 2012.173

“Isra Suresi”, 12-89. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/isra-suresi.

(Erişim:10.12.2018)

“İsrafil Suresi”, 76. Ayet,

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/%C4%B0sr%C3%A2-

suresi/2105/76-77-ayet-tefsiri. (Erişim: 18.12.2018)

İYAZ, Kadı, Şifa-i Şerif, (çev. Prof. Dr. Yaşar Kandemir), İstanbul:

Tahlil Yayınları, c.3.

KARAKUŞ, Mehmet, “İhvan-ı Safa Risalelerinde Peygamber ve

Filozofa Verilen Değer”, Sosyal Bilimler Dergisi, C.8,

2018, https://dergipark.org.tr/kilissbd/issue/37729/421720,

(Erişim:10.05.2018)

KAYADİBİ, Fahri, “Kuran-ın Eğitim, Bilim ve Araştırmaya Verdiği

Önem”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,

2012,https://dergipark.org.tr/iuilah/issue/978/11002

(Erişim: 10.02.2019)

“Kehf Suresi”, 110. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/kehf-suresi.

(Erişim:15.05.2019)

KELDANİ, Peter David Benjamin, Kutsal Kitaplarda Hz. Muhammed

Gerçeği, İstanbul: Ara Kitap, 2008.

“Kıyamet Suresi” 3-4. Ayet,

https://www.suleymaniyevakfimeali.com/Meal/K%C4%B1yame.ht

m (Erişim:13.05.2019)

KÖKSAL, Mustafa Asım, “Ceatani’ye Reddiye”, İstanbul: İz

Yayıncılık, C.1, 2015.

KUTLUER, İlhan, “Gaiyyet”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.13, 1996, ss.292-

295.174

“Lokman Suresi”, 25-29. Ayet

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Lokm%C3%A2n-suresi/3494/25-

29-ayet-tefsiri. (Erişim: 10.05.2019)

Manastırlı İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet”, Sırat-ı Müstakim, c.3,

S.73,(20Ocak1910), http://katalog.idp.org.tr/pdf/5655/10054.

(Erişim:03.05.2019)

Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3,

S.75,(11 Şubat 1910), http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-iislamiyet-namiyla-nesr-olunan-risale-i-mufteriyanenin-cerh-veintikadina-dair-2, (Erişim: 03.05.2019)

Manastırlı İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namıyla Neşr Olunan Risale-i

Müfteriyanenin Cerh ve İntikadına Dair 2”, Sırat-ı Müstakim, c.3,

S.73, (27 Ocak 1910), http://katalog.idp.org.tr/pdf/5656/10055,

(Erişim: 03.05.2019)

Manastırlı İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor

Hakkı, Manastırlı İsmail, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla

Doktor Dozy'nin Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 10” ,

Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063, (Erişim: 04.05.2019)

Manastırlı İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor

Dozy'nin Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 12” , Sırat-ı

Müstakim, C.4, S.83, (6 Nisan 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5666/10065 , (Erişim: 04.05.2019)

Manastırlı İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor

Dozy'nin Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 11”,Sırat-ı

Müstakim, C.4, S.82, (30 Mart 1910),

http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97633/tarih-i-islamiyet-namimusteariyla-doktor-dozy-nin-turkceye-mutercem-risalesine-karsireddiye-11, (Erişim: 05.05.2019)

Manastırlı İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor

Dozy'nin Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 9” , Sırat-ı

Müstakim, C.4, S.80, (17 Mart 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5663/10062, (Erişim: 04.05.2019)175

Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 ,

(3 Mart 1910), http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97573/tarih-iislamiyet-nami-musteariyla-doktor-dozy-nin-turkce-ye-mutercemrisale-i-menhusesine-dair-7, (Erişim: 03.05.2019)

Manastırlı İsmail Hakkı , “Tarih-i İslamiyet”, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 ,

(10 Mart 1910), http://katalog.idp.org.tr/pdf/5662/10061, Erişim:

03.05.2019, C.4, s.1.

Manastırlı İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor

Dozy'nin Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 19”, Sırat-ı

Müstakim, C.4, S.91 , (2 Haziran 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5674/10073, (Erişim: 07.05.2019)

Manastırlı İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor

Dozy'nin Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye” , Sırat-ı

Müstakim, C.4, S.80, (17 Mart 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5663/10062, (Erişim: 04.05.2019)

Manastırlı İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor

Dozy'nin Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 28”, Sırat-ı

Müstakim, C.5, S.105, (8 Eylül 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5688/10087 , (Erişim: 10.05.2019)

Manastırlı İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'

nin Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 30”, Sırat-ı

Müstakim, C.5, S.111, (20 Ekim 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5694/10093, (Erişim: 11.05.2019)

Manastırlı İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor

Dozy'nin Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 25”, Sırat-ı

Müstakim, c.4, S.101 , (11 Ağustos 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5684/10083, (Erişim:10.05.2019)

Manastırlı İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor

Dozy'nin Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 26”, Sırat-ı

Müstakim, c.4, S.102 , (81 Ağustos 1910),

http://katalog.idp.org.tr/pdf/5685/10084, (Erişim:12.05.2019)

“Maide Suresi”, 71. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/M%C3%A2idesuresi/740/71-ayet-tefsiri, (Erişim:10.05.2019)176

Özdemir, Mehmet, “Dozy”, TDV Ansiklopedisi, C.9, 1994, ss.512-514.

MERAL, Yasin, Yahudi Geleneğinde Kuran ve İbranice Kuran

Çevirileri, Ankara: Divan Kitap, 2016.

“Necm Suresi”, 3-5-23. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/necmsuresi. (Erişim: 18.12.2018)

“Neml Suresi”, 88. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/neml-suresi,

(Erişim:10.05.2018)

“Nisa Suresi”, 136-150-151-152.Ayet,

https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Nis%C3%A2-suresi/643/150-152-

ayet-tefsiri, (Erişim: 17.05.2019).

OKUMUŞ, Namık Kemal, Tahrif Edilen Hakikat, Ankara: Araştırma

Yayınları, 2016.

ÖNAL, Recep, “Muhammed Murtaza ez- Zebidi’nin Nübüvvet Anlayışı”,

Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.17, S.2, 2008,

https://www.academia.edu/34226014/Muhammed_Murtaz%C3%A2

_ezZeb%C3%AEd%C3%AEnin_N%C3%BCb%C3%BCvvet_Anlay%

C4%B1%C5%9F%C4%B1 , (Erişim:10.05.2018)

ÖZTÜRK, Mustafa, Kıssaların Dili, Ankara: Ankara Okulu Yayınları,

2006.

ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, Asrısaadet ’in Büyük Kadınları: Hz. Ayşe,

İSTANBUL, Yeni Boyut Yayınevi, 2013.

“Saf Suresi”, 6. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Saf-suresi/5168/5-9-

ayet-tefsiri. (Erişim:

SAĞLAM, Fahri, “Hz. Ömer’in Hadis Anlayışı”,(Yüksek Lisans Tezi),

Aksaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Aksaray,

2017, YÖK: Ulusal Tez Merkezi, (Tez No: 470295).177

SAĞLAM, Hadi ve Selahattin Tuz, “Din ve Şeriat Sorunsalı Üzerine

Bir Tahlil”, Universal Journal of Theology 2 (4).

SARICIK, Murat, İslam Öncesi Dönem: Cahiliye Kültürü, Isparta:

Fakülte Kitapevi,2002.

ŞAHİN, Hasan, İslam Felsefesi Tarihi Dersleri, Ankara: İlahiyat, 2000.

“Şems Suresi”, 34. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/sems-suresi.

Munise Şimşek, “DünyaBizim”,

https://www.dunyabulteni.net/avrupa/islamofobinin-kokenleri-798-yiloncesine-dayaniyor-h429805.html, (Erişim: 26.07.2019).

“Taha Suresi”, 133-134. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/tahasuresi.

TOKU, Neşet, Türkiye’de Anti Materyalist Felsefe (Spiritüalizm),

İstanbul: Beyan Yayınları,1996.

TOPALOĞLU, Aydın, “Materyalizm”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.28,

2003.

TOPALOĞLU, Bekir, “Hudus”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.18, 1998.

ULUDAĞ, Süleyman, “A’yan-ı Sabite”, TDV Ansiklopedisi, C.4, 1991, ss.

198-199.

ULUDAĞ, Zekeriya, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi ve

Spiritüalizm, Ankara: Akçağ Yayınları, 1996.

ULUTAŞ, Yasin, “Mucize ile Delailü’n Nübüvvet Kavramları ve

Kaynakları”, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi

İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.30, 2017,

https://dergipark.org.tr/download/articlefile/391844(Erişim:12.12.2018).178

VURAL, Mehmet, İslam Felsefesinin Özgünlüğü, editör: Mehmet

Vural, Ankara: Elis Yayınları, 2009.

YAVUZ, Salih Sabri, “Miraç”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.30, 2005,

ss.132-135.

YAVUZ, Yusuf Şevki, “Nübüvvet”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.33,

ss.286-291.

YILDIRIM, Muhammet Emin, “Hz. Aişe Validemizin Evlilik Yaşı”, Siyer

Vakfı, https://www.siyervakfi.org/hz-aise-validemizin-evlilik-yasi/

(Erişim: 04.12.2018)

YÖRÜK, İsmail, “İslam’ da Ruh Tasavvuru”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat

Fakültesi, Dergipark, https://dergipark.org.tr/en/download/articlefile/30955, (Erişim: 10.10.2019).

“Zuhruf Suresi”, 21-22. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/zuhrufsuresi,

https://kuran-ikerim.org/kuran-i-kerimin-uslubu. (Erişim: 7.12.2018)

https://sorularlaislamiyet.com/peygamberimiz-asm-benden-sonrapeygamber-gelseydi-omer-olurdu-diyor-hz-ebu-bekir-icin-ise-butun.

(Erişim: 07.12.2018)

https://medium.com/@turkibeg/hz-muhammed-histerik-ve-sarahastas%C4%B1-m%C4%B1yd%C4%B1-6520040b01f4.(Erişim:

07.12.2018)

http://www.filozof.net/Turkce/nedir-ne-demek/12541-faruk-ne-demekfaruk-isminin-anlami-kuranda-faruk-ismi.html (Erişim: 06.12.2018)

 

T.C.

NECMETTİN ERBAKAN ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI

TEFSİR BİLİM DALI

ORYANTALİSTLERİN

KUR’AN VAHYİ VE

KUR’AN’IN KAYNAĞINA YÖNELİK İDDİALARI

HATİCE ER

YÜKSEK LİSANS TEZİ

DANIŞMAN:

YRD. DOÇ. DR. HAKAN UĞUR

KONYA-2016iii

Özet

Özellikle 19. ve 20. yüzyılda ivme kazanan oryantalist çalışmalar

incelendiğinde, oryantalistlerin Hz. Peygamber’e gelen vahyi reddetmek için

çeşitli iddialar ortaya attıkları görülür. Bunlardan biri ve en önemlisi, O’na

gelen vahyin kaynağının ilahi olmadığı ve Kur’an’ın kendi ürünü olduğu

yönündedir. Bu nedenle de Kur’an için çeşitli kaynaklar arama yoluna

gitmişlerdir. Bir taraftan kaynak olarak Hz. Muhammed’in çevresinde yaşayan

Yahudi ve Hristiyanlara ya da Haniflere ve Sabiilere işaret ederken, diğer

taraftan O’nun halk fikirlerinden aldığını iddia edenler olmuştur. Veyahut Hz.

Peygamber’e sara gibi çeşitli hastalıklar isnat etmişler ve bunların O’nun

peygamber olduğuna inanmasına yol açtığını söylemişlerdir. Buna gerekçe

olarak da vahyin gelişi esnasında Hz. Peygamber’de meydana gelen ruhsal

değişiklikleri göstermişlerdir.

Oryantalistlerin Kur’an vahyini tanımlarken de dini inançlarının

etkisinin olduğunu söylemek mümkündür. Kendi dinî bakış açılarına göre

çoğunlukla vahiy müessesini kabul etmekle birlikte söz konusu Kur’an vahyi

olduğunda bunu reddederek, Hz. Peygamber’in vahiy alma sürecini açıklamak

için farklı izahlar getirmeye çalışmışlardır. Bu konuda İslam dininin temel

kavramlarının kökenini, kendi dinlerinde ve Arapça dışındaki diğer dillerde

aramayı metot edinmişlerdir. Bunu yaparken de herhangi bir delil

göstermeksizin iddialarını ileri sürmüşlerdir. Zaman zaman ortaya koydukları

görüşler sebebiyle birbirlerini tenkit etmekte, hatta bir oryantalistin kendi

eserleri içerisindeki görüşlerinde dahi tezatlara rastlanabilmektedir. Bu sebeple

biz bu çalışmada, Batı’da Kur’an vahyine dair ileri sürülen görüşleri ve

Kur’an’ın kaynağına yönelik tartışmaları tasnif ederek değerlendirmeye

çalıştık.iv

Abstract

When orientalist studies that were accelerated in especially centuries 19

and 20 are examined, it is seen that orientalists alleged various arguments to

reject divine inspiration of Prophet Mohammed. One of them and also the most

important one of them is about no resource of divine inspiration and the Koran

is his product. Therefore they attempted to find various resources for Koran.

On the one hand, they pointed out Jews and Christians or Khanifs and Sabiis

living around of Prophet Mohammed and on the other hand some of them

claimed that Prophet Mohammed took it from folk ideas. Or they referred

various diseases like epilepsy for Prophet Mohammed and they said that such

diseases caused him to believe that he was prophet. They showed spiritual

changes of Prophet Mohammed during divine inspiration as justification of

their claim.

It is possible that there is affection of their religious beliefs while defining

Koran divine inspiration. They agree divine inspiration organization subject to

their religious view but when it is Koran divine inspiration, they reject this and

so they tried to explain differently the period of taking divine inspiration of

Prophet Mohammed. In this point, they followed the method, looking for roots

of Islamic Religion basic concepts in their languages and Arabic, they rejected

to search in other languages. While performing this, they alleged their claims

without showing any evidence. They criticized each other due to their thoughts

occurred in time to time even an orientalist may have contradiction with

thoughts in his works. Therefore, we tried to assess discussions and alleged

views about Koran Divine inspiration in Western through classifying them.v

İÇİNDEKİLER

ÖZET………………………………………………………………………….... iii

ABSTRACT …………………………………………………………………… iv

İÇİNDEKİLER ………………………………………………………………... v

KISALTMALAR ……………………………………………………………… vii

ÖNSÖZ ………………………………………………………………………..... viii

GİRİŞ

A. Araştırmanın Amacı ve Önemi ………………………………………………. 1

B. Araştırmanın Yöntemi ……...………………………………………................ 2

C. Araştırmanın Sınırlılıkları ……………………………………………………. 3

D. Araştırmanın Kaynakları ……………………………………………………... 4

E. Oryantalizmin Tanımı ...………………………………………………............. 4

F. Oryantalizmin Doğuşu ve Tarihî Gelişimi ...……………………….................. 8

1. Oryantalizmin Doğuşu………………………………………................... 8

2. Orta Çağ’da Oryantalizm ...……………………………………………... 11

3. Tercüme Faaliyetleri ...………………………………………………….. 12

4. İlmî Oryantalizm Dönemi ………………………………………………. 14

BİRİNCİ BÖLÜM

ORYANTALİSTLERE GÖRE KUR’AN VAHYİ

A. Vahiy Doktrini ………………………………………………………………... 20

B. İlk Vahiy …………………………………………………………………….... 26

1.Hz. Peygamber’in Tahannüsü …..……………………………….............. 26

2.İlk Vahyin Gelişi ………………………………………………………… 29

3.“İkra’” ve “Kur’an” Lafızları ……………………………………… ……. 34

C. Hz. Peygamber’in Vahiy Tecrübesi ………………………………………...… 39

D. Hz. Peygamber’in Samimiyeti Meselesi …………………………………….... 48

İKİNCİ BÖLÜM

ORYANTALİSTLERİN KUR’AN’IN KAYNAĞINA

YÖNELİK İDDİALARI

A. Haricî Kaynaklar …………………………………………………………......... 54

1. Ehli Kitap’tan Aldığı İddiası …………………………………………….. 54

a. Mekke ve Civarında Yaşayan Ehli Kitap’tan Aldığı İddiası ……… 55

b.Yaptığı Seyahatlerde Ehli Kitap’tan Aldığı İddiası ………………... 67

c. Rahip Bahira’dan Aldığı İddiası………………………………….... 70

d. Medine’de Yaşayan Ehli Kitap’tan Aldığı İddiası ………………... 74

e. Kitab-ı Mukaddes’ten Aldığı İddiası ……………………………… 78

2. Halk Fikirlerinden Aldığı İddiası ………………………………………... 84

3. Bazı Haniflerden Aldığı İddiası ……………………………………...….. 87

a. Varaka b. Nevfel…………………………………………………… 92

b. Zeyd b. Amr ……………………………………………….............. 95vi

4. Birtakım Şairlerden Aldığı İddiası ………………………………………. 97

a. İmruü’l-Kays ………………………………………………………. 97

b. Ümeyye b. Ebi’s-Salt ……………………………………………… 99

5. Hz. Ömer’den Aldığı İddiası ……………………………………………. 102

6. Sabiîlerden Aldığı İddiası ……………………………………………….. 106

B. Dahilî Kaynaklar………………………………………………………………. 109

1. Kâhin Olduğu İddiası ………………………………………………….....110

2. Şair olduğu İddiası ………………………………………………………. 114

3. Bazı Hastalıklara Sahip Olduğu İddiası………………………….…….... 117

a. Ruh Hastası Olduğu İddiası……………………………………….. 117

b. Sara Hastası Olduğu İddiası …………………………………….… 119

c. Halüsinasyon Gördüğü ve Histeriya Olduğu İddiası ……………... 124

4. Diğer Bazı İddialar…………………………………………….……….... 127

a. Liderlik Arzusunun Vahiy Uydurmaya Sevk Ettiği İddiası ………. 127

b. Reform Amacıyla Sözlerini Allah’a İsnat Ettiği İddiası …… …….. 130

c. Bilinçaltındaki Arzularının Dışa Yansıdığı İddiası …………….…. 132

d. Kolektif Bilinçaltının Eseri Olduğu İddiası ……………………..... 135

e. Gördüklerinin Şiddetli Üzüntü ve Korku Sonucu Olduğu

İddiası ………………………………………………………………... 140

f. Eksik Bir Mistik Makamın Ürünü Olduğu İddiası ………..………. 142

SONUÇ ...………………………………………………………………………....145

KAYNAKÇA …………………………………………………………………….149vii

KISALTMALAR

a.g.e. : Adı geçen eser

a.g.m. : Adı geçen makale

a.s : Aleyhisselam

AÜİF : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

AÜİFD : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi

bkz. : Bakınız

c. : Cilt

çvr. : Çeviren

DİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

DİB : Diyanet İşleri Başkanlığı

DEÜİFD : Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi

İLAM : İlmî Araştırmalar Merkezi

İÜİFD : İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi

MEB : Milli Eğitim Bakanlığı

s. : Sayfa

s.a : Sallallahu aleyhi ve sellem

SAÜİFD : Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi

SÜİFD : Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi

sy. : Sayı

thk. : Tahkik eden

trc. : Tercüme eden

ts. : Tarihsiz

UÜİFD : Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi

v. : Vefatı

vb. : Ve benzeri

yay. : Yayınlarıviii

ÖNSÖZ

Alemlerin Rabbi olan ikram ve izzet sahibi Allah’a hamd ve senalar,

Peygamberi Hz. Muhammed’e salât ve selam olsun.

Allah Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:

“… Onlar eğer güçleri yeterse, dininizden döndürünceye kadar size karşı

savaşa devam ederler. Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların

yaptıkları işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada

devamlı kalırlar.” (Bakara 2/217)

Yukarıda geçen ayetin de ifade ettiği gibi Hz. Peygamber (s.a)’in

nübüvvetinden itibaren her dönemde İslam’ın düşmanları olmuştur. Özellikle Yahudi

ve Hristiyanlar’ın İslam’a karşı mücadeleleri geçmişte olduğu gibi günümüzde de

devam etmektedir. Oryantalizm de bu mücadelenin önemli bir parçasını

oluşturmaktadır. Yahudi ve Hristiyan asıllı oryantalistler Müslüman halkın

çoğunlukta bulunduğu Afrika, Orta ve Uzak Doğu ülkelerinin güç kaynağı olan

manevî değerlerine yönelerek, bunları tarafsız bir görünüm altında çeşitli yönlerden

incelemişlerdir. Ancak ele aldıkları bütün konuları bir yandan istedikleri gibi

yorumlamışlar, diğer yandan son derece ustalıkla sokuşturdukları fikirlerle saptırarak

işlemişlerdir. İslamiyet’i temelinden sarsmak, Müslümanların zihinlerine Kur’anları

ve Peygamberleri ile ilgili şüphe ve tereddütler sokmak için İslam’a yönelik birçok

isnat ve iftirada bulunmuşlardır.

Oryantalistlerin İslam dünyasının Kitabı ve sünneti hakkında ortaya koymuş

oldukları bu çeşitli iddialar, istesek de istemesek de günümüz İslam düşüncesi

üzerinde olumlu veya olumsuz etkiler bırakmıştır. Bu nedenle, oryantalistlerin

yöntemlerinin bilincinde olarak bu iddiaları doğrudan doğruya ele alıp, çözüme

ulaşmaktan başka çaremiz yoktur.

Batılıların Kur’an-ı Kerim ile ilgili yapmış oldukları çalışmalar, daha çok

Kur’an’ın kaynağı, vahiy, Kur’an-ı Kerim’in tespiti, toplanması, kıraat, kıssalar,

tekrarlar, Mekkî ve Medenî sureler, nesh gibi konularda yoğunlaşmıştır. Buix

meyanda, biz de pek çok asılsız iddiaya sahip olan oryantalistlerin Kur’an vahyine

dair ileri sürdükleri görüşleri ele alan bu çalışmayı yaptık. Bununla, elbette ki

konunun tüm yönlerini ele aldığımıza dair bir iddiamız yoktur. Ancak Türkiye

genelinde bu alanda yapılan araştırmaların sınırlı oluşu bizi bu konu üzerinde çalışma

yapmaya yönlendirmiştir.

Bu çalışmayı hazırlarken, bizden yardımlarını esirgemeyen, kıymetli

görüşlerini bizimle paylaşan bütün hocalarımıza, özellikle de danışman hocam Sayın

Yrd. Doç. Dr. Hakan UĞUR’a; ayrıca yüksek lisans eğitimi sürecinde bize burs

imkanı sağlayan ve bizi destekleyen TÜBİTAK Bilim İnsanı Destekleme Daire

Başkanlığı’na teşekkürü bir borç biliriz.

Gayret bizden, tevfik Allah’tandır. Rabbim sa’yimizi faydalı kılsın.

HATİCE ER

KONYA-20161

GİRİŞ

A. Araştırmanın Amacı ve Önemi

Kur’an’a ve Hz. Peygamber’e yöneltilen isnat ve iftiraların temeli, Kur’an’ı

Kerim’in ilk indiği döneme dayanır. O dönemden itibaren Kur’an-ı Kerim günümüze

kadar pek çok iftiraya uğramıştır. Özellikle 19. ve 20. yüzyılda hız kazanan

oryantalist çalışmalar sonucu bu iftiralar, daha sistematik ve daha büyük siyasi,

sosyal ve ekonomik amaçları da taşır hale gelmiştir. Bu amaçla İslamiyet üzerinde

yapılan çalışmalarda oryantalistler, Hz. Peygamber (s.a)’e nazil olan vahiy hakkında

değişik görüşler ileri sürmüşler; fakat hemen hemen hepsi inkarında ısrar etmişlerdir.

Vahyin nüzulü esnasında Rasûlullah (s.a)’ta görülen halleri izah için tutarsız yorum

ve tevillerde bulunmuşlardır. Adeta Allah kelamı olan Kur’an’ın ilahî kaynaklı

olmadığını gösterebilmek için seferber olmuşlardır ve halen de bu yolda

çalışmaktadırlar. Bu amaçla güç yetirebildikleri kadar, kaynağının sayılı dahili ve

harici amiller olduğunu gösterme çabasında bulunmuşlardır.

Oryantalistlerin ortaya koyduğu bu çalışmalar içerisinde vahiy konusu büyük

bir önem arz etmektedir. Onların vahiy hakkındaki iddialarını temelde birkaç noktada

ifade etmek mümkündür. Kur’an’ın vahyini tanımlarken kendi dini inançlarının

etkisinin olduğu görülmektedir. Bu konuda temel kavramların kökenini kendi

dinlerinde ve Arapça dışındaki başka dillerde aramışlardır. Kur’an için kaynak olarak

özellikle Hz. Muhammed’in çevresinde yaşayan Yahudi ve Hristiyanlara ya da

Haniflere ve Sabiîlere işaret etmişlerdir. Bir kısmı onun halk fikirlerinden aldığını

söylemiştir. Veyahut Hz. Peygamber’e çeşitli hastalıklar ya da arızlar isnat etmişler

ve bunların O’nun peygamber olduğuna inanmasına yol açtığını söylemişlerdir. Bunu

yaparken de herhangi bir delil göstermeden, muhtemel ifadeler kullanarak iddialarını

ileri sürmüşlerdir. Hatta kendi eserleri içerisinde bile tezatlara rastlanabilmektedir.

İslamiyet ile ilgili yapılan oryantalist çalışmalar ve yorumlarla ilgili, Batı’nın

Hz. Peygamber’e karşı olumsuz tavırları hemen dikkat çekmektedir. Bu durum hem

klasik oryantalistler için, hem de metot ve üslup bakımından onlardan ayrılan son

dönem oryantalistler için geçerlidir. Bu çalışmaların altında yatan temel amaç ise2

İslamiyet hakkında zihinlere şüphe sokmaktır. Yapmış olduğumuz araştırmaların

sonucu olarak Kur’an ve Hz. Peygamber hakkında pek çok iddia sahibi olan

oryantalistlerin, Kur’an vahyi ve Kur’an’ın kaynağı hakkındaki iddialarını bir araya

getiren müstakil bir çalışmanın eksikliği görülmüştür.

Çalışmamızın iki önemli amacı vardır. İlki oryantalistlerin Kur’an vahyi

hakkındaki açıklamaları, ilk vahiy ve Hz. Peygamber’in vahiy tecrübesi ile ilgili

ortaya attıkları iddiaları ele almaktır. Diğeri ise onların Kur’an için ileri sürdükleri

dahilî ve haricî kaynakları bir araya getirip değerlendirerek, bunların asılsız iddialar

olduklarını ortaya koymaktır.

Ayrıca bu çalışma, oryantalistlerin iddialarından yola çıkarak, genel anlamda

oryantalizminin karakterini ve fikrî yapısını da anlamaya bir vesile olacaktır.

Böylelikle bu tür çalışmaların varlığının, İslam dünyasının bu oryantalistlerin

düşünce ve hedeflerini anlayarak, kendini daha iyi ifade etmesini sağlayacağı

kanaatini taşımaktayız.

B. Araştırmanın Yöntemi

Konumuzun işlenmesinde, takip edilen yöntem kaynak taraması/bilgi

taraması olmuştur. Çalışmamızla ilgili temel bilgiler verildikten sonra oryantalizmin

tanımı ve tarihçesi hakkında kısaca bilgi verilmiştir. Konuyla ilgili Türkiye’de

yapılmış çalışmalara ve ansiklopedik bilgilere müracaat edilmiştir. İmkan dahilinde

ulaşılan İngilizce, Arapça ve Osmanlıca kaynaklar incelenerek, gerekli kısımlar

tercüme edilmiştir. Ayrıca konuyla ilgili olan Siyer ve İslam Tarihi alanı ile ilgili

gerekli çalışmalardan da istifade edilmiştir. Bütün bunlar yapılırken konu ile ilgili

temel kaynaklara müracaat edilmiş, bilgiler tasnif edilerek değerlendirilmiştir.

Çalışmamız reddiye değil, değerlendirme niteliğindedir. Ancak iddiaları ele

alırken gerek Müslüman alimlerin görüşlerine, gerekse şahsî görüşlerimize

dayanarak ortaya koyduğumuz birtakım itirazlara da yer verilmiştir.

Çalışmamız giriş ve iki bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde konumuzun

amacı ve önemi ile ilgili bilgilerle birlikte çalışmanın metodu, sınırı ve kaynakları ile3

oryantalizmin tanımı ve tarihçesi hakkında bilgi verilmiştir. Birinci bölümde,

“Oryantalistlere Göre Kur’an Vahyi” başlığı altında; öncelikle oryantalistlerin

Kur’an vahyi ile ilgili izahlarına yer verilmiştir. Daha sonra ilk vahiy, Hz.

Peygamber’in vahiy tecrübesi ve O’nun samimiyeti meselesi ile ilgili iddialar ele

alınmıştır. İkinci bölümde ise, oryantalistlerin Kur’an’ın kaynağına yönelik iddiaları,

haricî ve dahilî kaynaklar olmak üzere iki başlık altında ele alınmıştır. Sonuç

bölümünde ise gerekli değerlendirmeler yapılarak çalışmaya son verilmiştir.

Oryantalistlerin eserlerinin incelenmesi sonucu ulaşılan veriler, mümkün

olduğu kadar formuna sadık kalarak sunulmaya çalışılmış; gerektiğinde kendi

ifadelerinden birebir alıntılar yapılmıştır. Ayrıca oryantalistlerin görüşlerine yer

verilirken, vefat tarihleri esas alınarak sıralanmasına dikkat edilmiştir. Bunun yanı

sıra İslam’ın vahiy anlayışı hakkında da gerekli yerlerde açıklamalar ve

karşılaştırmalar yapılmıştır. Ayrıca bu görüşlerin ardından Müslüman alimlerin

görüşleri ve araştırmacı olarak kendi yorumlarımız da yer almaktadır.

C. Araştırmanın Sınırlılıkları

Çalışmaya dair iki sınırlılıktan bahsedilebilir. Bunlardan ilki, oryantalistlerin

İslam üzerine yaptıkları araştırmaların konu ve içerik açısından çok geniş bir alana

yayılmasıdır. Nitekim oryantalizmin tarihi çok eskilere dayandığı için bu alana dair

geçmişten günümüze kadar gelen pek çok birikim bulunmaktadır. Bu nedenle bu

birikim içerisinden konuyla ilgili ulaşma imkanına sahip olunan kaynaklardan

yararlanılmaya gayret edilmiştir. Ayrıca bu durum bütün oryantalistlerin görüşlerini

ortaya koymayı mümkün kılmamaktadır. Dolayısıyla Kur’an vahyi ve Kur’an’ın

kaynağı ile ilgili çalışmaları ile ön plana çıkmış olan, özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda

yaşamış oryantalistlerin iddiaları ele alınmaya çalışılmıştır.

Araştırmanın bir diğer önemli sınırlılığı ise dil yetersizliğidir. Batı

dünyasında bu alanda pek çok dilde eser bulunmakla birlikte, söz konusu

yetersizlikten dolayı yalnızca İngilizce, Arapça, Osmanlıca ve Türkçe eserler4

üzerinde araştırmalar yapılmıştır. Bu konuyu kapsayan özellikle Fransızca ve

Almanca pek çok önemli eser olmasına rağmen bunları inceleme imkanı olmamıştır.

D. Araştırmanın Kaynakları

Çalışmada kaynak olarak faydalanılan eser sayısı seksendir. Bunlar

içerisinde, yukarıda da ifade edildiği gibi Türkçe kaynakların yanı sıra İngilizce,

Osmanlıca ve Arapça eserler de bulunmaktadır. Nicelik olarak belirtmek gerekirse

altı İngilizce, dokuz Arapça ve üç Osmanlıca kaynak kullanılmıştır. Bunların dışında

kullanılan diğer eserlerin dili ise Türkçe’dir.

Bunun yanı sıra vahiy ve oryantalizm başlıkları altında Türkiye’de telif

edilmiş kitap, makale, dergi ve tez gibi dokümanlardan faydalanılmıştır. Ayrıca

oryantalistlerin Türkçe’ye tercüme edilmiş eserleri taranmıştır. Diyanet İslam

Ansiklopedisi ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırladığı İslam Ansiklopedisi’nden

konuyla ilgili olan maddeler incelenmiştir.

E. Oryantalizmin Tanımı

Oryantalizm ve din arasında, oryantalizmin başlangıcından günümüze kadar

devam eden bir ilişki söz konusudur. Bu sebeple, tezimiz konu ve içerik itibariyle

İslam tarihi ve Kur’an ilimleri ile oryantalizmin manası, gelişim süreci ve günümüze

kadarki durumu ile alakalıdır. Bu da bizi öncelikli olarak oryantalizm konusu

üzerinde durmaya sevk etmektedir.

Türkçede oryantalizm şeklinde yazılan orientalisme kelimesi, Latince

“orient” kelimesinden türetilmiştir. Orient kelimesi, bilinen dört yönden Güneş’in

doğuş yönüne ad olarak verilmiş olup, genelde doğu anlamında kullanılmaktadır. İlk

harfi büyük yazılınca terim haline gelir ve “doğu ülkeleri” anlamında kullanılır.1

Bazıları bu kelime için Türkçe karşılık olarak “Doğubilim” ifadesini kullanmaktadır.

1 Selahattin Sönmezsoy, Kur’an ve Oryantalistler, Fecr Yay., Ankara, 1998, s. 25.5

Arapça’da ise “iştişrâk”, bu işle meşgul olana da “müsteşrik” denir. Türkiye’de

“şarkiyatçılık” tabiri de kullanılmaktadır.2

Oryantalizm doğululuk, doğu beğenisi, doğu bilimleri, şarkiyat anlamlarına

gelip, doğu tarih, dil ve edebiyatıyla uğraşan ilim kollarına toplu olarak verilen

isimdir.3 Fakat bizi, bu geniş anlamdan ziyade Müslüman doğunun edebiyatıyla,

tarihiyle, inançlarıyla, hukuk yapısıyla ve genel olarak medeniyetiyle ilgilenen Batı

araştırmaları anlamındaki oryantalizm ilgilendirmektedir. İslam dünyasında

oryantalizm veya oryantalist dendiği zaman ilk akla gelen ve oryantalistlerin kendi

çalışmalarında yaygın olarak anlaşılan mana da budur.4

Oryantalizm, bir düşünce biçimi ve uzmanlık alanıdır. Bu sebeple ilk olarak

Avrupa ve Asya arasında değişken tarihsel ve kültürel ilişkiyi, ikinci olarak 19.

yüzyılın ilk yarısından itibaren çeşitli Doğu kültürlerinin ve geleneklerinin

incelenmesinde uzmanlaşmayı ifade eden Batı’daki bilimsel disiplini, üçüncü olarak

da dünyanın Doğu olarak isimlendirilen bölgesi hakkındaki ideolojik varsayımları,

imgeleri ve hayalî resimleri içerir.5 Oryantalizmin kökleri yaklaşık olarak geçen bin

yılın derinliklerine kadar uzanmasına rağmen, kavram olarak Avrupa’da ancak 18.

yüzyılın sonlarında ortaya çıkmıştır. İlk defa 1779’da İngiltere’de, daha sonra

1779’da Fransa’da kullanılmaya başlanmıştır. “Oriantelism” kelimesi Fransız Dil

Akademisi’nin sözlüğüne ise 1838’de kaydedilmiştir.6

“Oryantalizm: Sömürgeciliğin Keşif Kolu” isimli meşhur kitabın müellifi

Kudüs asıllı Hristiyan yazar Edward Said (v. 2003), oryantalizme farklı bir bakış

açısı getirmiştir. Said, Batı’da yapılan şarkiyat çalışmalarının eserinin adından da

anlaşılabileceği gibi masum bir bilgiden ziyade Batı’nın Doğu üzerindeki hegemonya

arzularına hizmet ettiği düşüncesindedir. Bu amacın gerçekleştirilmesi için tarih

2 Suat Yıldırım, Oryantalistlerin Yanılgıları Oryantalistlerin İslam Araştırmaları Üzerine Düşünceler,

Da Yay., İstanbul, 2003, s. 19.

3 Sönmezsoy, a.g.e., s. 25.

4 M. Hamdi Zakzuk, Oryantalizm veya Medeniyet Hesaplaşmasının Arka Planı, trc. Abdülaziz Hatip,

Nil Yay., İzmir, 1993, s. 8.

5 Yücel Bulut, “Oryantalizm”, DİA, İstanbul, 2007, XXXIII/428.

6 Zakzuk, a.g.e., s. 10.6

boyunca olumsuz bir Doğu imajı ortaya konmuş, ilahiyattan filolojiye, resimden

güzel sanatlara kadar bu imaj tutarlı ve birbirini tamamlayacak şekilde işlenmiştir.7

Said’e göre Fransızlar, İngilizler hatta bir ölçüde Ruslar, Portekizliler,

İtalyanlar ve İsveçliler uzun süre “Doğubilim” ile ilgilenmişlerdir. Bütün bu ülkeler

Doğu’yu, Batı Avrupa’nın gördüğü şekilde düşünmüş ve onunla öylesine

anlaşmışlardır. “Oryantalizm” ise bu anlaşmanın adıdır. Doğu, Avrupa’nın maddi

kültürünün ve uygarlığının ayrılmaz bir parçasıdır. “Doğubilim” ise bu uygarlığın

kültürel ve ideolojik açıdan değişik bir anlatım şekli, kelime hazinesi, bir eğitim ve

öğretim, kurumlar beraberliği, hayaller ve düşünceler toplamı, doktrinler ve hatta

sömürgeler yönetimi için gerekli bürokrat kadrolar ve yerli yönetim elemanlarıdır.8

Oryantalizm, Doğu’yu konu edinen kurumların tamamı, yapılan açıklamalar,

gösterilen tavırlar, bir tür öğreti, yönetim biçimi veya hükümet şeklidir. Kısaca

söylemek gerekirse, bu tür oryantalizm, Batı’nın üstünlük sürdürme taktiği, Doğu

üzerinde otorite kurma çabası,9 Doğu üzerinde gerçekleştirilecek sömürge

faaliyetidir. Said bu durumun, oryantalizmin uzayıp giden bilimsel konuşmalardan

çok, daha ileri ölçüde Avrupa ve Atlantik güçlerinin Doğu üzerindeki kuvvet

denemeleri olduğu düşüncesindedir.10

Oryantalist (orientaliste) kelimesine gelince, doğu dilleri ve doğu bilimleri

uzmanı, müsteşrik anlamına gelmektedir. Oryantalizmin genel anlamı

düşünüldüğünde Doğu topluluklarının tarihini, dinini, dilini, edebiyatını, folklorunu

ve diğer bazı hususlarını araştırıp, tespite çalışan Batılı ilim adamı demektir.11 Bir

bütün olarak Yakın, Orta ve Uzak Doğu’yu dili, edebiyatı, uygarlığı ve dinleriyle

incelemeye çalışan Batılı bilim adamları için kullanılan bir isimdir.12

Oryantalistler daha çok, aralarında Müslüman halkın çoğunluğu oluşturduğu

bazı Asya ve Afrika ülkelerinin din, inanç, kültür ve folklor gibi bir millete vücut

7 Ali Şükrü Çoruk, “Oryantalizm Üzerine Notlar”, Sosyal Bilimler Dergisi, c. XI, sy. 2, s. 193.

8 W. Edward Said, Oryantalizm: Sömürgeciliğin Keşif Kolu, çvr. Nezih Uzel, İrfan Yay., İstanbul,

1998, s. 12.

9 Said, a.g.e., s. 14.

10 Said, a.g.e., s. 18.

11 Sönmezsoy, a.g.e., s. 26.

12 Zakzuk, a.g.e., s .8.7

veren, onu diğer milletlerden ayıran, daha da mühimi halkın yaşayışına, manevî

hayatına ve düşüncelerine tesir eden faktörler üzerinde çalışırlar. Doğu hakkında ders

veren, yazı yazan, araştırma yapan kimselerdir. Ayrıca genel veya özel anlamda,

etnolog, sosyolog, tarihçi ve filologları da kendi bilimsel disiplinleri ile birlikte

oryantalist sınıfına katmak mümkündür.13 Ancak Batı’da oryantalist kelimesi artık

kullanım dışı kalmakta ve buna alternatif olarak İslami araştırmalar yapan kişileri

ifade etmek için İslamog (Islamologist) kelimesinin kullanımı da kabul edilir

görülmektedir.14

Doğu çalışmaları öncelikle Arapça’yı ve İslamiyet’i araştırmakla başlamıştır.

Zamanla, bu çalışmaları hızlandıran dinî ve siyasî sebeplerle oryantalistlerin bugüne

kadar en fazla dikkatini çeken konular, İslamiyet ve Arap edebiyatı olmuştur. Batı

sömürgeciliğinin Doğu’da gelişmesinden sonra ise oryantalizm, bütün Doğu dillerini,

örf ve adetlerini, medeniyetlerini, Doğu ülkelerinin coğrafyasını, buralarda

yaşayanların gelenek ve göreneklerini, konuştukları dillerin en meşhur lehçelerini

araştırma şekline girmiştir.15 Dolayısıyla tarihî süreçle birlikte parçadan bütüne

doğru gelişen bir araştırma sahası oluşmuştur.

Oryantalistlerin çalışmaları İslam tarihini araştırmak, İslam tarihine ait

gerçekleri saptırmakla kalmayıp, Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi İslam ilimlerine kadar

uzanır. Şu var ki, bütün bu ilimlere ait metinleri yeri geldiğinde tahrif etmişler, tahrif

imkanı bulamadıkları zaman yanlış anlaşılmalarını sağlamışlardır. İşin en üzücü

tarafı, bugün için Tefsir, Hadis, Fıkıh, İslam Edebiyatı, İslam Medeniyeti, İslam

Kültürü ve benzeri gerek İslamiyet’le gerekse Müslümanlarla ilgili konuları ele alan

kitapları çeşitli milletlerarası üniversite ve yüksekokullarda ihtisas eğitimi yapan

öğrencilerin elinde ana kaynaklar olarak görülür.16

İslamiyet üzerine çalışma yapan oryantalistlerin hemen hemen hepsi

eserlerinde iki ana tema işlemişlerdir. Bunlardan biri Hz. Peygamber’in nübüvvetinin

13 Said, a.g.e., s. 13.

14 William Montgomery Watt, “Oryantalistlerin İslam Araştırmaları”, çvr. Talip Küçükcan, DEÜİFD,

VII/413.

15 Mustafa es-Sibaî, el-İstişrak ve’l-Müsteşrikûn, Mâ Lehüm ve Mâ Aleyhim, el-Mektebetu’l-

İslamiyye, Beyrut, 1979, s. 7.

16

es-Sibaî, a.g.e., ss. 19-20.8

sıhhati; diğeri ise, Kur’an’ın kaynağı ve onun bir vahiy ürünü olup olmadığı

konusudur.17 Özellikle Kur’an’ın ilahî vahiy mahsulü olmadığı şeklinde sahip

oldukları ön kabuller, İslam dinine bakış açılarını belirlemekte ve çalışmalarının

temelini bu husus oluşturmaktadır. Hz. Peygamber ile ilgili yapılan oryantalist

çalışmaların büyük çoğunluğunda, bahsettiğimiz ön kabullerle doğrudan bağlantılı

olarak Hz. Peygamber’e karşı olumsuz bir tutumun olduğu açıkça görülmektedir.

F. Oryantalizmin Doğuşu ve Tarihî Gelişimi

Tarihî gelişim süreci açısından incelendiği zaman oryantalizmin geçmişini

çok eskilere götürmek mümkündür. Oryantalistlerin çalışmalarındaki tekamülü

görebilmek açısından oryantalizm kavramından sonra oryantalizmin başlangıcından

günümüze kadarki tarihî seyri ele alınacaktır.

1. Oryantalizmin Doğuşu

Doğu araştırmalarıyla ilgilenen ilk Batılı ilim adamının kim olduğu ve bu işin

ne zaman başladığı bilinmemektedir. Fakat Batı kiliselerine bağlı ruhbanlardan bir

kısmının, şan ve şeref dolu günlerinde Endülüs’e gelerek, buradaki medreselerde

eğitim gördükleri, Kur’an-ı Kerim’i ve bazı Arapça kitapları kendi dillerine

çevirdikleri, başta Felsefe, Tıp ve Matematik olmak üzere çeşitli ilimlerde Müslüman

alimlere talebelik ettikleri bilinmektedir.18

Nitekim Necib el-Akikî’nin oryantalistler hakkında yazdığı, oryantalistlerin

tabakâtı sayılabilecek “el-Müsteşrikûn” isimli üç ciltlik kitabında belirttiğine göre,

Fransız Rahip Jerbert de Oraliac (v. 1003) Endülüs’e gitmiş, Ribol, İşbiliye ve

Kurtuba medreselerindeki hocalardan ders almış, sonunda kendi döneminin

17 İsmail Cerrahoğlu, “Oryantalizm ve Batı’da Kur’an ve Kur’an İlimleri Üzerine Araştırmalar”,

AÜİFD, XXXI/115.

18

es-Sibaî, a.g.e, s. 34.9

Avrupası’nda Arapça, matematik ve astronomiyi en iyi bilen insan olmuştur.19 M.

999 yılında Endülüs medreselerinden birinden mezun olup memleketine döndükten

sonra, Roma Kilisesi’ne papa seçilen Fransız Rahip Jerbert, Muhterem Peder Pierrele

Aénéré (v. 1156), Gerard de Crémone (v. 1187) gibi bazı rahipler, vatanlarına

döndükten sonra Arap kültür eserlerini ve meşhur İslam alimlerinin kitaplarını arka

arkaya neşretmeye başladılar. Daha sonra Arapça üzerinde araştırmalar yapmak için

Padua Medresesi gibi enstitüler kurdular. Çok geçmeden, manastırlarda ve Arapça

öğreten medreselerde, o zamanlar Avrupa’nın her tarafında ilim dili kabul edilen

Latince’ye çevrilmiş Müslüman alimlerin kitapları okutulmaya başlandı. Yaklaşık

altı asır boyunca Batı üniversiteleri, Müslümanların kitaplarından faydalandıkları

gibi, eğitim-öğretimlerinde de bu eserleri esas aldılar.20 Dolayısıyla bu dönemde

gerçekleştirilen söz konusu ilmî faaliyetlerden hareketle, oryantalizmin başlangıcını

10. asra kadar dayandıranlar mevcuttur.

Bir grup araştırmacı ise oryantalizmin doğuşunu, Batı’nın özellikle

Endülüs’teki Müslüman alimlerden aldığı eğitime dayandırmaktan ziyade, burada

yaşayan Müslümanlarla bölgedeki Hristiyanlar arasında çıkan kanlı savaşlara

götürmektedir.21 Diğer taraftan özellikle Haçlı Savaşları da Avrupalıları, İslam’ın

kural ve geleneklerini öğrenmeye itmiştir. Bu nedenle oryantalizm tarihinin ilk

aşaması, Orta Çağ Hristiyan Batı dünyasıyla Müslüman Doğu dünyası arasındaki

dinî ve ideolojik çarpışmanın tarihi olarak kabul edilebilir.22

Alman şarkiyatçı Rudi Paret (v. 1983) ise Avrupa’da İslam ve Arap

araştırmalarının, Kur’an’ın ilk defa Latince’ye çevrildiği ve ilk defa Latince-Arapça

sözlüğün çıkarıldığı 12. yüzyılın, oryantalizmin başlangıcı olduğunu ifade eder.

Paret’in bu görüşünü daha önce Gustav Dogat, geçtiğimiz asrın 60’lı yıllarında “12.

asırdan 19. asra kadar Avrupa’da müsteşriklerin tarihi” anlamına gelen “Tarihu’lMüsteşrikîn fi Avrupa mine’l-Karni’s-Sanî Aşera Hatte’l-Karnı’t-Tasia Aşera” adlı

eserinde dile getirmiştir.23 Bazıları ise, Katalanlı Rahip Raymond Lulle’ü Batı

19 Necib el-Akîkî, el-Müsteşrikûn, Daru’l-Mearif, Mısır, 1964, I/120.

20

es-Sibaî, a.g.e., ss. 34-35.

21 Sönmezsoy, a.g.e., s. 29.

22 Zakzuk, a.g.e., s. 11.

23 Zakzuk, a.g.e., s. 9-10.10

oryantalizminin kurucusu olarak nitelendirirler. Çünkü 1231-1315 arasında yaşamış

olan bu şahıs, Hristiyan din bilgini olmanın yanı sıra felsefe, edebiyat ve tabii

ilimlerle de ilgilenen biriydi. O, Müslümanlara karşı yapılan mücadelede, “onlara

Hristiyanlığın gerçekliğini göstermek için barış içinde görüşme ve aklî deliller

getirme” taraftarı idi. Geleceğin Hristiyan misyonerlerini yetiştirmek için Mayorka

Adası’nda Arapça öğreten bir okul kurdu ve bu okul 1276-1294 yılları arasında

öğretime devam etti.24

Bazı araştırmacılar ise Hristiyan Batı’da, oryantalizmin resmen ortaya

çıkışını, 1312’de toplanan Viyana Konsülü’nün çeşitli Batı üniversitelerinde birkaç

Arap Dili kürsüsünün kurulmasına dair karar çıkarmasıyla başlatıldığına işaret

etmektedirler.25 Fakat burada “Kilise Oryantalizmi”ne işaret edilmesi, bu tarihten

önce gayri resmi bir oryantalizmin bulunduğunu göstermektedir.26

Pierro Martino (v. 1953) ise, 1906’da yazdığı oryantalizmin yükselişi ile ilgili

kitabında oryantalizmin doğuşu olarak 1453’e işaret etmiştir. Çünkü Martino’ya

göre, İstanbul’un fethi ile birlikte burada yaşayan Grek kökenlilerin Avrupa’ya gidişi

oryantalizm çalışmalarını hızlandırmıştır.27

Hilmi Yavuz’a göre ise oryantalizmin başlangıç tarihi, Avrupa’nın kendi

kimliğini inşa etmesinin tarihi ile örtüşür. Ona göre David Morley ve Kevin

Robins’in “Kimlik Mekanları”nda bu tarihle ilişkili olarak 1492 yılını yani

Amerika’nın keşfedildiği yılı öne çıkarmalarında başka bir anlam vardır.

Hobsbaum’un (v. 2012), Stuart Hall’un (v. 2014) ve Todorov’un belirttikleri gibi

1492 yılı, sadece Amerika’nın keşfedildiği yıl değildir: 1492, aynı zamanda İspanyol

Yahudiler’in İspanya’dan kovulmalarının da tarihidir.28 Maxime Rodinson’a (v.

2004) göre ise insanlar başlangıçta sadece ideolojik amaçlarla dilleri araştırmaya ve

materyal toplamaya başlamışken; Orta Çağ İspanya’sında Arapça araştırmalar,

misyonerlik faaliyetinin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yapılmıştır. Bu

24 Yıldırım, a.g.e., s. 21.

25 Said, a.g.e., s. 79; Zakzuk, a.g.e, s. 8.

26 Zakzuk, a.g.e, s. 8.

27 Ahmet Davutoğlu, “Batıdaki İslam Çalışmaları Üzerine”, Marife, sy. 3, s. 41.

28 Hilmi Yavuz, Modernleşme, Oryantalizm ve İslam, Büke Yay., İstanbul, 2000, s. 55.11

araştırmalar, 1492’de Gırnata’nın düşüşü ve sadece İspanyolca konuşan Morisko

azınlığının hayatta kalmasıyla birlikte ilgi ve önemini kaybetmiştir. Doğu ile Batı

arasında Orta Çağ’daki mücadelenin arkasından bir arada olma ve yeni bir yaklaşım

sonucunda düşman olarak görülen İslam dünyası artık bir ortak olarak görülmeye

başlamış, zamanla objektiflik de gündeme gelmiştir. Bu süreçte de oryantalizm

ortaya çıkmıştır.29 Burada bahsedilen oryantalizm, kurumsallaşmaya başladığı

süreçteki oryantalizmdir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki her ne kadar objektif

bakış açısıyla İslam araştırmalarını sürdürme gündeme gelse ve oryantalistler bunu

çok defa dile getirse de realitede bunu gerçekleştirememişlerdir.

2. Orta Çağ’da Oryantalizm

Orta Çağ’da yaşamış olan Hristiyan din adamları, İslamiyet ve İslam

Peygamberi (s.a) aleyhinde iftira ve uydurma sözler yaymaya başladılar. Onlara göre,

Hz. Muhammed bir sihirbazdı, sahtekar, ikiyüzlü ve yalancı bir peygamberdi. O’nun

taraftarları putperestti ve Hz. Muhammed’e tapıyorlardı. Onlara göre İslam, saldırgan

ve yıkıcı bir dindi. İslam’ın esas itibariyle Arapların bir sapkınlığı, göz boyayıcı bir

hurafesi ve deccalin habercisi olduğu ve Hz. Muhammed’in yalancı peygamber

olduğu iddiaları ilk defa Aziz John tarafından dile getirilmiş ve bu iddialar Orta Çağ

Avrupa’sının İslam tasavvurunu belirlemiştir.30

O çağda sözde, İslamiyet’i tanıtmak için yazılmış, bütünüyle o günün

yazarlarının hayal ve sapıklıklarının ürünü olan birtakım uydurma hikayeler vardı.

Müslümanları putperest olarak niteleyen, onların Tervagan, Muhammed ve Apollo

diye üç ilaha taptıklarını ileri süren meşhur Roland Destanları ve benzeri eserler

bunlara örnek olarak verilebilir.31 Nitekim tanınmış Batılı yazar Henry de Castro (v.

29 Maxime Rodinson, “Oryantalizmin Doğuşu”, çvr. Ahmet Turan Yüksel, Marife, sy. 3, s. 171.

30 Hakan Uğur, “Osmanlının Son Döneminde Oryantalistlerin Kur’an Hakkındaki İddialarına Karşı

Osmanlı Ulemasının Yaptığı Çalışmalar -İsmail Fennî Ertuğrul Örneği-” Osmanlı Toplumunda

Kur’an Kültürü ve Tefsir Çalışmaları II, İstanbul, 2013, s. 508.

31 Zakzuk, a.g.e., s. 12.12

1913) İslam ve Müslümanlar hakkında Avrupa’da yaygın olan, gerçekle ilgisi

olmayan yalan propagandalardan yakınıyor ve şöyle diyordu:

“Orta Çağ’da Avrupa’da dinleri hakkında ortaya atılan hurafe ve efsaneler

Müslümanlara ulaşsaydı acaba ne derlerdi? Çünkü o çağa hakim olan cehalet,

apaçık düşmanlık ve rezil bağnazlık yoluyla bu uydurma masalları ortaya

çıkarıyordu. Sonra da şöyle diyordu: “Avrupa’da bugüne kadar İslam ve

Müslümanlar hakkında yaygın olan kötü niyet, o dönemde yayılan bu hurafelerin

kalan izinden başka bir şey değildir. O çağda bütün Hristiyan şairler, Müslümanları

putperest olarak tasvir ediyor ve şöyle diyorlardı: ‘Onların üç dereceli üç tane

ilahları vardır: Mahon, Oplin ve Tarmakan.’ Avrupalı bu yazarlar şöyle iddia

ediyorlardı: ‘Muhammed kendisinin Tanrı olduğunu ilan ettiği bir din ortaya

çıkardı.’ Bundan daha çirkini ve daha garibi, putperestliği yıkıp kökünü kazıyan,

yapılan putları kıran ve onları yok eden Muhammed (s.a)’i, insanları altından

yapılan kendi heykeline tapmaya zorlayan bir adam olarak tanımaları idi.”32

Bu ilk dönemde oryantalizmin İslamiyet karşısında iki ayrı eğilimi vardır.

Birincisi efsane ve hurafelerden oluşan kalın bir sis tabakasının ardından İslamiyet’e

bakan, taraflı ve subjektif bir mücadele yolu izleyen dini eğilimdir. İkincisi ise

birincisine oranla objektif ve bilimselliğe bir derece daha yakın olan ve İslam dinini

tabiat, tıp ve felsefe ilimlerinin beşiği olarak gören eğilimdir. Ancak, hurafelerden

ibaret olan birinci eğilim ta 17. yüzyıl ve sonlarına kadar yaşamaya devam etmiştir.

Ancak bu eğilim günümüzde bile, bir kısım oryantalistlerin eserlerinde

görülebilmektedir.33

3. Tercüme Faaliyetleri

1130 tarihinden itibaren Hristiyan bilginler tarafından, Avrupa’da yoğun bir

şekilde, felsefe ve doğa ilimleriyle ilgili Arapça kitaplar tercüme edilmeye başlandı.

32 Muhammed Zahid el-Kevserî, “Min İberi’t-Tarih (Yarım Asır Öncesinden Oryantalizme Bakış)”,

çvr. Seyit Bahçıvan, SÜİFD, XXIII/186.

33 Zakzuk, a.g.e., ss. 15-16.13

İlk dönemde Toledo keşişlerinin başkanı ve diğer bazı ilim adamları, birtakım

Arapça ilmî kitapları tercüme ettiler. Çünkü klasik ilmî kültürün büyük kısmının

Müslüman Arapların elinde bulunduğuna inanıyorlardı.34 Zira o dönem İslam

alimlerinin ilmî ve bilimsel olarak tasnif edebileceğimiz eserleri göz önünde

bulundurulduğunda, onların bu tespitinde çok da haksız sayılmadıkları görülür.

12. yüzyılda da, İslamiyet’i bir bakıma objektif olarak anlamaya yönelik bazı

girişimler de, kendilerince dinsizlik saydıkları İslam ve ilkelerine karşı açık bir

şekilde mücadele etme amacına yöneliktir. Bu yüzden Cluny Ruhbanlarının başkanı

Pierre le Vénérable (v. 1156), İslam dinine dair bilimsel ve objektif bilgiler edinmek

amacıyla İspanya’da tek grup halinde çalışacak bir Tercüme Kurulu oluşturmuştur.35

Batı dillerindeki ilk Kur’an tercümesi, tamamen kilisenin denetiminde yapılmıştır ve

bir papaz olan Robertus Retinensis tarafından tercüme edilmiştir. Bundan sonra

asırlar boyunca yapılan tercümeler hep bu ilk tercümeyi kaynak olarak almışlardır.

Batılılar, Kur’an’ı Arapça aslından tercüme etmeyerek, bu ilk Latince tercümeyi

kendi dillerine çevirmeyi tercih etmişlerdir.36

13. yüzyılda Batı’da İslam’ın inanç esaslarını çürütmek amacıyla, İslam’ı

daha iyi tanımak için dil bilmenin gerekli olduğu anlayışından yola çıkılarak, pek çok

şehirde dil okulları kurulması karara bağlanmıştır. Fakat bu kararın hayata

geçirilmesi, biraz zaman almıştır. 13 ve 14. yüzyıllardaki teşebbüsler oryantalizmin

ön hazırlığı olarak değerlendirilmiştir.37

1586 yılında, Büyük Toscana Dükü Kardinal de Medici’nin (v. 1609)

kurduğu matbaalar aracılığıyla Avrupa’da Arapça kitapların basımı kolaylaştı. O

zaman, içinde İbn Sina’nın (v. 1037) tıp ve felsefe ile ilgili kitaplarının da bulunduğu

çeşitli Arapça eserler de basıldı.38 Batı’nın değişik üniversitelerinde, bu sahada yeni

bölümler açılıp, kürsüler kuruldu. 1587 yılında Paris’teki College de France’da,

1634’te Hollanda’nın Leiden Üniversitesi’nde, 1632’de de Cambridge’te muntazam

34 Zakzuk, a.g.e., s. 13.

35 Zakzuk, a.g.e., s. 14.

36 Hidayet Aydar, Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi Meselesi, Yeni Zamanlar Yay., İstanbul, 2014, s. 147.

37 Uğur, a.g.m., s. 508.

38 Zakzuk, a.g.e., ss. 19-20.14

bir şekilde Arapça eğitimi başladı. 1634’te Oxford’da Arapça ve İslamî eğitim-

öğretim için hocalık kürsüsü kuruldu.39 Günümüzde bu faaliyetleri, üniversitelerde,

kurdukları enstitü ve çeşitli kurumlarda halen devam etmektedir.

Son olarak, Batılı mütercimler, yaptıkları Kur’an tercümelerinde, çoğu zaman

kasıtlı olarak yanlışlıklar yapmış, ayetlerin manalarını tahrif etmişlerdir. Bu

tercümelerin mukaddimelerinde Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in görüş ve

düşüncelerinden ibaret olduğunu, O’nun vefatından sonra Kur’an’ın cem ve istinsahı

esnasında orijinalliğinin kaybolduğunu, bazı kısımlarının sonradan çıkarıldığını iddia

etmişlerdir. İslam, Kur’an ve Hz. Muhammed (s.a) hakkında tarihî ve ilmî gerçeklere

ters düşen, yanlış ve maksatlı bilgiler vermişlerdir. Bazıları ise tercümelerinde

Kur’an surelerinin sıralanışındaki sıralamaya uymamış, nadir rivayetlere dayanarak

kendince sıralama yapmıştır.40 Bu bakımdan onların yapmış oldukları tercümelerin

çoğu zaman ilmî kaygı ile hazırlanmadığı görülür.

4. İlmî Oryantalizm Dönemi

Açıkça Hristiyanlaştırmaya yönelik, karakteri itibariyle de İslam’a düşman

olan hedeflerine rağmen, 17. yüzyıl sonlarından 18. yüzyıla kadar devam eden bir

eğilim ortaya çıkmıştır. Bu eğilim sahipleri, İslam’a biraz da sempati içeren objektif

ve tarafsız bir gözle bakmaktaydılar. Bu durumu, o zamanın Avrupa’sına egemen

olmaya başlayan ve genel anlamda kiliseye karşı olan rasyonalizm akımının ortaya

çıkması da teşvik etmiştir.41

18. yüzyılda saldırgan tutum, nispeten hafifleyip zayıflamaya başlamıştır.

Fakat bu, dönemin düşünürlerinin İslam hakkında insaf ve hakperestliğinden değil,

hürriyetçi olanından dinsiz ve materyalist olanına kadar çeşitli inançtaki bu

düşünürlerin, Hristiyanlığa olan düşmanlığından kaynaklanmaktaydı. Bu düşmanlık,

İslam’ı daha titiz ve nezih bir şekilde araştırmaya, İslam’ı daha iyi anlamaya sevk

39 Sönmezsoy, a.g.e., s. 30.

40 Aydar, a.g.e, ss. 145-146.

41 Zakzuk, a.g.e., s. 21.15

etmiştir. Hatta bunlardan, resmî Katolikliği çürütmek için Müslümanlığı savunanlar

bile olmuştur.42

İslam’ı tanımak konusunda yapılan ilk ciddi bilimsel girişimler, Hollanda

Utrecht Üniversitesi’nde Doğu Dilleri Profesörü olan Hadrian Reland (v. 1718)

tarafından gerçekleştirilmiştir. 1705 yılında iki cilt halinde Latince olarak “edDiyânetü’l-Muhamediyye” isimli bir kitap yayımlamıştır. Eserin büyük bir rağbet

görmesi, yazar hakkında İslam’ın propagandasını yapıyor ithamıyla çeşitli şüphelerin

meydana gelmesine sebep olmuştur. Oysa onun tek amacı, İslam dinini doğru bir

şekilde anlamak, böylece eskisinden daha etkili bir metotla Hristiyanlığın İslam’la

mücadele etmesini sağlamaktır. Fakat Katolik Kilisesi bu kitabı, okunması ve

bulundurulması yasak olan kitaplar listesine almıştır. Buna rağmen kitap, İngilizce,

Fransızca, Almanca, Hollandaca ve İspanyolcaya çevrilmiştir.43

Modern Oryantalizmin başlangıcı, Fransız İnkılabı’ndan sonra, Cumhuriyetçi

hükümetin 29 Nisan 1795’te Paris’te “L'Ecole Superieur des Langues Orientales

Vivantes”in (Yaşayan Şark Dilleri Okulu) tesisi ile başlamıştır. Sylvestre de Sacy (v.

1838) bu okula ilk Arapça öğretmeni olarak seçilmiş, 1824’te ise bu okulun direktörü

olmuştur. Bu mektep, bütün Avrupa’ya ve doğuya diplomatik çevrelerde görev

alacak tercümanları ve bilim adamlarını yetiştirmiştir. 1830’da Fransızlar Cezayir’e

çıktıklarında, resmi bildiriyi Arapça’ya tercüme eden Sacy olmuştur. 1822’de kendisi

“Societe Asiatique (Asya Derneği)”in ilk başkanı olmuş ve doğu ilmi ile genel fayda

arasında akılcı bir yol bulmuştur. 1312 Viyana Konsili’nden beri Avrupa, ilk defa

Sacy’nin eserlerinde bir metodoloji prensibi ile bir bilimsel prensibin başbaşa

faaliyet gösterdiğine şahit olmuştur.44 Sacy, Modern Oryantalizmin babası kabul

edilmiş, 19. yüzyıl Avrupa’sının ileri gelen otoritelerini yetiştirmiştir. Fransız

üniversitesi ve akademisi, İspanya, Norveç, İsveç, Danimarka, ve özellikle Alman

okulları, onun aracılığı ile dünyaya gözlerini açan öğrencilerle dolmuştur.45

42 Abdülaziz Hatip, Kur’an ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar, Nesil Yay, İstanbul,

1997, s. 23.

43 Zakzuk, a.g.e., ss. 22-23.

44 Cerrahoğlu, a.g.m., s. 103.

45 Cerrahoğlu, a.g.m., s. 104.16

Almanca’nın egemen olduğu ülkelere gelince, buralardaki üniversiteler, o

zamana kadar hala Hristiyan din adamlarının kontrol ve tasallutu altında kalmaya

devam etmekteydi. Bu yüzden Almanya ve Avusturya’da laik müsteşriklik ilk defa,

başta Joseph Won Hammer Purgstall’ın (v. 1856) bulunduğu bir grup gönüllünün

eliyle ortaya çıkmıştır. Böylece müsteşriklik ilk defa 19. asırda bir ilim olarak

şekillenmeye başlamıştır.46

19. yüzyıl, dünya üzerinde egemenliğini kesinleştirmesine paralel olarak,

Avrupa’nın, bu yeni konumuna uygun bir şekilde yeniden şekillendiği bir yüzyıl

olmuştur. Yeni kurumların, antropoloji, sosyoloji vb. yeni bilim dallarının ortaya

çıkışı da bu yüzyılda olmuştur. Oryantalizmin akademik bir disiplin olarak

kurumsallaşması ve modern Batılı sosyal bilimlerden destek alarak gelişmesi bu

dönemde gerçekleşmiştir. Önceki yüzyıllarda Avrupa’da yaygın olan İslam ve Doğu

hakkındaki imaj, yeni geliştirilen söylemler, yöntemler ve bilim ışığında daha

akademik bir çerçevede üretilmeye başlanmıştır.47 Büyük oryantalizm cemiyetleri de

bu asrın ilk yarısından itibaren kurulmaya başlamıştır. Bu cemiyetlerden bazıları ise

şunlardır:

 1786’da Asiatic Society of Bengal ( Bangladeş Asya Cemiyeti)

 1822’de Paris’te Société Asiatique (Asya Cemiyeti)

 1823’te Londra’da Royal Asiatic Society ( Asya Kraliyet Cemiyeti)

 1845’te Deutshe Morgenlandische Gessellchaft ( Alman Şark Cemiyeti)48

Kısa zamanda bu cemiyetler, çeşitli dergi ve yayınlar çıkarmak için faaliyete

geçmişlerdir. Hammer, Avrupa’da ilk özel oryantalizm dergisini çıkaran kişi

olmuştur. Bu dergi “Yenâbiu’ş-Şark (Şark Kaynakları)” adıyla 1805’den 1818’e

kadar Viyana’da yayınlanmıştır. Paris’te 1895’te İslam Dergisi, 1906’da ise, daha

sonra Mecelletü’d-Dirasâti’l-İslamiyye adını alan Mecelletü’l-Alemi’l-İslamî,

46 Zakzuk, a.g.e., s. 29

47 Yücel Bulut, “Oryantalizmin Tarihsel Gelişimi Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Marife, sy. 3, s.

25.

48 Sönmezsoy, a.g.e., ss. 30-31.17

1912’de Petersburg’ta ömrü kısa süren Mir İslam dergileri yayın hayatına girmiştir.

1911’de de, Orta Doğu misyonerlerinin başkanı olan S. Zwemer (v. 1952)’in eliyle

el-Alemü’l-İslamî isimli dergi çıkarılmıştır.49

Yine 19. asırda, oryantalistlerin ilk milletlerarası kongreleri yapılmaya

başlanmıştır. Bu kongreler, farklı bölgelerde yaşayan müsteşriklere, aralarındaki

organizasyonu ve irtibatı kuvvetlendirmek, doğrudan doğruya birbirlerinin

çalışmalarından haberdar olmak ve faaliyetlerini birleştirmek suretiyle fikir ve enerji

israfına sebep olan mükerrer çalışmalardan sakınma fırsatını vermiştir. İlk

milletlerarası kongre ise 1873 yılında Paris’te yapılmıştır. O günden itibaren bu tür

kongreler, muntazam bir şekilde gerçekleştirilmeye devam etmiştir.50

Bu asrın sonunda, Arabiyât ve İslamiyât alimlerinin birçoğu, aynı zamanda

umumî manada Samiyât alimleri vasfıyla veya İbranî araştırmaları ya da Kitab-ı

Mukaddes incelemelerinde mütehassıs olmakla meşhur olmuşlardır. Nitekim Julius

Wellhausen (v. 1918), Ignaz Goldziher (v. 1921) ve Theodor Nöldeke (v. 1930)

bunlardandır.51 1980’li yıllardan itibaren İslam’ın medeniyet birikimini incelemeye

yönelik faaliyetlerden ziyade, doğrudan İslam toplumlarının siyasal ve sosyal

dinamiklerini incelemeye yönelik bir oryantalist çizgi başlamıştır.52

Oryantalizm, en parlak dönemini 19. asrın ikinci yarısı ile 20. asrın ilk

yarısında yaşamıştır. Bu dönem, çalışmalarıyla öne çıkmış bazı isimler yetişmiştir.

Halen onları takip eden pek çok oryantalist yetişmektedir.

Günümüzde de Amerika ve Avrupa üniversitelerinin birçoğunda, İslam

araştırmaları yapan akademik birimler bulunmaktadır. Müsteşriklerin 19. asrın ortası

ile 1960 arasında 60.000 kadar kitap yayınladıkları tespit edilmiştir. Büyük

ansiklopediler, sözlükler, fihrist ve indeksler hazırlamışlardır.53 Bu çalışmalar hala

birbiriyle sımsıkı sarılı, güçlü ve sistemli bir şekilde sürdürülmeye devam

ettirilmektedir. Çeşitli oryantalist dernekler ve kongreler halen faaliyetlerini

49 Sönmezsoy, a.g.e., s.31.

50 Zakzuk, a.g.e., s. 32.

51 Zakzuk, a.g.e., s. 30.

52 Davutoğlu, a.g.m, s. 43.

53 Yıldırım, a.g.e., s. 29.18

sürdürmekte, oryantalist çalışmalarıyla meşhur pek çok enstitü, Avrupa ve Amerikan

üniversitelerinde faaliyetlerine devam etmektedir.54 Kurmuş oldukları bu enstitü ve

derneklerde yaptıkları faaliyetlerin değerlendirilmesi, tahkik edilmesi, İslam aleyhine

yapılan çalışmalarla ilgili onların bakış açılarını düzeltmek ve ortaya attıkları

iddiaları cevaplamak ise bize düşen önemli bir görevdir.

Özetle söylemek gerekirse, Avrupa’nın pek çok ülkesinde farklı tarihlerde

başlayan ve farklı sebeplerle ortaya çıkan oryantalizm faaliyetleri, Orta Çağ din

algısından zamanla kurtularak, İslam dünyasındaki eserlerin tercüme edilmesiyle

birlikte bütün Avrupa ülkelerinde hız kazanmış ve akademik özelliğe bürünmüştür.

Bunun sonucunda kurumsallaşmalar başlamış, kitap ve dergi yayınları çoğalmıştır.

Batı dünyasındaki ilmî gelişimin yanı sıra bilimsel ve teknik gelişmeler, sömürge ve

emperyalist faaliyetler ve misyonerlik hareketleri de bu çalışmaların

yoğunlaşmasında etkili olmuştur.

54 Bulut, a.g.m., s. 34.BİRİNCİ BÖLÜM

ORYANTALİSTLERE GÖRE

KUR’AN VAHYİ20

A. Vahiy Doktrini

Yahudi ve Hristiyan oryantalistler vahiy müessesini kabul etmekle birlikte,

kendi kutsal kitaplarında, özellikle Yeni Ahit’te vahyin mahiyeti ve kaynağı

konusunda ittifak halinde olamamışlardır. Söz konusu Kur’an vahyi olduğunda ise,

kendi bakış açıları doğrultusunda Kur’an’ın ilahi vahiy mahsulü olduğunu neredeyse

tamamı reddetmektedir. Dolayısıyla bu çizgide Kur’an vahyinin izahını yapmaya

yönelmişlerdir. Çünkü onlara göre Müslümanların kutsal kitabı olan Kur’an, vahiy

mahsulü değildir. Buna dayanarak oryantalistler genellikle yapmış oldukları

çalışmalarda Kur’an vahyi meselesini temel almışlardır. Bu bakımdan onların

çalışmalarından vahiy doktrinine dair örnekler sunularak, muhtelif açıklamalar

yapılacaktır.

“Vahiy” kelimesi, Kur’an nazil olmadan önce Cahiliye devri edebiyatında

sıkça kullanılan bir kelimedir. Bu durum, “vahiy” kelimesinin hem Kur’an öncesi

döneme ait hem de Kur’an'ın indirilişi ile kazanmış olduğu semantik anlamlarını

tespit etmeyi kolaylaştırmaktadır.55 Vahiy, bir fikir veya emrin Allah tarafından bir

peygambere ilham olunmasıdır. Kelime kök bakımından Arapça’ya akraba olan Sami

dillerden Aramîce’de “acele etmek”, Habeşçe’de “etrafını dolaşmak, gitmek, teşhis

etmek” anlamlarına gelmektedir. Arapça’da ise süratle işaret etmek, bir işte sürat

göstermek, yazı yazmak, elçi göndermek, gizlice bir şey söylemek manasını

taşımaktadır.56

Vahiy olarak tercüme edilen “evhâ” fiili, Hz. Muhammed’in peygamberlik

tecrübesini ifade etmekte, Kur’an’ın birçok yerinde teknik bir terim olarak

kullanılmaktadır. Bununla birlikte, kelimenin teknik bir terim olmadan kullanıldığı

yerler de vardır. Nitekim Meryem Suresinin 11. ayetinde Zekeriya Peygamber’in

mabetten çıkarak “halkına, sabah akşam hamd etmeleri gerektiğini” vahyettiği ifade

edilmektedir. Buradaki vahiy kelimesinin anlamı, el veya başla işaret etmektir.

Cahiliye döneminde “vahiy” yazı anlamına gelmekte olup, ancak daha çok taş

üzerine yazılmış olan yazılar için kullanılmaktaydı. “Gözlerin vahyi, onların

55 Toshihiko Izutsu, Kur’an'da Allah ve İnsan, çvr. Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul,

ts., s. 195.

56 A. J., Wensinck, “Vahiy”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1986, XIII/142.21

konuşmasıdır” sözünde geçen vahiy kelimesi, onun bir başka dikkat çekici

kullanışını göstermektedir.57

Müfessirlerin çoğu, Kur’an’da geçen vahiy kelimesini teknik terim olarak

kabul etmekle birlikte Richard Bell (v. 1952), bu kelimenin Kur’an’da teknik terim

olarak kullanılmadığını düşünmekte ve onun “fikir vermek”, “ima etmek”

anlamlarına geldiğini söylemektedir.58 W. Montgomery Watt’a (v. 2006) göre ise

genel olarak “haberleşme (communication)” anlamında olup, “konuşma”

kelimesinde görülen ifade tamlığından mahrum bulunmaktadır.59

Toshihiko Izutsu (v. 1993), vahiy kelimesinin asıl semantik şartlarını üç

noktada toplamaktadır:

 Vahiy her şeyden önce haberleşmedir.

 Bu haberleşmenin sözlü olması zorunlu değildir. Kullanılan işaretlerin

dil işaretleri olması şart değildir.

 Bu haberleşmede daima bir sırlılık, gizlilik ve özellik vardır.60

Oryantalistlerin, İslamî terimlerin çoğunun kökenini araştırırken, İbranice,

Süryanice, Habeşçe gibi dillerle irtibat kurmaları, bir tür gelenek haline gelmiştir,

diyebiliriz. Bu durum, görüldüğü üzere vahiy kavramı için de geçerli olmuştur.

Elbette bunun nedeni, Kur’an’ın kaynağının Yahudilik veya Hristiyanlık olduğunu

ispat etme çabasıdır.

Köken ve anlam itibariyle vahiy kavramına ilişkin oryantalistlerin izahlarını

ele aldıktan sonra onların vahiy olayını nasıl algıladıklarına dair açıklamalarına

bakıldığı zaman, 20. yüzyılda yaşamış oryantalistlerden Macar müellif Ignaz

Goldziher’in, vahyi üstün özelliklere sahip insanlara isabet eden bir hastalık şeklinde

açıkladığı görülmektedir. Ona göre peygamberlerin ve havarilerin gayretleri bu

hastalıktan ibarettir.61 Ancak onun vahyi bir hastalıktan ibaret görmesi, mahiyet

57 Montgomery Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, çvr. Mehmet S. Aydın, Hülbe Yay., Ankara,

1982, s. 33.

58 Watt, a.g.e., s. 33.

59 Watt, a.g.e, s.34.

60 Izutsu, a.g.e., ss. 196-197.

61 Ignaz Goldziher, el-Akide ve’ş-Şeria fi’l-İslam, trc. Muhammed Yusuf Musa ve diğerleri, Daru’lKütübi’l-Hadise, Mısır, ts, s. 12.22

itibariyle anlaşılması zor olan bir vakıayı izahta çok basit kalmaktadır. Zira bu tür

hastalıklara maruz olan insanların hiçbiri peygamberlik iddiasında bulunmamışlardır.

Richard Bell ise vahyi bir fikrin muhataba çok hızlı bir şekilde ulaştırılması

olarak yorumlamaktadır. Bunu da yanıp sönen bir lambaya benzetir. Bell, Hz.

Peygamber’in uzun meditasyonlardan sonra ansızın meydana gelen bir aydınlanma

veya ilhamla karşı karşıya gelmekte olduğunu söylemektedir. Hatta Hz. Peygamber,

düşüncenin daha açık ve duru olduğu gece vakitlerini vahiy zamanı olarak

seçmektedir. Bell, bu yaklaşımla vahyi Hz. Peygamber'in kontrolü altında

varsaymaktadır.62

Bell’in, vahyi ilham olarak açıkladığı yaklaşıma benzer bir başka anlayış

Hristiyan teolog Paul Tillich’te (v. 1965) görülmektedir. Tillich, kendi dini bakış

açısıyla vahyi bir vecd hali olarak görmektedir. Ona göre, vahiy, “huşu içinde

hayret”i davet eden bir olayın meydana gelmesidir. Bu tecrübe, içerisinde aklın kendi

normal suje-obje yapısını aştığı bir hali olan vecd halidir. Vecd halindeki akıl, bir

halin subjektif yanı olup, burada bu hali davet eden bir olay vuku bulur. Bütün bu

halin meydana gelmesi, vahiydir. Vahyin bilgisi, varlığa ait sırrın vahyinin bilgisidir;

yoksa varlıkların mahiyeti ve onların birbirleriyle olan münasebeti hakkındaki bilgi

değildir.63

Vahyi “kolektif bilinçaltı” ya da “yaratıcı hayal” nazariyesiyle izah eden64

Montgomery Watt ise, vahiy teriminin yorumlanmasındaki güçlüğü, ayeti de referans

göstererek şu şekilde açıklamaktadır:

“Allah bir insanla (doğrudan doğruya) konuşmaz. Ancak vahiyle veya perde

arkasından konuşur yahut bir elçi göndererek izni ile dilediğini vahyeder… İşte sana

da böylece emrimizden bir ruh vahyettik.”65 Bu, vahyin çeşitli şekillerde olduğunu

göstermektedir. ‘Örtünün ardından’ ifadesi, muhtemelen vahiyle birlikte bir

görüntünün bulunmadığı anlamına gelmektedir. Bütün bu söylenenlere rağmen,

vahiy bir aracı kanalıyla geldiği zaman bir görüntünün olduğu, bunun ise bir melek

62 İsmail Albayrak, “Richard Bell, Kur’an Çalışmaları ve Kur’an Vahyi Hakkındaki Görüşleri”,

SAÜİFD, sy. 3, s. 277.

63 J. Heywood Thomas, “Paul Tillich”, çvr. Mehmet Dağ, AÜİFD, XXII/209.

64 Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 148.

65 Şûra 42/51.23

olduğu düşünülebilir. Fakat melek görüntüsü ile ilgili herhangi bir tasvir ve

açıklamanın yokluğu, bu şekilde düşünmeyi zorlaştırmaktadır. Hz. Muhammed bir

meleğin varlığını belki de dolaylı olarak fark etmekteydi. Kur’an’ın ifadelerine bağlı

kalındığı sürece, vahiy konusunda bu söylenenlerden daha fazlasını söylemek

mümkün görünmemektedir.”66

Bu söylemlerden de anlaşıldığı üzere, İslam’daki vahiy anlayışı ile

oryantalistlerin Kur’an’a ilişkin vahiy anlayışı birbirinden tamamen faklıdır. Zira

oryantalistlerin çoğuna göre Kur’an’ın ilahiliği söz konusu değildir. Kur’an Hz.

Muhammed (s.a)’in eseridir. Bunu da pek çok oryantalist eserinde açıkça dile

getirmiştir.

Nitekim İngiliz oryantalistlerden Sir William Muir’in (v. 1905) “Vahiyler

apaçık O’nun kendi esinlenmesi, telkinidir.” diyerek Kur’an-ı Kerim’in vahiy

olmadığını ve Hz. Muhammed (s.a.) tarafından yazıldığını kabul ettiği açıkça

anlaşılmaktadır.67 Bir diğer İngiliz oryantalist Margoliouth (v. 1940) de Kur’an-ı

Kerim’in Hz. Muhammed’in kendi eseri olduğu teorisini aynen kabul etmiştir. Zira

O, “Kur’an Muhammed’in kendi eseridir” fikrine tüm kitaplarında yer vermiştir. Hz.

Muhammed’in yirmi üç yıl konuşarak misyonunu anlattığını, gruplar halinde onun

dinine dönenler olduğunu, ikna olmayanlara ise kılıcını çektiğini ve yüzlerce

binlercesini kılıçla kazandığını ifade etmektedir.68

Alfred Guillaume (v. 1965) da “Islam” adlı eserinde bugün dünyadaki

milyonlarca insan tarafından sevilen ve sayılan Hz. Muhammed’in hafızasının ürünü

olan Kur’an söz konusu edildiğinde objektif olmanın fazla zor olmayacağını, fakat

O’nun hayatı hakkında yazmanın son derece zor olduğunu, bazı Batılı

araştırmacıların da bu konuda aceleci davrandıklarını69 söylerken, yine diğer

oryantalistler gibi Kur’an’ın Hz. Muhammed (s.a)’in eseri olduğunu dile

getirmektedir.

66 Watt, a.g.e., s. 34.

67 Esma Atay, “İlk Dönem İngiliz Oryantalistlerin Kur’an Çalışmaları W. Muir ve D. S. Margoliouth

Örneği”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara,

2006, s. 38.

68 Atay, a.g.e., s. 89.

69 Alfred Guillaume, Islam, Penguin Books, England, 1956, s. 20.24

Gibb, (v. 1971) ise Hz. Muhammed doktrininin kaynakları meselesinin,

Batıdaki Yahudi ve Hristiyan alimlerini geniş bir şekilde ilgilendirdiğini açık bir

şekilde ifade ederek şöyle söylemektedir: “İslam geçmiş dinlerin fikirleriyle bir

birlik teşkil etmekte idi… Unutmamak gerekir ki Kur’an, dini sezgi esasları üzerine

temellenmiş veya onunla uygun halde bulunan, umumî aklın felsefi bir tefsiri olan

ilahi bir eser değildir… Hakikattir ki, İslam’da muahhar bir teolojik sistemin

tekâmül edişi, çok eski alimler tarafından hazırlanmıştır.”70 Gibb’in Kur’an’da

herhangi ilahi bir vasıf bulunmadığını söylemesinden ziyade İslam’ın kaynağını

Kur’an olarak görmeyip, bu dini İslam alimlerine münhasır kılması dikkat çekicidir.

Ayrıca Guy Monnet 1978 senesinde Journal Asiatique mecmuasının 264.

cildinin 361-362. sayfalarında yaptığı bir kitap tanıtımında, John Burton’un şu

sözleri cesaretle söylediğini zikretmektedir: “Biz sadece Muhammed’i, Kur’an

metinlerini neşirden alıkoyan sebep üzerinde durduk. Bu anlayışa göre sonuç olarak,

Muhammed’in bu konudaki fonksiyonu inkar edilemez görünmektedir. Bugün

elimizde bulunan Kur’an metni, Muhammed’in telif ettiği Mushaftır.”71

Fakat şunu ifade etmek gerekir ki, Kur’an’ın Hz. Muhammed (s.a) tarafından

ortaya konulduğunu iddia etmek için, hiç tahsil görmemiş ümmi bir adamın böyle

yüksek bir kitabı ve hiç olmazsa ona benzer bir şeyi vücuda getirebildiğine bir başka

misal gösterebilmek gerekir. Halbuki Dünya tarihinde böyle bir misal bulmak

mümkün değildir.72 Müslümanlara göre Kur’an-ı Kerim’in ilahî vahiy olması,

dogmatik bir gerçektir. Bu bakımdan Kur’an ne Hz. Peygamber ne de bir başkasının

zihin ürünü olabilir.

Bütün bunların yanı sıra azınlık bir grup olsa da oryantalistlerin bazılarının

Kur’an’ın Allah tarafından gönderilmiş bir vahiy olduğunu ifade ettikleri

görülmektedir. Mesela İngiliz tarihçi Thomas Carlyle (v. 1881), Kur’an-ı Kerim

hakkında şu ifadeleri kullanmaktan kendini alamaz: “Bu kitap bütün yasa ve

uygulamaların temeli olmuştur. Düşünce ve davranışların rehberidir. Tanrı

tarafından verilen bir ilham, bir vahiydir. Ona bütün dünyanın uyması ve ona göre

70 Cerrahoğlu, a.g.m., s. 125.

71 Cerrahoğlu, a.g.m., s. 122.

72 İsmail Fennî Ertuğrul, Hakikat Nurları, Sebil Yay. İstanbul, 1994, s. 31.25

davranması gerekir.”73 Ancak birkaç paragraf sonra şunları ilave eder: “Şunu

belirtmek zorundayım ki, benim en zahmet çekerek okuduğum kitaplardan biri de

budur. Karışık, bıkkınlık verici bir düzensizlik, anlaşılması güç, bitmez tükenmez

tekrarlar, insanın soluğunu kesen uzunluklar, karmakarışık ifadeler; çekilmez bir

saçmalık!74 Dolayısıyla Kur’an’ı ilahi vahiy ürünü olarak görseler dahi bu durum,

onların bu Kitabı tamamen kabullendikleri anlamına gelmemektedir.

İngiliz muharriri Kennedy tarafından “Şark Din ve Felsefeleri” adıyla

yayınlanan kitabın 132. sayfasında bulunan şu ifadeler dikkat çekmektedir: “Bütün

Dünya üzerinde iki yüz milyon Müslüman’ın dini Kur’an üzerine müessestir. Bu bir

kitaptır ki, onun hakkında pek az yüksek tenkit icra edilebilir. Ondaki vahiyler

doğrudan doğruya Allah’tan Muhammed (s.a)’e gelmiştir. Bu vahiyler Muhammed

(s.a)’in yüzlerce muasırı tarafından tasdik ve uzun bir Arap ananesiyle teyit

olunmuştur. İhtimal ki Kur’an, Müslümanların onun en fazla okunan kitap olduğu

hakkındaki iddialarına salahiyet verir. Çünkü Mukaddes Kitap İngiltere gibi bir

memlekette ve Avrupa Kıtası’ndaki memleketlerde ahalinin hayatına ne kadar girmiş

ise Kur’an bundan daha ziyade olarak girmiştir. Bundan başka Kur’an’ın dikkate

değer bir adamın ruhanî inkişafına rehber olmak haysiyetiyle, bizim dikkatimizi

çekmeye daha çok hakkı vardır.75

Kısacası, oryantalistlerin çoğu, vahiy müessesesini kabul etmekle birlikte

Kur’an’ın ilahilik vasfının bulunduğunu kabul etmezler. Eserlerinde Kur’an vahyini

kendi kendine oluşturup, istediği zaman istediği değişikliği yapma tasarrufuna sahip

bir peygamber imajı ortaya koyarlar. Halbuki Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet’in

en önemli ortak özelliği, bu dinlerin Allah tarafından vahyedilmiş olmasıdır. Kur’an

ise en son vahyedilen kitaptır.

Vahiy, Allah’ın iradesinin peygamberler aracılığıyla bildirilmesidir.

Dolayısıyla kaynak unsur Allah, alıcı ise insanlardır. Vahyin tebliğ edilmesi için

peygamberler ancak bir aracıdır. Oryantalistlerin çoğunun ortaya koyduğu iddialarda

olduğu gibi Kur’an, Hz. Peygamber’in eseri değildir; bilakis Allah Teala tarafından

Hz. Peygamber’e verilmiş en büyük mucizedir.

73 Thomas Carlyle, Kahramanlar, çvr. Behzat Tanç, Beyaz Balina Yay., İstanbul, 2000, s. 86.

74 Carlyle, a.g.e., s. 86.

75 Ertuğrul, a.g.e., s. 451.26

B. İlk Vahiy

Oryantalistlerin detaylı olarak üzerinde durdukları mevzulardan biri de ilk

vahiy meselesidir. Dolayısıyla burada, Hz. Peygamber’e vahiy gelmeden önceki

inzivaya çekilme durumu, ilk vahyin gelişi ve ilk vahiy olan “ikra” kelimesiyle

alakalı yaptıkları izahlar ele alınacaktır.

1. Hz. Peygamber’in Tahannüsü

Hz. Peygamber (a.s)’in nübüvvetle görevlendirilmeden önce Hira

mağarasındaki tahannüsü tarihî bir gerçektir. Ancak oryantalistler bu konu üzerinde

durarak, kendi görmek istedikleri şekilde hadiseyi yorumlamışlardır.

Öncelikle Reinhart Dozy’nin (v. 1883) konuyla ilgili ortaya koymuş olduğu

efsanevî tarzdaki sahneyi mutlaka zikretmek istiyoruz. Kendisi bu olayı şöyle

anlatmıştır: “Mekke’den bir saat mesafede Hira Dağı’nın üzerinde belli olmayan bir

devirde ailesiyle beraber yaşıyordu. Ruhunun zaten altı aydan beri azgın azgın

kopan fırtınaları, köpürüp coşmaktan vazgeçmemişti. Çoğunlukla namaz kılar, oruç

tutardı. Bu keyfiyet ise bilindiği üzere keşfî visionairelerin yeteneklerini son derece

harekete geçirir ve uyarır.

Bu yerde hiç yeşillik görülmez. Görülen ancak yalçın kayalar, sarp inişler,

dehşetli uçurumlardır. Burada sesiyle kulağı sakinleştirecek akarsu yoktur. Burada

ayak hiçbir latif çimen üzerine basmaz. Burada göz, bâsıraya canlılık verebilecek

çiçekler hiç bulamaz ve yorgun seyyah altında dinlenmek için burada ağaç gölgesine

rast gelmez. Derelerde, dağların başlarında yuvarlanmış cisim taşlar ve kaya

kütleleri yatar. Güneşin pek keskin ışığını, bulundukları yöne bakan gözleri adeta

yakacak bir surette akseder ve üzerlerinde yürüyenlerin ayaklarında kabarcıklar

olacak derecede ısınırlar. Keşflere hakikaten çok müsaittir.”76

76 Reinhart Pieter Anne Dozy, Tarih-i İslamiyet, çvr. Abdullah Cevdet, Matba-i İçtihad, İstanbul,

1928, ss. 41-43.27

Dozy’nin bu ifadelerini aynen nakletmek istedik. Çünkü Dozy, Hira

mağarasının çevresinden öyle bir bahsetmiştir ki, böyle bir ortam en sonunda da

ifade ettiği gibi kişiye keşif ve ilham vermesine ve onun hayale kapılmasına yol açar.

Böylece Dozy, Hz. Muhammed (s.a)’in burada, gördüklerinin, ancak hayalden ibaret

olabileceğini ortaya koymak istemiştir.

Sir William Muir de Hz. Muhammed’in ilk vahiy tecrübesinden bahsederken

şunları söylemiştir:

“On beş yılını göze çarpan herhangi bir olay ya da onu diğer kişilerden

ayıran hiçbir şey olmadan, sessiz bir biçimde ailesinin yanında geçirmiştir. Kırk

yaşları civarında Hz. Muhammed’in ruhunda yeni bir hayat canlanmıştır. Şehre

birkaç kilometre uzaklıkta bulunan Hira Dağı’nda yalnız kalmaya ve derin

düşüncelere dalmaya başlamıştır. Kendinden geçiren hayallere düşmüş ve sonunda

kendini doğruluğa çağıran bir peygamber ve reformcu olarak adlandırmıştır.”77

Görüldüğü üzere Muir, Dozy gibi bu konuda detaylı izahlara gerek duymasa da söz

konusu iki oryantalistin ortak kabulü, Hz. Muhammed’in burada gördüklerinin hayal

ürünü olduğu şeklindedir.

Tor Andrae (v. 1947) ise Hz. Peygamber’in inzivasını, inzivaya çekildiği yer

ve zamanları şu şekilde aktarmıştır:

“Allah’ın, Hz. Muhammed’i elçisi yapmak isteyeceği zaman yaklaştıkça,

kutsal öge ve onun çağrışımları ilk kez Hz. Muhammed’in rüyalarında kendini belli

etmeye başladı. Şafak vakti kadar net rüyalar görüyordu. Gittikçe yalnızlığı çok

sevmeye başladı. Şehirden uzakta dağ vadilerinde ve patikalarında dolaşıyordu.

Taşlar ve ağaçlar bile onu “Esselamu aleyke ya Rasulallah” selamı ile

selamlıyorlardı. Sık sık sesin nereden geldiğine bakıyor, ama ona seslenenin kim

olduğunu keşfedemiyordu. Yılda bir kere bir aylığına ibadet için Hira mağarasına

çekiliyordu. Görünmezin çağrısı insanı yalnızlık ve sessizliğe iter. Peygamberler ve

zalim kâhinler bile geçici bir süreliğine ormanda ya da dağ tepelerinde kalmayı ve

77 Gülbahar Özan, “Sir William Muir’in Kur’an’a Bakışı”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler

Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2016, s. 10.28

orada ruhun çağrısını beklemeyi severler.”78 Andrae, bundan sonra Hira

mağarasında Hz. Peygamber’in yaptığı ibadetlerin daha çok Suriye Hristiyanlığının

çileli uygulamalarına benzediğini, Suriye dindarlığında manastırdaki hayatın ideal

sayıldığını, keşiş olmayan Hristiyanlar’ın bile zaman zaman inzivaya çekilmeyi

sevdiklerini söyler. Ayrıca çok tanrılı dinlerde de aynı ibadet şeklinin örneklerinin

olduğunu ifade ederek, Arbelalı Keşiş Habel’in, henüz bir putperest olduğu

zamanlarda bile bir mağarada oturup, dünyanın hiçliği ve değersizliği üzerine

düşünmesi örneğini verir.”79 Böylece Tor Andrae, Hz. Muhammed’in inzivaya

çekilmesini, Hristiyanlıktaki ve bazı çok tanrılı dinlerdeki uygulamalara

benzetmiştir.

Fransız oryantalist Maxime Rodinson da diğer oryantalistlerin izinden

giderek bu olayı şöyle ele almıştır: “Mekke’nin birkaç kilometre kuzeydoğusundaki

bir mağaraya kapanma alışkanlığının ne zaman başladığını bilmiyoruz. Hira,

Charles Huber’in ölümünden kısa bir süre önce betimlediği gibi, “tüm güzelliklerden

yoksun”, “kirli açık sarıdan kirli açık kahverengiye ve çamurlu bir griye” düşen

“sıkıcı ve tekdüze renklerden” oluşan sarp ve kayalık bir yükseltiydi. Burada aklını

derin düşüncelere yöneltmekten başka kesinlikle yapacak hiçbir şey yoktu.” Bu

ifadelerden sonra Rodinson, bu alışkanlığın ilham kaynağının, Yahudi ve Hristiyan

çileciler olabileceğini, birkaç Hanif’in de onları örnek alarak kendilerini gece

tefekkürlerine vermiş olabileceğini iddia eder.80 Ancak böyle bir iddiayı ortaya

atarken herhangi bir dayanağı olmadan muhtemel ifadeler kullanmaktadır. Ayrıca

böyle bir alışkanlığın Yahudi ve Hristiyanlar’da var olduğunu ve Hz. Muhammed’in

onlardan ilham aldığını iddia ederken, Hz. Peygamber’in bu dinlerin etkisinde

kaldığını göstermeyi amaçlamıştır.

Devamında da Rodinson, Hz. Muhammed’in bu mağarada ne istediğini, ne

aradığını, ne yaptığını kendi kendine sorguluyor ve bu konuda sağlam bilgi veren

hiçbir güvenilir kaynağın bulunmadığını ve muhtemelen Allah ve emirleri hakkında

söylenenlerden altüst olup, tanrısal alem konusundaki gerçeği aradığını ifade

78 Bekir Armağan, “Tor Andrae’nin Eserlerinde Hz. Muhammed”, Ankara Üniversitesi Sosyal

Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2012, s. 55.

79 Armağan, a.g.e., s. 55.

80 Maxime Rodinson, Muhammed, çvr. Atilla Tokatlı, Doruk Yay., İstanbul, 2008, s. 97.29

ediyor.81 Ancak Rodinson’un bu konuda güvenilir bilgi olmadığı şeklindeki ifadesi,

Müslüman kaynaklara büyük bir haksızlıktır.

Verdiğimiz örneklerden de anlaşıldığı üzere oryantalistler genellikle, Hz.

Peygamber (s.a)’in vahiy almadan önce bu şekilde inzivaya çekilmesini, keşişlerin ve

Hristiyanların uygulamalarıyla kıyaslayarak, bunu onlardan öğrenmiş izlemini

vermektedirler. Ayrıca Hira mağarası için yapmış oldukları betimlemeyle, oranın

hayal kurmaya ve keşfe uygun bir mekan olduğunu ortaya koymaya çalışırlar. Ancak

bu ifadeler, asılsız olmaktan öteye geçemezler.

2. İlk Vahyin Gelişi

Oryantalistlerin eserlerinde, ilk vahyin gelişi ile ilgili klasik anlatım

genellikle yer almakla birlikte konuyu uzatmamak için burada yer verilmeyecektir.

Burada önemli olan, bu vakıayı onların nasıl algıladığıdır. Bu nedenle onların bu tür

açıklamalarına daha çok yer verilecektir.

İlk vahiy süreci, İngiliz oryantalist William Muir’e göre şöyledir:

Arap dünyasında İslamiyet’ten önce dinî, sosyal ve politik anlamdaki sıkıntı

ve zorluklar yaşanmaktaydı. Ona göre Muhammed (s.a) bu problemleri, savaş ve

yağmacılığı da içeren çeşitli taktiklerle halletmiştir. Hatta kendisi, VI. ve VII.

yüzyıllarda Arap Yarımadası’nda yaşayan Hristiyanlık ve Yahudiliğin bu sorunlarla

başa çıkamadığını kabul eder. Fakat Muir, Hz. Muhammed’i bunun için övgüye layık

bulmaz. Çünkü Muir’e göre Hz. Peygamber, düşüncelerinin çoğunu zaten

Hristiyanlık ve Yahudilik’ten almıştır. Ona göre Hz. Muhammed, sara nöbetleri

geçirir gibi düşlere, hayallere dalıp, sonunda doğruluğa davet edici olduğuna kendini

inandırmış ve emir getiren bir meleği gördüğünü zannetmiştir.82

81 Rodinson, a.g.e., s. 98.

82 Atay, a.g.e., s. 40.30

Tor Andrae ise Hz. Peygamber’i Kur’an’ın müellifi olarak görmesi sebebiyle

O’nun Kur’an’da iki yerde ilk vahye gönderme yaptığını ve bunu bazılarının

iddialarıyla mücadele için icra ettiğini ifade etmektedir:

“Bir cin ya da ruh tarafından ele geçirildiği iddialarıyla mücadele etmek

için, Hz. Muhammed kulağına ya da kalbine Allah’ın sözlerini konuşan bir varlığı

kendisinin bizzat gördüğünü ifade eden bir görünmeye iki farklı yerde gönderme

yapar. Bu görüntüyü Necm suresinde şöyle tasvir eder: “Battığı zaman yıldıza

andolsun ki, arkadaşınız sapmadı ve batıla inanmadı; o, arzusuna göre de konuşmaz.

O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir. Onu güçlü kuvvetli ve üstün

yaratılışlı biri öğretti. Sonra en yüksek ufukta iken asıl şekliyle doğruldu. Sonra

yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki iki yay arası kadar, hatta daha da yakın

oldu. Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi.”83 Aynı görüntünün kısa bir

tasviri Tekvir Suresi’nde de vardır: “O, şüphesiz değerli, güçlü ve Arş’ın Sahibi’nin

katından itibarlı bir elçinin getirdiği sözdür. O orada sayılan, güvenilen (bir elçi)dir.

Arkadaşınız da mecnun değildir. Andolsun ki, onu apaçık ufukta görmüştür.”84 Hz.

Muhammed için kesin olan çağrı görüntüsü, böylece açık havada gördüğü bir

görüntüydü. Görkemi ve ihtişamı, kendisine konuşan şeyin cin taifesinden

olmadığına kanaat getirten, içini titreten bir korkuyla dolduran bir varlık gördü.

Semavi elçi aşağıya uçtu ve çok yaklaşınca geleceğin peygamberine içeriği tabi ki

saygıyla gizli tutulan, fakat muhtemelen Allah’ın elçisi ve peygamberi olması

yönünde bir emri teşkil eden bir mesaj verdi.”85

Andrae’nin ardından Brockelmann (v. 1956) ise Hz. Muhammed (s.a)’in ilk

vahiy tecrübesini hads nazariyesiyle açıklamakta ve diğer oryantalistler de olduğu

gibi gördüklerinin hayalden ibaret olduğunu şu sözlerle açıkça ifade etmektedir: “İlk

defa Hira dağındaki şahsına has bir hads, şüphesini giderdi. Orada bir gün,

kendisinin sonradan melek Cebrail kabul ettiği bir hayal göründü. İçindeki,

kendisinin Tanrı’nın elçisi olduğuna dair beliren sesi, buna dayandırdı. İlk defa

ailesi onun peygamberliğine inandı ve kendini ilahî sesin çağırdığı nöbetler daha sık

83 Necm 53/1-10.

84 Tekvir 81/19-23.

85 Armağan, a.g.e., s. 63.31

tekerrür edince, son şüpheleri de silindi. Bu hallerde işittiğine inandığı şeyler,

kaybolur kaybolmaz, vahiy olarak bildirmeyi adet edindi.”86

Rodinson da Hz. Peygamber’in ilk vahiy tecrübesini şu sözlerle anlatır:

“Muhammed düşünceye dalıyor ve kendisini aydınlatması için Allah’a yalvarıyordu

ve sonra bir gün bir şey oldu. Bu konuda elimizde bulunan en güvenilir kaynak,

bizzat Muhammed’in sevgilisi Aişe’ye anlattıklarını aktaran söylentidir. Bu

söylentiye göre Aişe şunları söyler: “Allah’ın Elçisi için buyruğun başlangıcı gerçek

keşif şeklinde oldu ve günün birden gelişi (felak es-sabh) gibi geldi.” Bu Arapça

tamlama, şafağın birden sökmesini belirtir. Güneşin yükselişiyle birlikte şafağın veya

akşamın alacakaranlığının olmadığı bu topraklarda karanlığın birdenbire

parçalanması Varlık’ın görüntüsü, belki de birinin varlığının olduğu hissi tıpkı böyle

geldi.” Bütün bunların ardından Rodinson şöyle bir soru sorar: “Yoksa o hayal ürünü

bir görüntü müydü?” 87 Muir ve Brockelmann’ın ifade ettiği gibi Hz. Muhammed’in

gördüklerinin hayal ürünü olduğunu açıkça ifade etmeyen Rodinson, bu konuda

ancak şüphe uyandırmak istemiştir.

Montgomery Watt ise Hz. Muhammed’in dönemin Mekke’sinin sorunları

karşısında duyduğu endişelerin onu inzivaya çekilmeye yönlendirdiğini, çevredeki

çorak, kayalık tepelerden birine, yalnız kalmak, dua etmek ve düşünmek için birkaç

geceliğine, zaman zaman gittiğini belirttikten sonra şöyle devam eder: “Bu ıssız gece

ibadetleri esnasında tuhaf deneyimlere sahip olmaya başladı. Her şeyden önce canlı

rüyalar ve uyanık halde bazı rüyalar görüyordu. Bunlardan özellikle ikisi özel bir

önem arz ettiği için diğerlerinden ayrılıyordu. İlk önce ona gökyüzünde, ufka yakın,

çok parlak bir varlık, çok yakın bir şekilde dimdik duruyor göründü. Ardından bu

muazzam ve kudretli varlık, onunla arasında iki ok atımı veya daha az bir mesafe

kalıncaya kadar aşağıya doğru hareket etti ve ona bir vahiy, yani Kur’an’dan bir

parça iletti. İkinci defasında da aynı parlak varlık bulunuyordu fakat bu sefer varlık,

bir bahçenin yakınındaki bir ağacın yanındaydı ve ağacı tuhaf ve olağanüstü bir

86 Carl Brockelmann, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, çvr. Neşet Çağatay, AÜİF Yay., Ankara,

1964, I/14.

87 Rodinson, a.g.e.,, s. 98.32

biçimde kaplamıştı.”88 Görüldüğü üzere Watt, diğerlerinden farklı olarak Hz.

Peygamber’in ilk vahiy tecrübesini, rüya olarak nitelendirmektedir.

Watt’a göre Hz. Muhammed, ilk önce bu parlak varlığın Allah’ın kendisi

olduğunu düşünmüştür. Daha sonra bu varlığın melek Cebrail olduğunu teşhis

etmiştir. Bu yorum değişikliğinin sebebini ise Watt, Hz. Muhammed’in Allah’ın

görülemeyeceğine dair Yahudi öğretisinden haberdar olması ihtimaliyle açıklamıştır.

Ancak bu olaylarla ilgili yorumun kesin olarak nasıl olduğunun önemli olmadığı

kanaatindedir. Çünkü ona göre burada önemli olan, bunların, Hz. Muhammed’in

kendisine Allah tarafından özel bir görev verildiğine dair inancına sağlamış olduğu

destektir.89

Hz. Muhammed’in gördüğü şeylerden dolayı korkmasını ve örtünün altına

saklanmasını Watt, Eski Ahit’te de örnekleri olan, ilahî olana karşı hissedilen

tehlikeli bir şeye karşı duyulan türden kadim semitik korku olarak açıklar. Bununla

beraber örtüyü, vahyin gelmesini sağlamak maksadıyla üzerine almış olabileceğine

de ihtimal verir. Ona göre bu korku, devrin Arap fikirlerine göre ruhlar veya cinler

tarafından ele geçirilme korkusu olabilir. Bu düşüncesine, Mekkeli birçok kişinin,

O’na vahiy gelmesini bu şekilde açıkladığını delil gösterir. Hz. Muhammed’in de

zaman zaman bu insanların haklı olup olmadığı konusunda şüpheye düştüğünü de

söyler.90

Watt’a göre Hz. Muhammed’in görüp yaşadıklarının otantik bir anlatımı

olmalıdır. Geriye dönüp baktığı zaman, ona görünüşü de böyledir. Hz.

Muhammed’in yaşadığı şeyler, O’nun Allah’ın elçisi olduğu şeklinde bir düşünceye

inanması için en önemli kanıttır. Bu olayların, Hz. Muhammed’in Allah’tan vahiy

aldığı şeklindeki iddiasının bir vehim ya da uydurma olmadığını ve nesnel geçerliliğe

sahip olduğunu teyit etmek için Kur’an’da yer aldığından bahseder. Ayrıca Watt,

işler yolunda gitmediği zaman ve gelecek hakkında Hz. Muhammed karamsarlığa

düştüğünde, O’nun, yaşadığı bu olayları hatırlayıp, ilahî görevine olan inancını

88 Montgomery Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, çvr. Erdem Türközü, İletişim

Yay., İstanbul, 2015, ss. 23-24.

89 Watt, a.g.e., ss. 24-25.

90 Watt, a.g.e, ss. 31-32.33

tazelediğini söyler.91 Ancak Watt, bu olayın her ne kadar Kur’an’da yer aldığından

bahsetse de, onun Kur’an’ı Hz. Muhammed’in eseri olarak kabul ettiğini unutmamak

gerekir. Bu durumda ona göre Hz. Peygamber, vahyin gelişine dair anlattığı

hususlarda kendini desteklemek için eserinde de bu olaya yer vermiştir.

Bütün bu ifadelere rağmen şunu söylemek gerekir ki, vahiy gelmeden hemen

önce bile Rasûlullah’ın düşüncesinde peygamber olacağına dair herhangi bir düşünce

yoktu. Peygamberliğe talip olmak ve onu beklemek bir yana, onun ne olduğunu bile

bilmiyordu. Vahyin nüzulü ve melekle karşılaşması, bir kişinin hiç beklemediği

halde büyük bir olayla karşılaşması ve onun etkisi altında kalması gibi bir şeydi. Bu

nedenle O, İslam’a davete başladığında Mekkeli müşrikler her türlü itirazı

yönelttikleri halde, hiç kimse “Biz böyle şeyi Muhammed’den bekliyorduk; çünkü O

bunun planlarını yapıyordu.” diyememiştir.92

Her ne kadar oryantalistler, Hz. Peygamber’in ilk vahiy hadisesine eserlerinde

yer verseler de bu durum, onların böyle bir vakıayı kabul ettiği anlamına

gelmemektedir. Nitekim onlar bu olayı, Hz. Peygamber’in hayali, keşfi veya

peygamberlikle görevlendirildiği şeklinde kapıldığı bir zan olarak açıklamaktadırlar.

Ancak bu söylemleri, herhangi bir delil sunmaksızın ortaya atılmış iddia ve iftiradan

başka bir şey değildir.

Fransız bir Müslüman olan Paris Tıp Akademisi üyelerinden tanınmış Dr.

Maurice Bucaille (v. 1998), Batı’nın bu saplantısını ve bunun doğurduğu bakış

açısını şöyle dile getirmektedir:

“Nice kuşaklara asırlardır onların (Batılıların), insanlığın dinî meseleleri

hakkında ne şekilde bilgi verildiğini, onların İslam dini ile alakalı her şeyde ne kadar

cahil bırakıldıklarını bilmekteyiz. İslam dini için ‘Muhammedî din’ veya

‘Muhammedîler’ diye verilen isimlerin –hem de günümüze kadar- kullanılışına özen

gösterilmedi mi? Gaye, bu İslamî inançların bir insanın eseriyle yayıldığını,

dolayısıyla bu inançlarla Allah’ın (Hristiyanların anladıkları manada) hiçbir ilgisi

91 Watt, a.g.e, s. 24.

92 Ebu’l A’la Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, trc. Yusuf Karaca ve diğerleri, İnsan Yay., İstanbul,

VII/176-177.34

olamayacağı şeklindeki yanlış bir kanıyı zihinlerde devam ettirmek olmuştur. Çağdaş

bilginlerimizin çoğunu, İslam’ın felsefî, toplumsal ve siyasal yönü ilgilendiriyor.

İslam’ın asıl önemli tarafı olan Kitabı, gerekli şekilde düşünülmüyor. Hz.

Muhammed (a.s), kendinden önceki peygamberlerin getirdikleri kitaplardan

yararlanmıştır görüşü, bir hakikatmiş gibi ileri sürülüp, böylece asıl Kur’an’ın vahiy

mahsulü olduğu bir kenara itiliyor.”93 Bucaille’in de ifade ettiği üzere oryantalistler,

asırlardır “Kur’an, Hz. Muhammed’in eseridir” söylemini devam ettirmişlerdir.

Ancak onların bu ithamı, Kur’an’ın, Allah tarafından vahyedilen son ilahî kitap

olduğu gerçeğini asla değiştiremez.

3. “İkra’” ve “Kur’an” Lafızları

Oryantalistlerin, vahye isim olan Kur’an ve ilk vahiy olan Alak Suresi’nin ilk

ayetinde geçen ikra’ kelimeleriyle ilgili muhtelif iddiaları bulunmaktadır. Bu

iddiaların temelinde ise söz konusu iki lafzın köken itibariyle Yahudilik ya da

Hristiyanlık’tan geçtiğini kanıtlamak vardır.

Mesela Hollandalı şarkiyatçı Dozy, Kur’an kelimesinin, Yahudilerden

alındığını iddia eden oryantalistlerdendir ve ona göre Yahudiler “kara’e” fiilini,

Kitab-ı Mukaddes’i mütalaa etmek için kullanırlar.94

Hartwing Hirschfeld (v. 1934) de ikra’ (oku) diye başlayan ayetlerin

Mukaddes Kitab’ın (Tevrat’ın) yardımı olmaksızın, bunun ihtiyarî tefekkürün sonucu

olmasını büsbütün ihtimal dışı görmektedir. Ona göre bu ifade, Mukaddes Kitap’taki

ibarenin harfiyen tercümesinden başka bir şey değildir. Hirschfeld, bu ibareyi

Yahudiler’in “Wayy iqrâ b’shém a donary” ve Âsurî Hristiyanlar’ın “Waqrâ bash’

méh d’mârya” diye okuduklarını, bunu Muhammed (s.a)’e Yahudiler’in yahut Âsurî

Hristiyanlar’ın tedarik etmiş olmasında herhangi bir fark olmadığını söyler.95

93 Maurice Bucaille, Müspet İlim Yönünden Tevrat, İnciller ve Kuran, çvr. Mehmet Ali Sönmez, DİB

Yay., Ankara, 1991, s. 9.

94 Dozy, a.g.e, s. 148.

95 Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 63.35

Kur’an ve ikra’ kelimelerinin, özellikle Süryani Hristiyanlığından geçtiğini

kanıtlamak amacıyla oryantalistlerin bazıları, söz konusu iki lafzın “qeryana”dan

geldiğini iddia etmektedirler. Nitekim bunlardan biri olan Andrae, Süryani

Hristiyanlığından Hz. Muhammed’in bu kelimeyi aldığını ve kendi ilhamına başlık

olarak kullandığını söyler. Aynı şekilde tümünü olduğu gibi, her bir ayrı vahyi de

Kur’an olarak nitelendirdiğini, böylelikle her dinî ibadette okunan vahyin parçasını

adlandırmış olduğunu iddia eder.96 Bu tür ifadelerden anlaşıldığı üzere Andrae’ye

göre Kur’an’ı Hz. Muhammed (s.a) yazmış ve vahyine Kur’an adını,

Hristiyanlar’dan etkilenerek koymuştur.

R. Bell’e göre kara’e ve Kur’an kelimeleri Andrae’nin de ifade ettiği gibi

Hristiyanlığın Arabistan’a soktuğu dinî literatüre aittir. Kara’e okumak ya da kutsal

metinleri huşu ile ezbere okumak anlamına gelmekte olup, Kur’an da kutsal kitap

dersi veya okumak anlamında kullanılan Süryanice qeryanadan gelmektedir. Ona

göre kelime daha sonraları “oku” anlamına gelmişse de, Alak Suresi’nde belki de

“ezberinden oku” yani “olağanüstü bir şekilde bildirilen, hafızanda tuttuğun şeyden

oku” anlamına gelmiştir.97 Bell, kara’e ve Kur’an kelimelerinin Hristiyanlar’ın

kelime hazinesine ait olduğunun üzerinde durmaktadır. Çünkü Süryani kilisesi, ilahi

kitabı okuma ya da mütalaa etmeyi qeryana kelimesiyle açıklamaktadır. Böylece

Bell, bu kelimelerin sadece kelime olarak değil, semantik örgüsünün de

Süryanice’den geldiğini belirtmektedir. Bu anlayışa göre Hz. Peygamber (s.a)

Hristiyanlar’ın dinî metinleri nasıl okuduğunu görmüş, sonra da kendisi namaz

ibadetiyle Kur’an-ı Kerim’i okumayı ortaya çıkarmıştır.98

Watt ise bu konuyu ele alırken şöyle bir soru ile başlar: “Hz. Muhammed

kime ve neden okuyacaktı?” Hadislerde açıkça tartışılan bu sorunun en doğal yorum

şeklinin ibadetin bir parçası olarak gelen şeyi okuması olduğunu ifade eder. Ona göre

bu anlam, Süryanice’deki kullanışa ve Müslümanların hala namazlarında veya

96 Armağan, a.g.e., s. 75.

97 Richard Bell, The Origin of Islam in Its Christian Environments, Macmillan & Company Ltd,

London, 1926, s. 90.

98 Bell, a.g.e., s. 91; İsmail Albayrak, “Kur’an-ı Kerim Ayetlerinin Tertibi Hakkındaki Oryantalist

Söyleme Genel Bir Bakış”, Marife, sy. 3, s. 160.36

ibadette sure ya da surelerin okuyuşuna kıraat demeleri gerçeğine uygundur.99 Watt,

“oku” şeklinde çevrilen ikra’ sözcüğünün “Kur’an” ile aynı kökten geldiğini ve

Kur’an’ın “ezbere okuma” (zikr) olarak çevrilebileceğini söyler. Ancak bu sözcüğün

Süryanice kelime kiryanadan (qeryana) geldiğinin açık olduğu ve Hristiyanlar’ın

toplu ibadetlerinde Kutsal Kitap’tan metinler okumalarına veya ezbere terennüm

etmelerine atıfta bulunulduğundan bahseder. Bu durumda “oku” emri, ibadetlerin

Süryanice konuşan Hristiyanlarınkine benzer şekilde oluşturulacağını ima eder.

Çünkü Müslümanlar Kitab-ı Mukaddes’ten ders yapmak yerine bu ayetleri

okuyacaklardır. Daha sonra gelen vahiyler de zikredilmiş yani ezberden okunmuş ve

“Kur’an” sözcüğü hem birbirinden bağımsız ayetleri hem de bunların toplamını

belirtir hale gelmiştir. Ona göre genel olarak ilk önce inzal edildiği kabul edilen

ayetler kesinlikle mantıksal bir önceliğe sahiptir.100 Dolayısıyla bu konuda Watt’ın

da diğer oryantalistlerin söylemlerini aynen devam ettirmiş olduğu görülmektedir.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi oryantalistlerin İslamî kavramların

Yahudilik veya Hristiyanlık’tan alındığını kanıtlamaya yönelik eğilimleri

bulunmaktadır. Burada şunu söylemek gerekir ki, başka bir dilden veya dillerden

etkilenmemiş bir dilin varlığından söz edilemez. Birbiriyle ilişki içerisinde olan

milletlerin dillerinin birbirinden etkilenmeleri olağan bir vakıadır. Üstelik söz konusu

Sami iki kardeş dilin birbiriyle benzerlik göstermesi de tabiidir. Ortak kökene sahip

olan iki dilde benzerliklerin bulunması, onların birbirlerine kaynak teşkil ettiği

anlamına gelmez. Ancak oryantalistlerin böyle bir çaba içerisine girmesinde art niyet

aramamak mümkün gözükmemektedir. Çünkü onların gayeleri, bu dinin Yahudilik

veya Hristiyanlığın etkisi sonucu ortaya çıktığını göstermektir.

Bu açıklamanın ardından oryantalistlerden Dozy ve Watt’ın, ikra’ lafzını nasıl

anladıklarını inceleyeceğiz.

Dozy Alak Suresinin ilk kelimesi olan ikra’ lafzının tefsiriyle ilgili şu

ifadeleri kullanmıştır:

99 Montgomery Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, AÜİF Yay., çvr. M. Rami Ayas ve Azmi Yüksel,

Ankara, 1986, s. 54.

100 Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, ss. 30-31.37

“Bu kelimenin anlamıyla ilgili pek çok tartışma vardır. Müslümanların

birçoğu “Oku!” manasıyla alır. Bu keyfiyet ise Ruhu’l Mukaddes elinde ipekten

mamul ve Muhammed’in okuması lazım gelen kelimelerle mestur bir perde

tutuyordu, demeye onları mecbur eder. Bu iddianın ise hiçbir müspet delili yoktur.

Bir Alman alim ise bunun Yahudi ve Hristiyanların Kitab-ı Mukaddeslerini oku

anlamında olduğu fikrindedir… Başka bir tefsir var ki daha kuvvetli ve akl-ı selim

üzerine tesis edilmiş olduğundan “oku” kelimesini “vaaz et, nasihat et” manasıyla

tercüme eder. Bu tarz tefsir ve telkini kabul etmemiz lazım geldiği inancındayız.

“Ben okuma bilmem” cevabını da “Ben vaiz değilim” olarak anlamak gerekir.”101

Dozy’nin bir müfessir edasıyla ayeti açıklama gayreti hayret vericidir. Ancak burada

dikkat çeken bir başka husus vardır ki, o da, ayeti İslam kaynaklarından ziyade diğer

oryantalistlerin görüşlerine dayandırarak izah etmeye yönelmesidir.

Watt ise Müslüman bilginlerin kabul ettiği gibi bunun, Kur’an’ın vahyedilen

ilk ayetleri olduğu şeklindeki görüşü kabul eder. Ona göre, Kur’an’ın asıl çağrısının

genel akışı göz önünde tutulursa, ilk gelmesi beklenen şey, ancak ibadet için bir emir

olmalıdır. “Oku” kelimesinin de yalnız Hz. Muhammed’e yöneltildiğini ve bunun

onu takip edenleri de kendisini taklit etmeleri için hiçbir güçlük olmasa da, o ayet ilk

vahyedildiğinde, kendisini takip edecek kimselerin olacağı düşüncesinin aklına

gelmediğini düşünmüş olabileceğini iddia eder.102 Yani ona göre bu, başkalarına

vaaz etmeye başlamasından önceki bir safhaya pekala ait olabilir. Bu konuda bir

başka iddiası da, Hz. Muhammed’in Kur’an’ın bir parçası olarak görmediği başka

tebliğleri de daha önce almış olduğu şeklinde bir ihtimalin olmasıdır.103

İlk olarak nazil olan Alak Suresi’nin değerli ayetleri, Allah’ın kullarına

lütfettiği ilk rahmet ve onlara ihsan ettiği ilk nimeti ifade etmektedir. Bu ayetlerde

Allah Teala’nın, insana bilmediği şeyleri öğrettiğine, böylece ilme nail olduğuna

işaret edilmektedir. İlim ise bazen zihinlerde, bazen dilde, bazen de yazı da olur. Bu

bakımdan ilim zihnî bilgi, lafzî bilgi ve resmî bilgi olarak ayrılır. Bu sebeple Allah

101 Dozy, a.g.e., ss. 43-44.

102 Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, s. 54.

103 Watt, a.g.e., s. 55.38

Teala “Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir.” buyurmuştur.104 Bu emir, ilk

inmesinde hem yaratıcı bir mahiyette Hz. Peygamber’i okumaz iken okur yapmış,

hem öğretici bir şekilde nazmı ile okunanı belirtmeye başlamış, hem de manası ile ilk

vazifenin Allah’ı tanımak ve O’nun ismiyle okumaya başlamak olduğunu yükümlü

tutmak şeklinde anlatmıştır.105

Kur’an’ın doksan altıncı suresi olan Alak Suresi, vahiy bilgisinin insanı

olgunlaştırmadaki önemini belirtmektedir. Buna göre Yaratan’ı tanımak, ilmin ve

dinin temelini teşkil eder. İlk emrin ikra’ (oku) ile başlaması ve bu emrin ilk beş ayet

içerisinde iki defa tekrar etmesi, okumanın insan hayatında ne kadar önemli

olduğunu göstermektedir. Buradaki birinci emrin Yaratan’ı, ikinci emrin ise kalem

karinesiyle yaratılanları tanımaya işaret ettiği de ifade edilmektedir.106 Ayrıca ikra’

lafzının Kur’an okuma (kıraat) anlamında kullanıldığını düşünen alimler de vardır.

Bu durumda bu ilk ayeti “Rabb’inin adıyla yardım umarak, Kur’an oku!” şeklinde

anlamaktadırlar.107 Bazıları da ilk ayetteki ikra’ emrini “Önce kendin için oku!”;

ikinci ikra’ emrini ise “Tebliğ için oku!” şeklinde açıklamışlardır.108

Allah Teala bu surede, insana bilmediğini öğreterek ona büyük bir ihsanda

bulunduğunu, onu diğer varlıklara üstün kıldığını ve kendisine daha fazla değer

verdiğini zikretmektedir.109 Buna göre bu ilk inen vahiy, Watt’ın iddia ettiği gibi

sadece Hz. Peygamber’e değil, O’nun şahsında bütün Müslümanlara hitap

etmektedir.

Ayrıca Mevdudi’nin belirttiğine göre melek vahyi yazılı olarak getirmiştir ve

Rasûlullah’ın bunu okumasını istemiştir. Çünkü eğer meleğin maksadı, kendi

söylediğini Rasûlullah’ın sadece tekrar etmesi olsaydı, Rasûlullah “Ben okuma

104 Ebu’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, thk. Muhammed Hüseyin Şemsüddin, Daru’lKütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, VIII/421.

105 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Feza Yay., İstanbul, ts., XI/322-323.

106 Emin Işık, “Alak Suresi”, DİA, İstanbul, 1989, II/334.

107 Fahreddin er-Razî, Mefâtîhu’l-Ğayb, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabî, Beyrut, 2000, XXXII/215.

108

er-Razî, a.g.e., XXXII/216.

109 İbn Kayyim el-Cevzî, Bedâiu’t-Tefsir, thk. Salih Ahmed Şamî ve Seyid Muhammed, Daru İbn

Cevzî, Suudi Arabistan, 2007, III/341-342.39

bilmem” demezdi.110 Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi Dozy, bu konuda hiçbir

müspet delil olmadığı gerekçesiyle bu görüşü kabul etmemiştir.

C. Hz. Peygamber’in Vahiy Tecrübesi

Hz. Peygamber’e ilk vahyin nazil olmasına ilişkin oryantalistlerin bakış

açılarına yer verdikten sonra bu başlık altında da genel olarak O’nun vahiy

tecrübesini nasıl değerlendirdikleri ele alınacaktır.

Nitekim Reinhart Dozy, Hz. Muhammed (s.a)’in peygamberliği hakkında şu

ifadeleri kullanmıştır: “Din hakikatinin izini aramak maksadıyla seyahatler ihtiyar

etmişti. Şimdi Hira dağı üzerinde menfiyen yaşıyordu. Çok geçmeden Muhammed

(s.a) Haniflerin dinine yaklaştı. Putların varlığı konusunda tereddüt etti ve onları

inkara vardı. Bununla birlikte bu tarz görüş Hz. Muhammed’e mahsus değildi.

Hemşerilerinden bazıları onun gibi düşünüyordu. Hz. Muhammed bir noktada

hemşerilerinden ayrılmıştı. Allah’ın kendisini görevlendirdiğine inanıyor ve

kendisini o sıfatla takdim ediyordu.” 111

Bu ifadelerin ardından Dozy, Hz. Peygamber’in nübüvvetine dair şüphe

uyandırmak maksadıyla şöyle bir sonuca da varmıştır:

“Bundan şu netice çıkar ki hayatının son devrinde- çünkü hayatının ilk

devirlerinde peygamberliğine iman ettiği şüphesizdi- peygamberliğine hala inanıyor

muydu yoksa inanmıyor muydu? Bunu bilmek muhaldir. Bunu nefyeden deliller

mevcut olduğu gibi tasdik eden deliller de mevcuttur. Bu iki çeşit deliller kuvvetçe

hemen hemen eşittir.”112

İsmail Fenni Ertuğrul (v. 1946), Dozy’nin bu iddialarına yer verdikten sonra

şu değerlendirmeyi yapar: “Dozy bu menfi delillerin ne gibi şeyler olduğunu açıkça

belirtmeliydi. Çünkü bunlar, yazarın, Hz. Muhammed’in üzerine aldığı vazife için

son derece gerekli olduğunu 49. sayfada itiraf ettiği kalbî inancın, sarsılmaz imanın

ortadan kalkmasını gerektirici olacağından bunların izahı çok önemliydi. Ve eğer

110 Mevdudi, a.g.e., VII/179.

111 Dozy, a.g.e., ss. 35-36.

112 Dozy, a.g.e., s. 39.40

kendisi bunlarda biraz ikna gücü görmüş olsaydı, bu hususta müsamaha göstermesi

mümkün değildi. Biz kesin olarak eminiz ki böyle deliller yoktur ve Hz.

Muhammed’in kendi peygamberliğine inancına hiçbir vakit halel gelmemiştir.”113

Avusturalyalı şarkiyatçı Sprenger (v. 1893) ise kendinden sonra gelen

oryantalistlerin görüşlerini de etkileyen bir iddia ortaya koymaktadır. Ona göre

İslam, bir Batılı mantığıyla, düz bir çizgi şeklinde ilerleyen ve sürekli olarak

“gelişim” içinde olan tarihi sürecin tabii bir sonucudur. Dolayısıyla İslam, Yahudi,

Hristiyan veya Arap toplumunun bir sonucudur ve bir geçişi sembolize etmektedir.114

Buna göre Sprenger, Hz. Peygamber’in getirdiği dinin, farklı unsurların etkisiyle

tekamül sonucu oluştuğunu kabul etmekte ve ilahilik vasfını reddetmektedir.

Muir ise Hz. Peygamber’in vahiy tecrübesini şöyle aktarır: Hz. Muhammed

kendinden geçiren hayallere düşmüş ve sonunda kendini doğruluğa çağıran bir

peygamber ve reformcu olarak adlandırmıştır. Böyle durumların birinde kendisine

emir veren bir melek hayalini görmüştür.”115 Daha sonra hayallerini dikkat çeken bir

dönem izlemiştir. Fetret adı verilen bu süre boyunca daha başka vahiy gelmemesi

üzerine Hz. Muhammed derin bir depresyona düşmüştür. Kendini yüksek bir yerden

atmak istemiş, ancak aynı ilahi haberci tarafından engellenmiştir. Bundan hemen

sonra örtüsüne bürünmüş ve melek kendisine şu kelimelerle seslenmiştir: “Ey

bürünüp sarınan (Rasûlüm)! Kalk ve (insanları) uyar. Sadece Rabbini büyük tanı.

Elbiseni tertemiz tut. Kötü şeyleri terk et. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma.

Rabbinin rızasına ermek için sabret.”116 Bundan sonra Hz. Muhammed artık tebliğ ile

görevlendirilmiştir ve Tanrı’nın peygamberi olmuştur. Vahiyler sıklıkla birbirlerini

izlemişlerdir.117 Muir’in ortaya koyduğu bu genel tablo, esas itibariyle

oryantalistlerin çoğunun söylemi ile paralellik göstermektedir.

113 Hatip, a.g.e., s.150.

114 Bekir Kuzudişli, “Oryantalizm ve Hadisle İlgilenen Bazı Oryantalistler”, İÜİFD, sy. 7, s. 149.

115 Özan, a.g.e., s. 10

116 Müddesir 74/1-7.

117 Özan, a.g.e., s. 11.41

Ancak Muir, Kur’an’ın Hz. Muhammed’in gerçek ve değişmemiş eseri

olduğunu kabul etse de Von Hammer’ın ifadelerine yer vererek, şöyle bir itirafta

bulunmuştur:

“Biz Kur’an’ı Muhammed’in sözü olarak alırken, Müslümanlar onu

Tanrı’nın sözü olarak alırlar. Kur’an İslam’ın esasıdır ve İslam’ın kaynağına ve

kurucusunun karakterine dair soruların cevapları ondadır. Sahip olduğumuz şey,

Muhammed’in hayatı boyunca dinî görüşlerine, halk arasındaki durumuna ve özel

hayatına dair kaydedilmiş sözleridir. Bunlar sayesinde hayatını, düşündüklerini ve

yaptıklarını doğru bir şekilde yargılayabiliyoruz. Kur’an, Muhammed’in

karakterinin doğru bir aynasıdır. İlk Müslümanlar arasında meşhur olan bir söylem

şöyledir: O’nun ahlakı Kur’an’dır”118 Muir’in herhangi bir itiraza yer vermeden

Hammer’in ifadelerini nakletmesi, bunları tasdik ettiği anlamına gelmektedir.

Dolayısıyla Muir, her ne kadar Kur’an’ı ilahi vahiy olarak kabul etmese de, onu

tamamen bir kenara bırakıp, dikkate almayan oryantalist zihniyeti de

benimsememektedir. Zira ona göre bu Kitap, Hz. Muhammed’in nübüvveti hakkında

pek çok ipucu barındırmaktadır.

İslam’ın başta Yahudilik ve Hristiyanlık olmak üzere pek çok kaynaktan

beslenerek doğduğunu iddia eden Goldziher ise Hz. Peygamber (s.a)’in risaletini şu

sözleriyle açıklamıştır:

“Hz. Peygamber’in yaydığı, dinî görüş ve bilgilerden seçilmiş bir karışımdır.

Bu bilgileri de derin bir şekilde etkilendiği Hristiyanlık ve Yahudilik unsurlarıyla

iletişim kurarak almış veya öğrenmiştir ve kendi ülkesinde gerçek bir din hissi

uyandırmayı uygun bulmuştur. Bu yabancı unsurlardan aldığı öğretilerin O’nun

görüşü olması, istediği ilahi iradeye rehberlik etmesi ve hayattan bir parça olduğunu

kabullendirmesi için zorunluydu. Bu fikirlerden ruhunun derinliklerine varan bir

etkiyle etkilenmiştir. Dış tesirlerdeki gücünü bulundurarak bu fikirleri almış, sonuçta

da bu öğretileri ilahi vahiy olarak gördüğü gibi kalbinin boyun eğdiği bir inanç

oluşmuş ve kendisini vahyin bir aracı olduğuna inandırmıştır.”119 Böylece

118 Özan, a.g.e., s. 37.

119 Goldziher, a.g.e., s. 12.42

Goldziher, Hz. Peygamber’in, Yahudilik ve Hristiyanlık’tan veya bunların dışındaki

öğrendiği veya aldığı dinî örf ve görüşlerden derin bir şekilde etkilendiğini ve bunlar

kalbinde yer ettikten sonra bu fikirlerin ilahî bir vahiy olduğuna inandığını iddia

etmektedir.

“Annali dell’Islam” adlı eserin müellifi olan Leone Caetani (v. 1935) ise Hz.

Peygamber’in vahiy tecrübesi ile ilgili pek çok iddia ve iftirada bulunan isimlerden

biridir. Ona göre Hz. Muhammed (s.a)’in cinlerin icra ettikleri ilhamların etkisiyle

kişinin günlük hayatına sürekli müdahale ettiklerine inandığını, onun bu itikadında

bile tabiatından itibaren Yahudi ve Hristiyan tesiri olduğunu, tabiatüstü ilhama maruz

kaldığına dair kanaati bulunduğu için sahip olduğu hissiyata ve zihnini şiddetle

karıştıran fikirlere tabiatüstü bir kaynak atfettiğini iddia eder. Müşrik kâhinlerin

cinsinden bir ilham ile kendisinin hiç münasebeti olmadığını şiddetle temin etmekle

beraber, ilhamlarının verdiği amilin cinlere benzer bir çeşit varlıklara mensup

olduğuna, fakat daha yüksek derecede bulunduğuna, kendisine ilham veren kuvvetin

insanları aldatma ve sapıtmaya çalışmayıp, onların ahlaklarını temine, günahın kötü

sonuçlarından ve cehennemin ebedi azabından kendilerini kurtarmaya çalıştığına

inandığını ve bunu alenen temin ettiğini söyler ve şöyle devam eder: “Muhammed bu

fikrinin İncillerden gelen telakkilerle de teyit edildiğini görüyordu. İncillerde,

yeryüzünde insanlar arasında kendisine tesir edilmiş olarak kaynağını Allah’tan

almak üzere Ruhü’l-Kudüs’ten bahsedilir. Muhammed kendisine Ruhü’l-Kudüs’ün

ilham verdiğini zannetti. Herhalde bu iddiada bulundu.”120 Yani Caetani, diğer

oryantalistlerin izinden giderek, Hz. Peygamber’in dini fikirlerinin kaynağını

Yahudilik ve Hristiyanlık olarak görürken, kâhinlerinkine benzer bir ilham aldığı

iddiasını açıkça ifade eder.

Caetani, Hz. Peygamber’in vahiy tecrübesini tıpkı Sprenger gibi bir

tekamülden ibaret görür. Ona göre Allah tarafından özel bir görevi taşıyor olmak, bir

Rasûlullah olmak Hz. Muhammed’in zihninde ilk zamanlarda yoktur. Bu düşünce,

uzun bir manevi tekamülün sonucu oluşmuştur. Müslüman ananesi ise her haberi

tahrif ederek, hiç gerçekleşmemiş şeyleri gerekirse icat ederek, Allah tarafından

120 Leone Caetani, İslam Tarihi, çvr. Hüseyin Cahit Yalçın, Tanin Matbaası, İstanbul, 1924, II/64-65.43

gönderilmek fikrini ilk zamanlara çıkarmıştır. Hz. Muhammed’in zihnindeki gelişimi

anlamadıkları veya kabul etmek istemedikleri için dinî faaliyetle beraber risalet

faaliyetinin de başladığını iddia etmişlerdir. Sonunda Hz. Muhammed’in edebî

telifleri, bütün hikmetleri, zamanla ve azar azar birer vahiy eseri haline gelmiştir.121

Ayrıca Caetani, Müslüman alimlerin anlattığı gibi bir vahiy sürecinin olmadığını

herhangi bir delil göstermeksizin söyleme cüretkarlığını göstermiştir. Dolayısıyla

hem Hz. Peygamber’e iftira etmiş hem de Müslüman ananesini hiçe saymıştır.

Kendisi, bu tekamül iddiasını ortaya koyarken delil olarak vahiylerdeki üslup

ve içerikteki değişiklikleri göstermiş ve şöyle söylemiştir: “En eski (vahiy)ler üslup

ve içerik itibariyle sonra meydana getirdiklerinden açıkça farklıdır. Sayıca o kadar

az, o kadar eksik, tamamlanmamış ve bağlantısızdırlar ki tam bir vahiy gibi bile

düşünülemezler. Büyük bir kısmı unutulmuş ya da kaybolmuş daha uzun vahiylerin

birer parçası gibidirler… İlk zamanlarda Muhammed’in dini fikirlerinin bütün

ifadesini bunlardan ibaret zannetmek pek mantıksız olur. Sonradan gelen o

surelerdeki bütün içeriği bilmeseydik, birincilerin manası ve hikmeti bizim için adeta

kabul edilemez bir anlayış olurdu…”122

Oryantalist H. Lammens (v. 1937) ise Hz. Muhammed (s.a)’in otuz yaşına

erişince, boğucu dini bir krize maruz kaldığını ve bundan dolayı yalnızlık ve uzlete

çekildiğini iddia eder. Bunu da, sarsıcı rüyaların ve düşler merhalesinin takip ettiğini

söyler. Onun belirttiğine göre Hz. Muhammed bu aşamada, Kureyş’in maddeci

hayatından sıkıntı duyup, putlara tapmalarından nefret etmiştir. Sonra Vahdaniyeti

benimsemiş, yeniden diriliş ve hesap gününe inanmıştır. Lammens, bu inançlarda

Hz. Muhammed’in kendisini Yahudi ve Hristiyanlarla müttefik bulduğunu, Allah’tan

başka ilah olmadığına ve dolayısıyla ilahî vahyin kaynağının da bir olduğuna

inandığını iddia eder. Ona göre daha sonra Hz. Peygamber Arapların da bu çerçeveye

dahil olması gerektiğini düşünerek, bu hakikatleri soydaşları arasında yaymaya

çağrıldığına inanmıştır. Bunu da onların diliyle yapması gerektiğini düşünmüştür.123

Lammens’in ifadelerine bakıldığında, bu konuyla ilgili diğer oryantalistlerden çok da

121 Caetani, a.g.e., II/76.

122 Caetani, a.g.e., II/75-76.

123 Sönmezsoy, a.g.e., s. 85.44

farklı bir bakış açısına sahip olmadığı görülmektedir. Onun ifadelerinden, İslam’ın

Hz. Peygamber’in kendi iradesi sonucu aşama aşama oluşmuş bir din olduğu

şeklinde bir netice ortaya çıkmaktadır.

Ancak Andrae, Lammens ve onun gibi düşünen oryantalistlerden farklı

olarak, Hz. Peygamber’in vahiy almayı hiç beklemediği halde vahye muhatap olduğu

gerçeğini ikrar eder. Kendisi Hz. Peygamber’in, vahyini tamamen bir tasarlama ile

olmasa da, tasarlamasız da sayılamayacak bir şekilde aldığını, sebep-sonuç ilişkisi

içerisinde şöyle izah etmektedir: Hz. Muhammed, bu kitabın kendisine verilmesini

beklemiyordu. Hristiyanlarla Yahudiler’in sahip olduğu gibi Araplar’a kutsal bir

metin sunmak ya da kendi halkına peygamber olmak gibi cesurca bir isteği içerisinde

herhangi bir zamanda barındırdığının bile farkında değildi. İlk kez kulağına kutsal bir

şeyler fısıldayan meleğin sesini duyduğunda bu onun için beklenmedik ve akıl almaz

bir mucizeydi. Çağrısının tüm garantisi, onca eziyetin ve alayın ortasında kendisine

destek olan, hem insanlara hem şeytanlara Kur’an’ın mucizevîliğine benzer bir kitap

oluşturma konusunda meydan okuma cesaretini veren imanının kaynağı bu

şaşkınlıklarına dayanır. Bu sözlerin ardından Andrae, bu olgunun, peygamberlerin,

medyumların ve vecd olmuş kişilerin tecrübelerinden dolayı çok iyi bilindiğini ifade

etmektedir.124

M. Rodinson’un bu konudaki görüşlerine gelince, kendisi, Hz. Muhammed’e

gelen vahiylerin nasıl bir düzen ve hangi kronolojik sıra içinde indiğini bilmenin

imkanı olmadığını ifade etmektedir. Rodinson, zaman geçtikçe bunların çok daha

belirgin bir hale geldiğinden şüphe etmemektedir. Bunun ardından olağanüstü

varlığın duyumları, belli belirsiz görüntüleri, basit cümleleri işitmesi, bir anlam

taşıyan düzenli söz dizileri devam etmiştir. Yine kendisi, arada kesintilerin ve geriye

dönüşlerin olduğundan da şüphe etmemektedir.125

Rodinson, vahiy sorununu önce gizli tuttuklarını, ancak daha az şaşkınlık ve

dehşete sebep olan emirlerin sürekli yenilendiğini ifade eder. Ona göre Hz.

Muhammed, ilk başta onların çoğunun kelimelerle ifade edilemeyen, kendi içinden

124 Armağan, a.g.e., ss. 72-73.

125 Rodinson, a.g.e., s. 99.45

gelen esinler olduğunu düşünmüştür. Daha sonra kriz geçtiğinde aldığı esine tam

karşılık geleni, kelimelere dökmüştür. Rodinson bu durumu Katolik mistiklerin

“zihinsel vahiy” dedikleri şeyle açıklamaktadır ve buna “zihinsel görüntüler”in eşlik

ettiğini ifade etmektedir.126

Daha sonra Hz. Muhammed’in daha sık şekilde, Katolik mistiklerin “vizyon”

olarak adlandırdıkları şeyleri görmeye başladığını, kendisine hitap eden bir melek

görüp, bu görüntülerin ve meleğin söylediği kelimelerin algısının, Hz. Peygamber’in

kendi içinden geldiğini iddia eder. Rodinson, yavaş yavaş Hz. Muhammed’in,

kendini buna belli bir tarzda almaya alıştırdığını, bazen bunları çağırmayı,

kışkırtmayı bile denediğini ileri sürer.127 Dolayısıyla Rodinson, Cebrail (a.s)’ı ve

onun getirdiği vahiylerin Hz. Muhammed’in zihnî faaliyeti olarak

değerlendirmektedir.

Rodinson, daha sonra dönüp ilahî vahyin gerçekliği konusunda kuşku

duyduğunu söyleyerek şunları ilave etmektedir: “Daha sonraları endişe verici

çizgilerin belirdiği kesindir: Hz. Muhammed artık, günü gününe kararlar almak

zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Ve bunlar gereklerinin Tanrı tarafından

fısıldanmasını beklemeyecek kadar acil, siyasal, pratik veya idari kararlardır.

Binlerce soru karşısındadır artık peygamber. İnananlar her şeyi ona danışmakta, her

konuda ondan öğüt beklemekte ve yol göstermesini istemektedir. Bütün bu sorulara

vereceği cevapların Tanrı tarafından ilham edilmiş bir karakter taşıması, hiç şüphe

yok ki, inandırıcılıklarını bir kat daha arttıracaktır. Acaba peygamber zaman zaman

da olsa, gerçeği bir parça zorlama gereğini duymuş mudur? Çünkü bazı vahiylerin,

Muhammed tarafından son derece insanî bir güdülemeyle, arzu ve hesap edilebilecek

çözüm şekillerine tıpatıp uygun düştüğünü görürüz. Yoksa burada işe gene Hz.

Peygamber’in bilinçaltı mı el atmıştır? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.”128 Hz.

Peygamber’in nübüvvetine dair pek çok şey söyleyen Rodinson, genellikle yaptığı

gibi burada da net bir şekilde görüşünü belirtmekten uzak durmuş ve Hz.

126 Rodinson, a.g.e, s. 103.

127 Rodinson, a.g.e., ss. 103-104.

128 Rodinson, a.g.e, s. 107.46

Muhammed’in getirdiği vahyin, O’nun bilinçaltının bir ürünü olduğu konusunda

şüphe uyandırmaya çalışmıştır.

Rodinson ile aynı dönemde yaşamış olan Watt ise kendi kendine sorduğu

“Muhammed (s.a) peygamber miydi?” sorusuna da şöyle cevap verir: “O yaratıcı

muhayyilenin derin düzeylerde işlediği ve insanın var oluşunun en önemli

meseleleriyle ilgili fikirler ürettiği, böylece dini, sadece zamanında değil, daha

sonraki asırlarda da yaygın bir çekiciliğe sahip olan bir insandı. Onun ortaya

koyduğu bütün fikirler doğru ve sağlam değildir; fakat Allah’ın lütfuyla milyonlarca

insana, daha önce sahip olduklarına göre daha iyi bir din sağlamaya muvaffak

kılındı. Onlar da Allah’tan başka tanrı olmadığına ve Hz. Muhammed’in de O’nun

elçisi olduğuna şahitlik ettiler.”129

Watt, vahiy tecrübesinin tek tip olmadığını, zaman zaman değişiklik

gösterdiğini, fakat daha sonra tek bir tarza inmiş olabileceğini ileri sürer. Hz.

Muhammed’in kalbinde veya şuurunda birtakım kelimelerin varlığından haberdar

olduğu şeklindeki inanca itiraz ederek, bunları bir yerden duymuş olabileceğini iddia

eder. Daha sonra Watt, vahyin en önemli özelliklerini kendince üç ana maddede

toplar:

 Hz. Muhammed’in zihninde bulunan kelimeler;

 Hz. Peygamberin (bu kelimelerle ilgili) kendi düşüncesinin yokluğu;

 Bu kelimelerin Allah’tan geldiğine inanma.130

Bu üç maddede, Watt’ın benimsediği kolektif bilinçaltı nazariyesinin etkisi

görülmektedir. Zira onun ileri sürdüğü bu görüş, Hz. Peygamber’in vahiy tecrübesine

ilişkin diğer görüşlerini de şekillendirmiştir.

Bir taraftan bugün elimizde bulunan Kur’an’ın ayetlerinin Hz. Muhammed’in

şuurunda esrarengiz bir şekilde ortaya çıkmakla beraber, bunların, kesinlikle O’nun

düşüncesinin mahsulü olmadığını131 söyleyen Watt, diğer taraftan Hz.

Muhammed’in, Kur’an ayetlerini yeniden düzenleme, atlama ve eklemeleri tashih

etme tasarrufuna sahip olduğunu iddia eder. Kur’an’da geçen nesh ayetini de buna

129 Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 272.

130 Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 35.

131 Watt, a.g.e., s. 37.47

delil olarak gösterir. Ona göre muhtemelen, Hz. Muhammed gerekli olduğunu

düşündüğü vahiyleri dinliyordu ve tashih edici bir vahiy aldığı takdirde metni

düzenliyordu.132 İlginçtir ki bunu söyleyen Watt, bir başka yerde eskiden bazı

Avrupalı ilim adamlarının, Hz. Muhammed’in Kur’an’ı revizyona (yeniden gözden

geçirme) tabi tuttuğunu söylemelerini üzücü bulmakta ve böyle bir iddianın, Hz.

Muhammed’in tecrübesindeki önemli “fenomenolojik” özellikleri dikkatten uzak

tuttuğu için, ilme aykırı kabul etmektedir.133

Bütün bu görüşlere yer verdikten sonra oryantalistlerin, Hz. Peygamber’in

vahiy tecrübesine dair iddialarını şu üç maddede özetleyebiliriz:

1. Almış olduğu vahiyler, Hz. Muhammed’in zihnî faaliyetinin ürünüdür ve

bunların Allah’tan geldiğine kendini inandırmıştır.

2. Hz. Peygamber’in vahiy süreci bir tekamülden ibarettir; yani zamanla

gelişme göstermiştir.

3. Hz. Peygamber, bu vahiyleri kendiliğinden değiştirme ve düzeltme

tasarrufuna sahiptir.

Ancak vahiy, insanlara tebliğ edilmek için Allah’ın peygamberlere özel

kıldığı ruhî bir haldir. Dolayısıyla diğer insanların idrakinin bu olayın mahiyetini

anlamaya gücü yetmemektedir. Oryantalistler de Kur’an vahyini reddettikleri için bu

tarihî gerçeğe kendilerince açıklama getirmeye çalışmışlardır. Ancak görülüyor ki

onlar iddialarında mesnetsiz ve tutarsızdırlar.

M. Hamidullah bütün bu iddialara şöyle itiraz etmiştir: “Bir Müslüman’a

Peygamberinin bu kitabın yazarı olduğunu söylemekten daha büyük bir hakaret

olmaz. Zira Hz. Muhammed sadece Kur’an’a kendiliğinden bir şey ilave etmeyen, bir

nakil olup her ne şekilde olursa olsun kendi arzu ve isteğine göre herhangi bir şeyi

de ondan çıkarmış, nesh etmiş değildir. Durum böyle olunca kendisi nasıl olur da

bunun (haşa) yazarı olabilir.”134 Nitekim Kur’an ve Hz. Peygamber (a.s)’in hayatı

tarafsız bir şekilde incelendiği zaman açıkça görülecektir ki, azabından korktuğu

132 Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 27.

133 Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 37.

134 Muhammed Hamidullah, “Kur’an Müslümanların Mukaddes Kitabı”, çvr. Ahmet Salih Ocak,

İslam Medeniyeti Dergisi, c. 1, sy. 1, s. 3.48

Rabb’ine kendi sözlerini isnat etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla Allah Teala’nın

izni olmadan vahiy üzerinde herhangi bir değişiklik yapması da imkansızdır.

D. Hz. Peygamber’in Samimiyeti Meselesi

Orta Çağ polemik ve hiciv yazılarındaki yanlış tanıtımlardan, Voltaire’in

“Mahomet” adlı eserinde nitelenen laik şahsa kadar, Batı’da bir Hz. Muhammed

efsanesi mevcuttu. Batı’da Orta Çağ Mahound’u, başlangıçta Apollon ve Termagant

ile birlikte kutsal olmayan bir üçlü olarak ibadet edilen bir tür şeytan ya da sahte bir

ilah kabul edilmekteydi. Daha sonra ise Hz. Muhammed önemli bir Rafizî haline

gelmiştir. Dante ona “rezalet ve Rafizilik yayıcısı” sıfatıyla cehennemde özel bir yer

ayırmıştır. Ancak reform hareketinden sonra O, kurnaz ve menfaatçi bir sahtekar

sayılmıştır. Bu dönemdeki efsanelerden biri de, Hz. Muhammed’in papa

seçilemediği için yalancı peygamber sıfatıyla kendine başka bir hayat yolu çizmiş

hırslı ve kırgın bir Roma kardinali olmasıdır. Batılı din düşmanlığının izlerine, bazı

modern bilginlerin eserlerinde halen rastlanmaktadır.135

17. yüzyılda İngiltere’nin ilk Orta Doğu uzmanlarından olan Humphrey

Prideaux’un (v. 1724) yazdığı “Muhammed’in Yaşam Öyküsü” adlı eserde “The

True Nature of Imposture/Sahtekarlığın Gerçek Doğası” başlığı gibi Hz.

Peygamber’e hakaret içeren birçok kelime bulunmaktadır. Aynı yüzyılda bir başka

oryantalist Barthelémy d’Herbelot (v. 1695), yazmış olduğu “Bibliotheque

Orientale/Şark Kitaplığı” adlı ansiklopedik mahiyetteki eserinin “Muhammed”

maddesinde Hz. Peygamber’e verilen bütün adları sıralamış ve sonra, O’nun, din

adını alan, ancak kendilerinin Muhammetçilik dedikleri sapkın bir ekol kurduğunu

söyleyerek, İslam Peygamberine, “sahtekar” damgasını vurmuştur.136

Dolayısıyla Orta Çağ Avrupa’sında, onun sahte bir peygamber olduğu

anlayışı yaygındır. Orta Çağ savaş propagandasının bu ve benzeri tahrifatı,

Avrupa’nın ve Hristiyanlığın zihninden çok yavaş silinmektedir.137 19. asra kadar da,

Hristiyan Avrupa’nın, Hz. Muhammed (s.a)’e samimiyetsizlik isnat ettiği

135 Bernard Lewis, The Arabs in History, Oxford University Press, Newyork, 1993, ss. 45-46.

136 Seyfullah Kara, “Hz. Peygamber’e Karşı Oryantalist Bakış ve Bu Bakışın Kırılması”, AÜİFD, sy.

23, ss. 153-154.

137 Watt, Kur’an’a Giriş, çvr. Süleyman Kalkan, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1998, s. 31.49

görülmektedir. Ancak İngiliz tarihçi, biyografi yazarı ve eleştirmen olan Thomas

Carlyle’ın konferanslarından sonra ilk defa Hz. Peygamber’in samimiyetine

inanmanın yerinde olacağı kanaati doğmuştur. Onun görüşüne göre, inancı uğruna

bunca zulümlere tahammül edişi, kendisine inançla bağlanan insanların yüksek

karakterleri göz önünde bulundurulunca, bu yüce şahsiyete yalancılık asla isnat

edilemezdi.138 Carlyle, dünyanın büyük dinlerinden birinin kurucusu olması

dolayısıyla “Peygamber Olarak Kahraman: Muhammed” başlıklı konferansında

O’nun (s.a) bir sahtekar olduğu düşüncesini reddetmiştir:

“Hz. Muhammed’in entrikacı bir sahtekar, hatta şeytanın ta kendisi olduğu

ve dininin bir şarlatanlık ve ahmaklık yığınından ibaret olduğu şeklindeki teorizmin

artık kimse için tutarlı tarafı kalmamaya başlamıştır. İyi niyetli çabalar sonucu bu

adamın çevresine yığılan yalanlar sadece bizim için utanç verici olmaktan öteye

gidemez. Zira bu adamın söylediği sözler bin iki yüz yıldan beri yüz seksen milyon

insana hayat rehberi olmuştur. Bu yüz seksen milyon insan da, tıpkı bizim gibi, Tanrı

tarafından yaratılmıştır. Şu anda Hz. Muhammed’in sözlerine inanan Tanrı’nın

yaratıkları, başka sözlere inananlardan sayıca daha fazladır. Her şeye gücü yeten

Tanrı’nın bunca yaratığının uğrunda yaşayıp öldükleri bu inancın sefil bir manevi

düzenbazlık olduğunu nasıl düşünebiliriz.139

Biz Muhammed’i asla bir batıl, bir göstermelik, zavallı ve haris bir entrikacı

olarak görmek istemiyoruz. O’nu bu şekilde düşünmemiz imkansızdır. Getirdiği o

basit mesaj da gerçekti; bilinmez derinliklerden gelen ciddi ve belirsiz bir ses! Onun

ne sözleri ne de eserleri sahteydi. Batıl ve taklit değillerdi.”140

Daha sonra gelen oryantalistlerin bir kısmı, zaman zaman onun akıl hastası

olduğunu belirtseler de, Hz. Muhammed’in samimiyetini kabul etme girişimleriyle

bu yolları izlemişlerdir. Ancak Gustav Weil (v. 1889), O’nun saralı olduğunu ispat

etmek için çalışmış, Dr. Aloys Sprenger daha da ileri gitmiş ve Hz. Muhammed’in

saraya ilaveten histeriyaya da tutulduğunu iddia etmiştir. Sir William Muir ise sahte

peygamber düşüncesine benzer bir düşünceyi muhafaza etmiş ve Hz. Muhammed’i

Mekke’de dürüst ve yüce ruhlu bir rasul ve vaiz iken, Medine’ye gittikten sonra

138 Yıldırım, a.g.e.,, s. 172.

139 Carlyle, a.g.e., s. 63.

140 Carlyle, a.g.e., s.66.50

dünyevi başarılar uğruna şeytanın oyunlarına teslim olan bir kişi olarak tasvir

etmiştir. Margoliouth, O’nu bile bile halkın kafasını karıştıran birisi olarak

suçlamaktan çekinmemiş ve ruhçuluk tarihinin, olağan dışı güçleri olan insanların

nasıl kolayca sahtekarlığa yönelebileceğini gösterdiğine işaret etmiştir. Theodor

Nöldeke ise Hz. Muhammed’in peygamberî ilhamının gerçekliği üzerinde ısrar

ederek, O’nun saralı olduğu düşüncesine karşı çıkmış ve kendisinin ilahi güçlerin

etkisi altında olduğunu düşünmüştür. Son dönem yazarları ise bütün olarak daha

insaflıdırlar ve Hz. Muhammed’in kesinlikle samimi olduğu ve tümüyle iyi niyetle

hareket ettiği görüşündedirler. Nitekim Frantz Buhl (v. 1932), O’nun başlattığı dini

hareketin uzun-erimli tarihsel önemini vurgularken, Richard Bell, bir peygamber

olarak dahi O’nun faaliyetinin, oldukça faydalı olduğunu belirtmiştir. Tor Andrae ise

Hz. Peygamber’in tecrübesini psikolojik açıdan incelemiş ve onu sağlam bulmuş,

ayrıca O’nun kendi çağı ve kuşağı için peygamberî bir mesaj taşıdığı görüşüne

varmıştır.141 Andrae, O’nun samimiyetine olan inancını şu cümlelerle aktarmıştır:

“Hz. Muhammed’in samimiyetle davrandığı, vahiy psikolojisini bilen herhangi biri

tarafından tartışılamaz. İlan ettiği mesajının kendisinden, kendi fikir ve

görüşlerinden kaynaklanmadığı, onun dininin bir öğretisi olduğu gibi gerçekliğini

kendisinin hiç sorgulamadığı bir tecrübedir.”142

Hz. Peygamber’in samimi olduğuna inananlardan biri olan Alfred Guillaume

da Hz. Peygamber hakkındaki yalancılık ve benzeri iddiaları reddetmektedir. Bunun

için de İsrailoğullarına göre bir peygamberde dışa yansıyan işaretlere vurgu yaparak,

bütün bu belirtilerin, Hz. Muhammed (a.s)’de de mevcut olduğunu ifade etmektedir.

Bu belirtileri ise Guillaume şöyle sıralamıştır: (a)ateşli bir söylem, (b)şiir, (c)Allah

ve ahlakî konular hakkında aşırı kaygı ve (d)Allah’ın sözünü ilan etmesine kendisini

sevk eden bir yükümlülük duygusu.143

Rodinson ise Hz. Muhammed’in samimiyeti sorununu şöyle ele alır: “Dini

bir mesaja karşı takınılan şüpheci ve inanmaz tavrın, insanları, bu mesajı

getirenlerin birer yalancı ve sahtekar gibi görmeye sürüklediği çağda değiliz artık.

Yani Muhammed (s.a)’i tam bir sahtekar olarak gören Hristiyan ilahiyatçıları kadar

141 Watt, Kur’an’a Giriş, ss. 31-32.

142 Armağan, a.g.e., s. 65.

143 Guillaume, a.g.e., s. 28.51

18. yüzyılın akılcı (rasyonalist) filozofları da geride kalmıştır.” Dolayısıyla

Rodinson, Hz. Peygamber’i sahtekar, sihirbaz hilelerine başvuran, dolandırıcı,

yalancı olarak niteleyen bazı Batılıların iddialarını reddetmiştir. Ayrıca Hz.

Muhammed (s.a)’i ıslahatçı olarak gören bazı müsteşriklerin düşüncelerini de kabul

etmemiştir.144

Ayrıca Rodinson, Hz. Peygamber’in Mekke ve Medine’de samimiyet

açısından farklılık gösterip göstermediği tartışmasıyla ilgili şu değerlendirmeleri

yapmıştır:

“Hz. Muhammed’in ilk mesajlarının dikkatle incelenmesine, bu ilk mesajları

önceleyen ya da eşlik eden şüphe ve umutsuzluk buhranlarıyla ilgili söylentiler de

eklendiğinde bu, onlarda soğukkanlılıkla hesaplanmış ve tutku ya da insan sevgisinin

etkisiyle amansızca uygulanmış bir planın tezahürlerini gören anlayışa karşı en

azından şüpheci kalmamız gerekiyor. Bu söylentiler gerçekte de samimi görünüyor.

Peygamber (a.s)’in krizlerini anlatan metinlerin gerçeği dile getirdiğine

inanmaktayız. Çünkü bizce Hz. Muhammed’e daima doğaüstü alemde bir yer bulmak

için çırpınan bu metinler, O’nu bu derece doğa içi ve insanî gösteren çizgileri icat

ettirmiş olamaz. Kısaca bugün samimi bir Muhammed’i açıklamak, sahtekar bir

Muhammed (s.a)’i açıklamaktan çok daha kolaydır.” 145

Hz. Peygamber’in samimi olduğunu dile getiren Watt da, saralı veya histerili,

hatta kontrol edilemeyen coşku nöbetleri olan bir kişinin, askeri seferlerin aktif lideri

ya da bir şehir devletinin ya da büyümekte olan dini cemaatin sakin, uzak görüşlü

rehberi olabilmesinin inanılmayacak bir şey olduğunu; ancak Hz. Muhammed’in

bütün bunları başardığını kabul etmektedir. Watt, O’nda açık bir hastalık belirtisi

olsaydı, bunun mutlaka duyulacağını, bu nedenle Orta Çağ anlayışlarının bir yana

bırakılması gerektiğini söylemiştir.146

“Samimiyet olmaksızın, Ebubekir ve Ömer gibi güçlü ve dürüst karakterli

insanların bağlılığını ve hatta adanmışlığını nasıl kazanabilirdi? Deistler için bir

soru ise, Tanrı’nın İslam gibi büyük bir dinin yalan ve aldatmaca üzerinde

gelişmesine nasıl izin verdiğidir. Bu da Hz. Muhammed’in samimi olduğunu

144 Rodinson, a.g.e., ss. 104-105.

145 Rodinson, a.g.e., ss. 106-107.

146 Watt, a.g.e., s. 32.52

savunmak için güçlü bir kanıttır. Bazı açılardan hatalıysa, hataları kasıtlı yalanlar

ya da sahtekarlıktan kaynaklanmamaktaydı.”147 diyen Watt, diğer taraftan Hz.

Muhammed’in samimi olduğunu söylemenin, inançlarında doğru olduğunu ifade

etmek anlamına gelmediğini de vurgulamıştır. Bir insanın samimi fakat aynı

zamanda yanılıyor olmasının muhtemel olduğunu, modern Batılıların, Hz.

Muhammed’in nasıl yanılıyor olduğunu göstermekte zorlanmayacaklarını ifade

etmiştir.148

Halen hayatta olan Amerikalı tarihçi Bernard Lewis ise modern bir tarihçinin,

İslamiyet gibi büyük ve anlamlı bir hareketin menfaatçi bir sahtekar tarafından

başlatıldığına kolay bir şekilde inanmayacağını ifade eder. Ona göre Hz. Muhammed

yeni bir hareket ortaya koymaktan ziyade, kendi döneminde yaşayan Araplar

arasında var olan akımları canlandırıp, bunlara başka bir yön vermiştir.149

Son dönemlerde daha çok benimsenen Hz. Peygamber’in samimi olduğu

görüşüne dikkatle bakıldığı zaman, onların Hz. Muhammed’in samimiyetini kabul

etmelerinin, O’nun getirmiş olduğu vahyi kabul ettikleri anlamına gelmediği görülür.

Bir kısmı O’nun peygamber vasfıyla yaptığı işlere veya O’nun üstün özelliklerine

saygı duymaktadırlar. Ancak bunu kabul etmelerinden yola çıkarak, O’na gelen

vahyin ilahiliğini tasdik ettikleri söylenemez. Ayrıca bu düşünceye sahip olanlar,

oryantalistlerin sadece belli bir kısmını oluşturmaktadır. Halen eski bakış açısını

sürdüren oryantalistlerin var olduğunu söylemek mümkündür.

147 Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 263.

148 Watt, a.g.e., s. 27.

149 Lewis, a.g.e., s. 46.İKİNCİ BÖLÜM

ORYANTALİSTLERİN KUR’AN’IN KAYNAĞINA

YÖNELİK İDDİALARI54

İslam dini üzerine araştırma yapan müsteşriklerin çoğu, Kur’an-ı Kerim’in

ilahî kaynaklı olmadığını kabul etmektedirler. Bu nedenle Kur’an’a kaynak aramak,

onların çalışmalarının genel özelliği olmuştur. Kur’an’ın bir vahiy ürünü olduğunu

kabul etmeyen bir kimsenin de Kur’an’a ve Kur’an merkezli bir dine ön yargılı

davranması tabiidir.

Çalışmamızın bu bölümünde oryantalistlerin Kur’an’a kaynak olarak ortaya

attıkları iddiaları sınıflandırarak ele alacağız. Ancak yapmış olduğumuz bu tasnifi

kesin hatlarla birbirinden ayırmanın mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü bir

oryantalist aşağıda verilen başlıklarda ifade edilen birden fazla görüşe sahip

olabilmektedir.

Oryantalistlerin Kur’an’ın kaynağı ile ilgili tartışmalarını haricî ve dahilî

kaynaklar olmak üzere iki başlık altında inceleyeceğiz. Haricî kaynaklar ile

kastettiğimiz, onlara göre peygamberlik iddiasıyla çıkmadan önce ve peygamberlik

görevini yerine getirdiği süreçte, Hz. Peygamber’i etkileyen dış unsurlardır. Dahilî

kaynaklar ise yine onlara göre kendisinin peygamber olduğuna inanmasına sebep

olan ve Hz. Peygamber’in şahsından kaynaklanan unsurlardır.

A. Haricî Kaynaklar

1. Ehli Kitap’tan Aldığı İddiası

Oryantalistler arasında Kur’an’ın kaynağı meselesiyle ilgili en meşhur görüş,

Hz. Peygamber (s.a)’in kendisine gelen vahyi, Yahudilik veya Hristiyanlık’tan almış

olmasıdır. Bu iddiaya sahip olanların bir kısmı Yahudilik’ten, bir kısmı ise

Hristiyanlık’tan aldığını iddia ederken, bazıları da hem Yahudilik’ten hem de

Hristiyanlık’tan aldığını ileri sürer. Bir kısmı ise bu iki dine mensup olan bazı

şahıslara işaret ederek, Hz. Peygamber’in bir öğreticisi olduğunu iddia ederler. Biz

de bu iddiaları muhtelif başlıklarla ele alacağız.55

a. Mekke ve Civarında Yaşayan Ehli Kitap’tan Aldığı İddiası

İslamiyet öncesi Arabistan’daki dinî durum, birçok Batılı yazarın ilgisini

çekmiş ve bunlardan İslam’ın doğuşuyla ilgilenenler için bu bölgedeki dinî durum,

açıklayıcı olmuştur. Ancak onların asıl gayesi, kendilerince Kur’an’ın kaynaklarını

bulmaktır. Bu konuda aralarında büyük görüş ayrılıklarının çıkmasının nedenlerinden

biri, Mekke’de ve civarında Yahudi veya Hristiyanlar’ın bulunup bulunmadığı

konusudur. Yine eğer böyle dinî topluluklar varsa, ne kadar etkili oldukları ve bu

etkilerin sonuçları konusunda da fikir ayrılığına düşmüşlerdir.150 Bell, Watt gibi bazı

oryantalistler ise Mekke’de öyle önemli ölçüde Ehli Kitap bir toplumun olmadığını,

ancak bu bölgede etkili olduklarını iddia ederler.151

Danimarkalı oryantalist Buhl, Mekke’de yaşayanların Yahudi ve Hristiyanlar

ile münasebetini ortaya koymak için şöyle söyler: “Birçok delil, ilk devirlerde çeşitli

tesirlerin, bilhassa Hristiyan mezheplerinin, daha sonraları da Yahudiler’in tesirinin

altında kalmış olduğunu gösterir. Suriye’ye veya Fırat boylarına giden kervanlar,

deniz yolundan Habeşistan ile kurulan münasebetler, büyük pazar yerlerine giden

yabancı tacirler vasıtasıyla, Arabistan’da her iki din hakkında malumat edinmek

mümkün idi. Hristiyanlık yalnız Güney Arabistan’ın medenî kısmında değil, birçok

bedevî kabileler arasında da iyice yerleşmiş, Medine ve bunun kuzey tarafındaki

çöllerde ise Yahudi kolonileri teşekkül etmiş bulunuyordu. Özellikle Mekke’de

oturanlar Hristiyan ve Yahudilerle her vakit münasebette bulunma imkanına

sahiptiler.”152 Gibb de Arabistan’ın kuzey, güney ve doğusuna yerleşen topluluklar

arasında Yahudi ve Hristiyan topluluklarının olduğunu ve çölde yalnız yaşayan

münzevilere dair eski Arap şiirinde çok başvuru kaynağının bulunduğunu iddia

etmektedir. 153

Watt, Yahudi ve Hristiyan fikirlerinin Arabistan toplumunda özellikle

Mekke’de yaygın olduğunu ifade etmektedir. Ona göre Araplar arasındaki

tektanrıcılık fikri, Yahudi ve Hristiyan etkilerinden ileri gelmektedir. Zira Arapların,

150 Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, çvr. Alparslan Açıkgenç, Ankara Okulu Yay., Ankara,

2000, s. 223.

151 Fazlurrahman, a.g.e., s. 224.

152 Frantz Buhl, “Muhammed”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1960, VIII/455.

153 Hamilton Gibb, Mohammedanisme An Historical Survey, A Galaxy Book, Newyork, 1962, s. 38.56

Hristiyan ve Yahudilerle birçok temas fırsatları vardır. Watt, bu temaslarla ilgili

olarak Bizans İmparatorluğu ve Habeşistan’ın Hristiyan olduğunu, Pers

İmparatorluğu’nda bile Hristiyanlığın güçlü olduğunu, hatta Arapların sıkı ilişkisi

bulunan Perslere tâbi devlet olan el-Hira’nın, Doğu Suriye yani Nasturi Kilisesi’nin

ileri karakolu olduğunu söyleyerek, bu durumun Arapları büyük çapta etkilemiş

olduğunu ileri sürer.154

Ayrıca Arapların Yahudilerle temas fırsatlarının Hristiyanlarla olduğu kadar

çok olmadığı, ancak bunların bazılarıyla daha sıkı ve yakın temaslar olduğundan

bahseder. Birtakım Yahudi kabileler, Arabistan çöllerinde ve Güney Arabistan’ın

verimli bölgelerinde yerleşmişlerse de Mekke’de hemen hemen hiç Yahudi

olmadığını söyler.155

Oryantalistlerin geneline göre esas itibariyle bölgede nerede ve ne kadar Ehli

Kitab’ın yaşadığı çok da önemli değildir. Burada onlar için önemli olan, Arabistan

üzerinde Yahudi ve Hristiyan tesirinin ne kadar olduğunu ve bu bilgilerin Hz.

Peygamber’e nasıl ulaştığını göstermektir.

Bu konuda ileri sürülen bir başka iddia ise Kur’an’ın tamamen Yahudilik ve

Hristiyanlık’tan alındığı ve hiçbir orijinalliğinin bulunmadığı şeklindedir.

Oryantalistlerin çoğu İslam’ın, Yahudi ve Hristiyan örf ve adetlerinin yaygın olduğu

bir bölgede ortaya çıktığı ve Hz. Muhammed (s.a)’in de dinini bu örf ve

geleneklerden faydalanarak kurduğu iddiasını taşımakla birlikte bir kısmı İslam’ı

yeni bir din değil de, sapık bir Yahudi veya Hristiyan mezhebi olarak görmek

istemiştir.156

Ancak Watt, Kur’an’ın, Yahudilik ve Hristiyanlık’tan aldığı fikirleri içeren,

kendisine has fazla bir özelliği bulunmayan ve herhangi bir yeniliğe sahip olmayan

bir kitap olarak kabul edilmesinin, yirminci yüzyıl başlarında geçerli bir görüş

olduğunu, bu görüşün de Haçlı seferlerinden sonra savaş propagandasının bir devamı

olduğunu söyler. Çünkü bu savaşlarda Batı Avrupa, Müslüman ordusundan korkmuş,

İslam’ı gerçeğe aykırı bir şekilde anlatarak, kendisini savunmak zorunda kalmıştır.

Ancak Hz. Muhammed de Ahd-i Atik peygamberleri gibi daha önceki

154 Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, ss. 33-34.

155 Watt, a.g.e., s. 34

156 Salih Akdemir, “Müsteşriklerin Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed (s.av)’e Yaklaşımları”,

AÜİFD, XXXI/197.57

peygamberlerin tebliğlerine aşina olan ve kendi halklarının dinî tarihi hakkında bir

şeyler bilen insanlara hitap etmiştir. Daha önceki birçok fikre aşina olan her

peygamberin yeni ve orijinal olan tebliği, bu fikirler açısından ifade edilmiş ve söz

konusu tebliğ nazil olduğu derin problemlerini öylece ele almıştır.157 Dolayısıyla

Watt, artık Kur’an’ın tamamen alıntı olduğu ve orijinal herhangi bir fikir taşımadığı

görüşünün geçerli olamayacağını ifade etmektedir.

Bu görüşe sahip olan oryantalistlerden biri olan Goldziher’e göre Hz.

Peygamber (s.a), Allah’ın insanların hidayeti için gönderdiği Peygamberlerle alay

edip onlara karşı gelen geçmiş milletlerin uğradıkları akıbetleri, uyarı ve temsil

yoluyla hatırlatmak için -çoğu zaman enbiya kıssaları şeklinde- Ahd-i Kadim’in

tarihinden istifade etmiştir. Böylece Hz. Muhammed (s.a) peygamberlerin sonuncusu

sıfatıyla geçmiş peygamberler zincirine katılmıştır.158 Yine o, Rasûl’ün Medine’deki

tutumunun Mekke’dekinden farklı olduğunu, Mekke’de peygamberlerin izinden

gittiğini söylerken, Medine’de bu prensipten ayrıldığını kaydetmiştir. Böyle söyleyen

Goldziher, Hz. Muhammed (a.s)’in, Hz. İbrahim’in dinini düzelttiğini, onun dinine

davet ettiğini, yeni bir din ortaya koymadığını söylemek suretiyle de çelişkiye

düşmektedir.159

Brockelmann’a göre Hz. Muhammed’in dini, tabiatıyla ancak Kur’an’a göre

muhakeme edilebilir. Kendisi için gerçek bir sistem söz konusu olamaz. İnce

hikmetler ve mantık asla O’nun iktidarı değildir. O’nun ruh dünyasının çok az bir

kısmı kendisine ait olup, o bilgileri çoğunlukla Yahudilik’ten ve Hristiyanlık’tan

almıştır. Fakat O bunları mahir bir şekilde kavminin dinî ihtiyaçlarına

uydurmuştur.160

Hz. Muhammed (s.a)’in, Yahudi veya Hristiyanlar’dan sistematik bir eğitim

almadığını ifade eden A. Jeffery (v. 1959) ise O’nun sahip olduğu bilgileri, daha çok

söylentiler yoluyla şifahî olarak aldığını iddia eder. Bu bakımından Jeffery, O’nun

çok sayıda öğretmeninin bulunduğunu, peygamber kıssaları konusundaki Kitab-ı

Mukaddes bilgisinin de daha çok Rabbinik hikayelere dayandığını, bunun sonucu

157 Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 70.

158 Goldziher, a.g.e., s. 15; Sönmezsoy, a.g.e.., s. 81.

159 Süleyman Ateş, İslam’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar, Kılıç Yay., Ankara, 1972, ss.

28-29.

160 Brockelmann, a.g.e., s. 33.58

olarak da Kur’an’daki birçok kıssada çeşitli bilgi yanlışlıklarının bulunduğunu iddia

etmektedir.161

Rodinson ise Yahudi ve Hristiyanlar’ın Hz. Muhammed’e aynı Tanrı’dan,

Arapların da başka tanrıları ekleyerek tapındığı Allah’tan söz ettiğini, O’nun da

bunları büyük bir dikkatle dinleyip, bu bilgiler ışığında, kafasında yavaş yavaş,

dünyanın ve tarihinin bir tasvirinin canlandığını162 iddia ederek şunları ilave eder:

“Yahudilerle Hristiyanlar, güçlü ve zengin örgütlenmeler de dahil olmak üzere,

dünya çapında imparatorluklar tarafından destekleniyorlardı. İddiaları, eski

zamanlarda gökten inmiş ve geçerlilikleri mucizelerle ispatlanmış kutsal kitaplara

dayanıyordu üstelik. Allah’ın sırlarını tanıyorlar; insanlara yardım için nasıl

tapınılmak istediğini, ne türlü dualar, kurbanlar ve ayinler arzu ettiğini biliyorlardı.

Oysa Araplar bütün bu sırların hiçbirine sahip değillerdi. Uzak kalmışlardı

Allah’tan. Şimdi bilen kişilerden, Kitab’ın adamlarından öğrenim görmeleri,

böylelikle de Allah’a yaklaşmaya çabalamaları gerekiyordu.”163 Bu bakımdan

Rodinson’un da diğer oryantalistlerin iddialarında olduğu gibi Hz. Muhammed’in

sahip olduğu fikirleri, Yahudi ve Hristiyanlar’dan edindiği şeklindeki görüşü

benimsediği anlaşılmaktadır. Ancak bunu alenen dile getirmekten de uzak durduğu

görülmektedir.

M. Watt, bu konuyu diğerlerinden daha farklı bir boyuta taşıyarak,

Yahudilik ve Hristiyanlık etkilerinin Hz. Peygamber (s.a)’e nasıl ulaştığını

tartışmakta, Hz. Peygamber (s.a)’in okur-yazar olmadığını ve dolayısıyla Kitab-ı

Mukaddes’i hiçbir zaman okumadığını kabul etmektedir. Jeffery’nin kabul ettiği gibi

o da, Hz. Muhammed (s.a)’e Yahudi ve Hristiyan kavramlarına dair her türlü

bilginin, şifahî kültür sayesinde ulaşmış olabileceği ihtimali üzerinde durur.164

Watt vardığı sonucun doğruluğunu göstermek için çeşitli ihtimallerden

bahsetmektedir:

a) Hz. Peygamber (s.a) bazı Yahudi ve Hristiyan din adamlarıyla karşılaşıp

onlarla dinî konularda müzakere etmiş olabilir.

161 Mesut Okumuş, “Arthur Jeffery ve Kur’an Çalışmaları Üzerine”, AÜİFD, XLIII/22, s. 135.

162 Rodinson, a.g.e., s. 89.

163 Rodinson, a.g.e., s. 91.

164 Montgomery Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 51.59

b) Hristiyan Araplar ve Habeşistan ile Yemen’den Habeşliler, ticaret

gayesiyle veya köle olarak Mekke’ye geliyordu.

c) Medine ve diğer yerlerde oturan Yahudi topluluklar vardı.

Watt, Hz. Peygamber’in bunlarla kesinlikle konuşma fırsatı bulduğunu ifade

ederek, şunları ilave etmiştir: “Gerçekten de Hz. Muhammed’in, Hatice’nin

Hristiyan kuzeni Varaka’yla bazı konuşmalar yaptığı rivayet edilir ve Hz.

Muhammed’in hayatı boyunca, hasımları onun bazı temaslarını, almış olduğu

vahiylerin kaynağı olarak gösterme gayretkeşliği içinde olmuştur.”165 Ayrıca Kitab-ı

Mukaddes’in mahiyeti hakkındaki bilgisini arttırmak için, O’nun Yahudileri ve

Hristiyanlar’ı sorgulayarak, bu tür fırsatlardan yararlanmış olması ihtimalini ileri

sürmüştür.166 Ancak Watt, bu görüşlerinin hepsini muhtemel ifadeler kullanarak

ortaya koymuş ve bu iddiaları ispatlayacak hiçbir delil göstermemiştir. Watt’ın, Hz.

Peygamber’in bazı temaslarını, düşmanlarının vahyin kaynağı olarak gösterdikleri

iddiasına gelince, bu iddianın hiçbir mesnedi bulunmamaktadır.

Oryantalistlerin bir kısmı, İslam’ın oluşumunda hem Yahudilik hem de

Hristiyanlığın etkisinden bahsederken, bazıları daha çok Yahudiliğin etkisi üzerinde

durur. İslam’ın Yahudilik’ten alınmış bir din olduğu fikri ise çok eskilere

dayanmaktadır. Mesela, Sa’diye (v. 944), Musa b. Meymun (v. 1204) Semmun b.

Devran (v. 1444) Orta Çağ’da bu görüşü savunan isimlerdendir. 19. asırda bu görüşü

savunan ise Abraham Geiger (v. 1874) olmuştur. Geiger, “Was hat Muhammed aus

dem Judenthume Aufgenommen, 1833” adlı eserinde, Kur’an-ı Kerim’in Yahudi

unsurları ihtiva ettiğini iddia etmiştir. Onu bu konuda, Hartwig Hirschfeld, Sidersky,

Horovitz (v. 1931), Shapiro, Katsh (v. 1998), Funkel gibi birçok oryantalist de takip

etmiştir.167

Nitekim Goldziher’e göre İslamiyet, Mekke’nin Yahudileştirilmiş dinî

adetleridir, ancak Yahudiliğin kendisi de değildir. Bunun nedenini ise, İslam’ın

kaynaklarından biri Yahudilik olmakla birlikte başka kaynaklarla desteklenerek

oluşturulduğu şeklinde açıklar.168

165 Watt, a.g.e., s. 51-52.

166 Watt, a.g.e., s. 52.

167 Akdemir, a.g.m., s. 193.

168 Tahsin Görgün, “Goldziher, Ignaz”, DİA, İstanbul, 1996, XIV/105.60

İslam’ı Yahudiliğin daha sonraki sapkın bir biçimi olarak kabul edenlerden

biri de Clair Tisdall (v. 1928)’dır. Ona göre Hz. Muhammed’in döneminde Yahudiler

sadece sayıca çok değillerdi. Arabistan’ın birçok yerinde çok da güçlülerdi.

Yahudilerin Kutsal Kitab’a sahip olmaları ve şüphesiz Kureyş ve diğer kabilelerin de

ataları olduğunu iddia ettikleri Hz. İbrahim’in soyundan gelmeleri, Yahudiler’e

büyük bir saygınlık kazandırıyordu. Bu nedenle doğal olarak yerli efsaneler,

Yahudiler’in tarihini ve adetlerini özümsemiştir. Bölgeye özgü törenler ise,

Yahudiler’in efsanelerinden uyarlamalarla biraz değiştirilmiştir. Tisdall,

Arabistan’daki Yahudi etkisini kendince bu şekilde ifade ettikten sonra Hz.

Muhammed’in böyle bir ortamda ortaya çıktığını, bütün yarımadanın kabul

edebileceği şekilde halkına yeni bir ruhsal sistem duyurusu yaptığını iddia eder.169

Tisdall ile çağdaş olan Brockelmann’ın da Hz. Peygamber’in almış olduğu bilgileri

halkına uyarladığı görüşünü benimseyerek,170 Tisdall’ınkine benzer bir iddiayı

savunduğu görülür.

Tisdall’a göre Hz. Peygamber (a.s) ortaya çıktığında Hristiyanlığın, Arapların

üzerinde büyük bir etkisi yoktur. Gençliğinde bazı Hristiyanlarla karşılaştığı anlatılsa

da kilise hakkında duydukları ve gördükleri O’nda kalıcı bir etki bırakmamıştır.171

Çünkü Hz. Muhammed, İncil’deki saf Hristiyanlıkla hiç karşılaşmamış, o dönemde

Hristiyanlıkta mevcut olan yanlış inançlar nedeniyle Hristiyanlık karşıtı yeni bir din

kurmak zorunda kalmıştır.172

Ona göre Hz. Muhammed dinî uygulamaları ve efsaneleri çok farklı

kaynaklardan almış olsa da az çok tutarlı bir bütün halinde birleştirmiş ve İslam

dinini oluşturmuştur. Bunların bir kısmı iyidir ve Müslümanlıkta başka din

sistemlerinden alınmış büyük gerçekler vardır. Bu da, Müslümanlığın dünyada

varlığını sürdürme nedenini ortaya koymaktadır.173

Bu konuda Tisdall’ın görüşlerine benzer iddialara sahip olan Torrey (v. 1956)

ise İslam’ın temel kaynağının Yahudilik olduğunu ispat etmeye çalıştığı “The Jewish

Foundation Of Islam” adlı eserinde İslam’ın eklektik bir din olduğunu, Hristiyan

169 W. St. Clair Tisdall, The Original Sources Of The Qur'an, Society for Promoting Christian

Knowledge (S.P.C.K.), London, 1911, s. 15.

170 Brockelmann, a.g.e., s. 33.

171 Tisdall, a.g.e., s. 39.

172 Tisdall, a.g.e., s. 40.

173 Tisdall, a.g.e., s. 84.61

unsurun ise nasıl yaygın ve nasıl önemli olduğunun şu an tartışma konusu olduğunu,

onun kaynaklarının Yahudi öğretiminden daha problemli olduğunu iddia

etmektedir.174 Henüz başında ve daha sonraki gelişim döneminde İslam’ın temel

malzeme kaynaklarının büyük kısmının Yahudi kaynaklar olduğunu, Yahudiliğin

İslam’ın önemi ve karakterinde karşı konulmaz derecede önemli olmasıyla birlikte

Hz. Peygamber’in geniş ve özel bir bilgiye sahip olduğuna kanıt göstermek için çaba

sarf edeceğini ifade etmektedir.175

Torrey’nin diğerlerine göre daha az makul olan bir görüşü vardır ki, kendisi

hiçbir delile dayandırmadan Mekke’de büyük bir Yahudi toplumunun bulunduğunu

ileri sürmektedir. Ancak onun bu tezi için Mekke’deki Yahudi toplumu hakkında

herhangi bir bilginin bulunmaması ciddi bir güçlük teşkil etmektedir. Mesela Medine

ve Hayber gibi şehirlerde bulunan büyük Yahudi toplumlarının akıbetlerinin ne

olduğu detaylı olarak bilindiği halde, ne Kur’an’da ne de Müslüman tarihçilerin

kitaplarında Mekke’de bulunan büyük Yahudi toplumu ve bunların akıbetleriyle ilgili

hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Eğer varsa da bunlarla ilgili bazı haberlerin bize

ulaşması gerekirdi. Halbuki bu konuda hiçbir bilgiye rastlamamaktadır.176

B. Lewis ise Hz. Peygamber’in Yahudilik ve Hristiyanlık tesirlerine maruz

kaldığını, Tevrat’taki birçok unsurun Kur’an’da var olmasının bunu tasdik ettiğini

iddia eder. Fakat ona göre Hz. Muhammed Tevrat’ı okumamıştır. Dolayısıyla Lewis

diğerlerinden farklı olarak, Kur’an’da Tevrat hikayelerinin anlatılış tarzı itibariyle

Hz. Muhammed’in Tevrat bilgisini dolaylı bir şekilde Mithra dini ve Sahtiyan

tacirleri ve seyyahlarından elde etmiş olabileceğine işaret eder.177 Lewis’e göre Hz.

Muhammed, tek tanrılı bir dine inanmaları sebebiyle, Yahudiler’in başta İslamiyet’i

oldukça büyük bir sempati ve anlayışla kabul edeceklerini düşünmektedir. Hatta Hz.

Muhammed bu maksatla Kippur orucu ve Kudüs’e doğru namaz kılmak gibi bazı

Yahudi adetlerini benimsemiştir. Ancak Yahudiler yeni Peygamber’e itibar

174 Charles Cutler Torrey, The Jewish Foundation Of Islam, Jewish Institute Of Religion Press, Bloch

Publishing CO., Newyork, 1933, s. 3.

175 Torrey, a.g.e., s. 8.

176 Fazlurrahman, a.g.e., s. 224.

177 Lewis, a.g.e., s. 35.62

göstermemiş ve O’na muhalefet etmişlerdir. Onların desteğini kazanamayınca,

Yahudi adetlerinden bir süre sonra vazgeçmiştir.178

Kısaca özetlemek gerekirse, bu görüşü savunan oryantalistlerin, genellikle

İslam’ın birden fazla unsurun etkisiyle meydana geldiği, ancak Yahudiliğin

diğerlerinden daha fazla etkili olduğu görüşünü benimsedikleri görülmektedir. Hatta

Lewis gibi bazı oryantalistler tarafından Yahudiler’in sempatisini kazanmak için Hz.

Peygamber’in onların ibadetlerinden aldığı, fakat başarılı olamayınca bu

uygulamaları terk ettiği şeklinde iddialar da ileri sürülmüştür.

Hz. Muhammed (s.a)’in vahiy kaynağının Hristiyanlık olduğunu iddia

edenlere gelince, bu görüşü benimseyenlerin başında 19. yüzyılda yaşamış

oryantalistlerden Sir William Muir’i zikredebiliriz. Muir’in, Hz. Peygamber’in aşina

olduğu şeyin, Hristiyanlığın bir çeşit sapık öğretileri olduğu ve bunların da

Kur’an’da yansımalarının görüldüğü şeklinde bir iddiası vardır.179

Andrae ise Hristiyan sofular ve keşişlerin dinî heyecanları uyandıran

vaazlarının Hz. Peygamber’in kalbinde yer ettiğini ve O’nun üzerinde büyük bir etki

yaptığını iddia eder. Ona göre Hz. Muhammed Hristiyanlık’tan etkilenmiş ancak

Hristiyan olmamıştır. Bunun sebebi Andrae’ye göre Kutsal Kitaplar ve Arapça

konuşan bir halkın olmasıdır. Onun belirttiğine göre, Hz. Muhammed Yahudiler’in

ve Hristiyanlar’ın kitaplarını kullanamamıştır. Çünkü onlar başka bir dilde

yazılmışlardır. Bu kitapların çevrilebileceği de Hz. Muhammed’in aklına

gelmemiştir. Bu sebeple kendisi ve taraftarları için Arapça olan kutsal bir metin

ortaya koymuştur.180 Ayrıca Andrae, Hz. Peygamber’in vahiy öğretisini

Yahudilik’ten veya Ortodoksluk’tan almış olmasının mümkün olmadığı

görüşündedir.181

Bu görüşü savunan en önemli isimlerden biri de İngiliz şarkiyatçı Richard

Bell’dir. Kendisi adından da anlaşılacağı üzere “The Origins of Islam in its Christian

Environment” adlı eserinde, İslam’ın kökenini Hristiyan çevrelerde aramıştır. Her ne

kadar Bell'in bu eseri yazmasının amacı, Kur’an’da Hristiyan etkisini göstermekse

de, Yahudilik’ten gelen sözde etkileri de göz ardı etmemiştir. Bell, Hz. Peygamber’in

178 Lewis, a.g.e., s. 39.

179 Hıdır, a.g.m., s. 144.

180 Armağan, a.g.e., s. 74.

181 Armağan, a.g.e., s. 75.63

özellikle peygamberliğinin ilk dönemlerinde Yahudi ve Hristiyan kaynaklarını ilk

elden kullanmadığını, hatta Hz. Peygamber’in bu sıralarda Yahudi ve Hristiyanlar

arasında bir ayrım yapmadığını ya da olası bir ayırımın farkında olmadığını ifade

etmektedir.182 Hz. Peygamber’in kullandığı materyallerin Yahudi ve Hristiyan

ifadeleri ve fikirlerini hatırlatsa da, gerçek Arap malzemeleri olduğunu, bu fikirlerin

aslında Arabistan dışında türetilip, Hz. Muhammed’in zamanına kadar Arap zihninin

parçası haline gelmiş olabileceğini söyler. Ona göre Yahudilik veya Hristiyanlığın

Hz. Muhammed’in temel fikirlerinin oluşumunda en çok hangisinin rolü olduğunu

sormak, gerçekten bizzat Arabistan üzerine en çok etkisi olan iki dinin hangisi

olduğu sorusunu sormaktır.183

Bell’e göre İslam, Hristiyanlığın bozulmuş ve tahrif edilmiş bir şeklidir ve

ondan pek çok şeyi almıştır. Bell bu eserini, kendisinden önceki yıllarda İslam'ın

Yahudilik’ten kaynaklandığı ile ilgili eserlerin karşıtı olarak kaleme alarak İslam'ın

kökeninin Yahudilik’te değil, Hristiyanlık’ta olduğunu ispat etmeye çalışmıştır.184 Şu

an elimizdeki Kur’an Bell’e göre, Hz. Peygamber’in zihnî gücüyle birlikte fıtrî ve

dinî eğilimini de kullanarak, çevre kültürler kadar gelişmemiş olan Arap kültürünü

zenginleştirmek için yabancı olan kaynaklardan bazı değişikler yaparak ve

olabildiğince açık taklitten kaçınarak aldığı bilgiler bütünüdür.185 Bell, Kur’an’ın

İslam öncesi Arap şairlerinin yazmış oldukları şiirlerde Hristiyanlardan

bahsetmesinin, Hristiyan etkisini Arap Yarımadası’nda gösteren önemli bir delil

olduğunu da ifade eder.186

Hamilton Gibb ise Hz Muhammed’in daha sonraki dönemlerde ortaya

koyduğu fikirlerin –ki bunlardan en önemli olanı Son Yargı (Last Judgement) idikesinlikle Arap geleneğinden türemediğini, Hristiyan kaynaklardan geldiğini ifade

ettikten sonra özellikle yeniden diriliş, ahiret hayatı, kıyamet süreci, Cennet

sevinçleri ve Cehennem azabının tasviri ile ilgili ayrıntıların Süryani Hristiyan

182 Albayrak, “Richard Bell, Kur’an Çalışmaları ve Kur’an Vahyi Hakkındaki Görüşleri”, s. 271.

183 Bell, a.g.e., s. 69.

184 Özcan Hıdır, “XX. Yüzyıl Oryantalist Çalışmalarda Hz. Peygamber İmajı”, İLAM Araştırma

Dergisi, c. 3, sy. 2, s. 145.

185 Albayrak, a.g.m., s. 271.

186 bkz. Richard Bell, The Origin of Islam in Its Christian Environments, Macmillan & Company Ltd,

London, 1926, 43-50.64

rahiplerin yazılarıyla paralellik gösterdiğini iddia eder.187 Gibb, Süryani

Hristiyanlığına işaret ederek, Hz. Peygamber’in etkilendiği alanı sınırlandırmıştır.

Ancak Bell’in benimsediği temel görüşlerin, Gibb tarafından da kabul edildiği

anlaşılmaktadır.

Gibb, bir başka yerde Kur’an’daki dini fikirlerin kaynakları ve gelişimini

izlemeye çalışırken, halen birçok çözülmemiş problemle karşı karşıya kalındığını

ifade eder ve kendince bu konudaki izlenimlerini ortaya koyar: “Daha önce alimler,

bazı Hristiyan eklemelerle birlikte bir Yahudi kaynağı varsayıyorlardı. Daha sonra

yapılan araştırmalar kesin bir şekilde Eski Ahit malzemeleri de dahil olmak üzere

temel harici etkilerin Süryani Hristiyanlığına kadar dayandığını kanıtlamıştır.”188

Fransız müsteşrik Regis Blachére (v. 1973) gibi bazı oryantalistler de Kur’an

kıssaları ile Yahudi-Hristiyan kıssaları arasındaki benzerlikten yola çıkarak,

Kur’an’ın kaynağı ile ilgili söz konusu iki dine işaret etmektedir. Blachére, kıssalar

arasındaki bu benzerliğin, Kur’an’ın dış amillerden etkilendiği yolundaki iddiaya

kuvvet kazandırdığı görüşündedir. Kendisi bu konuda özellikle Hristiyanlığın

etkisinden söz etmektedir. Bunu da, Mekkî ilk sureler ile Hz. Peygamber (s.a) ve

Mekke’deki fakir Hristiyanlar arasındaki ilişkiden çıkarmaktadır.189

Alan C. Bouquet (v. 1976) ise Hz. Muhammed’in on iki yaşında ticaret

kervanı ile Suriye’ye gittiği, Yahudilik ve Hristiyanlık hakkında bilgi edindiği

ihtimalinin olmadığını iddia eder. Çünkü ona göre Hz. Muhammed, daha çok şekli

bozulmuş Hristiyanlıktan bir şeyler bilmektedir. Bouquet, O’nun bazı mezhepler

arasında kullanılan apokrif İnciller hakkında bilgisi olduğunu düşünmektedir.190

Söz konusu oryantalistlerin iddialarını değerlendirmeye geçmeden, İslamiyet

öncesi Arap Yarımadası’nda Yahudi ve Hristiyanlar’ın durumuna kısaca göz atmak

gerekirse, buraya Yahudi cemaatlerinin ne zaman gelip yerleştikleri bilinmemektedir.

Bunlar Akabe Körfezi’ndeki Eyle Limanı’ndan Yemen ve Uman’ın en ücra

köşelerine, Medine’den Bahreyn’e kadar uzanan bölgelere kadar yayılmışlardı.

Mekke’de ise yok denecek kadar azdı. Ancak bölgede, Ukaz gibi fuar ve kervanlarda

187 Gibb, a.g.e., s. 39.

188 Gibb, a.g.e., s. 37.

189 Sönmezsoy, a.g.e., s. 84.

190 Cerrahoğlu, a.g.m., ss. 126-127.65

onlara zaman zaman rastlamak mümkündü.191 Hristiyanlar’a gelince, Mekke’de

onlara pek az rastlanırdı. Ancak buradaki Hristiyanlar’ın neredeyse tamamı köle

idi.192 Az bir kısmının ise kölelik, ticaret, demircilik sanatı gibi vesilelerle gelmiş

birtakım yabancı ve büyük bir kısmının maceracı kimseler olduğu anlaşılmaktadır.193

Dolayısıyla Mekke’deki Yahudi ve Hristiyanlar’ın, oryantalistlerin bazılarının iddia

ettikleri kadar etkin bir varlığından söz etmek mümkün görülmemektedir.

Hz. Peygamber’in dini telakkilerini Yahudi veya Hristiyanlardan aldığı

şeklindeki iddianın yanı sıra bölgede yaşayan ve söz konusu dinlerden birine mensup

olan bir öğreticisi olduğu da iddia edilmektedir. Ancak bu iddiaya İngiliz yazar John

Davenport şöyle itiraz etmiştir: “Hristiyanlarca kabul olunan söylentilere göre, Hz.

Muhammed Kur’an’ı İranlı bir Yahudi ile Hristiyan bir papanın yardımı ile

hazırlamıştır. Fakat bu düşünce o kadar eskidir ki, Hz. Muhammed’in kendisinin de

bu düşünce ile uğraştığını ve ona karşı koymuş olduğunu görüyoruz.”194

Nitekim Nahl Suresi’nin 103. ayetinde “Şüphesiz biz kafirlerin, ‘Kur’an’ı ona

ancak bir insan öğretiyor’ dediklerini biliyoruz. Kur’an’ı Muhammed’e öğrettiğini

iddia ettikleri şahsın dili yabancıdır. Ancak bu (Kur’an), apaçık bir Arapça’dır.”

buyrulmaktadır ve bu ayete dair müfessirlerin verdikleri bilgiler de Davenport’un

ifadesini açıklar niteliktedir.

Taberî’nin aktardığına göre müfessirler, Arap olmayan bu şahsın kim olduğu

ile ilgili farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Ancak bu görüşlerin neredeyse hepsinin

ortak noktası, söz konusu kişinin Hristiyan olmasıdır. Ancak bu kişi Arap dahi

değildir. Kur’an ise fasih bir Arapça ile indirilmiştir. O dönemde belağat ve fesahatte

ileri olan Arap toplumu bile Kur’an’ın üstün belağat ve fesahati karşısında aciz

kalmışlardır.195 Kur’an’ı öğrettiği iddia edilen kişinin ise dili yabancıdır ve Arapça’yı

bilmez veya kendisine hitap edilen şeylere cevap verebilecek kadar Arapça bilir.196

191 Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çvr. Mehmet Yazgan, Beyan Yay., İstanbul, 2014,

I/460.

192 Hamidullah, a.g.e., I/514.

193 Hatip, a.g.e, s. 233.

194 Lord John Davenport, Hz. Muhammed ve Kur’an-ı Kerim, Arar Yay. çvr. Ömer Rıza Doğrul,

Ankara, 1967, ss. 47- 48.

195 Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberî, Cami’ul-Beyan, thk. Ahmet Muhammed Şakir,

Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 2000, XVII/298.

196 İbn Kesîr, a.g.e., IV/518.66

Bu nedenle Hz. Peygamber (a.s)’in bu kimseden herhangi bir dinî öğreti alması

imkansızdır.

Mevdudi ise “Tefhimu’l-Kur’an” adlı tefsirinde, Mekkeli müşriklerle

oryantalistlerin Kur’an’ın kaynağı hakkındaki iddialarını karşılaştırarak, müşriklerin

oryantalistlerin iddia ettiği gibi Hz. Peygamber’in söylemiş olduğu şeyleri birinden

öğrendiğine dair bir iddiada bulunmadıklarını dile getirir. Çünkü onlar ülke

genelinde böyle birinin bulunmadığını bilirler.197

Görüldüğü üzere oryantalistlerin büyük bir kısmı Kur’an’ın kaynağı olarak

Yahudilik ve Hristiyanlığı benimsemişlerdir. Bazıları bu dinlerin öğretilerini aynen

iktibas ettiğini ve herhangi bir yenilik getirmediğini iddia ederken, Watt gibi bazı

oryantalistler de bu görüşün eskidiğini ve geçerliliğini yitirdiğini kabul etmiştir.

Ancak onların bu görüşü Kur’an’ın kaynağı meselesine dair görüşlerine engel teşkil

etmemektedir. Bunu yaparken de Kur’an’daki bazı ifadeler ile Yahudilik ve

Hristiyanlık öğretileri arasındaki benzerliklerden yola çıkmışlardır.

Şunu belirtmek gerekir ki, tevhid, itikadî konular, birtakım ibadet ve ceza

hükümleri, bazı peygamber kıssaları gibi hususlarda Kur’an-ı Kerim ile Ehli Kitap

bilgileri arasında benzerlik olduğu muhakkaktır. Ancak bunun nedeni, daha sonra

insan eliyle tahrif edilmiş olsalar bile Yahudilik ve Hristiyanlığın da Allah katından

gelmiş olmasıdır. Dolayısıyla oryantalistlerin iddia etmiş olduğu gibi bu tür

benzerliklerin varlığı, Hz. Peygamber’in oluşturduğu dini onlardan aldığının değil,

tüm vahyin tek kaynaktan geldiğinin kanıtıdır. Nitekim Kur’an’ın temel

prensiplerinin önceki kitaplarda da mevcut olduğunu ve Yahudi alimlerin bunlardan

haberdar olduğunu Kur’an-ı Kerim bizzat kendisi dile getirir.198

Zira Hz. Peygamber hiçbir zaman yeni bir din getirdiğini iddia etmemiştir.

Birçok ayette, Kur’an-ı Kerim’in önceki kitapları ve peygamberlerin tebliğlerini

tasdik ettiği vurgulanır.199 Kur’an, bunlar içerisinden tahrif olan bilgileri tashih etmiş,

yeniden düzenleyerek, dönemin ihtiyaçlarına göre bazı yeni hükümler getirmiştir.200

197 Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, IV/189.

198 Şuara 26/196-197, A’lâ 87/18-19.

199 bkz. Bakara 2/41,91,97; Nisa 4/ 47; Fatır 35/31; Saff 61/6.

200 bkz. Nûr 24/35, Bakara 2/115, Yûnus 10/ 61.67

Netice itibariyle İslam dini Yahudilik ve Hristiyanlık’tan müteşekkil bir din

değildir. Tıpkı onların dinlerinin kaynağı Allah Teala olduğu gibi Kur’an’ın ilk ve

tek kaynağı da Allah’tır. Ancak onlar bu gerçeği göz ardı etmektedirler.

b. Yaptığı Seyahatlerde Ehli Kitap’tan Aldığı İddiası

Hz. Muhammed’in, peygamberlik görevinden önce özellikle ticarî sebeplerle

bazı seyahatlerde bulunduğu aşikardır. Ancak bazı oryantalistler bu bilgileri

kullanarak, Kur’an’ın kaynağının bu seyahatlerde karşılaşmış olduğu Yahudilik ve

Hristiyanlığa mensup kimseler olduğunu iddia ederler. Bu bakımdan onların bu

görüşlerini sırasıyla ele alacağız.

Bu iddiaya sahip olan oryantalistlerden biri olan Macar müellif Goldziher,

Rasûlullah (s.a)’in hayatının ilk yarısında işleri gereği gittiği yerlerden çeşitli fikirler

edindiği, sonra uzleti sırasında üzerinde düşündüğü bu fikirleri benimsediğini iddia

eder. Ayrıca Goldziher’e göre Rasûlullah (s.a)’in idrak ve şuuru, hastalık halinin

etkisinin görüldüğü soyut düşüncelere meyletmiş, bundan dolayı da yakın ve uzak

akrabalarının dinî ve ahlakî görüşlerinin zıddına hareket etmiştir.201 Dolayısıyla

Goldziher, Hz. Muhammed’in kendi kavminin yaşayış tarzını, örf ve adetlerini, adı

geçen seyahatleri sırasında edindiği canlı intibalarla karşılaştırmış olmasının, ileride

yapacağı ıslahat hususunda O’nu harekete geçirmiş olabileceği ihtimali üzerinde

durmuştur.202

Goldziher’in bu konudaki şu ifadeleri de dikkat çekicidir: “Muhammed (s.a)

haccı putperestlerden öğrendiği gibi, Kur’an’ın bazı Hristiyanlık unsurlarını

gelenekler veya uydurulmuş mütevatir hikayelerden ve eski doğu Hristiyanlık

yeniliklerinden almıştır. Çünkü O, tüm bulduklarını, bu bulduklarının tabiatı her ne

olursa olsun, ticaret yolculukları ile ulaştığı yerlerden almış, sonra da bunu belli bir

sistem olmadan ifade etmiştir.”203

201 Goldziher, a.g.e., s. 13; Sönmezsoy, a.g.e., s. 147.

202 Hatip, a.g.e., s. 243.

203 Goldziher, a.g.e., ss. 24-25.68

Goldziher, Hz. Peygamber’in söz konusu seyahatlerini nereye yaptığını

açıkça belirtmezken, L. Caetani, O’nun özellikle Suriye yolculuğuna dikkat çeker.

Caetani, Hz. Peygamber’in yaptığı bu yolculukları, O’nun Hristiyan rahiplerle

samimi bir ilişki kurmasını ve onlardan Hristiyanlığın temel esaslarını öğrenmesini

ispat etmek için çok kıymetli bir unsur olarak görür. Ona göre Wellhausen gibi

kıymetli bir münekkidin İslamiyet’in esas itibariyle Hristiyanlık’tan kaynaklandığını

kuvvetli bir delil ile iddia etmesi yönüyle bunların önemi daha da artmıştır.204 Ancak

Caetani, Hz. Muhammed’in ilham aldığı kaynakları, Arabistan’da taraftarları

bulunan Yahudi ve Hristiyan bazı mezhep fertleri arasında aramak gerektiğini iddia

eder. Dolayısıyla Arabistan’da çokça bulunan Yahudiler’e rastlamak için Hz.

Muhammed’in bir seyahat yapmasına hiç gerek yoktur. Çünkü zaten Yahudiler,

özellikle Medine civarında ve Arap Yarımadası’nın güneyinde birçok kabileleri

kendi dinlerine çekmişlerdir.205 Caetani’nin bir tarihçi olarak objektif bakış açısıyla

olayları aktarması gerekirken, Hz. Peygamber’in nübüvvetinden önce yaptığı

seyahatleri gereksiz görmesi çok ilginçtir. Çünkü ona göre Kur’an’ın kaynağı O’nun

yanı başında bulunmakta ve uzaklara gitmesine gerek bulunmamaktadır. Bu

bakımdan o, Hz. Peygamber’in bu seyahatleri gerçekleştirme sebebini

araştırmaksızın, bunu kendince, Kur’an’a kaynak aramak olarak

değerlendirmektedir.

Jeffery ise Kur’an diline etki eden yabancı diller arasında Süryanice’nin

büyük önem arz ettiğini ve bu önemin Süryanice’nin Hristiyanlıkla olan tarihî

bağından ötürü olduğunu ifade eder. Ona göre Süryanice, Hz. Peygamber’den önce

Arapça’ya etkili olduğu gibi Hz. Peygamber’e de etkili olmuştur. Jeffery, bu konuda

L. Caetani gibi Hz. Peygamber’in Suriye’ye seyahati ve Süryani Hristiyanlarla

ilişkisi üzerinde ısrarla durur.206

S. Moscati (v. 1997) de diğer oryantalist meslektaşlarının yolundan giderek,

Hz. Muhammed’in çocukluğunda Suriye’ye gidişi ve orada Hristiyan keşişe

rastlamasıyla ilk monoteist anlayışın O’nda teşekkül etmeye başladığını, daha sonra

204 Caetani, a.g.e., I/311-312.

205 Caetani, a.g.e., I/312-313.

206 Bilal Gökkır, “Kur’an’da Yabancı Kelimeler Meselesine Oryantalist Bir Yaklaşım”, Marife, sy. 3,

s. 139.69

Arabistan’daki Yahudi ve Hristiyanlarla temas halinde bulunduğunu, dolayısıyla

vaazlarının esaslarını kolayca Yahudilik ve Hristiyanlık’ta bulmanın mümkün

olacağını iddia eder.207

Bernard Lewis ise diğerlerinden farklı bir bakış açısı ortaya koyarak, Hz.

Muhammed’in ticaretle meşgul olmasının muhtemelse de kesin olmadığından, O’nun

çevre ülkelere ticaret seyahatleri yaptığından bahseden hadislerin ihtiyatla

karşılanması gerektiğinden ve Kur’an’da bu konuda herhangi bir bilginin yer

almadığından bahsettikten sonra bu durumun Hz. Peygamber’in ruhî hazırlanışı

meselesinde tartışmalara neden olduğunu ifade eder.208

Bu iddiaya sahip olan oryantalistlerin Suriye seyahati ve Süryani Hristiyanlığı

noktasında ittifak etmeleri dikkat çekicidir. Bu durum onların birkaçının benimsediği

görüşü, diğerlerinin de aynen takip ettiği izlenimini vermektedir. Onlar, Hz.

Muhammed’in bu seyahatler esnasında iyi bir gözlemci olduğu ve gittiği yerlerden

çok şeyler aldığı kanaatindedirler. Onlara göre, bu seyahatler onun için iyi bir ilham

kaynağı ve ruhî bir hazırlık olmuştur.

Ancak bu görüşü reddeden oryantalistlerin varlığından da söz edilebilir.

Nitekim Cl. Huart (v. 1926) gibi bazı oryantalistler, Suriye’de Hristiyan dinin

tatbikatını görmüş olmasının, Hz. Peygamber’in düşüncesi üzerinde kuvvetli bir tesir

yapmış olduğu görüşü cazip gelse de, bu konudaki tarihi kaynakların kesin olmaması

sebebiyle bu görüşün terkedilmeye mahkum olduğunu itiraf etmişlerdir.209 Huart’ın

dile getirdiği gibi onların, bu iddiayı destekleyecek herhangi bir tarihi kanıt

göstermeksizin belirsiz söylemlerle görüşlerini ifade ettikleri apaçık ortadadır.

Ayrıca Hz. Muhammed’in gençliğinde yaptığı ticari yolculuklar esnasında,

bazı Hristiyan din adamları ve Yahudi rahiplerinden pek bir şey öğrenmediğini

müşrikler ve kafirler biliyorlardı. Üstelik bu yolculuklar kafile şeklinde yapılırdı ve

yolculuk sırasında olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermek isteyenin nasıl tekzip

207 Cerrahoğlu, a.g.m., s. 126.

208 Lewis, a.g.e., s. 35.

209 Hatip, a.g.e., s. 245.70

edileceğini ve alaya alınacağını Mekkeli kafirler bile iyi biliyorlardı.210 Dolayısıyla

bu iddiayı savunan oryantalistler, söz konusu yolculuklarda Hz. Muhammed’in

yalnız olmadığı gerçeğini göz ardı etmektedirler. Bu seyahatlerde Mekkeli

hemşerileri, Hz. Muhammed’in yanında bulunmaktaydı. Şayet bu iddia gerçek

olsaydı, oryantalistlerden önce o dönemin müşrik ve kafirlerinin, Hz. Peygamber

tebliğe başladığı ilk anda, şahit oldukları bu durumla O’nu itham etmiş olmaları

gerekirdi. Nitekim Mevdudi bu iddia karşısında şunları söylemektedir: “Mekke’deki

müşriklerin hepsi bilirdi ki, Muhammed (a.s) bir ümmiydi ve okuma yazma

bilmiyordu ve hiç kimse onun bu tertibinde kendisine İbranice, Süryanice ve Yunanca

kitaplardan mütercimlerle ilişkide olduğunu söyleyemezdi. Dahası hiç kimse onun,

bu bilgiyi Suriye’ye ve Filistin’e yaptığı ticarî seyahatler esnasında elde ettiğini ileri

sürecek kadar utanmaz olamazdı. Eğer Rasul hayattayken Suriye ya da Filistin’in

herhangi bir yerinde, herhangi bir Hristiyan rahip ya da Yahudi hahamı ile bu tür

bir konuşmada bulunsaydı, Bizans İmparatoru Hz. Muhammed’in –haşa- her şeyi

onlardan öğrendikten sonra Mekke’ye dönüp, peygamberlik iddiasında bulunduğu

propagandasını başlatmakta bir an bile tereddüt etmezdi.”211 Bu bakımdan bu konu,

onların mesnetsiz ve tutarsız bir şekilde söyledikleri iddialardan biri olmaktan öteye

geçmemektedir.

c. Rahip Bahira’dan Aldığı İddiası

Rahip Bahira, tevhit inancında Arius’un bağlısı bir Nasturi olup, Mesih’in

ilahlığını ve teslisi reddetmiştir. Bundan dolayı bazı oryantalistler, Hz.

Muhammed’in İslam akaidini, bu rahipten aldığını iddia etmektedirler. Bahira, hem

astronom hem de sihirbaz bir matematikçidir ve Allah’ın kendisine göründüğünü ve

kendisinin İsmailoğullarını Hristiyanlığa sevk edeceğini haber verdiğini

söylemiştir.212

210 Ebu’l A’la Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, çvr. Ahmet

Asrar, Pınar Yayınları, İstanbul, 2010, s. 312.

211 Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, IV/189.

212 Muhammed Reşid Rıza, el-Vahyu’l-Muhammedî, el-Mektebetü’l-İslamî, Beyrut, 1985, s. 95.71

Hz. Peygamber’in Busra’da Rahip Bahira ile karşılaşarak, öğretilerini ondan

aldığı şeklindeki bu görüş, çok eskilere dayanmaktadır. Nitekim Yuhanna edDımeşki (v. 750), Hz. Muhammed (s.a)’in dinini, Arius mezhebine bağlı Bahira

isimli bir rahiple konuştuktan sonra kurduğunu söyler.213 Dımeşki’den sonra da pek

çok oryantalist bu iddiayı savunmuştur. Hatta bazıları daha da ileri giderek, Hz.

Peygamber (a.s)’in Şam’a yaptığı bir yolculuğunda söz konusu rahibin yanında

kaldığını yalan yere iddia etmiş, Kur’an’ın bizzat Bahira tarafından yazıldığını ileri

sürenler dahi olmuştur.214

Amerikalı oryantalist W. Irving (v. 1859), Müslüman yazarların Rahip

Bahira’nın gençle yakından ilgilenmesini, O’nun omuzlarında nübüvvet mührünü

görmesine bağladıklarını, bundan dolayı amcası Ebu Talib’den Mekke’ye döndüğü

zaman kardeşinin oğlunu korumasını istediğini ve Yahudiler’in eline düşerek

nübüvvet mührünü gördükleri zaman, O’na eziyet etmeye kalkışabileceklerini

aktarır. Ardından Irving bu vakıayı, söz konusu rahibin dinini müjdelemeye oldukça

gayretli olduğu, bu sebeple Kabe koruyucusunun kardeşinin oğlu olan bu zeki gençte

hayır belirtileri sezdiği ve Mesihîliği Mekke’ye taşıyacak en hayırlı kişi olduğunu

düşündüğü şeklinde yorumlamıştır. Bundan dolayı O’nun hayalinin, çölde duyduğu

kıssa ve rivayetlerin yanı sıra rahipten öğrendikleriyle etkilendiğini iddia eder.215

Ancak T. Carlyle, bu iddiada birtakım mantıksızlıklar bularak, şöyle itiraz

etmiştir: “Böylesine genç bir insana keşiş ne kadar şey öğretebilir ki? Muhtemelen

bu konu fazla büyütülmüştür. Hz. Muhammed o tarihlerde henüz on dört yaşındaydı

ve ana dilinden başka dil bilmiyordu. Suriye’de gördüğü pek çok şey onun için garip

ve anlaşılması güç bir karışıklıktan ibaretti. Ama yine de uyanık bir çocuktu. Hiç

şüphesiz birçok şey kapıyor ve bütün bunlar bir bilinmez olarak, ama bir gün garip

bir biçimde görüşlere, inançlara ve sezgilere dönüşmek üzere olgunlaşmayı

bekliyordu. Suriye’ye yapılan bu yolculuklar herhalde Hz. Muhammed için pek çok

şeyin başlangıcıydı.”216 Edmund Power da Bahira iddiası hakkında şüphe duyan

213 Akdemir, a.g.m., s. 196.

214 Hatip, a.g.e., s. 236.

215 Muhammed Kutub, Oryantalistler ve İslam, trc. M. Beşir Eryarsoy, Beka Yay., İstanbul, 2014, s.

364.

216 Carlyle, a.g.e., ss. 72-73.72

isimlerden biri olmuştur. Yazar bir makalesinde şöyle bir sonuca varmıştır: “O

zamandan beri bulunmuş, neşredilmiş ve incelenmiş olan Arapça kaynaklar Suriyeli

rahibe atfedilen rolün, hayal mahsulünden başka bir şey olmadığını göstermiştir.”217

Danimarkalı şarkiyatçı Buhl da bu görüşü reddeden isimlerden biri olmuştur.

Buhl, Kur’an’daki kıssalar ile Kitab-ı Mukaddes’teki kıssaların benzerliğinden yola

çıkarak, Hz. Peygamber’in muhaliflerinin O’nun yabancı muallimlere sahip olduğu

şeklindeki iddialara karşı çıkar. İlginç olan şudur ki, bu iddiayı çürütmek için Buhl,

Kur’an-ı Kerim’den Nahl Suresi’nin 105. ayetini218 delil olarak getirir.219

Hirschfeld, Hz. Peygamber’in hayatını yazan kişilerin, özellikle Veyl ve

Sprenger’in ona bir “mentor” yani hoca tarafından bazı şeyler öğretildiğine dair olan

sözlerini reddetmektedir. Ona göre bu yöndeki açıklamalardan, Bahira’nın Hz.

Peygamber’e bazı şeyleri öğrettiği sonucu çıkarılamaz. Fakat Hirschfeld, O’nun

Rahip Nastura ile Suriye’de görüşmesinin gerçek bir olay olduğunu, Hristiyan

Mukaddes Kitabı hakkındaki bilgilerinin bir kısmını ondan aldığını iddia eder. Ona

göre Eutychés mezhebini kayıtsız ve şartsız olarak reddettiği halde, Hz. Peygamber

Nasturi mezhebine o kadar hasım değildir. Bu mezhebin fikirlerini, vicdanının

müsaade ettiği derecede İslamiyet’e sokmuştur.220

Rodinson da Hz. Muhammed’in amcası Ebu Talip ile Suriye’ye yaptığı

seyahatte Bahira isimli rahibin onları davet ettiği ve bu rahibin onun ileride

peygamber olacağını anladığı şeklindeki rivayeti Taberî’den aktarır ve ardından şu

soruyu sorar: “Bu hikayenin içinde gerçeklik payı var mıdır? Soruya ise şöyle yanıt

verir:

“Emin olamayız. Onun arkasındaki kimi motiflerin savunma niteliğinde

olduğuna hiç kuşku yoktur. Hz. Peygamber’in İslam’ın soyundan geldiğini iddia

ettiği tek tanrılı dinlerin biri tarafından tanınması önemliydi. Hristiyanlar efsaneyi,

dinden dönmüş rahibi Arap Peygamberinin kendi uydurması kabul edip, böylelikle

217 Hatip, a.g.e., s. 239.

218 Ayetin meali şöyledir: “Yalanı, ancak Allah´ın ayetlerine inanmayanlar uydurur. İşte onlar

yalancıların ta kendileridir.”

219 Buhl, “Muhammed”, s. 455.

220 Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 51.73

O’nu tüm özgünlüğünden yoksun bırakarak ele alırlar. Busra ya da başka bir ülkeye

yolculuğu gerçekte olanak dışı kılan hiçbir şey yoktur. Hz. Muhammed’in birçok

ülkeden haberdar olduğuna dair kanıt toplamak için girişimlerde bulunulmuştur,

fakat öte yandan, O’nun Hristiyan inancının adetlerine dair ilk elden hiçbir bilgisi

olmadığı görüşü de ileri sürülmüştür. Eğer bu ülkelerden birinde, onların

ibadetlerinin birinde, bir seferlik bile bulunmuş olsaydı, bu kesinlikle onun üzerinde

kimi izlenimler bırakırdı.”221 Bu sözlerine bakarak, kesin ifadeler kullanmaktan

kaçınmakla birlikte Rodinson’un bu iddiayı kabul etmediği anlaşılmaktadır.

Görüldüğü üzere Kur’an’ın kaynağı olarak Rahip Bahira’ya işaret eden bu

eski iddianın birçok savunucusu bulunmakla birlikte, bundan şüphe eden ya da

tamamen bu iddiayı reddeden oryantalistler de bulunmaktadır.

Bu iddia karşısında şunu söylemek gerekir ki, Hz. Peygamber bu

karşılaşmada çocuk yaştadır ve söz konusu rahibi ancak bir defa görmüştür. Ayrıca

aralarında geçen konuşma çok kısa sürmüştür. Bu durumda yeni bir din inşa edecek

önemli bilgilerin edinilmesi mümkün değildir.222 Zira Hz. Peygamber’in Bahira’dan

birtakım dinî öğretiler aldığı varsayılsa bile, neden sadece bir defa ve çok kısa

görüştüğü sorusu akla gelmektedir. Ayrıca Hz. Muhammed (s.a)’in yaşadığı devirde

müşriklerin hiçbiri, kendisinin Bahira denilen Hristiyan rahip ile görüşerek, ondan

bir şeyler aldığını iddia etmiş değildir.

Hz. Peygamber (s.a)’in Rahip Bahira ile buluştuğuna dair rivayetlerden,

kendisinin o zaman ancak 12-13 yaşlarında olabileceği tahmin edilmektedir. Bu

küçük yaşta Hz. Peygamber (s.a)’in söz konusu din adamından bir şey öğrendiğini

farz etsek bile, bunun kırk yaşına kadar unutulmayacağı iddia edilebilir mi? Eğer Hz.

Peygamber (s.a) gerçekten Bahira’dan bilgi hazinesini almışsa, bu hazineyi kırk

yaşına kadar niçin gizli tuttu?223 Üstelik Bahira niçin kendisi peygamberlik

iddiasında bulunmadı da bu yaştaki bir çocuğa öğretti? Ayrıca O’nunla beraber pek

çok kişi kervanda bulunmaktayken neden bu çocuğu seçti? İşte oryantalistler, bu

soruların cevabını verememektedirler.

221 Rodinson, a.g.e., ss. 73-74.

222 Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, s. 311.

223 Mevdudi, a.g.e., s. 312.74

Bahira’nın anlatıldığı rivayete bakıldığında ise Tirmizî’nin rivayeti dışında,

zayıf senetli birçok rivayet vardır. Ayrıca Tirmizî’nin rivayetinde Bahira’nın adı

geçmemekte ve metinde de galat bulunmaktadır. Zira bu rivayetlerin hiçbirinde, Hz.

Peygamber’in inanç esaslarını ve dinin tamamını Bahira’dan aldığına dair bir belirti

yoktur.224

d. Medine’de Yaşayan Ehli Kitap’tan Aldığı İddiası

Oryantalistlerin bir kısmı, Hz. Peygamber’in, Kur’an’daki birtakım hükümleri

Medine’de yaşayan Yahudi ve Hristiyanlar ile olan münasebeti sonucu

oluşturduğunu iddia etmiştir. Bu iddiaları dile getirmeden önce Medine’deki Yahudi

ve Hristiyanlar’ın durumunu kısaca ele alacağız.

Mekke’dekinden farklı olarak, Medine nüfusunun önemli bir kısmını, Ehli

Kitab’ın oluşturduğu bilinmektedir. Hz. Peygamber (s.a) Medine’ye hicret ettiği

zaman nüfusun neredeyse yarısı Yahudilerden oluşmaktaydı.225 Benû Nadir, Benû

Kaynuka ve Benû Kurayza kabilelerin yanı sıra o dönemde Medine’de yirmiyi aşkın

Yahudi kabilesinin bulunduğu ifade edilmektedir.226 Ancak Yahudiler’in bu bölgeye

ne zaman geldikleri hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. İslamiyet’in ortaya

çıkışından hemen önce bunlar Araplaşmışlardı ve İbrani alfabesini kullanmalarına

rağmen, Arapça’yı çok iyi konuşuyorlardı.227 Ancak söz konusu Yahudiler’in

Araplaşması, bazı Batılı oryantalistleri yanıltmıştır. Onların aslında Yahudiliği kabul

etmiş Araplar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak tarih kitaplarında birkaç kişi hariç

herhangi bir Arap kabilesinin ya da Arap ailenin Yahudiliği kabul ettiğine dair kanıt

yoktur.228

Hristiyanlar’ın ise Medine’de azınlık da olsa varlığından söz edilebilir.

Rivayetlere göre Medine’de Hz. Peygamber’in “Fasık” lakabını verdiği Ebû Âmir erRahib adında Hristiyan bir keşiş yaşamaktadır. Hz. Peygamber buraya hicret edince

224 Rıza, a.g.e., s. 96.

225 Hamidullah, a.g.e., I/474.

226 Hamidullah, a.g.e., I/475.

227 Hamidullah, a.g.e., I/474.

228 Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, s. 418.75

Medine’yi terk ederek Mekke’ye yerleşmiştir. Hatta etrafına topladığı elli adamıyla

beraber Uhud Savaşı’na katılmıştır.229 Ancak Hristiyanlar’ın Yahudiler kadar toplum

içinde etkin olmadığı görülmektedir.

Bu iddiayı ileri süren isimlerden biri olan Arthur Jeffery, özellikle Medine

döneminde Ehli Kitap’la ilişkileri sonucunda Hz. Peygamber’in Yahudi ve

Hristiyanlığa ait bilgileri öğrenmeye azmetmiş olduğunu ve bu nedenle yeni teknik

terimleri bu kaynaklardan bizzat kendisinin aldığını sıkça tekrar eder.230 İlk

dönemlerde onun önceki peygamberlerden ve büyük dinlerden çok az bahsettiğini,

daha sonra bilgisini artırarak Hristiyan ve Yahudi kaynaklardan aldığı dini terimleri

kullanmaya başladığını iddia eder. Hatta ona göre O, başlangıçta Hristiyan ve

Yahudiler’in ayrı dine mensup olduklarını bile bilmemektedir. Fakat sonradan bunu

öğrenince hemen dil ve söyleminde değişiklikler yapmıştır. Ona göre Hz. Peygamber

önceleri Ehli Kitap tarafından kabul göreceğini umarak iyi niyetle onlara yönelmiş,

ancak reddedilince Tevrat ve İncil'in tahrif edildiğini iddia etmiş, Hz. İbrahim’e ve

onun Hanif dinine uyduğunu ileri sürerek, çağrı ve söyleminde değişiklikler

yapmıştır. Bu değişiklikler, ona göre Hz. Muhammed'in eseri olan Kur’an için de

geçerlidir. Jeffery'e göre Kur’an’daki Ehli Kitab’a yönelik ayetler, başlangıçta Hz.

Peygamber’in önceki ilahî kitaplarda vaat edildiğini belirtmekte ve onları İslam’a

çağırmaktadır. Ancak bu çağrı, onun beklentilerinin aksine Yahudi ve Hristiyanlar

tarafından reddedilmiştir. Dolayısıyla zamanla Ehli Kitab’ı düşman sayan ve Hz.

Muhammed'in Hz. İbrahim'in dinine mensubiyetini vurgulayan ayetlerde dikkat

çeken birtakım değişiklikler yapmıştır.231

Batı dünyasının İslamî ilimler çalışmalarının büyük önderlerinden biri olan

Snouck Hurgronje (v. 1936) şunları söylemekten çekinmemektedir:

“Başlangıçta Hz. Muhammed, İsa’nın Hristiyanlar’a, Musa’nın Yahudiler’e

getirdiği (ilahî mesajın) aynısını Araplara da getirmekte kararlı idi. Müşriklere

karşı, öğretilerinin doğruluğunu tasdik etmelerini isteyebileceği ehl-i ilme güvenle

danıştı. Fakat Medine’de hayal kırıklığına uğradı. Ehli Kitap onu tanımıyordu. Onun

için artık onların da otoritesini aşan, fakat aynı zamanda kendisinin de ilk vahyi ile

229 Hamidullah, a.g.e., I/514.

230 Gökkır, a.g.m., s. 139-140.

231 Okumuş, a.g.m., s. 132.76

çelişkiye düşmeyen yeni bir otorite bulmak zorunda kaldı. Bu yüzden kendisine karşı

gelemeyecek olan ümmetlerin peygamberlerine yapıştı.”232 Bu ifadeler üzerine şunu

söylemek gerekir ki Hz. Muhammed (s.a) Mekke’de iken zaten daha önceki

peygamberlerin getirmiş olduğu vahyin aynısını getirdiğini biliyordu.

Watt, Medine Yahudilerinin, Yahudi dini ve kutsal kitapları hakkında çok

fazla bilgi sahibi olmadıklarını itiraf eder. Ancak Hz. Muhammed’in iddialarının

Yahudilikle uyumsuz olduğunu fark etmek için yeterli olduğunu da ilave eder. Onun

tahmin üzere ileri sürdüğü iddialarından biri de, Hz. Muhammed’in Yahudiler’den

antlaşmaya gitmekten daha fazlasını umut ettiği ve hicretten sonraki ilk haftalarında

vaktinin çoğunu, Yahudiler’in O’nun peygamberliğini kabul etmesini sağlamaya

çalışmakla geçirdiği şeklindedir.

Watt, peygamberlik hayatının ilk aşamasından itibaren Hz. Muhammed’in

Kur’an’da kendisine vahyedilen mesajların, Yahudilik ve Hristiyanlık öğretileriyle

benzerliğinin farkında olduğunu ve Medine’ye hicret ettikten sonra O’nun İslam için

Yahudiliği model aldığının düşünülmeye başlandığını iddia eder. Ona göre Hz.

Muhammed bunu yerine getirebilmek için Mekke’den ayrılmadan önce, Yahudi

usulüne uygun bir şekilde Kudüs’ü kıble yönü olarak seçmiştir. Bunun yanı sıra

Yahudiler’in tuttuğu Aşure orucunu, Yahudilerin Kefaret Günü’nü Medine’de

Müslümanlara uygulatmıştır. Watt, Müslümanların Cuma ibadetini ise, Yahudiler’in

Sabbath ibadetine hazırlanışları ile ilişkilendirir.233

Watt, Hz. Peygamber’in kendini Yahudiler’e yakınlaştırmak için yaptığı bu

tür uygulamaların işe yaramadığını söyler. Bu durum onun ifade ettiğine göre Hz.

Muhammed’i onlar tarafından tanınma konusunda bir miktar endişelendirmiştir.

Çünkü onların desteği olmadan, dininin üzerine inşa edildiği fikirlerin bütün

yapısının çökeceği tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu fark etmiştir. Watt, bu

değerlendirmenin sonunda şöyle bir çıkarımda da bulunur: “Hz. Muhammed, eğer

Yahudiler, onların peygamberlerine paralel bir peygamber olarak onu tanırlarsa,

onlara ibadet biçimlerini ve diğer ayırt edici dinî uygulamalarını korumaları için

izin vermeye hazırmış gibi görünür.” Watt, Yahudiler’in düşmanlıklarının gittikçe

artmasıyla, Hz. Muhammed’in Kur’an’ın Allah’ın sözleri olduğu şeklindeki iddiasını

232 Fazlurrahman, a.g.e., s. 201.

233 Watt, a.g.e., s. 11677

yalanlamak için onların Eski Ahit bilgilerine başvurduklarını savunur. Ümmîliğin

yaygın olduğu bir ortamda da, Kur’an’ın Eski Ahit’te de değinilen çeşitli konularda

yanıldığını ileri sürmenin ve bunları ispatlıyormuş gibi görünmenin kolay olduğunu

söyler. Yahudiler’in Kur’an’ın Allah’ın sözleri olmadığı ve Hz. Muhammed’in de bir

peygamber olmadığı şeklindeki ifadeleri karşısında bu konunun, Hz. Muhammed’in

ilk aylardaki başlıca uğraşlarından biri olabileceğini de iddia eder. 234

Bütün bunların ardından bu iddiayı benimseyen oryantalistlerin kanaati,

genel olarak şu şekilde özetlenebilir:

Hz. Peygamber, Mekke döneminde oluşturduğu dinini, Ehli Kitab’ın da

benimsemesini arzulamış, hatta bunun için onların dinî ritüellerinden bazılarını

uygulamaya başlamış, bazı hükümlerini Kitab’ına alarak, söylemlerini onların kabul

edeceği şekilde değiştirmiştir. Ancak Medine’deki Ehli Kitab’a yakınlaşarak,

peygamberliğini kabul ettirme arzusunu yerine getiremeyince, onların aleyhinde

olacak şekilde söylemlerinde değişikliğe gitmiştir.

Bu hususta dikkat çeken noktalardan biri, Medine’de yaşayan Ehli Kitab’ın,

Hz. Peygamber’in ilk vahiy sürecinde değil de daha sonraki süreçte yararlandığı

kaynaklardan olmasıdır. Bu bakımdan, daha önce Kur’an için Hz. Peygamber’in

başka kaynaklardan ilham aldığı, ancak daha sonra Medine’de mukim olan Ehli

Kitab’ın öğretilerinden beslendiği sonucu çıkarılabilir. Bu da, onların Hz.

Peygamber’in vahyini belli bir tekamül ile oluşturduğu şeklindeki görüşlerinin

sonucu olarak değerlendirilebilir.

Genelde İslam dini özelde ise Kur’an için bir tekamülden söz edilebilir.

Ancak bu, oryantalistlerin iddia ettikleri gibi Hz. Peygamber’in tasarrufunda bir

tekamül değildir. Sureler nüzul sırasına göre incelendiğinde, öncelikle itikadî ve

ahlak konularının ele alındığı, bunlar kalplerde yerleştikten sonra ibadet ve muamelat

konularına yer verildiği görülür. Kur’an’ın tedricilik esasına dayanması, onların iddia

ettiği gibi Hz. Peygamber’in Yahudi ve Hristiyanlar’dan öğrendikleriyle vahyini

geliştirdiği anlamına gelmemektedir.

Ayrıca Alman tarihçi H. A. Winkler, bu bölgedeki Yahudiler’in sosyal ve

kültürel seviye bakımından Filistin’deki Yahudi kavimlerden daha düşük seviyede

234 Watt, a.g.e., s. 117.78

olduğunu belirtmiştir.235 Dolayısıyla bu görüşe göre böyle bir toplumun mucize

olarak gönderilmiş olan Kur’an’a etki edebilecek yeterli kültüre ve malumata sahip

olmadıkları ifade edilebilir.

Bir başka husus ise şöyledir: Hz. Peygamber hasımlarının yaşadığı

memleketini terk ederek, kendisini davet eden ve misafirperverlik gösteren

Medine’ye peygamber sıfatıyla gelmiş, burada yeni bir medeniyet kurmuş ve bu

şehrin lideri olmuştur. Bu halkın yerlilerinden olan Ehli Kitap ile birebir temasa

geçmiş olması tabiidir. Ancak Watt’ın iddia ettiği gibi Hz. Peygamber’in Medine’ye

geldiğinde vaktinin çoğunu onlarla geçirdiğine dair hiçbir tarihi kanıt

bulunmamaktadır.

Son olarak, Medineli Ehli Kitap alimleri içerisinden bir kısmı, Hz.

Peygamber’in Medine’ye geldiğini duyunca tebliğini duymak ve O’nun özelliklerini

yakından incelemek için yanına gitmişler, O’nun vahyinin ilahî olduğunu hemen

ikrar ederek Müslüman olmuşlardır. Bunların en meşhuru olan Abdullah b. Selam’ın

Müslüman oluşu bu duruma en güzel örnektir. Kendisi Müslüman olmadan önce

bölgedeki Yahudiler’in en alim ve faziletli kişisi olarak kabul edilirken, Müslüman

olduktan sonra onlar tarafından terk edilmiştir.236 Bu bakımdan Kitab-ı Mukaddes

bilgisine iyi derecede hakim olan Ehli Kitap’tan bazı kimselerin, Kur’an vahyinin

ilahiliğini ikrar ettikleri anlaşılmaktadır.

e. Kitab-ı Mukaddes’ten Aldığı İddiası

Bu konuyu yukarıda geçen diğer iddialardan kesin ve net bir şekilde ayırmak

mümkün olmamakla birlikte, oryantalistlerin bir kısmı, Kur’an-ı Kerim’deki bazı

ayetlerin veya birtakım kıssaların Kitab-ı Mukaddes’ten alındığını açıkça ifade

etmektedirler. Burada bir başka tartışma konusu da Hz. Peygamber’in okuma yazma

bilip bilmediği meselesidir.

235 Sönmezsoy, a.g.e, s. 109.

236 Hatip, a.g.e., s. 292.79

Nitekim Buhl, halk fikirleri ve kâhinlerin etkisinden sonra yeni bir fikir

aleminin gittikçe artan bir nispette, Hz. Peygamber’in varlığını sarması ve nihayet bir

kuvvetin tesiri ile bütün eski tasavvurların, pek az bir kısmı hariç, arka plana

itildiğini, bu yeni fikirlerin de esas itibariyle “semavi” dinlere yani Yahudiliğe ve

Hristiyanlığa işaret ettiğini iddia eder ve Hz. Muhammed’in söylemiş olduğu şeylerin

pek çoğunun, daha eski vahye dayanan dinlerde de aynen bulunduğunu ileri sürer.

Ona göre Hz. Peygamber bunları Yahudi ve Hristiyan Mukaddes Kitaplarını okumak

suretiyle elde etmiştir.237 Ancak Buhl, Kur’an’ın kaynağı olarak sadece Kitab-ı

Mukaddes’e işaret etmemekte, İslam’ın farklı unsurların birleşimiyle meydana

geldiğini ve Kitab-ı Mukaddes kültürüyle yeni fikirlerin oluştuğunu ileri sürmektedir.

Dolayısıyla onun, Hz. Peygamber’in getirdiği dinin zamanla gelişen ve değişen bir

din olduğu anlayışını benimsediği görülmektedir.

Buhl şöyle bir iddiada daha bulunmaktadır: “Kur’an’dan anlaşıldığına göre

onun başkaları vasıtasıyla temas ettiği kitaplar, Kitab-ı Mukaddes’in asıl şekilleri

olmayıp, ona verilen malumat Midraş veya gayr-i mevsuk eserlerden alınmıştır.

Özellikle İsa’nın doğuşu ve çocukluğu hakkındaki kısımlar gayr-i mevsuk kaynaklar

ile benzerlik gösterir.”238 İlginçtir ki böyle bir iddiaya sahip olan Buhl, bir başka

yerde, Hz. Peygamber’in bu kitapların muhtevaları hakkında hiçbir fikre sahip

olmadığını ve onları okumuş olamayacağının anlaşıldığını ifade etmektedir.239 Bu da

müsteşriklerin kendi fikirleri içerisinde tutarlı olmadığını göstermek için bize iyi bir

delil sunmaktadır.

E. Montet (v. 1934) de, Kur’an tercümesinin baş tarafına koyduğu giriş

kısmında, menşe olarak, Yahudi ve Hristiyan kaynaklar, İslam’dan önceki kaynaklar

ve Hz. Muhammed tarafından vaz edilen yeni İslamî elemanlar olmak üzere üç

kaynak bulunduğunu iddia eder ve şunları ilave eder: "O, Yahudilerin şifahi

ananelerinden, dini efsanelerinden, Talmudik ve Rabbinik menşeli olan

Haggadah’larından pek çok şeyler ödünç almıştır.” Montet, Kelime-i Tevhidin bile

237 Buhl, “Muhammed”, s. 454.

238 Buhl, a.g.m., s. 455.

239 Frantz Buhl, “Kur’an”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1977, VI/998.80

Yahudilerden alınmış olduğunu ve çoğu apokrif olan İnciller’in Kur’an’a kaynak

olduğunu iddia etmektedir.240

Hirschfeld’in iddiası ise şöyledir: “Kitaba dair bilgilerin çoğunu ahali ile

konuşmalarından aldığını farz etmeliyiz. Gençliğinde Yahudi kitaplarını görmüş

olabilir; fakat iyi okuyamadığı için bazı kelimeleri yanlış okudu. Bunları sonra bozuk

birer şekilde tercüme etti. Medine’ye ayak basar basmaz Mukaddes Kitap ve diğer

Yahudi kitapları hakkında gizlice topladığı malumatı Yahudiler’in önüne döktü.”241

Hirschfeld’in ifadesine göre, Hz. Peygamber’in birtakım kıssaları Kur’an’a

ithal etmesinin sebebi, Kitab-ı Mukaddes’e ait olan bilgilerin büyük kısmının tarihî

bir mahiyette olması ve bunların, işitenlerin meraklanmasına neden olacağını

anlamasıdır. Ona göre Hz. Muhammed ilk başta küçük parçalarla, yalnız korkulu

haberleri tefsir ve izah etmiş, bunlar yavaş yavaş uzamıştır. Sonunda pek çok kıssa

bilen Hz. Muhammed (s.a) hareket tarzını değiştirmiş, kıssalar konuşmalarının

başlıca konusu olmuş, daha sonra da bunların içine ahlak dersleri karıştırmıştır.242

Ancak Kur’an’daki kıssalardan bazılarının Tevrat, Zebur veya İncil’de yer

alması, eleştiriye konu olabilecek bir durum değildir. Çünkü Kur’an geçmiş

milletlerin durumlarını, ibret ve uyanışa vesile olması için zikreder. Dolayısıyla

bunların Yahudi ve Hristiyanlar’ın kendi kitaplarında bulunması doğaldır. Zaten

Tevrat, Zebur ve İncil, İslam nazarında Allah katından indirilmiş kitaplar olup,

sonradan tahrif edilmeleri sebebiyle güvenilir kaynaklar değillerdir.243

Margoliouth’a göre Kur’an, Hz. Peygamber’in düzenlemiş olduğu bir kitap

olduğuna göre, bu Kitab’ı oluşturacak bilgileri bir yerden alması gerektiğini

söyleyerek, o dönemdeki ve o çevredeki Yahudi ve Hristiyanlara işaret etmiştir. Ona

göre Hz. Muhammed, bu fikirleri Yahudi ve Hristiyan kutsal kitaplarından

çalmıştır.244 Yahudi yolculardan ya da karşılaştığı diğer Yahudilerden veya onların

kutsal kitaplarından öğrendiği bilgilere Kur’an’da yer vermiştir. Bu ifadelerle, İncil

240 Cerrahoğlu, a.g.m., s. 126.

241 Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 108.

242 Ertuğrul, a.g.e., s. 79.

243 İsmail Fennî Ertuğrul, Kitab-ı İzâle-i Şükûk, Osmaniye Matbaası, İstanbul, 1928, ss. 88-89.

244 Atay, a.g.e., s. 94.81

ve Tevrat’ta yer alan bazı ifadelerin Kur’an-ı Kerim’de de yer almasını bu nedene

bağlayarak, Kur’an-ı Kerim’de önceki ilahi kitaplardan alıntı yapıldığı ve bunların

Hz. Muhammed tarafından düzenlendiği fikrini beyan eder. Ancak Margoliouth, Hz.

Muhammed’in eğitim görmediğini, bu sebeple okuma-yazmayı bilmediğini kabul

eder. Hz. Peygamber’in okuma-yazması yoksa nasıl Tevrat’tan ve İncil’den okuyup

alıntı yaptığı sorusuna ise Hz. Peygamber’in -o dönemdeki diğer Araplar gibi- çok

iyi bir ezber kabiliyetine sahip olduğu, Yahudi ve Hristiyan kaynaklarını okumadan

duyarak öğrendiği ve bazı hikayeleri alıp, kendi Kur’an’ına yerleştirdiği şeklinde

cevap verir.245

Brockelmann ise “İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi” adlı eserinde, Hz.

Peygamber’in almış olduğu vahyi açıkça Yahudilik ve Hristiyanlık’la

temellendirerek şu ifadeleri kullanmıştır: “Kitab-ı Mukaddes konularına dair bilgisi,

çok yüzeysel ve yanlışlarla doluydu. Bu konuları Haggadah Yahudi efsanelerine

borçlu olabilir. Fakat çoğunu, kendisine İncil’in tanıttığı İsa’nın çocukluğu, Ashab-ı

Kehf efsanesi, İskender efsanesi ve Orta Çağ dünya edebiyatının mühim

muhtevalarını, Hristiyan tarikatlarına borçludur.”246

Gibb’in bu konuda diğerlerinden farklı bir iddiası vardır ki o da,

Yahudiler’in, kitaplarında yer alan bilgilere aykırı olacak şekilde peygamber

kıssalarına dair Hz. Muhammed’in yaptığı nakillerdeki hatalarını eleştirdikleri zaman

O’nun, sürekli olarak “Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” diyerek cevap

verdiği yönündedir.247 Bu ifadelerden anlaşıldığına göre Gibb, Hirschfeld gibi

Kur’an’da geçen kıssaların Kitab-ı Mukaddes’ten alındığını kabul eder.

Rodinson ise Hz. Muhammed’in Yahudiler ve Hristiyanlardan hangisiyle

daha çok temas halinde olduğunun sorulması gerektiğine dikkat çekmektedir. Ona

göre Hz. Muhammed, bunların arasında ayrım yapmamıştır ve belki de her ikisi ile

doğrudan teması yoktur. Rodinson bundan sonraki kısımda Hz. Muhammed’in

kendisini Yahudi ya da Hristiyanlarla bir tutmadığını, ancak O’na açık olan herhangi

bir kaynaktan bilgi topladığını ve bu bilgileri ise ilk elden almak yerine üçüncü veya

245 Atay, a.g.e., s. 95.

246 Brockelmann, a.g.e., s. 15.

247 Gibb, a.g.e., s. 44.82

dördüncü elden sık sık aldığını iddia etmektedir.248 Ona göre Hz. Muhammed, bu

şekilde bazı apokrif kitapların kopyalarını almış olabilir, ancak eğer durum böyleyse,

O’nun, bu kitapların içinde ne olduğunu okuyan ve söyleyen Mekkeli birine ihtiyacı

vardır.249

Watt’a göre ise Eski ve Yeni Ahit’ten birçok malzemeyi içerdiğinden dolayı

Kur’an’ın son sureleri, Hz. Muhammed’in Kitab-ı Mukaddes geleneğine bağlılığını

daha bariz hale getirmektedir.250

Söz konusu oryantalistler, Kitab-ı Mukaddes’in son derece güvenilir bir

kaynak kabul edilmeye değdiği şeklinde bir intiba vermektedirler. Ancak bu iddia

sahiplerinden biri olan Margoliouth’un kendisi bile, Hristiyan din adamlarının kendi

kutsal kitaplarındaki çelişkilere haklı bir gerekçe olması açısından benimsemeleri

gereken “Colouring by the Medium” adını verdikleri bir hipoteze işaret ettiklerini

söyler. Bu hipotez ise şu anlama gelmektedir: Vahiy genel bir düşünce olarak iner.

Kendisine vahiy gelen peygamber, kendi akıl ve üslubuyla belli bir şekle sokar. Bu

nedenle Kitab-ı Mukaddes’teki yanlışlıklar semavi değildir ve bu aracılardan

kaynaklanmıştır.251 Nitekim tedavülde bulunan Tevrat, Zebur ve özellikle İncil

içerisinde birçok tenakuz bulunmakta, çeşitli yöntem ve metotlar kullanılarak, bunlar

en aza indirgenmeye çalışılmaktadır. Ancak ilahî olan bir kitapta çelişki ve ihtilafa

yer yoktur. Bu durum, ancak insan elinin değdiği yerlerde söz konusudur. Zira Allah

Teala Kur’an’da herhangi bir ihtilafın bulunmaması ile ilgili şöyle buyurmaktadır:

“Hâlâ Kur’an’ı iman ederek düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası

tarafından olsa idi, mutlaka içinde birçok tutarsızlık bulacaklardı.”252 Dolayısıyla

çelişki ve tutarsızlıktan uzak olan Kur’an’a, Kitab-ı Mukaddes’in kaynaklık etmesi

söz konusu olamaz.

Fransız Dr. M. Bucaille, “Le Bible, Le Coran, et La Science” adlı kitabının

sonuç kısmında şöyle söylemektedir:

248 Bell, a.g.e., s. 111.

249 Bell, a.g.e., s. 112.

250 Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 51.

251 Hatip, a.g.e., s. 307.

252 Nisâ 4/82.83

“Bugün sahip olduğumuz Kutsal Kitapların kapsadığı metinler hakkında

Batı ülkelerimizde beslenen hâkim kanaatin hiç de gerçeği yansıtmadığı bu

incelememizde açıkça kendini göstermektedir… Kaynakların çokluğu, sonuç

itibariyle birtakım zaruri çelişkilere ve bağdaşmazlıklara yol açmıştır ki bunlara

birçok örnekler verdik… Musevi-Hristiyan kutsal kitaplarının çağdaş bilim

verileriyle bir ilişkisi olabilecek bazı ifadeleri incelenirken, o metinlerin aslına

uygunluğunun tartışma götürür durumu, bir problem olarak kendisini

hissettirmektedir.

Kur’an önermelerinden bilimsel bir tarafı olanlarının çoğunun, Hz.

Muhammed devrindeki bilgilerin durumu nedeniyle, bir insan eseri olduğu

düşünülemez. Öyleyse Kur’an’ı, Allah’tan vahiy yoluyla gelmiş kitap olarak telakki

etmemiz yetmez, aynı zamanda Allah’tan nazil olduğu gibi değişmeden korunduğu

hususunda bize teminat vermesi ve içerisinde insan eseri olması düşünülemeyecek

beyanları ihtiva etmesi nedeniyle de ona apayrı bir mevki vermemiz pekala yerinde

olur.”253

J. Davenport da Tevrat, İncil ve Kur’an hakkında şöyle bir karşılaştırma

yapar: “Kur’an, Tevrat’tan ayrılmaktadır. Combe’in dediği gibi Tevrat’ta bir teoloji

sistemi yoktur. Tevrat, kıssalardan, vasıflardan, inanmışların bu yoldaki

heyecanlarından, birbirine layık bir bağ ile bağlı olmamakla beraber, kuvvetli bir

ahlaktan kurulmuştur. Kur’an-ı Kerim, İncil gibi ancak onun yoluna gidenlerin dinî

düşüncelerini, onların tapınma yollarını ve işlemlerini düzenleyen bir düstur da

değildir. Belki Kur’an siyasî bir sistemdir. Çünkü devletin her kanunu ona dayanır.

Hayata ve mallara ait olan her şey onun hükmü ile çözülmektedir.”254

Kur’an’ın kaynağının Yahudilik ve Hristiyanlık olduğunu iddia eden

oryantalist zihniyete karşılık Prof. Dr. Suat Yıldırım, bunun mümkün olamayacağını

şöyle özetlemektedir:

1- Tevrat ve İncil’in Arapça tercümesi yoktu.

2- Ehli Kitap, özellikle Yahudiler ilmi saklamakta çok ileri gitmişlerdi.

Tekellerine alıp, nüfuzlarını sürdürüyorlardı.

253 Bucaille, a.g.e., ss. 387-390.

254 Davenport, a.g.e., s. 44.84

3- Onlardan biri Hz. Peygamber’e bir şeyler öğretmiş olsaydı, bu

fazlasıyla yayılırdı. Zira Yahudiler, Medine’den hiç eksik olmamışlardı. Nitekim

diğer gruplar da öyleydi. Öğrenmiş oldukları bir şey olsaydı, Kur’an’a meydan

okuması üzerine derhal söylemeleri gerekirdi.

4- Yahudi ve Hristiyanların kültürü Hicaz’da hemen hemen hiç yaygın

değildi. Konu ile ilgilenen birçok kilise otoritesi de bunu tasdik eder.255

Sonuç olarak tahrif olmuş ve içinde yanlış bilgiler barındıran Kitab-ı

Mukaddes’in, kıyamete kadar Allah tarafından muhafaza edilecek olan Kur’an-ı

Kerim’e kaynak teşkil ettiği iddiasının ispatı mümkün değildir.

2. Halk Fikirlerinden Aldığı İddiası

Yahudilik ve Hristiyanlığın, Kur’an’ın kaynağı olduğu şeklindeki meşhur

iddiadan sonra Hz. Peygamber’in çevresinde yaygın olan bazı halk fikirlerinden

birtakım alıntılar yaptığı iddiasını ele alacağız.

Meşhur Fransız düşünür E. Renan (v. 1892) “Mahomet et les origines de

L'lslamisme” adlı makalesinde, Kur’anî doktrini teşkil eden bütün unsurların,

Kur’an-ı Kerim nazil olmadan önce, Hicaz çevresinde mevcut olduğunu iddia

etmiştir. Buna göre Hz. Muhammed (s.a) yeni bir din getirmemiş, aksine

zamanındaki görüşlere tabi olmaktan başka bir şey yapmamıştır.256

Renan’ın Kur’an’daki unsurların tamamını halk fikirlerinde aradığı görüşe

karşın Macar müellif Ignaz Goldziher, eklektik bir din anlayışı benimsemiştir. Hz.

Muhammed’in, İslam'ı tesis ederken cahiliye toplumunun inanç, sosyal yaşantı,

kabile hayatı ve alem anlayışını “Cahiliye” adı verilen Arap putperestliğinin bütün

vahşi unsurlarından ayıklama yoluna gittiğini iddia etmiştir. O’nun doktrin ve

kurallarının seçici bir karakter arz ettiğini, ancak Yahudilik ve Hristiyanlığın

255 Sönmezsoy, a.g.e., s. 121.

256 Akdemir, a.g.m., s. 198.85

bunlarda bir payının bulunduğunu belirterek, İslam’ın orijinalliğinin bundan ibaret

olduğunu ileri sürmüştür.257

C. Tisdall’ın ise Goldziher’in izinden gittiği anlaşılmaktadır. Nitekim Tisdall,

Kur’an-ı Kerim’in kaynaklarını kısa ve öz olarak açıkça çözmek amacıyla yazdığı258

“The Original Sources Of The Qur’an” adlı eserinde Hz. Muhammed (s.a)’in

Kur’an’ı oluştururken eski Arap inanışlarından faydalandığını iddia etmektedir:

“Araplar arasında Tanrı’nın tekliği anlayışını ilk kez Muhammed’in ortaya attığını

düşünmek mümkün değildir. Çünkü Allah kelimesinin bir harf-i tarifi olması, bu

kelimeyi kullananların İlahi Birliğin bir ölçüde bilincinde olduklarının kanıtıdır. Bu

sözcüğü Hz. Muhammed bulmamıştır, ancak dediğimiz gibi, kendisinin Peygamber,

Allah’ın görevlendirdiği bir elçi olduğunu ilk kez iddia ettiğinde, hemşerilerinin bu

sözcüğü zaten kullandıklarını biliyordu.” Bunun kanıtı olarak da Tisdall, Hz.

Muhammed’in doğmadan önce ölen babasının adının Abdullah (Allah’ın Kulu)

olduğunu, Kabe’ye Hz. Muhammed döneminden çok önce de Beytullah (Allah’ın

Evi) dendiğini göstermektedir. Ayrıca İslamiyet’ten önceki dönemden, kuşaktan

kuşağa geçerek günümüze kadar gelen el-Muallakat adlı şiirlerde, Allah kelimesinin

çok sık geçtiğini ifade etmektedir. 259

Tisdall daha sonra şöyle devam eder: “İslam’ın ilk kaynağının, Hz.

Muhammed dönemindeki Arapların dinsel inançları ve adetleri olduğu besbellidir.

İslamiyet çok eşlilik ve kölelik geleneklerini bu putperest kaynaktan almıştır. İkisinin

kötü etkisine başka alanlarda başka şeyler eklenmemiş olsa da, Hz. Muhammed

bunları benimsemekle her zaman bunları onaylamıştır.”260

Buhl ise Hz. Peygamber’in kendi fikirlerini nereden aldığı konusunun önemli

olduğunu vurgulayarak, O’nun yabancı tesirlere karşı büyük bir meyil gösterdiğini

ifade eder. Hz. Peygamber’in önceleri kendi muhitindeki dinî görüşleri paylaşmış

olmasının muhtemel olduğunu, hayatının daha sonraki yıllarında da bu hususta

açıkça görülen izler bulunduğunu ifade eder. Buna hemşerilerinin cinlere veya

257 Hatip, a.g.e., s. 279.

258Tisdall, a.g.e., s. 6.

259 Tisdall, a.g.e., s. 9.

260 Tisdall, a.g.e., s.11.86

şeytanlara ve fena alametlere olan inançlarını Hz. Peygamber’in de kabul ettiğini,

Mekke’nin Kabe ile birlikte onun için kutsal bir yer olmasını, oradaki kurban kesme

adetini hakiki menasikten saymasını, kendi taraftarlarının hac seferlerine katılmasına

izin vermesini örnek göstererek, iddiasını kanıtlamaya çalışır.261 Dolayısıyla

Goldziher ve Tisdall’ın da iddia ettiği gibi Buhl Hz. Peygamber’in, çevresindeki

Arap adet ve uygulamalarından bir kısmını, kendi dinine aldığını kabul eder.

Torrey de diğer oryantalistlerin izinden giderek, İslam’ı farklı unsurların

kaynaşması olarak nitelendirmiş, bunların bazılarının kolayca tespit edildiğini,

bazılarının ise belirsiz kökenli olduğunu söylemiştir. Ona göre Kur’an, Hz.

Muhammed’in ya kendi seçimiyle ya da baskıyla benimseyerek, Arap

putperestliğinden hatırı sayılır bir katkı ihtiva etmektedir. Yerli putperestlikten

yapılan bu alıntı ise ona göre yeterince açıktır.262

İngiliz oryantalist Hamilton Gibb ise şöyle demektedir: “Şüphesiz,

Muhammed yeni ortaya çıkmış diğer bütün reformistler gibi, bir taraftan kendisini

çevreleyen dış şartların gereklerinden etkilenmiş, sonra O, diğer taraftan zamanında

hakim olan ve büyüdüğü yörede yürürlükte olan düşünce ve inançlar arasında yeni

bir yol açmıştır. Mekke’nin bu seçkin döneminin, Muhammed (s.a)’in hayatının her

safhasındaki açık etkisi üzerinde görülebilir. İnsani bir ifadeyle; gerçekten

Muhammed (s.a) başarılı olmuştur. Çünkü o bir Mekkelidir.”263

Watt, Kur’an’ın ilk nazil olan bölümlerinden son nazil olan bölümlerine

gelindiğinde, orada Medine’deki topluluğun idaresi için ortaya konan kuralların, en

azından ayrıntılarında, orijinal olduğunu iddia eder. Ona göre Hz. Peygamber,

genellikle Arap örf ve adetlerini yeni duruma uydurmuş, İslam’ın derece derece

gelişmesini sağlamıştır. Bunu sağlayan ideallerin ise Arabistan’a özgü çeşniden

kaynaklandığını iddia etmektedir.264 Ona göre gerek Kur’an’ın Arap çoktanrıcılığını

reddetmesi, gerekse eski dinin bazı yönlerini zımnen benimsemiş olması, Yahudilik

261 Buhl, “Muhammed”, s. 454.

262 Torrey, a.g.e., s. 3.

263 Gibb, a.g.e., s. 25.

264 Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 73.87

veya Hristiyanlık’tan gelen şeyler olmayıp, yeni şeyler olarak kabul edilmelidir.265

Bu bakımdan Watt, bazı oryantalistlerin aksine Hz. Peygamber’in oluşturduğu dinin

yapısında orijinal kısımların da bulunduğunu kabul ederek, bunu Arap örf ve adetleri

ile açıklamıştır.

Cahiliye döneminde bulunan bazı hükümlerin benzerlerinin İslam’da da

mevcut olduğu bilinmektedir. İslam, kendi teşri felsefesine ve gerçekleştirmek için

nazil olduğu maksatlara uygun olduğu takdirde, bunların faydalı olanlarını devam

ettirmiştir. Bu bakımdan, bu hükümlerin devam ettirilmesinden dolayı Hz.

Peygamber’in edindiği fikirleri, içinde yaşadığı toplumdan aldığı ve Kur’an’ın Allah

tarafından vahyedilmediği sonucu çıkarılamaz.266 Nitekim Kur’an’ın bazı Cahiliye

hükümlerini devam ettirmiş olması, toplumun alışık olduğu bu uygulamaları tatbik

etmesini kolaylaştırmıştır.

3. Bazı Haniflerden Aldığı İddiası

Hz. Muhammed (s.a)’den önce Hicaz bölgesinde Hanifler denen ve Allah’ın

birliğine inanan bazı kimseler bulunmaktaydı. Bunlar putlara tapmayı reddederek,

İbrahim Peygamber’in (a.s) dinini ararlar ve onu yeniden diriltecek bir peygamberin

gönderilmesini beklerlerdi. Fakat bir peygamber ortaya çıkmadığından, hiç olmazsa

bazı bakımlardan İbrahim Peygamber’in (a.s) şeriatına yakındır diye bir kısmı İsa

(a.s) dinine, bir kısmı da Yahudiliğe meylederlerdi. Bununla birlikte bu inanç çok

yaygın değildi. Böyle düşünenler çok az, hatta sayılabilecek derecede idi. Hanifler

bir bakıma İslam dininin müjdecileri gibi olup, Hz. İbrahim’in şeriatını diriltecek bir

peygamberin geleceğini halka söylerlerdi.267 Bunlar, diğer Arapların en çok müptela

oldukları şu üç günahtan kaçınırlardı: (a) Allah’a şirk koşmak, (b) masum insanları

öldürmek, (c) fuhuş ve zina yapmak.268

265 Watt, a.g.e., s. 75.

266 Sönmezsoy, a.g.e., s. 91.

267 Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi, AÜİF Yayınları, Ankara, 1982, s. 158.

268 Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, s. 398.88

“Hanif” kelimesinin kaynağı ve anlamı hakkında ise çeşitli görüşler

bulunmaktadır. Kelimenin kökü olan “hnf” hemen bütün dinlerde ortak olarak

kullanılmaktadır. İslam’ın ilk yıllarına ait şiirlerde, Hanif kelimesine farklı, hatta

birbirine zıt anlamlar verildiği görülür. Nitekim bu kelimeyle ilgili hem putperest

hem de tevhid ehli şeklinde tanımlamalar yapılmıştır.269

Oryantalistlerin görüşleri incelendiği zaman, bu konu üzerinde fazlaca

durdukları görülmektedir. Özellikle Hanif kavramının anlamı ve kökenine ilişkin

açıklamalarındaki benzerlik dikkat çekmektedir.

Mesela Tisdall, Hanif sözcüğünün türediği kökün, İbranice olan “gizlemek,

gibi davranmak, yalan söylemek, ikiyüzlü olmak” anlamına geldiğini ve Süryanice

anlamının da aynı olduğunu; Arapça’da ise önce “aksamak” ya da “düzgün

yürüyememek” anlamına geldiğini, sonradan halkın tanrılarına tapmaktan

vazgeçerek dinsiz olmasını ifade eden bir anlama geldiğini söyler. Dolayısıyla ona

göre bu anlamıyla önceleri bir kınama ifadesi olarak reformcular için kullanılmıştır.

Tisdall bundan sonra, İbn Hişam’dan bir rivayete yer vererek, Kureyşlilerin

telaffuzunda “tövbe” ve “saflık” anlamına gelen sözcüğün, “Haniflik” anlamına

gelen sözcükle karıştırıldığı için, Haniflerin, putperestlikten bütün kötü yanlarıyla

birlikte vazgeçmelerini ifade eden bir ad olarak, bunu sevinçle benimsediklerini

aktarır. Bununla birlikte, Hz. Muhammed’in, bu sözcüğü Hz. İbrahim için

kullanmaya ve insanları, İslam’la özdeşleştirdiği Hz. İbrahim’in dinine yönelerek,

Hanif olmaya davet etmeye cesaret etmesinin dikkat çekici olduğunu ifade eder. Ona

göre Hz. Muhammed, bu ifadeyi kullanarak, reformcuların doktrinlerine bağlılığını

duyurmuştur. Ayrıca Tisdall, onların öğretilerini benimsemesi ve Kur’an’a

almasının, Haniflerin dogmalarının, Müslümanlığın belli başlı kaynaklarından birini

oluşturduğunu kabul etmektedir.270

Andrae de Hanîf kelimesinin kelime anlamına ve kelimenin nereden

alındığına dair görüşünü şöyle ortaya koymaktadır: “Bu Arapça kelime, şüphesiz ki,

Suriyelilerin dilinde “kafir” anlamına gelen “hanpa” kelimesinden türemiştir.

269 Adem Apak, Anahatlarıyla İslam Öncesi Arap Tarihi ve Kültürü, Ensar Yay., İstanbul, 2012, s.

254.

270 Tisdall, a.g.e., s. 82.89

Öyleyse, “kafir” anlamına gelen bir kelime nasıl olmuştur da Kur’an’da “tek bir

Tanrının varlığına inanan kimse” anlamında kullanılmıştır? Bu kelime, Suriye

dilindeki İncil’de “kafir” için genellikle; Yunanca’da da “kafirlik” anlamında

özellikle kullanılmıştır. Mesela, Dönek Julian’a “Yulyana Hanpa” denilmiştir.

Hristiyan Suriyeliler, bu kelimeyi kafirler için pek kullanmazlardı. Fakat onlar,

Hristiyan dininden dönenler olarak sayılabilecek, bakış açısı Helenik kafirliğine çok

yaklaşmış kişiler için bunu kullanmışlardır. Dolayısıyla Mani’nin öğretisi açıkça

“hanputa (kafirlik)” olarak adlandırılmıştır. Arap işgalinden sonra yazılan

metinlerde Sabiîlerin “kafir” olarak adlandırıldıkları doğrudur. Ama her şey onların

çok daha önceki tarihlerde de “kafir” olarak bilindiklerini akla getirmektedir.”271

Andrae, Maniciler ve Sabiîlerin doğrudan “hanpa (kafir)” olarak

adlandırılmalarının Arapça’da bu kelimenin, Yahudi ve Hristiyan olmayan ve

tanrının birliğine inanan anlamına nasıl geldiğinin anlaşılabileceğini söyler. Ona göre

Hz. Muhammed, yine de, “Hanif” teriminden daha çok, belirli bir dinî topluluğa üye

olmadan, ancak kendiliğinden Tanrı vergisi bir eğilim tarafından yönlendirilerek,

popüler kafirlikten kendisini sıyırmış kimse anlamını çıkarıyor gibi

gözükmektedir.272 Bu detaylı izaha bakıldığında Andrae, Hz. Muhammed’in

Süryanice’den almış olduğu bu kelimeyi, anlamını tamamen değiştirerek, kendince

dinî bir gruba ad olarak verdiğini iddia etmektedir.

Bell’e göre ise Hristiyan etkisini Arap Yarımadası’nda gösteren önemli

delillerden biri, bölgedeki Haniflerin varlığıdır. Ona göre mana açısından bu terim

Kur’an’ın kullanımına uymaz ve bu kelime Süryanice hanpa’dan gelmektedir. Hz.

Peygamber (s.a) bu kelimeyi Kur’an’da kullanmıştır ve Hz. İbrahim’in Hanif ve

Müslüman olduğunu beyan etmiştir.273 Onun bu ifadeyi önemli bir dini grup için

kullandığını belirten Bell, diğer oryantalistlerin söyleminden farklı olarak, aslında

bunların ne bir mezhep ne de herhangi bir grubun parçası olmadıklarını, sadece Hz.

Peygamber’in bir türlü sükûn bulamamış zihnî yapısının bir ürünü olduğunu

271 Armağan, a.g.e., ss. 80-81.

272 Armağan, a.g.e., s. 81.

273 Bell, a.g.e., s. 5890

savunmaktadır.274 Bell, bu kelimenin kökeni ve anlamı ile ilgili daha önceki görüşleri

benimsemesine rağmen Hanif denilen kimselerin gerçekte var olduğunu reddederek

ve bunu Hz. Peygamber’in uydurması kabul ederek, bu iddiaya farklı bir boyut

kazandırmıştır. Ancak bu, sadece tarihî gerçekleri görmezden gelerek ortaya atılan

bir iddiadır. Ayrıca Bell’in, bu kelimenin Kur’an’da geçtiğini özellikle zikrettikten

sonra Haniflerin Hz. Peygamber’in zihninin bir ürünü olduğunu ifade etmesi,

Kur’an’ın Hz. Peygamber’in bilinçaltının ürünü olduğu iddiasının bir uzantısı olarak

değerlendirilebilir.

Gibb’e göre Kur’an’daki monoteist fikirlerin Yahudilik ya da Hristiyanlık’tan

kaynaklandığı şüphelidir. Kur’an’da bu tamamen, Suriyelilerin Hristiyan olmayanlar

olarak saydığı hanpa (dinsiz, kafir) ve İslamiyet öncesi Hanif denilen bir grup

tarafından temsil edilen, bilinmeyen bir Arap geleneği ile ilişkilidir.275 Böylece Gibb,

Kur’an’da geçen monoteist fikirlerin, Haniflerden alındığını iddia etmektedir.

M. Rodinson’un Hanifler hakkındaki şu iddiası dikkat çekicidir: “Böyle

düşünenlerden hiç olmazsa birkaçı, Hristiyan veya Yahudi olmayı reddediyordu.

Çoğu, Arapların ulusal gururlarından ötürü bu yola girmekten kaçındıklarını

söylemiştir. Belki de onlar çoktan Allah karşısında Hanif olarak bilinmeye

başlamışlardı. Bu, büyük olasılıkla Arami dilinde “dinsizler” anlamına gelen bir

kelimenin yanlış yorumlanmasıyla türetilmiştir. Bu şu anlama geliyordu: Onlar

Allah’a yakınlaşmanın yolunu, bilinen dinlerin saflarına katılmadan arıyorlardı.

Belki de Yahudiler’in ve Hristiyanlar’ın anlatımlarından şunu gözlemlemişlerdi:

Musa Museviliği kurmadan önce, onların sevip saydıkları İbrahim gibi insanlar da

aynı davranışı sergilemişlerdi. Kitab-ı Mukaddes’in kendisi, İbrahim’in, oğlu İsmail

aracılığıyla Arapların atası olduğunu söylüyordu. Bu yüzden Arapların atalarının

örneğini izlemeleri ve Allah’a kurulmuş dinlerden bağımsız olarak tapmaları çok

doğal değil miydi?276

Diğer taraftan, Yahudilerle Hristiyanlar Araplar’ı küçük görüyordu. Araplar,

onların gözünde birer vahşiden farksızdı; uygar halklar gibi bir kiliseleri bile yoktu.

274 Albayrak, “Richard Bell, Kur’an Çalışmaları ve Kur’an Vahyi Hakkındaki Görüşleri”, s. 269.

275 Gibb, a.g.e., s. 38.

276 Rodinson, a.g.e., ss. 91-92.91

Araplar “uygar” komşularının kendilerine yakıştırdığı “hanif” (putperest ya da

kafir) adını gururla benimsemiş olabilirler. Kafirlerdi ve Allah’ı da kafirler olarak

arayacaklardı. Birçoğu, onları her fırsatta aşağılayan diğer milletlerin gösterişlerine

karşı kesin bir isyan duygusuyla hareket ediyorlardı.”277 Rodinson’un, Hz.

İbrahim’in dinini arayan bu kimselerin, kafir vasfını gururla taşıdıkları şeklindeki

iddiasının hiçbir tarihî gerçekliği bulunmamaktadır. Nitekim müşrikler ya da Yahudi

ve Hristiyanlar açısından bu kimselere “dinsiz-kafir” gözüyle bakılması da tabiidir.

Montgomery Watt da bu kelimenin kökenini detaylı bir şekilde ele alan

oryantalist anlayışını takip etmiştir. Watt, sonraki dönem İslam alimlerinin Hanif

kelimesini hep Müslüman, Hanifiyyeyi ise İslam ile eş anlamda kullandıklarını ifade

eder ve buna deliller getirir. İbn Mesud’un Kur’an nüshasında, Al-i İmran Suresi’nin

19. ayetinde İslam yerine Hanifiyye kelimesinin geçtiğini, Müslüman alimlerin Hz.

Muhammed’den önce Hanifiyye ya da saf tektanrıcılığı arayan insanların olduğunu

göstermek için çabaladıklarını vurgular. Kendisi Richard Bell’in aksine, o dönemde

daha saf veya daha kamil bir dini arayan insanların olduğunu ikrar eder. Ancak bu

kimseler, kendilerini Hanif olarak adlandırmamaktadırlar. Zira öyle yapmış olsalardı,

bu isim Müslim kelimesi ile eş tutulmazdı. İslam öncesi Arap şairlerinin ise Hanif

kelimesini müşrik veya putperest anlamında kullandıklarını ifade ettikten sonra diğer

oryantalistlerin kabul ettikleri gibi bunun bir Hristiyanî kullanım olup, Süryanice’den

alındığını iddia eder. Kelimenin çoğulu olan hunefanın aslının Süryanice’de çoğul

olan hanpa kelimesinden geldiğini, Hristiyanlar’ın bu konuyu, Müslümanları alaylı

bir şekilde eleştirmek için kullandıklarını, Müslümanların da sonunda kendilerini

hunefa olarak adlandırmaktan vazgeçtiklerini ileri sürer.278

Son olarak Bernard Lewis de geleneğin, kavimlerinin putperestleriyle tahmin

olmayan ve daha saf bir din şekli aramakla birlikte Yahudilik ve Hristiyanlığı kabule

yanaşmayan bir kısım Mekkelilerden, Hanifler denilen bir halktan bahsettiğini dile

getirdikten sonra, Hz. Muhammed’in ruhî hazırlanışının, onlarla olan münasebetinde

aranması gerektiğini iddia eder.279

277 Rodinson, a.g.e., s. 92.

278 Watt, Kur’an’a Giriş, s. 29.

279 Lewis, a.g.e., s. 35.92

Bu görüşe sahip oryantalistlerin genel kanısı, Hanif kelimesinin Süryanice

hanpa (kafir) kelimesinden geldiği, bunun sebebinin de Süryani Hristiyanlar’la olan

ilişkiden kaynaklandığı şeklindedir. Bell gibi bazı oryantalistler, böyle bir grubun

gerçekte var olduğunu kabul etmese de, genel itibariyle oryantalistler, Araplar

içerisinde puta tapıcılığı inkar eden ve Tek Tanrı’ya inanan kimselerin mevcut

olduğunu kabul etmektedirler. Zira Hz. Peygamber’in nübüvvetinden önce sayıları az

da olsa Hanifler denilen kimselerin varlığı, tarihî bir gerçektir.

Hz. Peygamber’in Hanifler’den birtakım bilgileri aldığına ilişkin görüşü

benimseyen oryantalistler, özellikle bunlar içerisinden aşağıdaki iki isim üzerinde

durmuşlardır.

a. Varaka b. Nevfel

Varaka b. Nevfel, yaklaşık on beş yıllık akraba ilişkileri sebebiyle Hz.

Peygamber’in çocukluğunu görmüş bir kişiydi. Ehli Kitap’tandı, bilgiliydi,

kültürlüydü ve tecrübeliydi. Bütün bunlarla birlikte, Hz. Muhammed (s.a)’in Hira

mağarasında geçirdiği olayı duyar duymaz O’nun bir peygamber olduğuna kanaat

getirdi ve hiçbir şüpheye veya tereddüde düşmedi.280 İlm-i nücum denilen yıldızlar

ilmi ile Tevrat ve İncil kitaplarını tahsil ederek, Tevrat ve kutsal kitaplar hakkındaki

bilgisinin genişliğiyle şöhret kazandı. Ayrıca kendisinin, eski kutsal kitapları

Arapça’ya çevirdiği ifade edilmektedir.281

Bazı oryantalistler, Varaka b. Nevfel’in akrabalık ilişkisi ve ilk vahyin

gelişinde Hz. Peygamber’in ona danıştığını bildiren rivayeti kullanarak, O’nun

Kur’an vahyini Varaka’dan öğrendiğini iddia etmişlerdir. Nitekim bu iddia

sahiplerinden biri olan Irving, Hz. Muhammed (a.s)’in Varaka b. Nevfel’in semavî

kitapların bazı bölümlerini tercüme ettiğini, Hz. Muhammed’in de tercüme

ettiklerinden çok şey görüp, bu bilgilerden faydalandığını iddia eder. Ona göre bu

bilgiler, Hz. Muhammed’in zihninde yer etmiş, o dönemde Arabistan’da yaygın olan

280 Mevdudi, a.g.e., s. 468.

281 Çağatay, a.g.e., s. 160.93

putperestlikten uzaklaşmasına sebep olmuştur. Böylece putperestliği daha iyi

anlamaya ve küçümsemeye başlamıştır.282

Andrae’nin ise Varaka’yla Hz. Peygamber’in vahyi getiren melek hakkında

önceden konuştukları şeklinde tahminî bir iddiası vardır. Ancak öncelikle bu

rivayetin doğru olup olmadığını kendince sorgular. Ona göre Varaka hikayesi Ehli

Kitab’ın mistik bilgeliğinden, Hz. Muhammed’in ilahi görevine bir kanıt olması için

sadece efsane olarak uydurulmuş bir şey değildir. Çünkü böyle bir durumda,

hikayede yer alan kişinin bir rahip ya da keşiş olması daha muhtemel olurdu. Bu

sebeple, kafirliğin son yıllarında yeni dinle Tek Tanrıcı bir din arayışında olan

kimselerin bağlantısını anımsatması açısından Varaka hikayesinin gerçek olmasının

muhtemel olacağını ifade eder. Dolayısıyla ona göre Hz. Hatice’nin bu akrabasıyla

Hz. Muhammed’in, melek çağrısıyla gelmeden önce, namus hakkında konuşmuş

olması gerekmektedir.283 Diğer oryantalistlerden farklı olarak Andrae, özellikle

Varaka ile ilgili rivayetin sıhhati konusu üzerinde durmuş ve sonuç olarak olayın

gerçek olduğu kanaatine varmıştır. Jeffery ise Hz. Peygamber’in yaşadığı ilk vahiy

tecrübesi sonrasında Varaka b. Nevfel’e gitme olayını, O’nun ‘esinlenme’den ‘vahiy’

aşamasına geçişinin bir delili olarak kabul etmektedir.284

M. Reşid Rıza, bu iddiayı ortaya koyanlardan biri olan Emile

Dermenghem’in (v. 1971) ise Fetretü’l-vahiy ile ilgili rivayetleri aktarırken,

rivayetleri karıştırdığı için ve hadis kitaplarının bu konuya dair verdiği bilgilere vakıf

olmadığından dolayı bu iddiasında yanıldığını ifade eder.285

Montgomery Watt ise ilk vahyin son kelimeleri olan “Ki kalemle yazmayı

öğretti, insana bilmediğini öğretti.” ayetinin hemen hemen tamamıyla daha önceki

vahiylere işaret ettiğini belirterek, Müslümanların genellikle birinci kısmı “kalemin

kullanışını öğretti” anlamında aldıklarını, ancak Hz. Muhammed’in okuma yazma

bilmemesinden dolayı onun yakın ilişki içinde bulunduğu kimselerden, Varaka’dan

alabileceğini iddia eder. Çünkü Varaka Hristiyan kutsal kitaplarını okumasıyla

282 Kutub, a.g.e., s. 367.

283 Armağan, a.g.e., s. 83.

284 Okumuş, a.g.m., s.132.

285 Rıza, a.g.e., s. 97.94

toplum içerisinde sivrilen biridir. Ona göre bu Kur’an ayetleri, onları tekrar edince,

Hz. Muhammed’e, Varaka’ya olan minnet borcunu hatırlatmış olmalıdır. Ancak bu

sözlere dayanak olmak üzere ikra’ ayetlerinden önce vahiylerin gelmiş olması

gerekir. Böylece Hz. Muhammed’in Varaka ile daha erken bir zamanda sıkı bir

alışveriş içinde olduğu ve genel anlamda birtakım şeyler öğrendiğini farz etmek daha

kolaydır. Watt, daha sonraki İslami düşüncelerin, söz gelişi Hz. Muhammed’e gelen

vahyin daha önceki vahiylerle ilişkisi gibi çoğunlukla Varaka’nın fikirleriyle

şekillenmiş olabileceği iddiasında bulunur.286 Bu bakımdan Watt’ın kanaatine göre

Hz. Muhammed ile Varaka arasında düşünüldüğünden daha sıkı bir bilgi alışverişi

gerçekleşmiştir.

Watt’ın bir iddiası ise Hz. Hatice’nin Varaka’yla dostluk ilişkisi içinde

olduğu şeklindedir. Ona göre Hz. Hatice, kocasından daha yaşlı, kamusal meseleler

hakkında fikir sahibi ve Hristiyan kuzeni Varaka’yla iyi ilişkiler içerisindedir. Ayrıca

Hz. Hatice, dönemin Mekke’sinin sorunları hakkında endişelidir. Bu sebeple Hz.

Muhammed (s.a) tuhaf tecrübelere sahip olmaya başladığında O’nu rahatlatmaya ve

desteklemeye hazırdır. Watt, onun kuzeniyle olan dostluğu sonucu, Hz.

Muhammed’in yaşadıklarını gerçekten Allah’tan vahiy alma tecrübesi olduğunu

kabul etme yönünde O’nu hazırlamış olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu da

iddia eder.287 Ancak Watt’ın böyle bir bilgiye nereden ulaştığı bilinmemektedir. Zira

tarih kitaplarında Hz. Hatice’nin hayatına dair detaylı bilgi bulunmamaktadır. Bu

bakımdan bu görüş, tamamen Watt’ın ortaya attığı asılsız bir iddia olarak

görülmektedir.

Lübnanlı bir Hristiyan olan Üstad el-Haddad, Hz. Muhammed’in kitabî ve

İncilî kültürünün büyük bir kısmını, büyük Hristiyan bilgini olan Varaka’dan aldığını

ileri sürmektedir. Ona göre Varaka, Hz. Hatice’nin amcası olup, onu Hz. Muhammed

ile evlendiren kişidir. Bütün rivayetler onun Hristiyanlığı kabul ettiğinde

birleşmektedir. Kendisi Tevrat ve İncil’den Arapça’ya tercümelerde bulunmuş ve Hz.

286 Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, s. 59.

287 Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 46.95

Muhammed, peygamberlikten önce, on beş sene bu zatın yakınında ikamet etmiştir.

Birçok malumatı da onun vasıtasıyla elde etmiştir.288

Söz konusu oryantalistlerin Varaka ile ilgili iddialarına bakıldığında,

görüşlerini kanıtlayabilecek en ufak bir delile sahip olmadıklarını ve iddialarını

ancak ihtimal üzere dile getirdiklerini görmekteyiz.

Zira muhaddislerin Varaka ile ilgili rivayetleri nakletmesindeki asıl amaçları,

Varaka’nın sahabeden olup olmadığını öğrenmektir. Eğer muhaddislerin veya

tarihçilerin zikrettiği gibi birkaç konu dışında, Varaka’nın İncil’i veya Tevrat’ı çok

iyi bildiğine dair bir bilgileri olsaydı mutlaka naklederlerdi.289 Ayrıca Hz.

Peygamber’in hayatını her ayrıntısıyla kaydetmeyi adet edinen Müslüman

tarihçilerin yazmış oldukları eserlerde, Varaka b. Nevfel, ancak ilk vahiy olayında

geçmektedir. Hz. Peygamber’in peygamberlikten önceki hayatında onun ismine

rastlanmamaktadır. Üstelik Varaka, Araplar içerisinde bilgin kabul edilirken ve

Kitab-ı Mukaddes’e dair birtakım bilgilere vakıf iken, niçin kendisi peygamberlik

iddiasında bulunmayarak, Hz. Peygamber’e öğretmiş olabilir? Oryantalistlerin

eserlerinde bu sorunun cevabı yer almamaktadır.

b. Zeyd b. Amr

Zeyd b. Amr Haniflerin en önemlilerindendir. O, daha sağ iken cennetlik

oldukları Hz. Peygamber tarafından müjdelenen on kişiden biri olan ve Hz. Ömer’in

kız kardeşi Fatıma ile evlenen Said’in babasıdır. Böylece Zeyd’in kendisi de Hz.

Ömer’in amcasının oğlu olmaktadır. Zeyd, Hz. Peygamber’in gençliğinde hayattaydı

ve rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber onunla konuşmaktan çok hoşlanırdı.

Ayrıca Zeyd bir şairdir. Bize kadar gelen şiirleri hep, Tanrı’nın birliğini ifade

etmektedir. O, kavminin asıl gerçek dini terk ettiğini ve bu yüzden onlardan

çektiklerine dair birtakım beyitler de söylemiştir.290

Varaka b. Nevfel kadar olmasa da bazı oryantalistler, Hanifler’den olan Zeyd

b. Amr’ın da Kur’an’a kaynaklık ettiği iddiasında bulunmuşlardır. Bu görüşü

288 Hatip, a.g.e., s. 252.

289 Rıza, a.g.e., s. 97.

290 Çağatay, a.g.e., s. 162.96

benimseyen isimlerden biri Reinhart Dozy olup, onun Hz. Peygamber’in risaleti

hakkında “O, büyük olan şey ile ilgili bir şey bilmiyordu. Diğerleriyle, Yahudilerle,

Hristiyanlarla, Haniflerle veya özellikle Zeyd b. Amr ile dini meseleler hakkında

konuşurdu. Zeyd b. Amr ise kavminin dinini reddetmişti.”291 şeklinde kullandığı

cümlelerini, Manastırlı İsmail Hakkı tenkit etmiş ve: “Bu konuşmalar hiçbir zaman

vuku bulmadı. Zeyd b. Amr’a gelince o bir peygamberin gelmesini bekleyenlerdendi,

fakat Hz. Muhammed daha peygamberliğini ilan etmeden ölmüştü.”292 diyerek bu

bilginin yanlışlığını ortaya koymuştur.

Bu konuyu detaylı bir şekilde ele alan Tisdall, Hira Dağı’na her yıl yapılan bu

ziyaret sırasında Hz. Muhammed’in her fırsatta Zeyd ile sohbet ettiğini ve Hz.

Muhammed’in ona olan saygısının hadislerde açıkça görüldüğünü vurgular. Ayrıca

Hz. Peygamber’in, ölümünden sonra Zeyd için dua edilebileceği şeklindeki rivayete

yer verir. Tisdall, Vakidî’den alıntı yaparak, Hz. Muhammed’in, Zeyd’e, sadece

Müslümanlara bahşedilen bir onur olan esenlik selamı verdiğini de belirtir. Ayrıca

Sprenger’in Hz. Muhammed’in, Zeyd’i habercisi olarak açıkça kabul ettiğini ve

Zeyd’in olduğu ifade edilen her kelimenin Kur’an’da yer aldığı şeklindeki görüşüne

de yer verir. Ona göre Zeyd ve diğer reformcular yani Hanifler Hz. İbrahim’in dinini

aradıklarını iddia ediyorlardı. Bu ise Zeyd ve arkadaşlarının tercih ettiği bir unvandır.

Tisdall bunları ifade ettikten sonra Zeyd’in öğrettiğinden söz edilen bazı

ilkelerin Kur’an’a dayandığını ifade ederek, bununla ilgili örnekler verir. Bu

örneklerden bazıları; dönemin Araplarının kız çocuklarını toprağa gömerek

öldürmenin yasaklanması, Tanrı’nın tekliğinin kabul edilmesi, puta tapmanın

reddedilmesi, Cennet vaadi ve Cehennem azabı uyarısı, Tanrı için Rahman, Rabb,

Gafur gibi sıfatların kullanılması şeklinde zikredilebilir.293

Hz. Peygamber’in gençliğinde Zeyd b. Amr ile sohbet ettiğini kabul etsek

bile, bu durum O’nun bilgilerine kaynaklık ettiği anlamına gelmemektedir. Zira

görüşlerine yer verilen söz konusu iki oryantalist bunu doğrudan değil de, dolaylı

olarak ifade etmeyi tercih etmişlerdir. Çünkü bu iddialarını kanıtlayacak herhangi bir

mesnetleri bulunmamaktadır.

291 Dozy, a.g.e, s. 35.

292 Hülya Küçük, “Dozy’nin ‘Het Islamisme’ Adlı Eseri Üzerine”, Diyanet İlmi Dergi, c. XXX, sy. 4,

s. 75.

293 Tisdall, a.g.e., s. 82.97

Ayrıca Zeyd b. Amr’ın öğretilerinin Kur’an ile mutabık olması, onun Hanif

olması ile ilişkilidir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a), İbrahim dinini yeniden getirmiştir

ve Kur’an-ı Kerim’de de Hz. İbrahim Hanif olarak nitelenmektedir. Bu durumda Hz.

İbrahim’in dinine tabi olan bir insanın Kur’an’ın temel ilkelerine aykırı hareket

etmesi söz konusu olamaz.

4. Birtakım Şairlerden Aldığı İddiası

Hz. Peygamber’in şair olduğu ve söylediklerinin bir şiirden ibaret olduğu

şeklindeki iddia, Kur’an’ın nazil olmaya başladığı dönemde müşrikler tarafından

ortaya atılan ve birtakım oryantalistlerin de onların izinden gittiği çok eski bir

iddiadır. Bu konu, daha sonra ayrıca ele alınacaktır. Ancak o dönemin müşrikleri

tarafından söylenmeyip, bazı oryantalistlerin ortaya koyduğu bir başka iddia vardır

ki, o da Hz. Peygamber’in vahyini o dönemde yaşayan bazı şairlerden aldığıdır. Bu

başlık altında, bu iddialarda dikkat çeken iki şairden bahsedilecektir: İmruü’l-Kays

ve Ümeyye b. Ebi’s-Salt. Yukarıda bahsi geçen Zeyd b. Amr da şair olmasına

rağmen, Hanif olma özelliği daha çok vurgulandığından dolayı “Bazı Haniflerden

Aldığı İddiası” başlığı altında zikredilmiştir.

a. İmruü’l-Kays

İmruü’l-Kays b. Âbis (v. 645) önemli muhadram şairlerdendir ve sahabîdir.

Hadramut bölgesindeki Terim’de Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur.

Muhtemelen 10. yılda (631) kabilesinden bir heyetle birlikte Hz. Peygamber’e

gelerek Müslüman olmuş ve geri dönmüştür. Hz. Ebu Bekir devrinde meydana gelen

Ridde olaylarında halifeye yardımcı olan İmruü’l-Kays, isyan eden amcasının oğlu

Eş’as b. Kays’a karşı cephe almış ve yazdığı bir şiiri ile durumu halifeye bildirmiştir.

Asilerin toplandığı Hadramut yakınlarındaki Nüceyr Kalesi'nin fethine katılarak

yararlılıklar göstermiş, düşman safları arasında bulunan bir amcasını da bizzat

kendisi öldürmüştür. İmruü’l-Kays, Yermük Savaşı’na (636) ve daha sonraki98

savaşlara da katılmıştır. Bir müddet Şam bölgesinde Beysan’da kalmış, Hz. Ömer

devrinde Amvas’ta veba salgını çıkınca, kabilesine geri dönmüştür. Ömrünün son

yıllarına doğru Kûfe’ye giderek, orada vefat etmiştir. Onun şiirlerinden çok azı

günümüze kadar gelebilmiştir. Bazı beyitleri ise akrabası olan İmruü’l-Kays b.

Hucr’a nispet edilmektedir. Şiirlerinde genellikle Ridde olaylarını, karısı Temlik’i ve

Hz. Osman zamanında ilgi duyduğu bir kadını konu edinmiştir.294

İmruü’l-Kays’ın hayatı hakkında bilgi verildikten sonra bu iddiayı ileri süren

Tisdall’ın görüşleri ele alınacaktır.

Tisdall, kimi zaman Doğu’da, Hz. Muhammed’in sadece putperest Arapların

eski adetlerinin ve dini törenlerinin çoğunu benimseyerek, İslam’a dahil etmekle

kalmadığı ve eski Arap şairi olan İmruü’l Kays’ın bazı dizelerinden alıntı yaparak,

intihal suçu işlediği şeklinde bir söylenti olduğundan bahseder. Bu dizelerin ise

Kur’an’da hala yer aldığı iddiasını ileri sürer.

Bu konuda duyduğu bir hikayeyi şöyle aktarır: Bir gün Hz. Muhammed’in

kızı Fatıma “Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı” 295 ayetini okuyordu. Şairin kızı da

oradaydı. Fatıma’ya “Bu benim babamın şiirlerinden birinin bir dizesidir. Senin

baban onu çaldı ve Tanrı’dan almış gibi yaptı.” dedi. Bu hikayenin ardından Tisdall,

büyük olasılıkla bunun gerçek dışı olduğunu söyleyerek, buna gerekçe olarak İmruü'l

Kays’ın, M. 540 yılında ölmesi, Hz. Muhammed’in ise M. 570’de doğmasını

gösterir.

Daha sonra Tisdall, taş baskısı olan Farsça Muallaka’da, İmruü'l Kays’a

atfedilen bazı kasideler gördüğünü, ancak bunların başka baskılarda gördüğü

şiirlerine hiç benzemediğini ifade etmiş ve yazarı belli olmayan bu şiirlerden

bazılarına eserinde yer vermiştir. Bunlar içerisinde bazı yerlerin Kur’an’da olduğunu

ve bu dizelerle Kur’an’daki benzer ayetler arasında bir bağlantı olduğunu iddia

etmiştir. Yaptığı değerlendirmelerden sonra ise şu sonuca varmıştır: Hz.

294 Süleyman Tülücü, “İmruü’l-Kays b. Âbis”, DİA, İstanbul, 2000, XXII/ 237.

295 Kamer 54/1.99

Muhammed’in yapmakla itham edildiği cesur intihalden suçlu olmadığı

varsayılmalıdır.296

Öncelikle Kur’an’daki Kamer Suresi’nde geçen söz konusu ayetin, İmruü’lKays’ın şiirlerinden alıntı olduğunu ilmî açıdan ispat etmek mümkün değildir.

Cahiliye döneminde kullanılan bazı ifadelerin benzerlerinin Kur’an’da da yer alması

tabiidir. Çünkü Araplar, bazıları tahrif olsa da Hz. İbrahim’den beri gelen birtakım

dini uygulamalara ve malumata vâkıf idiler. Bu tür benzerliklerin bulunmasından

yola çıkarak, Kur’an’ın onun şiirlerinden alıntı yaptığı iddia edilemez.

Ayrıca Tisdall, İmruü’l-Kays’ın vefat tarihinin M. 540 olduğunu, dolayısıyla

Hz. Peygamber doğmadan vefat ettiğini, bu durumda karşılaşmalarının söz konusu

olmadığını ifade etmektedir. Ancak konunun girişinde verdiğimiz bilgilere göre bu

bilginin doğru olmadığı ortaya çıkmaktadır.

b. Ümeyye b. Ebi’s-Salt

Ümeyye b. Ebi’s-Salt (v. 630), Sakif kabilesine mensup bir şair olup, M. VI.

asrın sonlarında ve VII. asrın ilk yarısında Taif’te yaşamıştır. Çağdaşları ve daha eski

şairler arasında Ümeyye, bir dereceye kadar şehirli hüviyeti taşıyan, kitabî

kaynaklarla ilgisi olduğu anlaşılan ve şiirlerinde dinî mevzulara yer veren nadir

şairlerden biridir.297 Hicaz’da Tanrı’nın birliğine inanan kimselerden biri olup, Hz.

Muhammed (s.a) zamanında hayattadır.298 O dönemde tanınan bir tâcir, alim ve

râvidir. Şiirleri de Arap nesepleri konusunda önemli bir kaynak sayılmakta, kadim

şiir ve ahbâr rivayetinin yanı sıra hikmetli söz ve vecîzeleriyle anılan bir Arap

filozofu gibi kabul edilmektedir.299

296 Tisdall, a.g.e., s. 11.

297 Nihad M. Çetin, “Ümeyye b. Ebi’s-Salt”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1986,

XVI/100.

298 Çağatay, a.g.e., s. 166.

299 Zülfikar Tüccar, “Ümeyye b. Ebi’s-Salt”, DİA, İstanbul, 2012, XLII/304.100

İbadetle şöhret kazanmış, zinayı haram bilmiş, puta tapıcılığı reddetmiş ince

ruhlu bir şairdir. Bazı şiirleri ise bize kadar gelmiştir. Kendisi, mukaddes kitapları

okumuş, Yahudilik ve Hristiyanlık fikirlerine aşina olan biridir.300

Ümeyye, Hz. Peygamber’den önce bir ahir zaman peygamberinin

gönderileceğini biliyordu. Fakat o, bu şerefin kendisine ait olacağı düşüncesindeydi.

Hz. Muhammed (s.a) İslam dinini tebliğe başlayınca, onun davasının asılsız

olduğuna inandığından değil, belki de kendisine rakip saydığından İslam’a dahil

olmadığı gibi Hz. Peygamber (s.a)’e de muhalefete başladı.301 G. Meloni de,

Ümeyye’nin Hz. Peygamber’in geleceğini haber verenlerden biri olduğuna dair “Un

Precursore di Maometto: Umayya figlio d’Abu’s-Salt” başlıklı bir makale

yazmıştır.302

Zübeyr b. Bikar, amcasının kendine şöyle bir rivayette bulunduğunu ifade

eder: “Ümeyye Cahiliye döneminde kitapları inceler, okur ve ibadet etmek için rahip

elbisesi giyerdi. O, Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Haniflerden bahsederdi. Kendine

içkiyi yasaklamıştı ve putlardan uzak durmaya çalışırdı. Kutsal Kitaplar’da yakında

Hicaz’da bir peygamber çıkacağını okumuş, o peygamberin kendisi olmasını ümit

ederek nübüvvete göz dikmişti. Hz. Peygamber tebliğ etmeye başlayınca, O’nu

kıskanıp Müslüman olmamıştı.”303

Ayrıca Hz. Peygamber’in Ümeyye’nin şiirlerini beğense de kalbini takbih

ettiği ve onun hakkında “Ümeyye İslamiyet’i kabul etmeye yakındı” ve

“Ümeyye’nin şiiri mümin, kalbi kafirdir” buyurduğu rivayet edilmektedir.304

Oryantalistlerin bir kısmı, Hz. Peygamber’in çağdaşı olan şair Ümeyye b.

Ebi’s-Salt’ın şiirlerinin, konu ve içerik itibariyle Kur’an’daki bazı temel konularla

benzerliğinden dolayı, Kur’an’a kaynaklık ettiğini iddia etmektedirler.

300 Çağatay, a.g.e., s. 167.

301 Apak, a.g.e., s. 265.

302 Tüccar, a.g.m., s. 304.

303 Rıza, a.g.e., s. 98.

304 Çağatay, a.g.e., s. 169.101

Nitekim Fransız müsteşrik Cl. Huart şu kanaattedir: Kur’an’ın en önemli

kaynağı Ümeyye b. Ebi’s-Salt’ın şiiridir. Çünkü tevhid, ahiretin anlatımı ve eski

Arap peygamberlerin kıssaları konusunda aralarında büyük bir benzerlik vardır. Söz

konusu oryantalist, bu konudaki genel kanaati daha da ileriye taşıyarak,

Müslümanlar’ın Kur’an’ın orijinalliğini sağlamak ve Hz. Muhammed’i ilahî vahyi

almada yalnız göstermek için Ümeyye’nin şiirlerini imha ettiklerini, okunmasını

yasakladıklarını dahi ileri sürer. Müsteşrik Power de, Huart’ın görüşünü benimsemiş

ve Ümeyye’nin şiirleriyle Kur’an arasında benzerlik bulunmasının, Hz.

Muhammed’in Ümeyye’den aldığını gösterdiğini iddia etmiştir. Bunun sebebi ise

ona göre Ümeyye’nin daha önde olmasıdır.305

Buhl ise Hz. Muhammed’in inkişafı hakkında Kur’an dışında elde

edilebilecek bilgiye önemli bir ilave olarak rivayetleri göstermektedir. Buhl, toplum

içerisinde, yeni manevi imanı özleyen pek çok kimsenin olduğundan bahsederek,

bunlara Arap rivayetlerinde müphem bir şekilde yer alan Hanifler ile şiirleri

Kur’an’la yakın temasta bulunan Ümeyye b. Ebi’s-Salt’ı ekler.306

Ancak Tor Andrae, bu görüşü reddederek, bunların Kur’an’da geçen

kıssalarla alakalı olarak kıssacıların uydurup, ilk müfessirlerin de nakil ve rivayet

ettiklerini, bu sebeple de daha H. I. asırda Ümeyye’nin şiirlerine katılmış parçalar

olması gerektiğini göstermeye çalışmıştır.307

Görüldüğü üzere bu iddiayı benimseyen oryantalistlerin ortak kanaati,

Ümeyye b. Ebi’s-Salt’ın şiirleriyle Kur’an’ın benzerlik gösterdiği ve Ümeyye daha

önce yaşadığı için Hz. Peygamber’in vahyini ondan aldığı şeklindedir. Ancak

Ümeyye’nin şiirlerinin mi yoksa Kur’an-ı Kerim’in mi önce olduğu meselesi, tarihî

olarak çözülememektedir. Çünkü Hz. Muhammed ve Ümeyye aynı dönemde

yaşamışlardır. Ayrıca onun şiirlerindeki benzerliklerden dolayı Kur’an’ın kaynağı

olması, İmruü’l-Kays iddiasında da ifade edildiği gibi ilmî açıdan ispatlanabilecek

bir mevzu değildir.

305 Hatip, a.g.e., s. 254.

306 Buhl, “Muhammed”, s. 456.

307 Çetin, a.g.m., s. 102.102

Hatta İslam’ın ortaya çıkışından çok sonra ölen Ümeyye’nin, söz konusu olan

şiirlerinin bazılarını son zamanlarında söylemiş olması da mümkündür. Esasen

birkaçının uydurma olduğunda ittifak edilen bu parçalar veya yanlış isnatlar için

Ümeyye’nin seçilmesine, onun fikir ve şiirlerinin buna uygun bulunması amil

olmuştur.308

Üstelik Ümeyye, bir peygamber beklentisi içinde olmakla birlikte hiçbir

zaman peygamberlik iddiasında bulunmamış, yukarıda belirtildiği üzere Hz.

Peygamber’in nübüvvet haberini alınca, onu kıskanarak İslamiyet’i kabul etmemiştir.

Şayet oryantalistlerin iddia ettiği gibi Kur’an’a kaynaklık edecek derecede ilme ve

hikmete sahip olsa, peygamberliği arzuladığı halde niçin kendisinin böyle bir iddiada

bulunmadığı sorusu akla gelmektedir.

Son olarak şunu belirtmek gerekir ki, Kur’an’ın nazil olduğu dönemde en

büyük şairler bile onun bir şiir olmadığını, bundan daha üstün bir şey olduğunu ikrar

ederek, Kur’an’ın karşısında söz söylemekte aciz kalmışlardır. Hatta onlardan bir

kısmı Kur’an’dan bazı ayetleri dinledikten sonra bunun beşerî değil, ilahî kaynaklı

olduğunu söyleyerek iman etmişlerdir. Bu durumda bu şairlerin şiirlerinin, benzersiz

bir icaza sahip olan Kur’an’a kaynaklık edebileceği nasıl söylenebilir?

5. Hz. Ömer’den Aldığı İddiası

Hz. Ömer’in sahabiler içerisindeki üstünlüğü ve fazileti elbette aşikardır.

Ancak birtakım oryantalistler, Hz. Ömer’in vasıflarına ve Hz. Peygamber’e olan

yakınlığına dayanarak, Kur’an’ın kaynağı meselesinde onun ismini de

zikretmişlerdir.

Hz. Ömer’in kaynaklığı iddiası, Reinhart Dozy’nin çok tartışılan

görüşlerinden biridir. Bu görüşünü ise şöyle dile getirir: “Ömer’in İslamiyet’i kabul

etmesi pek büyük bir öneme sahipti. Ömer ve Ebubekir olmasaydı, şüphesiz İslamiyet

asla muzaffer olamazdı. Muhammed mülhim idi. Fakat icra konusunda pratiklik ve

308 Çetin, a.g.m., s. 102.103

azim yönünden eksikti. Ebubekir bu özelliklerin birincisine yani pratikliğe sahipti.

Ömer’de de ikincisi yani azim vardı. Onlar peygamberliği tamamlıyorlardı.

Triumvirat yani üçler hükûmeti tamam idi. Muhammed mülahaza ederdi, Ebubekir

söylerdi, Ömer ise icra ederdi.”309 Bu görüşe göre Hz. Peygamber, pratiklik ve azim

yönünden nakıstır ve peygamberlik vasfının tamamlanabilmesi için de başkalarına

muhtaçtır.

Gerçekten de, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in İslam dinine hizmetleri çok

büyüktür. Fakat Hz. Muhammed’e maharetsizlik ve azimsizlik gibi eksikliklerin isnat

edilmesi asla doğru değildir. Aksine o, mükemmel bir fıtrat üzere yaratılmıştır. İlahi

vahiy ile hareket eden bir kimsenin esasen tecrübe ile maharet kazanmaya da asla

ihtiyacı yoktur. Ayrıca pratiklik ve azim, yalnız bazı memurlarda olur da âmirde

bulunmazsa, bunun bütün işlere olumsuz biçimde yansıması doğaldır.310

Dozy, bu iddiasını daha da ileri taşıyarak, bazı vahiylerin kaynağının Hz.

Ömer olduğunu ileri sürmüştür: “Hatta vahiyler üzerinde bile Ömer’in tesiri oldu.

Bazı emirlerin Ömer tarafından lüzum gösterildikten sonra semadan nazil olduğunu

Hz. Muhammed itiraf ederdi. Eğer bir mümin ruh, böyle hususlarda bir anlık

tefekkür ve muhakeme edebilseydi, bu durum (yani Ömer tarafından gösterilen lüzum

üzerine o emrin semadan inmesi durumu) Hz. Peygamber’in mümin ruhunda ve

bütün Müslümanlar’ın ruhlarında, Hz. Muhammed’in vahiylerinin ilahi kaynaklı

olması hakkında şüphe doğurmak gerekirdi”.311

Dozy’nin söz konusu iddiasına yer veren İsmail Fenni Ertuğrul, bu iddiaya

cevaben şunları söylemiştir: “Hz. Peygamber, gerek kendisine sorulan sorular,

gerekse meydana gelen olayların sonucu, bazı hususlarda ilahi vahyi bekler ve Allah

tarafından aldığı emirlere uygun hareket ederdi. Bedir Savaşı’nda esir alınan yetmiş

kişinin öldürülmesi, içkinin haram kılınması, Hz. Peygamber’in evine izinsiz

girilmemesi, Hz. Peygamber’in münafıkların cenaze namazlarını kılmaması gibi bazı

konularla ilgili ayetler, Hz. Ömer’in arzularına uygun olarak inmiştir. Ancak

bunlardan bazıları, Hz. Ömer, arzusunu Hz. Peygamber’e arz etmeden önce inmiştir.

309 Dozy, a.g.e., ss. 57-58.

310 Hatip, a.g.e., s. 275.

311 Dozy, a.g.e, ss. 59-60.104

‘Sabah akşam Rablerine dua edenleri yanından kovma…’312 ayeti ise Hz. Ömer

tarafından beyan edilen görüşe tam olarak aykırı bir hüküm içeriyordu.

Kureyş kafirlerinden bir grup, Ebu Talib’e gelip Hz. Peygamber’in, kendi

azatlı köleleri ve yardımcılarını, yani fakir ve zayıf Müslümanları yanından

kovmasını, böylece ona hürmet ve itaat edeceklerini ve bu davranışın ona tabi

olmaları ve onu tasdik etmeleri hususunda faydalı olacağını söylediler. Amcası Ebu

Talip de bunu Hz. Peygamber’e söyleyince Hz. Ömer: ‘Böyle yapsanız da

niyetlerinin ne olduğunu ve sözlerini ne kadar yerine getireceklerini görelim…’

demiştir. Daha sonra, yukarıda bahsi geçen ayet nazil olunca Hz. Ömer, Hz.

Peygamber’in evine giderek özür dilemiş ve söylediği sözden dolayı pişman

olmuştur.

Bazı ayetlerin kendi arzusuna uygun olarak inmesinin sebebini, kendisine

“Faruk” lakabını kazandıran akl-ı seliminde ve görüşlerinin isabet etmesinde

aramak gerekir. Bu meziyetlerin gereği olarak, Hz. Peygamber ve Müslümanların

uygun hikmet ve maslahat olarak gördüğü bazı şeylerin ilahî iradeye uygun olarak o

yolda ayet inmesi, bu vahiylerin Allah tarafından vukuunu neden şüpheye düşürsün?

Eğer Dozy’nin iddia ettiği gibi olsaydı, Hz. Ömer’in arzusuna uygun ayetleri tebliğ

etmektense aksine onu da şüpheye düşürmemek için bu ayetleri gizlemesi, ihtiyata

daha uygun bir davranış olduğu kendisince biliniyordu. Öyle şüphe doğuracak bir

hal olsaydı, bundan ilk önce Hz. Ömer’in şüphelenmesi gerekmez miydi? Halbuki o,

Yahudilerle görüşmesi esnasında onlara, ‘Cebrail’e düşman olan kimse Allah’a da

düşman olur.’ dediğini gelip, Hz. Peygamber’e anlatmıştı. Bunun üzerine Hz.

Peygamber ona ‘Ey Ömer! Andolsun ki Rabbin sana muvafık ayet indirmiştir’,

diyerek daha önce nazil olan (De ki: “Kim Cebrail’e düşman olursa…)313 ayetini

okumuştu. Bu sözler üzerine Hz. Ömer şüphelenmek şöyle dursun, çok büyük bir

memnuniyet duyarak şükretmiş ve ‘Kendimi İslam dini üzere taştan daha katı ve

sağlam buldum.’ demiştir.”314

Dozy’den yıllar sonra Yahudi asıllı Fransız bilgin Rodinson’un da bu görüşü

tekrar ettiği görülmektedir. Rodinson, Hz. Muhammed’in herhangi bir karara

312 En’am 6/52.

313 Bakara 2/97.

314 Ertuğrul, İzâle-i Şükûk, ss. 26-28.105

varmadan önce birçok kimseye akıl danıştığını, bunların başında da Hz. Ebu Bekir

ile Hz. Ömer’in geldiğini, bu uyuşmada ise her ikisinin de Hz. Peygamber’in

kayınbabası oluşunun büyük rol oynadığını ifade eder. Ona göre söz konusu iki

şahıs, kızları sayesinde Hz. Peygamber’in düşüncesini daha kolay etkileme imkanına

sahiptirler. Ayrıca Allah, pek çok kez Ömer’in önerisini desteklemiştir. Lammens ise

bu iki kişinin, Mekkeli Ebu Ubeyde ile birlikte, Hz. Peygamber’i etkileyen ve

gerçekte onun kararlarını yönlendiren bir tür “triumvira” oluşturduğunu ileri

sürmüştür. Rodinson, Lammens’in bu teorisinin doğru yönlerinin olabileceği, ancak

çok ileri gidilmemesi gerektiği kanaatindedir. Çünkü netice itibariyle Hz.

Muhammed kukla yönetici değildir ve son süreçte kararları alan O’dur.315 Bu

bilgilere göre Dozy’nin ifade ettiği triumvira yani üçler hükümeti nazariyesi,

Lammens ve Rodinson tarafından da benimsenmiştir. Ancak Rodinson’un, bu

konuda diğerlerine göre daha yumuşak bir üslup benimsediği anlaşılmaktadır.

Rodinson’a göre birçok olay, Hz. Peygamber’in, kendi ağzından konuşan

varlığın, Yüce Allah olduğuna sonuna kadar inanmış kalacağını ortaya çıkarır. Ve

ardından Rodinson şöyle sorar: “Eğer Allah O’na, kendi düşünceleriyle veya zeki

yoldaşlarının fikirleriyle uyuşan kararları almasını emretmişse, bundan daha doğal

ne vardır? Efendinin emirlerinin, sadık kulunun zaten O’nun eğilimlerine karşılık

gelmesinde, Hz. Muhammed’in herhangi bir sakatlık görmesi söz konusu

olamazdı.”316 Rodinson’a göre pratikte böyleydi ve en son sözü söyleyen Allah’tı.

Allah, iradesini yalnız ve yalnız Muhammed aracılığıyla iletiyordu317 ve sesini

yalnızca önemli olaylarda duyurmuştu. Teorik olarak ise, yasalarının terimleriyle

Muhammed (s.a), yalnız yasal uyuşmazlıklarda görev alan bir arabulucuydu.

Gerçekte O’nun etkisi öylesine büyüktü ki hiçbir önemli karar O’nun rızası olmadan

alınamıyordu.318

Rodinson, “Esin dolu hayalperest, uygun zamanda –öyle ki benzer

durumlarda medyumların hileye başvurduğunun bilindiği zamanlarda- yerinde

vahiyler üretme zorunluluğuna sürüklenmiş bir sahtekara mı dönüşmüştü?... Aynı

315 Rodinson, a.g.e., s. 260.

316 Rodinson, a.g.e., s. 258.

317 Rodinson, Allah’ın sesinin gerçekte Muhammed (a.s)’in bilinçaltı olduğuna inanan biri olarak bu

durumu mutlak monarşiye benzetiyor ve şöyle diyor: “Allah’ın iradesine kim itiraz edebilir, kim karşı

koyabilir, kim bu iradeyi değiştirmeye cesaret edebilir?” (Rodinson, a.g.e., s. 259)

318 Rodinson, a.g.e., s. 259.106

zamanda O’nu, vahyin aniden gökyüzünden düşerek, insan aklının gösterebileceği

(bazen fazlasıyla insani) şekillerde sorunu çözmeden önce karar vermekte tereddüde

düştüğü, akıl danıştığı ve şeyler üzerine fazlasıyla düşündüğü bir dizi güç durumda

da görüyoruz. Mesela Ömer, safça, verdiği öğütlerin üç kez mucizevi bir şekilde

cennetten gelen emirlerle uyuştuğunu söyleyerek böbürleniyordu.”319 diyerek bu

konuda bir şüphe meydana getirmek istemiştir.

Hz. Ömer’in birtakım istek ve arzularının vahiylerle mutabık olmasının

hakikat olduğu bilinmektedir. Ancak bunlar sayılamayacak kadar çok değildir. Zira

İsmail Fenni’nin ifade ettiği gibi bunların bir kısmı da o, Hz. Peygamber’e arz

etmeden önce nazil olmuştur. Söz konusu oryantalistler, iddialarını dile getirirken

bunu dikkate almamışlardır. Şayet Hz. Ömer’in vahiy kaynağı olduğu kabul edilirse,

Hz. Peygamber’in geri kalan diğer vahiylerinin tamamı nasıl açıklanabilir? Bu da

onları Kur’an için başka kaynaklar aramaya sevk etmektedir.

Bu konuyu İsmail Fenni’nin şu sözleriyle sonlandıracağız: “Görülüyor ki

vahiy başkalarının arzusuna bağlı olmayıp, ancak Allah’ın hikmeti ve iradesine göre

cereyan eder. Hz. Peygamber de vahiyle ilgili hususlarda yalnız Hz. Ömer’in değil,

hiçbir ashabın görüşüne göre hareket etmiş değildir.”320

6. Sabiîlerden Aldığı İddiası

Kur’an, Hristiyanlık ve Yahudilik gibi İslam dışı çeşitli dinleri sıralarken,

Sabiîlere üç ayrı yerde321 değinir. Bunun dışında ne Kur’an’da ne de hadislerde,

bunların inançları ve tarihleri hakkında herhangi bir bilgi verilmez.322 Söz konusu

ayetlerden anlaşıldığı üzere, bir kimsenin dini ne olursa olsun ve ne kadar günah

işlemiş bulunursa bulunsun, son peygambere uyup doğru bir şekilde iman eder,

bundan sonra da imanın gerçeğini yaşarsa, onun dünya ve ahirette korkacağı hiçbir

şey yoktur. Allah Teala burada, diğer grupları olduğu gibi Sabiîleri de Allah’a, ahiret

319 Rodinson, a.g.e., s. 257.

320 Ertuğrul, İzâle-i Şükûk, s. 30.

321 Bakara 2/62, Maide 5/69 ve Hac 22/17.

322 Hamidullah, a.g.e., I/540.107

gününe iman etmeye ve güzel ameller işlemeye davet etmiştir. Anlaşılan, Sabiîler bu

hususlara hakkıyla iman etmemiş bir zümredir.323

Eski çağlarda Sabiîler ile ilgili iki gruptan bahsedilmektedir. İlki, Hz.

Yahya’ya tabi olanlar ki bunlar Yukarı Irak’ta (eski el-Cezîre bölgesinde) yaşayan

kalabalık bir gruptur. Bunlar Hz. Yahya’yı taklit ederek, takdis ananesini devam

ettirmektedirler. Diğer grup ise, yıldıza tapanlar ki bunlar da dinlerinin Hz. Şit ile Hz.

İdris’ten kaynaklandığını iddia etmişlerdir. İnançlarına göre evrendeki bütün doğa

olayları üzerine yıldızlar ve yıldızlar üzerinde de melekler hakimdir. Bunların

merkezi ise Harran olup, tüm Irak bölgesine yayılmışlardır. Fakat Kur’an’da

bahsedilenlerin, ilk gruba bağlı Sabiîler olduğu kuvvetle muhtemeldir. Çünkü ikinci

grup, Kur’an’ın indiği dönemde bu isimle meşhur değildir.324

Oryantalistlerin bir kısmı, söz konusu olan bu dini grubu, Kur’an’ın

kaynakları içerisinde zikretmiştir. Nitekim bu iddiayı ileri süren oryantalistlerden en

çok dikkat çeken ismin Clair Tisdall olduğunu ifade edebiliriz. Tisdall, Sabiîlerle

ilgili iddialarına eserinde detaylı bir şekilde yer vermiştir.

Ona göre Hz. Muhammed peygamber olarak ortaya çıktığında, Arapların

kabul ettikleri birçok dinî görüş ve adet bulunmaktadır. Ancak bunların ilahi vahiy

içeren kitapları yoktur. Bu nedenle Hz. Muhammed, onları, atalarının saf inancına

yönlendirme görevinin kendisine verildiğini iddia etmiştir. Hz. Muhammed, böyle

bir kitaba başvuramamıştır. Fakat Arabistan’da yaşayan bazı toplulukların esinlenmiş

kabul edilen kitapları bulunmaktadır. Hz. Muhammed’in ve taraftarlarının, bu farklı

tarikatların görüşlerine ve dinsel törenlerine ilgi ve saygı duymalarını, Tisdall doğal

karşılamaktadır. Ona göre Kur’an’da özellikle Yahudiler’e ve Hristiyanlar’a “Kitap

Ehli” denmesi, bunun kanıtıdır. Tisdall, o dönemde Arabistan’da dört topluluğun;

Yahudilerin, Hristiyanların, Zerdüştilerin ve Sabiîlerin dinlerinin kitabî olduğunu

belirttikten sonra, bunların her birinin İslamiyet’in doğuşunda etkili olduğunu ve

Sabiîlerin etkisinin hiç de az olmadığını ileri sürer.325

Eski bir Arap yazarı olan Ebu İsa el-Mağribî’nin Sabiîler hakkında verdiği

bilgilerden Ebu’l-Fide’nin yaptığı alıntıya, Tisdall eserinde yer vermektedir:

323 Apak, a.g.e., s. 252.

324 Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, s. 398.

325 Tisdall, a.g.e., s. 14.108

Mağribî’nin aktardığına göre en eski uluslar Suriyelilerdir. Adem ile oğulları onlarla

aynı dili konuşmaktaydılar. Cemaatleri Sabiî cemaatidir. İnançlarını Şit ile İdris’ten

(Hanok) aldıklarını anlatırlar. Şit’e atfettikleri bir kitapları vardır ve ona ‘Şit’in

Kitabı’ derler. Bu kitapta, yalan söylememek, cesur olmak ve yabancıları korumak

gibi iyi etik ilkelerinin emredildiği yazar. Kötü adetlerden de söz edilir ve bunlardan

kaçınılması emredilir. Ayrıca Tisdall, Sabiîlerin bazı dini törenlerini aktarır.

Bunlardan biri, belirlenen yedi vakitte dua etmektir. Bunların beşi Müslümanların

dua vaktine tekabül eder. Altıncı dua ise, tan vaktinde edilir. Yedincisi ise gecenin

altıncı saatinin sonundadır. Ölülerin ardından, başlarını eğmeden veya secde etmeden

dua ederler. Otuz gün oruç tutarlar, rü’yet-i hilale göre ay kısaysa, yirmi dokuz gün

oruç tutarlar. Oruçlarıyla bağlantılı olarak, “Fıtr (ay sonunda orucu bozma)”

ve “Hilal (yeni ay)” bayramlarını kutlarlar. Ayrıca Sabiîler Mekke’deki tapınağa

yani Kabe’ye de saygı gösterirler.”326 Bu bilgilere göre Tisdall, yukarıda bahsedilen

ikinci grup Sabiîleri kastediyor olmalıdır.

Tisdall, Müslümanların bu az tanınan tarikattan pek çok dinsel adeti aldığını

iddia eder. Buna örnek olarak da Ramazan’da oruç tutmayı gösterir. Ancak ne zaman

başladığı ve ne zaman bittiği kuralının Yahudiler’den alındığını söyleyerek bir başka

kaynağa işaret eder. Ayrıca Muhammedilerin bu ayın sonunda fıtr kutladıklarını,

günün belirli zamanlarında beş kez dua ettiklerini de ifade ederek, dua vakitlerinin

sayısının Sabiilerinkiyle aynı olduğu sonucunu çıkarır. Son olarak, Müslümanların

Kabe’ye büyük saygı gösterdiklerine işaret eder. Sabiiler gibi, Kureyş kabilesinin de

bütün bu adetleri yerine getirmesinin mümkün olduğunu ve bazı adetlerin ortak

olmasının tabii olduğunu belirterek şöyle bir iddia ileri sürer: “Taif ve Mekke’deki

Beni Cezime kabilesinin, Muhammetçiliğe döndüklerini Halit’e ilan ederken “Biz,

Sabii olduk” diye bağırması, Hz. Muhammed’in, bu adetlerin çoğunu Sabiilerden

aldığı ve Sabiilerin dininin, kuruluş döneminde İslamiyet’i çok etkilemiş olduğu

varsayımını doğrulamaktadır.”327 Tisdall, böylece onların ibadetleri ile

Müslümanların ibadetlerini karşılaştırarak, aralarındaki benzerlikleri bulmaya

çalışmış ve Sabiîliğin İslam dinindeki birtakım dinî ritüellere kaynaklık ettiği

iddiasını açıkça ortaya koymuştur.

326 Tisdall, a.g.e., s. 14.

327 Tisdall, a.g.e., s. 14-15.109

Tisdall’ın yanı sıra İsveçli oryantalist Tor Andrae de, Hz. Muhammed’in

öğretisinin Sabiîlerle bir çeşit ilişkisinin olduğunu ve bunun da Mekke’de bilindiğini

iddia etmiştir.328 Ancak Andrae’nin, Tisdall kadar detaylı bir şekilde bu konu

üzerinde durmadığı ve sadece bu iki dinin arasında ilişki olduğunu söylemekle

yetindiği görülmektedir.

Yukarıda ifade edildiği üzere, Sabiîlerin başlangıçta Hz. Yahya’ya ya da Hz.

Şit ile Hz. İdris’e tabi olan kimseler olduğu düşünüldüğünde, bu durumun Sabiîlik de

dahil olmak üzere yeryüzündeki çoğu inancın esas itibariyle tevhid inancına

dayandığı ve kaynağının tek olduğu; fakat zamanla bunların tahrif olup, birbirinden

farklı pek çok inancın ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Zira bu peygamberlerin

getirdiği öğretilerle Hz. Peygamber’in getirdikleri arasında herhangi bir farklılık

yoktur. Pek çok defa peygamberlerin tebliğ ettiği tevhid dini, zamanla tahrif olmuş

ve Allah Teala hataları düzeltmek ya da eksikleri tamamlamak için yeni bir

peygamber ve onunla birlikte toplumun ihtiyacına göre yeni bir şeriat göndermiştir.

Nitekim Kur’an nazil olmadan önce Arap toplumunda da Hz. İbrahim’in dininden

bozulmuş birtakım uygulamalar yer almaktaydı. Ancak Allah Teala gönderdiği son

Peygamber ile inanç ve ibadetlerdeki tahrifatı düzeltmiştir. İbadetlerin bir kısmında

benzerliğin bulunması bu şekilde açıklanabilir. Ancak bu durum Sabiîliğin, İslam’a

kaynaklık ettiği sonucunu doğurmaz.

B. Dahilî Kaynaklar

Hz. Peygamber’in vahyine kaynaklık ettiği iddia edilen dış etkenlerden sonra

bu bölümde, oryantalistlerin Hz. Peygamber’in vahyini oluştururken, O’na nispet

ettikleri birtakım durumları ele alacağız. Zira oryantalistler, bazen Kur’an’ın nazil

olduğu dönemde müşriklerin Hz. Peygamber’e isnat ettikleri iddiaları aynen

kullanırken, bazen de müşriklerin dile getirmedikleri yeni iddialar ileri sürmüşlerdir.

328 Armağan, a.g.e., s. 78.110

1. Kâhin Olduğu İddiası

Müşrik Arapların Kur’an nazil olmaya başladığında Hz. Peygamber’e isnat

ettikleri vasıflardan biri, kâhinlikti. Oryantalistlerin bazılarının da bu iddiayı

benimsediği görülmektedir. Ancak müşrikler, doğrudan kâhinlik ithamında

bulunurken, oryantalistler temelde aynı iddiayı ileri sürmekle birlikte genellikle

dolaylı ifadeler kullanarak, onlardan daha farklı bir söylemi tercih etmişlerdir.

Bu iddialara geçmeden önce, Arap Yarımadası’nda yaşayan kâhinlerin genel

durumları hakkında bilgi vereceğiz. Zira bu malumatın, onların söz konusu

iddialarının daha iyi anlaşılmasını sağlayacağı kanaatindeyiz.

Kâhinler menşe itibariyle şamanlara, rahip-tabip ve fetiş rahiplerine

bağlanırlar. Ancak eski Arap hikayelerinde ve İslamiyet öncesi şiirlere bakıldığında,

bunların şamanizmin en kaba şekillerini geride bıraktıkları görülür. Bunların

ilhamlarının menşei ise cin veya şeytanlara dayanmaktaydı. Çoğunlukla “râî”leri

denilen cin veya şeytan onların ağzından konuşurdu. Onlar tabiatüstü bilgilerini

derûnî ilhama borçluydular. Genellikle kâhinler, seci’li, kafiyeli, çok kısa

cümlelerden oluşan ahenkli bir nesir ile konuşurlardı. Devlet veya kabileye dair harp

işleri, akıncılık gibi bütün meseleler onlara danışılırdı. Herhangi bir ihtilafla karşı

karşıya kalınması durumunda, hakemlik yaparlar, onların hükümleri ise itirazsız

kabul edilirdi. Bunun yanı sıra rüyaları tabir ederler, kaybolan develerin yerini

söylerler, zina vakalarını tespit ederler, birtakım suçları aydınlatırlardı.329 Bu

bakımdan onların toplum nezdinde önemli bir yere sahip oldukları anlaşılmaktadır.

Yahudi asıllı şarkiyatçı Frantz Buhl, Hz. Peygamber’in eski Arap kâhinlerinin

etkisi altında kaldığını iddia eden oryantalistler arasında yer alır. Çünkü ona göre Hz.

Muhammed, etrafındakilere bildirmeye başladığı vahiylerde, kâhinlere özgü olan

sihirli yemin şekillerini içine alan ifade tarzları ile seci’lerini hatırlatan bir ifade şekli

kullanmaktadır.330 Ona göre vahiyler ilk zamanlarda, şekil itibariyle müşrik Arap

kâhinlerinin kehanetlerine, tel’in ve takdis tabirlerine zahiren benzemektedir. Ayrıca

329 August Fischer, “Kahin”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1955, VI/71-73.

330 Buhl, “Muhammed” , s. 454.111

en eski surelerin giriş parçalarında da kâhinlerin yaptığı gibi birçok şeyler üzerine

yemin edilmektedir.331

Oryantalist Brockelmann da bu konuya dair benzer ifadeler kullanmaktadır:

“Hz. Peygamber’in ilk senelerini dolduran yüksek heyecan, cüretkarane hayaller,

belağatlı ifadeler şeklinde inkişaf eden, seci’li ve tamamıyla şairane bir renge

boyanmış nutuklar halinde tezahür ediyor. Cahiliye kâhinlerinin vecizeleri gibi

bunlar da çok kısa ve çoğunlukla dini söylemlere ait garip formüllerle karışıktır.”332

“Hz. Peygamber’in sonradan bütün İslami edebiyatı şairane efsanesi içinde o kadar

çok işlenmiş olan Miracı, ilkel kavimlerde kâhinliğe başlayanlardan bu çeşit

hayallere rastlandığına göre, muhtemelen daha nübüvvetinin ilk zamanlarına

aittir.”333

Gibb de bu konuda diğer oryantalistlerin izinden giderek, en erken dönemde

Hz. Muhammed’in vaazlarındaki ifadelerin güçlü bir kehanet tarzında olduğunu,

genellikle kısa, kafiyeli cümleler içeren, karışık, bazen bir ya da daha fazla yeminle

başlayan ifadelerden oluştuğunu söyleyerek, bu tarzın eski kâhinlere ya da Arap

kehanet tacirlerine benzediğini iddia eder. Ayrıca şu ifadesi de dikkat çekicidir:

“Muhammed’in muhaliflerinin onu başka tür bir kâhin olmakla suçlamasına

şaşırmamak gerekir.”334

Rodinson’un “Mahomet” adlı kitabında bu konuya dair uzun bir açıklama yer

almaktadır. Kendisi, öncelikle İslam öncesi Arabistan’da yaşayan kâhinlerin

durumunu inceleyerek konuya başlar. Sözü edilen kâhinlerin keşifte bulunduklarını,

bunların, yoldaş, dost ya da görücü olarak adlandırdıkları ve ağızlarından konuşan

birer ruhları olduğundan bahseder. Bu ‘ruh’ ya da ‘cin’, kâhinlere belirsiz mırıltılar

ya da kısa, kesik, kafiyeli cümleler ilham etmekteydi. Yıldızları, günü ve geceyi,

bitkileri ve hayvanları tanık veren yeminlerle dolu bu cümlecikler, hızlı bir ritimle

söylendikleri için dinleyenler üzerinde büyük bir etkiye sebep olurlardı. Kehanette

bulunacakları zaman üstlerini bir harmani ile örten bu kimseler, herkesten saygı

görmekte, kamusal ve özel meseleler konusunda tanrıların yanıtını öğrenmek, öğüt

331 Buhl, “Kur’an”, 999.

332 Brockelmann, a.g.e., s. 16.

333 Brockelmann, a.g.e., s. 18.

334 Gibb, a.g.e., s. 36.112

ve fikir almak için her zaman aranmaktaydılar.335 Ona göre Hz. Muhammed’in

işittiği ve tekrar ettiği sözler, Tanrı’sına yorduğu ilk emirler, biçim bakımından,

cinlerin çöl kâhinlerine esinledikleriyle tamamen özdeştir. Nitekim çöl kâhinleri de,

mistik yükselişin yamacını tırmanmaya koyulmuş, fakat çok geçmeden soluksuz

kalmış kişilerdir.336

Rodinson devamında Hz. Muhammed ile bu kâhinler arasında birçok ortak

noktanın bulunduğunu ve bunları çağdaşlarının da fark etmiş olması gerektiğini iddia

eder. Daha sonra Hz. Muhammed ve kâhinler arasındaki benzerlikleri ortaya

koymaya çalışır. O’nun fizyolojik ve psikolojik yapısının, kâhinlerinkiyle aynı

olabileceğini, tıpkı onlar gibi Hz. Muhammed’in de, öteki insanların duygularına

kapalı kalan şeyleri duymaya, dinlemeye, görmeye yetenekli olduğunu ileri sürer.

Kırk yaşına geldiğinde mizacının hem sebebi hem sonucu olan derin

doyumsuzluğunda, O’nun bu yeteneklerinin güç kazanmasına yardım ettiğini söyler.

Rodinson, Hz. Muhammed’in kâhinlerden çok daha zengin ve çok daha güçlü bir

yeteneğe sahip olduğu için bu doyumsuzluğun kendisini düşünmeye de

sürükleyeceğini iddia eder. Onun ifadesine göre, mizacının ve özel yaşantısının

sinirsel planda uyandırdığı yankılara paralel olarak, kafasında eşine az rastlanır bir

entelektüel hazırlık başlamıştır.337

Ancak Rodinson böyle bir kıyaslama yaptıktan birkaç sayfa sonra çelişkiye

düşerek, bundan tamamen farklı bir söylemde bulunur. Ona göre Hz. Muhammed bir

kâhin değildir: “Onun gücü ne kayıp develeri bulmaya ne de rüyaları açıklamaya

yeter. Bir kabilenin ya da bir prensesin doğaüstü konularda müşavirliğini yapan

profesyonel bir falcı rolünü benimseyerek, itibar görmek gibi bir niyeti de yoktur.

Çünkü bu, Hz. Muhammed’in bütün ruhsal özellikleriyle, Arap toplumunun

toplumsal ve zihinsel çerçevesi içerisinde yer alması demek olurdu. Ancak Hz.

Muhammed farkına varmadan, bu çerçeveyi aşmaya yönelmektedir. Yine orta halli

bir tüccardır, iyi bir koca ve iyi bir aile babasıdır. Ölçülü ve dengeli bir adamdır. Bir

yandan da durmadan öğrenmekte ve düşünmektedir. Zihni yavaş yavaş kendisini,

335 Rodinson, a.g.e., s. 85.

336 Rodinson, a.g.e., s. 111.

337 Rodinson, a.g.e., s. 85.113

ülkesinin ve çağının ufkunu aşmaya sürükleyecek olan bir yola girmektedir.”338

O’nun düşüncesinde sorunların özellikle dini bir görünüme bürünerek şekillendiğini

anlıyoruz.”339

Bu konuya dair bazı oryantalistler, Müddessir Suresi’nde geçen “müddessir”

(bürünüp sarınan) ve Müzzemmil Suresi’nde geçen “müzzemmil” (örtünüp bürünen)

lafızlarından hareketle, Hz. Peygamber’in vahiy geldiğinde yaşadığı korku ve

şaşkınlık sonucu üzerini örtmesini, kâhinlerin kehanet almak için üzerlerini

örtmelerine benzetmektedirler.

Nitekim Andrae’ye göre Hz. Muhammed, en azından farkında olmayarak,

putperest kâhinlerden izlenimler edinmiştir. Buna örnek olarak da birçok kâhinin, bir

ilham açığa vurmak istedikleri zaman başlarına örtü örtmeyi alışkanlık haline

getirmelerini, Hz. Muhammed’in de buna benzer bir şey yaptığını ifade eder. Bunun

ilham alabilmek için denenmiş ve ispatlanmış bir yöntem olduğunu ifade ettikten

sonra Druidlerin kurban edilen öküzün ve İzlandalı kâhinin ise gri bir koyunun

derisini kendi etrafına sardıklarını misal verir.340 Gaudefroy-Demombynes (v. 1957)

de şöyle söylemektedir: “Bir örtüye sarınıp bürünme kendisini kutsal bir güç ile

irtibat halinde hisseden herkesin adetidir. Eski Arabistan kâhinleri de böyle

yaparlardı. Dolayısıyla Kureyşliler, Muhammed’in de cinlerin esrarını vahiy yoluyla

ilham almak için kâhinleri taklit ettiğini düşünmekte haklıydılar. Bu davranış daha

sonra yalancı peygamber Tulayha ve Esved’in adeti de olmuştur.”341

Söz konusu oryantalistler, kâhinlerin ruhu veya cini olduğunu ileri sürerken,

Muir de Hz. Muhammed’in telakkilerini doğrudan doğruya şeytandan aldığını ciddi

surette ileri sürmüştür. Bunu aktaran Caetani ise bu çocuksu fikirlere varıncaya kadar

bütün bu tür nazariyeleri dikkate almanın zaman kaybı olduğunu ifade etmektedir.342

Bu iddianın sahibi olan oryantalistlerin Hz. Peygamber’in vahyini, kâhinlerin

ilhamlarına şu noktalarda benzettikleri görülür: (a) Hz. Peygamber’in özellikle ilk

vahiylerinde kısa, kafiyeli cümleler içermesi (b) Bazı vahiylerde bir ya da daha fazla

yeminin yer alması (c) Hz. Peygamber’in kahinler gibi örtüye bürünmesi.

338 Rodinson, a.g.e., s. 85-86.

339 Rodinson, a.g.e., s. 86.

340 Armağan, a.g.e., s. 71.

341 Hatip, a.g.e., s. 332.

342 Caetani, a.g.e., I/334.114

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki kırk yaşına kadar sakin ve sıradan bir

hayatı olan Hz. Peygamber’in bu yaştan itibaren kâhinliğe merak sardığını iddia

etmek yersizdir. Müşrikler Hz. Peygamber’i kâhin olmakla itham ettiklerinde Allah

Teala Rasûl’ünü teselli etmek için şöyle buyurmuştur:

“Ey Resulüm, sen irşad ve nasihatine devam et! Sen Rabbinin ihsanı

sayesinde kâfirlerin iddia ettikleri gibi kâhin de değilsin, deli de değilsin”343

Ayrıca Allah Teala O’nun getirdiği vahyin, kâhinlerin kehanetlerine

benzetilmesini şöyle yalanlamıştır:

“O bir kâhinin sözü de değil! Ne de az düşünüyorsunuz! O, alemlerin Rabbi

tarafından indirilmiştir.”344

Hz. Muhammed’in hiçbir halinin kehanete işaret eden bir yönü olmadığına

dikkat çekmek için Allah Teala “Ne de az düşünüyorsunuz!” ifadesini kullanmıştır.

Ayrıca Kur’an’da ve hadis kitaplarında veya Hz. Peygamber’in hayatı ile

ilgili yazılmış eserlerde, Hz. Peygamber’in vahiy gelişi sırasında, üzerine herhangi

özel bir kıyafet aldığına dair hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Ancak vahyin ilk geldiği

zamanlarda korku, şaşkınlık, heybet, belki de üşüme sonucu üzerini örtmelerini

istediğini bilmekteyiz. Ancak bundan sonraki vahiy tecrübelerinin hiçbirinde böyle

bir uygulaması bulunmamaktadır. Nitekim onun üzerini örtmesindeki gayesi de,

vahyi tahrik etmek değildir. Dolayısıyla bu durumun, kâhinlerin ilham almak için

belli bir kıyafete bürünmeleriyle hiçbir benzerliği bulunmamaktadır.

2. Şair Olduğu İddiası

Daha önce oryantalistlerin bir kısmının, Kur’an’ın kaynağı meselesinde, Hz.

Peygamber’in bazı şairlerden vahyini aldığı şeklindeki iddialarını görmüştük. Burada

ise müşrik Arapların da iddia ettiği gibi onların Hz. Peygamber’in şair, Kur’an’ın ise

şiir olduğu yönündeki iddialarını ele alacağız.

Caetani’ye göre Hz. Muhammed’in dinsel çalışmalara nasıl başladığı

konusunun anahtarını çok eski toplumlarda, Hintlilerde, Yunanlılarda, Romalılarda

bulunan daha eski bir düşüncede aramak gerekir. Bu inançsa şairlerin esinlerinin

343 Tûr 52/29.

344 Hâkka, 69/42-43.115

doğrudan doğruya bir tanrısal etki ürünü olduğu kanaatinden ibarettir. Caetani

sözlerine şöyle devam eder: “Çok eski Araplar şiirin kökenine ilişkin aynı inanca

sahiptirler. Yalnız şu fark ile ki onlara göre bir adamda şairlik kabiliyetinin olması

doğrudan doğruya cinlerin mahsulü olan ilhamıydı.”345

Bell ise Hz. Peygamber’in şair olduğunu kabul etmekte, ancak diğer Arap

şairlerle tarz bakımından farklı olduğunu iddia etmektedir: “Biz sadece, onun

çalışmaya başladığı zaman kırk yaşının üzerinde olduğunu ve Kur’an’ın ilk inen

kısımlarının sırf dinç hayal gücünün kıpırtıları sebebiyle olmadığını hatırlamalıyız.

Kur’an’ın bu ilk bölümleri gerçekten çok güçlüdür. Kısa, canlı, muhtemelen

tasarlanmış belli bir gizlilikle, fakat amaç için harika, anlamlı ve etkileyiciydi. Onun

bir şair olduğu Mekkeliler arasında alay noktası oldu. Bir şair o, fakat sıradan bir

Arap tarzı değil. Din, doğruluk ve yargıya yönelik ortaya koyduğu konular, sıradan

bir Arap şairin neredeyse hiç dokunmadığı konulardır.”346

Bell gibi Rodinson da Hz. Peygamber’in aldığı mesajın, geleneksel Arap

şiirinden uzaklaştığını, saf şiire yaklaştığını iddia eder. Onun belirttiğine göre Hz.

Muhammed’i dinleyenlerin sayısı arttıkça ve sözleri dikkat çekmeye, yankı

uyandırmaya, heyecan ve harekete sebep olmaya başladıkça, Hz. Peygamber’in

açıklamalarda bulunması, betimlemesi, sonra da itiraz ve eleştirileri cevaplaması,

kanıtlarla çürütmesi gerekmektedir. Bunun için yoğun bir heyecan dalgası meydana

getirmek artık yeterli değildir. Bu şekilde mesaj, kaynak aldığı saf şiirin içine işlemiş

olarak daha uzun süre görkemini koruyacak, ancak zamanla biraz daha

kesinleşecektir.347 Rodinson kitabının bir başka yerinde ise “Burada aradan on üç

yüzyıl geçmesine rağmen, büyüleyici etkisi hala fazlasıyla güçlü olan bir şiirle karşı

karşıyayız. Yani Muhammed biçim bakımından hiçbir yenilik getirmemektedir. Buna

karşılık içerik, alabildiğine yenidir. Çünkü söz konusu içerik, o mizaçtaki insanlara

verilmiş geleneksel rolü oynayan zavallı kâhinlerin getirdiği içerikten kat kat

üstündür ve alabildiğine zengindir.”348 diyerek Kur’an’ın aslında Arap şiirinin bir

uzantısı olduğunu iddia etmektedir.

345 Caetani, a.g.e., II/62.

346 Bell, a.g.e., s. 97.

347 Rodinson, a.g.e., s. 127.

348 Rodinson, a.g.e., s. 111.116

Ancak F. Buhl, bu iddiayı ileri süren oryantalistlerin aksine onların Hz.

Peygamber’in bir şair olduğu şeklindeki iddialarını reddetmektedir. Çünkü ona göre

surelerdeki seci’li dilin o zamanki Arap şiiri ile ortak hiçbir tarafı bulunmamaktadır.

Ancak kendisi şekillerin sabit olması, eklerin değişmemesi ve Arap dilinin zenginliği

göz önünde bulundurulduğu takdirde, bu çeşit cümleler yapılmasının güç olmadığı

kanaatindedir. Üstelik seci’ için, şiir kafiyesinde dikkat edilmesi icap eden ince

kaideler olmadığını, fakat Kur’an’da seci’ şeklinin büyük bir serbestlik ile

kullanıldığını, aynı kelimenin sık sık tekrar ettiğini ve yarım kafiyelerin

kullanıldığını dile getirmiştir. Son vahiylerde ise şekil bakımından daha fazla bir

serbestlik bulunduğuna dikkat çekmiştir.349 Esas itibariyle Buhl, yukarıdaki iddiaları

daha da ileriye götürerek, Kur’an’ın seci’ ve üslubunu küçük görmekte, Kur’an’daki

cümleleri oluşturmak için üstün bir meziyete sahip olmak gerekmediğini ileri

sürmektedir.

Hz. Muhammed’in döneminde yaşayan müşriklerin O’nun için ileri sürdüğü

şairlik iddiası günümüzde oryantalistler tarafından tekrar edilmiştir. Ancak onlar bu

iddialarını ortaya koyarken, müşriklerinkinden daha farklı ve kimi zaman dolaylı bir

üslup kullanmışlardır. Allah Teala, eski iddiaların tekerrür ettiğini “Hayır, onlar

evvelkilerin dediği gibi dediler.”350 “Onlardan evvelkiler de tıpkı onların dediklerini

demişlerdi. Kalpleri nasıl da birbirine benziyor.”351 ayetleriyle ifade etmiştir.

Kur’an’ın şiir olduğu iddiasına gelince, onun bir şiir olmadığını Allah Teala

şu ayetlerle bildirmektedir:

“Biz ona şiir öğretmedik. Bu onun için gerekmezdi. Bu bir öğüt ve apaçık

Kur’an’dır.”352 “O, bir şair sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz.”353

Nitekim bu ayetlerde de ifade edildiği gibi, vahiy ve şiir birbirine

karıştırılmamalıdır. Bununla birlikte, Kur’an’ın ifadelerini müşriklerin şiire

benzetmelerinin sebebi olarak, onun güçlü edebî yönü bulunması, bazı surelerde ses

349 Buhl, “Kur’an”, s. 999.

350 Mü’minun 23/ 81.

351 Bakara 2/118.

352 Yasin 39/69.

353 Hâkka 69/41.117

uyumu bakımından şiirsel bir tarzın olması, nazım-nesir karışımı bir üslubunun

olması gibi özellikleri sayılabilir. Ancak Kur’an ne nazım ne de nesirdir. Arapların

daha önce hiç görmedikleri bir üsluba sahiptir. Zira en yetenekli Arap şairleri bile bu

vahiylerin üstün belağatı ve fesahati karşısında bir benzerini getirmek konusunda

aciz kalmışlardır.

3. Bazı Hastalıklara Sahip Olduğu İddiası

Müşriklerin Hz. Peygamber’i “mecnun” olarak nitelendirdikleri

bilinmektedir.354 Bazı oryantalistler gelişen tıp ilmine de dayanarak, bu iddiayı daha

da detaylandırmışlar, vahiy esnasında kendisinde meydana gelen haller sebebiyle Hz.

Peygamber’e birtakım hastalıklar isnat etmişlerdir. Bu başlık altında O’na nispet

edilen ruh hastası olduğu, sara hastası olduğu, halüsinasyon gördüğü ve histeriyaya

yakalandığı şeklindeki iddiaları ele alacağız.

a. Ruh Hastası Olduğu İddiası

Goldziher, Hz. Peygamber (s.a)’in vahiy şuuruna patolojik aşamalarda

vardığını ileri sürmektedir. Fakat araştırmasında ileri sürdüğü patolojik aşamalara

uyum göstermeyip, Harnak’tan alıntıda bulunmuştur. Harnak’a göre, sadece dahi

kimselere isabet eden birtakım hastalıklar vardır. Bu hastalıklara yakalananlar daha

önce bilinmeyen yeni bir hayat kazanırlar. Aynı şekilde bütün engelleri aşabilen bir

kuvvet elde ederler. Peygamber’in ve havarilerin hamiyeti de bu türdendir.355

Goldziher Harnak’tan yaptığı iktibasla vahyi inkar etmiş ve vahyi üstün

nitelikli insanlara isabet eden bir hastalık olarak nitelendirmiştir. Bu amaçla “Nebi ve

havarilerin gayretleri bu hastalıktan başka bir şey değildir” ifadesini kullanmıştır.356

Ona göre, peygamberlerin vahiy olduğunu söylediği şeyler, aşırı istiğrak halinde

kişinin doyuma erdiği özel bir durumdan kaynaklanan ruhî bir meseleden ibarettir.

354 bkz. A’raf 7/184, Sebe’ 34/8, Hicr 15/6, Duhan 44/14, Tûr 52/29, Kalem 68/2,51, Tekvir 81/22,

Zariyat 51/ 39,52.

355 Goldziher, a.g.e., s. 12; Sönmezsoy, a.g.e., s. 147.

356 Hatip, a.g.e., s. 30.118

Fakat Goldziher, insana isabet eden, onu dâhi yapan ve ona bütün engelleri aşabilen

bir kuvvet kazandıran hastalıkların ne olduğunu bir türlü açıklamamaktadır. Çünkü

ister ruhî, ister bedenî bir hastalık olsun, hastalıkların aklî ve bedenî zayıflamaya yol

açtıkları açıkça bilinmektedir. Hastalığa yakalanan kimsenin zayıfladığı veya aklî ve

ruhî dengesini bile kaybettiği de aklen ve ilmen bilinmektedir.357 Dolayısıyla bu

iddiaların tutarlı bir tarafı yoktur. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

“Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve

batıla inanmadı; O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildikleri), vahyedilenden

başkası değildir.”358

Bu hipotezin bir başka eksiği de, Goldziher’in, Kur’an vahyini psikoloji ilmi

vasıtasıyla açıklamaya çalışmasıdır. Bu da yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü psikoloji

henüz öyle bir gelişme sağlamamıştır. Dolayısıyla yöntemleri kendi alanını aşıp,

başka ilmî alanlara uygulanamaz.359

Paris Üniversitesi ile bir akıl hastanesinin doktoru ve çok sayıda cemiyet ve

akademilerin azasından olan Mösyö A. Baire de Boismont’un (v. 1881) “Des

Hallucinations” adıyla yazdığı yedi yüz sayfayı geçkin eserin 551. sayfasında şu

ifadeler yer almaktadır: Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Renaulden, deli

(mecnun) gözüyle bakılan Muhammed hakkında hazırlamış olduğu raporunda şu

sözlerle meramını ifade etmiştir:

“Kendi şahsi çıkarını terk ile tercih ettiği o kadar fedakarlıklarıyla bütün bir

kavmin usul-i diniyye ve ahlakında o kadar hayret verici bir inkılap icra etmiş olan

zat, asla deli değildir. Batıl fikirler ve putperestliği devirip yerine yegane ve ruhani

bir Allah dini ikame etmiş ve bu vasıta ile memleketini barbarlık karanlığından

çıkarmış, bu kadar uzun süre Arap namına hürmet ettirmiş ve ondan korkutmuş ve

haleflerine o kadar şan ve şerefli fetihlerin yolunu açmış olan zat, deli değildir.

Milleti onda büsbütün yok olan ve İslamiyet’e tabi ülkelerde bin iki yüz seneden fazla

bir müddet geçtikten sonra hala yürürlükte bulunan bir kanunlar mecmuası ile

donatmış bulunan zat, deli değildir.”360

357 Sönmezsoy, a.g.e., s. 147.

358 Necm 53/1-4.

359 Hatip, a.g.e., s. 341 (dipnot)

360 Ertuğrul, İzâle-i Şükûk, ss. 7-8.119

b. Sara Hastası Olduğu İddiası

Başta Dr. Aloys Sprenger olmak üzere oryantalistlerin birçoğunun kabul

ettiği iddia ise Hz. Peygamber’in sara hastası olduğu yönündedir. Gerçek şu ki, bu

itham Arap müşrikleri tarafından ileri sürülmemiştir. Bu fikri, ilk kez Batılı yazarlar

ortaya koymuştur.

19. yüzyılda yaşamış olan oryantalistlerden Muir bu konuda öyle bir iddia

ortaya koymuştur ki, Hz. Muhammed’in hayatına yönelik apaçık bir iftiradır. Ona

göre sütannesi, Hz. Muhammed’in epilepsi (sara) nöbetleri geçirdiğine şahit

olmuştur.361 Bu demek oluyor ki bu hastalık ona küçüklüğünde musallat olmuş ve

bunu sütannesi de görmüştür. Ancak bu durum, Hz. Muhammed’de daha çocukken

böyle bir hal mevcut ise, O’nun kırk yaşına kadar peygamberlik iddiasında bulunmak

için neden beklediği sorusunu akla getirmektedir.

Fransız oryantalist Gustave Le Bon (v. 1931) da vahiy esnasında Hz.

Peygamber’de görülen hallerin, onun bir sara nöbetinden başka bir şey olmadığı

görüşündedir. Bu iddiadan sonra Le Bon, sara hastalığının tezahürlerine yer vererek,

Hz. Peygamber’in durumuyla ilgili karşılaştırmalar yapmıştır. Saranın tutuklukla

başladığını, hırıltı ve kendini kaybetmekle devam ettiğini ifade ettikten sonra,

bilimsel olarak Hz. Muhammed’in de tıpkı diğer büyük din kurucuları gibi soğuk

mizaçlı bir düşünür olmadığını, bu rolü temsil edenlerde daima bir çeşit deliliğin

bulunduğunu iddia etmiştir. Dinleri Kur’anlar, devletleri yıkanlar, kitleleri

ayaklandıranlar ve insanları sevk ve idare edenler onlardır. Ona göre eğer aleme

delilik değil de akıl egemen olsaydı, tarihin akışı çok daha başka olurdu.362

Bu iddianın sahiplerinden biri olan Hamilton Gibb ise “Mohammedanisme

An Historical Survey” adlı eserinde, Hz. Muhammed’in hayatı ile ilgili pek çok teori

ortaya konulduğunu ifade etmekte ve buna, O’nun, saralı bir ilkel-Mormon olan

sosyalist bir kışkırtıcı şeklinde tasvir edildiğini örnek vermektedir.363

361 Atay, a.g.e., s. 35.

362 Hatip, a.g.e., s. 346.

363 Gibb, a.g.e., s. 23.120

Rodinson, olgunluk çağına gelmiş bulunan Hz. Peygamber’in zaman zaman

kriz geçirdiğini ve O’nun Hristiyan düşmanlarının, bu krizleri sara hastalığı ile

açıkladığını ifade eder. Onun ifadesiyle eğer bu iddia doğruysa, zararsız bir sara

hastalığı söz konusudur demektir. Ancak ona göre Hz. Muhammed’in psikofizyolojik

bakımdan birçok mistikle aynı yapıda olması çok daha akla yatkındır. Bu tür

kimseleri kural dışı bireyler olarak ayrı bir kategoride değerlendirerek, onlara ruhlar

ve tanrılar alemiyle ilinti kurma görevinin verildiğini ileri sürer. Bunun nedenini ise

bu bireylerin özel yetenekleriyle açıklar. Çünkü bu kimseler, diğerlerinin

görmediğini görür, işitmediğini işitir. Kaynağını kendilerinin de bilmedikleri bir

heyecan, bu bireylerden, sıradan bireylerin alışılmış davranışları çerçevesinde

açıklanması mümkün olmayan sözler ve jestler çıkarır.364 Bu ifadelerden

anlaşıldığına göre Rodinson, Hz. Muhammed’in özel yeteneklere sahip olduğu ve

kaynağını bilmeden birtakım sesler işittiği kanaatini taşımaktadır. Ancak onun Hz.

Peygamber’le ilişkilendirdiği mistiklerin Kur’an gibi bir vahyi ortaya koydukları

görülmemiştir.

Birçok Batılı yazarın Hz. Peygamber’in saralı olduğuna ilişkin iddiası

bulunmakla birlikte, aralarında bu görüşe şiddetle karşı çıkanlar da bulunmaktadır.

Bu oryantalistlerden biri olan L. Caetani, Hz. Muhammed’in gençliğinde saralı

olduğu hakkındaki bütün yanlış nazariyelerin ortadan kalktığını ve Müslümanların

tarihinde Hz. Muhammed’in saralı olmadığının ise sabit olduğunu ifade ederek, bu

iddiayı kesin bir şekilde reddeder.365

Andrae’ye göre ise yarı bilinçli ya da trans halindeki hallerin, ara sıra bilinç

kaybının ve buna benzer hallerin tümü sara hastalığına ait nöbetler olarak

nitelendirilecekse, o zaman tabi ki Hz. Muhammed’in bir sara hastası olduğu

söylenebilir. Ancak sara hastalığı, sadece fiziksel ve zihinsel sağlık açısından ciddi

sonuçlar doğuran şiddetli nöbetler olarak ele alınırsa, Hz. Muhammed’in sara hastası

olduğu ifadesi kesinlikle reddedilmelidir. Üstelik Andrae O’nun durumunun, hastalık

bilimi açısından sadece vahyin patolojik olarak adlandırıldığı diğer birçok dinin ve

edebî dehanın durumlarıyla aynı olduğunu ifade eder. Andrae’ye göre Hz.

364 Rodinson, a.g.e., ss. 83-84.

365 Caetani, a.g.e., I/333-334.121

Peygamber’in vahiy alma şeklinin hadislerde tasvir ediliş tarzlarına çok fazla itibar

edilmemelidir. Bazı vasıfları doğru olabilir ve diğer ilham almış kişiler hakkında

bildiklerimizle örtüşebilir. Gürültüler, zil sesleri ve aşırı hararet diğer ilham almış

kişiler tarafından sık sık bahsedilir.366 Ancak yine de Andrae’ye göre Batılı

yazarların bu benzetmeler sonucu ileri sürdükleri sara iddiası, Hz. Peygamber’in

vahiy tecrübesinden farklıdır.

İngiliz şarkiyatçı Alfred Guillaume da bu iddiayı reddederken, Hz.

Muhammed (a.s)’in sahip olduğu üstün akıl, aklî ve ruhî dengelilik, siyasi ufuk

genişliği ve davasındaki kararlılığı temeline dayanmıştır. Guillaume, dini tecrübeyle

ilgili yapılan psikolojik araştırmaların, bu ithamı kesinlikle çürüttüğünü ifade eder.

Ona göre peygamberler normal insanlar değillerdir. Ancak bu, onların marazi

durumları sebebiyle davranışlarının normal olmadığı şeklinde bir iddia ortaya

koymaya izin vermez.367

Arthur Jeffery de Hz. Peygamber hakkında oryantalistlerin geçmişte yapmış

oldukları saralı, mistik, felçli, saplantılı şeklindeki görüş ve değerlendirmelerin doğru

olmadığını belirtmekte ve bu tür yaklaşımları eleştiriye tabi tutmaktadır.368 Sara

iddiasını reddeden isimlerden R.V.C. Bodley (v. 1970) ise bu iddiayı şöyle

değerlendirir: Kur’an’ın her kelimesi vahiyler nazil olduktan sonra tamamıyla berrak,

zihin ve düşünceye dikte ettirilmiştir. Bir saralının sara nöbetinden sonra zihninin

açık ve berrak düşüncelerle dolu olmadığını, her tıp mensubu bilmektedir. Bodley,

Hz. Peygamber’in ise vefatından hemen önceki rahatsızlığı dışında bedeninin hep

sıhhatli olduğunu ifade eder. Sara hastalığının bugüne kadar hiç kimseyi bir

peygamber veya kanun koyucu yapmadığını, ayrıca kimseyi de iktidara yükseltip

mevki sahibi olmasını sağlamadığını dile getirir. Özellikle onun yaşadığı dönemde

böyle bir hale sahip olan kimseyi mecnun olarak gösterdiklerini belirterek, aklı

başında ve salim düşünce sahibi bir tek insan varsa, onun da ancak Hz. Muhammed

olduğunu ifade eder.369

366 Armağan, a.g.e., ss. 85-86.

367 Guillaume, a.g.e., s. 25.

368 Okumuş, a.g.m., s. 131.

369 Hatip, a.g.e., s. 347.122

Watt da İslam’a karşı olanların Hz. Muhammed’in saralı olduğu şeklindeki

iddialarını reddedenlerden biridir. Zira o, zikredilen belirtilerin, sara belirtileriyle

aynı olmadığını kabul eder. Çünkü ona göre bu hastalık fiziki ve zihni bozukluklara

yol açmaktadır. Oysa Hz. Muhammed’in hayatı boyunca bütün yetenekleri

tamamıyla yerindedir. Fakat iddianın doğru olduğu düşünülse bile bu tamamıyla

geçersiz ve sadece peşin hüküm ve bilgisizliğe dayandırılmış olur. Böyle fiziki

beraberlikler, dini tecrübeyi ne geçerli ne de geçersiz kılar.370

Hz. Muhammed’in sara nöbetlerine uğradığına dair devamlı tekrarlanan

söylentiler, Yunanlılar’ın uydurmasıdır. Bunların amacı, yeni dini yayan kişiye böyle

bir hastalığı isnat ederek, onun ahlak karakterini lekelemek ve Hristiyanlık

dünyasının iğrenme ve kötüleme duygularını uyandırmaktır.371 Bu bakımdan Hz.

Muhammed’e isnat edilen bu hastalığın, O’nun vahiy tecrübesi ile hiçbir bağlantısı

bulunmamakta ve bu iddia, asılsız bir itham olmaktan öteye geçmemektedir.

Suat Yıldırım, Muhammed Hamidullah’tan naklederek oryantalistlerin sara

iddiasının batıllığını şöyle ortaya koymuştur:

a) Sara hastası olan kimse, nöbetinden sonra bütün organlarında keskin bir

ağrı ve bitkinlik hisseder. Durumundan dolayı üzülür. Hatta bu haller sebebiyle

intihar etmeyi bile düşünenler olur. Ancak Hz. Peygamber’in durumu bunun

aksinedir. Nitekim O, fetretü’l-vahiy döneminde vahiy meleğini beklemiştir.

b) Vahiy her zaman istiğrak, horlama arazlarını ortaya çıkarmaz. Bazen

melek insan suretinde gelmiş, Hz. Peygamber onun Cebrail (a.s) olduğunu bildiği

halde kendisinin normal hali devam etmiştir.

c) Saralı olan kimse, nöbet sırasında idrak ve düşünme kabiliyetini tamamen

kaybeder. Kendisinde ve etrafında olup bitenin farkına varamaz, bilinci durur.

Halbuki Hz. Peygamber vahyin ardından hukukun, ahlakın, kulluğun, edebi ifadenin,

nasihatin en güzel örneklerini içeren o ayetleri insanlara duyurmaktadır. Bu

370 Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, s. 64.

371 Davenport, a.g.e., s. 12.123

bakımdan benzerini getirmekten bütün insanların aciz kaldığı bir kelam, asla bir sara

hastasının eseri olamaz.

d) Saralı şiddetle titrer. Oysa vahiy esnasında rastlanan haller arasında,

titreme hali nakledilmez.

e) Sara hastası nöbeti sırasında saçmalar. Ancak Hz. Peygamber’de böyle bir

durum, kesinlikle yoktur. Onun vahiy aldığı anlardan sonra tebliğ ettiği Kur’an

elimizdedir. Kur’an’ın beyanındaki mükemmellik ise ortadadır.

f) Bugüne kadar yüzbinlerce saralı insan gelip geçmiştir. Fakat bunlar içinde

böylesine bir din Kur’an, bu düzeyde makul esaslar ve sözler ortaya koyabilen bir

şahsiyete rastlanmamıştır.372

Görüldüğü gibi, Hz. Muhammed’in sara hastası olduğu şeklindeki görüşün

herhangi bir dayanağı bulunmamaktadır. Batılı yazarlar, bu hastalığa sahip olan

insanlardaki fiziki ve zihinsel bozuklukların, Hz. Muhammed’de de mevcut

olduğunu ispat edecek herhangi bir delile sahip değillerdir. Onların yaptığı sadece iki

durumu birbirine benzetmektir. Üstelik Watt’ın da dile getirdiği gibi Hz.

Muhammed, bütün yeteneklerini tam kapasiteyle vefatına kadar kullanmıştır. Ayrıca

Hz. Peygamber vahiy alırken beşeri sıfatlardan sıyrılmış ve melekût alemine

geçmiştir. Bu da, O’nda bazı hallerin meydana gelmesine sebep olmuştur. O’nda

meydana gelen bu tezahürlerin ve vahiy bittikten sonraki halinin, saralı bir hastanın

durumuyla benzerliği yukarıda da işaret edildiği üzere asla mümkün olamaz.

Nitekim kendisinin vahiy tecrübesine şahit olan, ancak O’nun getirdiklerini

inkar eden müşriklerin, böyle bir iddiayı ileri sürmemeleri de dikkat çekicidir. Zira

onlar böyle bir hastalık görselerdi, bu tür bir noksanlığı O’nunla alay etmek için

kullanmaktan çekinmezlerdi.

372 Suat Yıldırım, Anahatlarıyla Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, Ensar Yay., İstanbul,

2011, ss. 29-30.124

c. Halüsinasyon Gördüğü ve Histeriya Olduğu İddiası

Oryantalistlerin bir kısmı, vahyin gelişi esnasında Hz. Peygamber’de

meydana gelen birtakım halleri, O’nun halüsinasyon görmesi veya histeriya olduğu

şeklinde açıklamaktadırlar.

Nitekim müsteşrik Dozy, Hz. Muhammed’in kendisinin peygamber olduğu

zannına nasıl vardığı sorusunun cevabını, O’nda var olan hastalıkta aramak

gerektiğini iddia eder. Dozy, bu hallerin, önceleri sara hastalığına delalet ettiğinin

düşünüldüğünü, fakat son olarak aynı zamanda bir doktor olan oryantalist

Sprenger’in histeri olarak adlandırdığı hastalığın kabul edildiğini ifade eder.373

Vahiy anında meydana gelen durumları histeriyayı adlî olarak nitelendiren

Sprenger’in görüşlerine yer vererek, bu hastalığı uzun uzun tarif etmiştir: “Bizim

memleketlerde bu hastalığa kadınlar, nadiren de erkekler yakalanır. Bu hastalıkta

kas arızaları görülür, dudaklar ve dil titrer. Gözler bir müddet kah bir tarafa, kah

diğer tarafa döner. Baş, adeta kendi kendine bir makine gibi hareket eder. Aynı

zamanda baş ağrısından muzdarip olur. Hamle şiddetli olursa hasta yere düşer,

yüzünü ateşsi bir kırmızılık kaplar, nefes almakta zorlanır. Bu hastalık, kah bir

iltihap şeklinde, kah birkaç saat zarfında öleceği zannını veren bir iltihap şeklinde,

kah insanı boğan bir nefes darlığı şeklinde görülür. Çoğu halde bir beden hastalığı

olmaktan ziyade bir ruh hastalığıdır. Hastalık, hakikatte mevcut olmaktan ziyade,

hayalde mevcuttur. Histeriyaya müptela olan kadınlar, bir bulutun yahut balo

türünden bir eğlencenin musikisini işiterek birdenbire hastalıklardan şifa bulurlar.

Hastalığın seciye üzerine tesiri de büyüktür.”374

Üstelik Hz. Peygamber’in şahsiyeti hakkında Dozy’nin kullandığı şu ifadeler,

hiç de masum görünmemektedir: “Peygamberliğinden sonra dinle hiç alakası

olmayan her işe, arkadaşları tarafından sokulmaya kendisini terk etti. Muhammed

birçok yönden vatandaşlarından farklıydı. Hayatının çoğu görevlerini ifa etmeye

uygun değildi. Annesine çektiği zannolunan mizacı, son derece asabi idi. Çoğu

373 Ertuğrul, İzâle-i Şükûk, s. 7.

374 Dozy, a.g.e, ss. 36-39.125

zaman üzgün, düşünceli, kararsız idi. Az söylerdi ve gereksiz hiç söz söylemezdi.

Hasta olduğu vakit çocuk gibi hüngür hüngür ağlardı. Bununla beraber keskin bir

hayale sahipti.”375

Daha sonra da Dozy, böyle kimselerin yalan ve gaflete düşmeye meyilli

olduklarından, bazılarının kendi kendilerini aldattıklarından, bunlarda hayal-i his

(illucion) ve halüsinasyonların meydana geldiğinden bahsetmiştir.376 İfadelerinden

anlaşıldığına üzere Dozy, Sprenger’in görüşlerini aynen kabul etmiş ve Hz.

Peygamber’in hayalperest olduğunu, O’nda birtakım ruhî hastalıkların var olduğunu

ileri sürmüştür.

Müsteşrik Buhl da Kur’an’a vahiylerin nasıl geldiği hususunu tartışırken, bu

konuda ancak birkaç işaret veya tamamen müphem delaletlerin var olduğunu ve bu

hususta aydınlatılamayan, belki de aydınlatılmak istenilmeyen sırların mevcut

olduğunu iddia eder. Kur’an ile değil, fakat sahih hadisler vasıtasıyla, Hz.

Peygamber’i kendinden geçiren vecdleri olduğunun bilindiğini, elbiseye bürünmek

keyfiyetinin bu hale hafif bir telmih olabileceğini ifade eder.377

Buhl, “O (Cebrail), en yüksek ufuktaydı”378 ve “Andolsun ki O, Cebrail’i açık

ufukta gördü.”379 ayetlerini delil göstererek, Hz. Peygamber’in bazı hayaller

gördüğünün anlaşıldığını iddia eder. Önemli olanın ise Hz. Peygamber’in görmüş

olduğu şey değil, duydukları ve bir de bu hayallerin tasviri sonucu oluşan intiba

olduğunu ileri sürer.380

Hz. Peygamber’in nübüvvetine dair pek çok şey söyleyen Rodinson da, Hz.

Muhammed’in samimiyetini bilinçaltına ve gördüğü halüsinasyonlara bağlayarak

daha önceki oryantalistlerin bu konudaki iddialarını kısmen tekrar etmiştir. Ona göre

bazı bireylerin kulak, göz ve zihin yoluyla gaipten haber aldıklarına ve öteki tarafla

ilişkide bulunduklarına samimi olarak inanmaları, bugün tüm olaylarda genel olarak

375 Dozy, a.g.e., s. 35.

376 Dozy, a.g.e, ss. 39-40.

377 Buhl, “Kur’an”, s. 997.

378 Necm 53/7.

379 Tekvir 81/23.

380 Buhl, “Kur’an”, s. 997.126

anlaşılmış ve kabul edilmiştir. Ancak onların bu samimiyeti, getirdikleri bu mesajın

gerçekten söyledikleri yerden geldiğine bir kanıt oluşturmaz. Bilinçaltı kavramı ise

bu türden olayların rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Rodinson, bu insanların yine

aynı samimiyetle, görüp işittikleri şeyleri daha önce kesin olarak görüp

işitmediklerini iddia ettiklerini ifade eder. Bununla birlikte onların durumlarının

objektif bir şekilde incelendiğinde, söz konusu şeyleri görüp işittiklerini, fakat daha

sonra unuttuklarını söyler. Ona göre bilinçaltları, bunları yeni ve değişik bileşimler

halinde sunmaktadır. Bu tür olaylar artık muhakkak kabul edilmektedir. Rodinson,

bu hayalleri bilinçaltı nazariyesiyle açıkladıktan sonra, Hz. Muhammed’in görüp

işittiği olağanüstü varlıkları, sorguya çektiği Yahudi ve Hristiyanlardan duyduğunu

iddia etmektedir. Ona göre Hz. Muhammed’in gerçek yaşantısındaki unsurların,

düşüncelerinin ve rüyalarının temel malzemesi, bir zamanlar dinleyici olduğu

konuşmalarla ilgili anılarının, bilinçaltında dağılıp çözüldükten sonra yeni yeni

şekiller içinde ve başka bir planda, hiç işitilmedik gibi gelen sözler halinde

oluştuğunu iddia eder. Daha sonra bu yeni sözlerin, başkaları tarafından

işitilmemelerine rağmen, kendisine kesin bir gerçeklik duygusu vererek, tamamen

nesnel ve dış dünyaya ait bir etkinliğin kanıtları olarak göründüğünü, günümüzde ise

bunun anlaşılmaz bir yanının olmadığını iddia eder.381 Ancak Rodinson’un bu iddiayı

ileri sürerken, Hz. Peygamber’in gördüklerinin hayal olduğunu söylese de diğer

oryantalistlerin itham ettiği hastalıkları kabul etmemesi dikkat çekmektedir.

İleri sürülen bu iddiaların yanı sıra bu görüşü tamamen reddeden

oryantalistler de mevcuttur. Bunlardan biri olan Barthélemy-St-Hilaire (v. 1895),

Sprenger’in histeri hakkında ortaya koyduğu nazariyelerin tatbik edilmeden genel

anlamda mütalaa edildiğini ve topladığı metinlerde yer alan vasıfların histeri

iddiasını temyiz edecek kabilden olmayıp, birtakım hastalıklardan ibaret olduğunu

ifade etmiştir. Zaten Hz. Peygamber’de oluşan şeylerin histeriya ve sara gibi

hastalıklarla izah edilemediğini, onun bunlardan tamamen farklı bir manevi hal

olduğunu itiraf etmiştir. Ona göre bu manevî halin yüce peygamberlik vasfı olduğu,

fiilî eserleriyle sabittir.382

381 Rodinson, a.g.e., s. 106.

382 Ertuğrul, İzâle-i Şükûk, s. 21.127

Bell de Hz. Peygamber’in vahiy kaynağını sara, histeri, Şeytan, aşırı hissiyat

ya da meditasyonda gören Weil, Sprenger., Muir, Margolioth ve Nöldeke'nin

geliştirdiği teorileri kabul etmemektedir. Bell, bunların Kur’an’ı tamamen göz ardı

ettiklerine inanmaktadır. Ayrıca kendisi Kur’an’ın, Mekkelilerin Hz. Peygamber

hakkında söylediği iddiaları kaydederken, O’nu deli, mecnun olarak

vasıflandırdıklarını, fakat hiçbir zaman hasta demediklerini belirtmiştir. Vahiy

olayının anlaşılmasında ise tek kaynağın Kur’an olacağını ifade etmiştir.383

Hz. Peygamber’in hayalperest olduğu, gördüklerinin birer hayalden ibaret

olduğu, histeriya denilen bir hastalığa yakalandığı şeklindeki iddialar tıpkı sara

hastası olduğu söylemlerindeki gibi mesnetsizdir. Nitekim histeriya bir kas arızasını

beraberinde getiren ruhsal bir hastalık, halüsinasyon da olmayan bir şeyi gerçekte

oluyormuş gibi algılamak şeklinde açıklanabilir. Ancak Hz. Peygamber’in ruhen ve

bedenen sağlıklı olduğu bilinmektedir. Zira bu şekilde arazları olan bir insanın pek

çok kişinin peşinden gittiği bir peygamber, lider, komutan, hakim vb. konumuna

gelerek, insanlar tarafından kabul görmesi pek mümkün görünmemektedir. Eğer Hz.

Peygamber itham edilen bu hastalıklara sahip olsaydı, böyle önemli bir mevkiye

gelecek vasıflara sahip olamazdı. Ayrıca böyle bir kişinin de geri kalan hayatını,

hastalığını tedavi etmek için uğraşması gerekirdi. Ancak Hz. Peygamber bu halinden

hiçbir zaman rahatsız olmamış, aksine vahiy meleğinin gelmesini beklemiştir.

4. Diğer Bazı İddialar

a. Liderlik Arzusunun Vahiy Uydurmaya Sevk Ettiği İddiası

Oryantalistlerin bir kısmı, Hz. Peygamber (a.s)’in toplumun lideri olma

arzusuyla vahiy uydurduğunu ve bu amaçla peygamberlik iddiasında bulunduğunu

ileri sürmüşlerdir.

Nitekim bu iddianın sahiplerinden Alman oryantalist Wellhausen, Hz.

Muhammed’in önceden müjdeci ve uyarıcı iken, hicretten sonra kendisinin siyasal

bir başkan olduğunu inkar etmediğini ifade etmiştir. Çünkü ona göre Hz.

383 Albayrak, “Richard Bell, Kur’an Çalışmaları ve Kur’an Vahyi Hakkındaki Görüşleri”, s. 270.128

Muhammed, baştan beri bireyleri kendisine çekmek istememiş, aksine bütünüyle

kabileleri katmak istemiştir. Yine ona göre işin başından beri kendisinin Allah’ın

kavminin başına gelmesi için peygamber olarak gönderildiğine inanmıştır. Bu

bakımdan O, Mekke’de muvaffak olamamış, Medine’de başarılı olup, yolunu açarak

devam etmiştir.384 Ayrıca Wellhausen, Hz. Muhammed’in Medine’de başkanlık

makamına ulaşınca, henüz başkanlığı arzu ettiği zamanlardaki haline göre değişiklik

gösterdiğini iddia etmiştir.385

Lewis ise Kureyşli müşriklerin hicrete engel olmak için hiçbir ciddi

teşebbüste bulunmadığını ve Hz. Muhammed’i istediği gibi davranmakta serbest

bıraktıklarını, Hz. Peygamber’in de taraftarlarını yola çıkmaya davet ederek,

kendisinin Mekke’den en son ayrıldığını ifade eder. Ona göre Hz. Peygamber’in

böyle davranmasının maksadı, kısmen Medine’ye tek başına ve kanun dışı kalmış bir

mazlum gibi değil, belli bir hukuka sahip bir topluluğun reisi sıfatıyla gelmek

istemesidir. Ona göre Medineliler, Hz. Muhammed’i Allah’ın Rasulü olmaktan çok,

kendilerine hakem olarak hizmet edecek ve aralarındaki iç anlaşmazlıkları

çözebilecek üstün güce sahip bir adam olarak davet etmişlerdir. Çünkü İslamiyet

onlara yeni bir din olmaktan ziyade, güvenlik ve inzibat sağlayabilecek bir sistem

olarak faydalıdır.386 Dolayısıyla Lewis’in bu görüşüne göre Hz. Peygamber’de,

Medine’ye hicret ederken, oranın lideri olma arzusu ve isteği bulunmaktadır. Ancak

O’nda, iddia edildiği gibi böyle bir arzu veya makam sevgisi hiçbir zaman

olmamıştır. Zira kendisinin saltanat kurmak gibi bir hedefi olmadığı gibi,

Wellhausen’ın iddia ettiği gibi İslam medeniyetinin lideri olduğunda da bu mevkinin

kendisini değiştirmesine asla izin vermemiştir. Carlyle, kendine has üslubuyla Hz.

Muhammed’in böyle bir hedefi olamayacağını şöyle dile getirmektedir: “İhtiras?

Bütün Arabistan bu insana ne verebilir ki? Yunanlı Heraklios’un tacı, İran

şahlarının tacı ve dünyadaki bütün taçlar onun için ne ifade eder ki? Onun duymak

istediği şey yeryüzüne değil, yukarıdaki cennete ve aşağıdaki cehenneme aittir. Bütün

taçlar ve saltanatlar birkaç yıl içinde nerede olacaklardır? Mekke veya Arabistan

384 Kutub, a.g.e., s. 228.

385 Kutub, a.g.e., s. 229.

386 Lewis, a.g.e., ss. 37-38.129

şeyhi olmak ve eline yaldızlı bir tahta parçası almak insanı kurtarmaya yeter mi?

Eminim ki hayır!387

Watt da ilk yıllarda Hz. Muhammed’in peygamberlik işlevini, toplumsal

yönüyle bir “ikaz edici” biçiminde tamamladığını ifade eder. Bu amaçla O, kendi

halkını, yüzlerini Allah’a, Kıyamet Günü’nün Hakimine döndürmeleri konusunda

ikaz edecektir. Watt, Hz. Peygamber’in bu konuda ısrarlı davranmasının, O’nun,

Mekke’nin siyasi ve iktisadi yaşamında önemli bir konuma sahip olma arzusunun

olmadığını belirttiğine işaret eder. Ayrıca “ayağa kalk ve ikaz et” emrinin, mantıkî

olarak kamusal etkinliğin başlangıcı olduğunu, çünkü ikaz etmenin, ikaz edilmesi

gereken insanların varlığını ima ettiğini ifade eder. 388 Bu açıdan Watt, Hz.

Muhammed’in lider olma kaygısı taşımadığını, O’nun uyarıcı olma görevini ısrarla

yerine getirmesi ile açıklar.

Hz. Peygamber (a.s) hiçbir zaman maddî-dünyevî bir iktidar düşünmemiştir.

Zira müşrikler kendi putlarına dil uzatmaması için ona hükümdarlık önerisinde

bulundukları zaman, O’nun “Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz yine de

davamdan vazgeçmem”389 demesinden bu durum anlaşılmaktadır. O, bir devlet

kurmaktan ziyade, kendine inananları örgütlendirmeyi düşünmüştür. Hükümdarlıktan

ise nefret etmiştir. Eğer bir kabilenin ya da bir bölgenin yöneticileri, O’nun tebliğ

ettiği dava etrafında toplansalardı, siyasî iktidar da zaten kendiliğinden O’nun eline

geçebilirdi. Ancak Hz. Muhammed’e göre devlet bir amaç değil, araçtır.390 Zaten Hz.

Peygamber de kendi kendini lider ilan etmiş değildir. O’na liderlik görevi,

peygamberlikle birlikte Allah tarafından verilmiştir. Dolayısıyla bu vasfı ile Hz.

Muhammed, diğer lider ya da hükümdarlardan farklıdır.

387 Carlyle, a.g.e., s. 76.

388 Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 32

389 Bu rivayet için bkz. Abdülmelik İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, thk. Mustafa es-Seka ve

diğerleri, Şeriketü Mektebeti ve Matbaati Mustafa el-Babi el-Halebi, Mısır, 1955, I/266.

390 Hamidullah, a.g.e., II/722.130

b. Reform Amacıyla Sözlerini Allah’a İsnat Ettiği İddiası

Bazı oryantalistler ise Hz. Peygamber’in toplumun gelişimi için ıslahat

yapmak amacıyla birtakım sözler uydurup, bunları Allah’a isnat ettiğini iddia

etmişlerdir.

Mesela Alman şarkiyatçı Hubert Grimme (v. 1942), Hz. Muhammed’in

doğduğu Mekke’nin toplumsal koşulları için iyileştirici önlemler bulması gerektiğini

ifade ettikten sonra, bunu gerçekleştirebilmesi için tek yolunun da zenginleri

kazıklamak olduğunu iddia eder. Ona göre esasen Hz. Muhammed, çok zenginleri

etkileyecek olan gelirin aşırı vergilenmesi aracılığıyla yoksullara yardım etmeyi

tasarlamıştır. Fakat onları bu çözüme ikna etmek için hiçbir şansının olmadığını fark

etmiştir. O, buna rağmen, Hz. Muhammed’in, acımasız bir sınıf savaşı düşüncesine

sahip olmadığını ifade eder. Grimme, kendisinin sosyalizm olarak adlandırdığı bir

programı, zenginleri korkutma yoluyla Hz. Muhammed’in halkına kabul

ettirebileceğini umduğunu iddia eder. Ona göre, bunu yapmak için Hz. Muhammed,

zenginlerin O’nun emrettiği zekatı ödeyerek, Kutsal Yargı’nın kızgınlığını

yatıştıramadıkları takdirde, sonlarının çok kötü olacağı bir Kıyamet Günü’nü dahil

ettiği bir mitoloji icat etmiştir.391 Yani ona göre Hz. Muhammed, zenginleri

korkutarak onaylarını almak için uydurduğu bir mitoloji sayesinde toplumda malî ve

sosyal bir reform gerçekleştirmiş olan bir sosyalisttir. Ancak Grimme’nin bu ağır

ithamı asla kabul edilemez.

Richard Bell de bu konuda şöyle demektedir: “Hz. Muhammed, halkın maddi

açıdan iyi olmalarına mukabil, manevi açıdan hiç de iyi bir durumda olmadıklarını

görmüştü. Bunun üzerine daha kültürlü bölgelerde yaşayanların sahip oldukları dini

bilgileri onlara aktarmaya koyuldu.”392

Jeffery ise Hz. Muhammed'in toplumsal bir lider olarak görülmesini, dinler

tarihindeki gerçek yerine oturtulmasını ve dolayısıyla ona göre değerlendirilmesini

istemektedir. Hz. Peygamber’i mistik ya da dini bir reformcu olarak görmekle

391 Rodinson, a.g.e., s. 105.

392 Hatip, a.g.e., ss. 30-31.131

beraber, daha çok tarihin kritik bir noktasında biraz ilkel olan insanların arasındaki

politik problemlerle yüzleşen bir insan olarak değerlendirilmesi gerektiğini ileri

sürmektedir. Ona göre Hz. Muhammed, gençliğinde yüksek medeniyetlerden

özellikle büyük Doğu Roma İmparatorluğu’nun dininden etkilenmiş, Arapları da

böyle bir dinden yararlandırmaya çalışmış ve onlara bu medeniyetin bazı ölçülerini

kazandırmayı düşünmüştür.393

İngiliz oryantalist H. A. Gibb de esas itibariyle diğer oryantalistlere benzer bir

iddiayı benimseyerek, Hz. Muhammed’in kendi dönemindeki başlıca ilgi ve

dikkatinin, sadece savaş ve siyasî hesaplar üzerine kurulu olduğu şeklindeki bir

anlayışın hatalı olduğunu söylemiştir. Ona göre tam tersi Hz. Muhammed’in

hayatının merkez noktası, toplumunu eğitip öğretmek ve onları terbiye etmek üzerine

kuruludur.394

Hz. Peygamber’in getirdiği dinin, olumlu ve yapıcı pek çok ıslahat sağladığı

ve toplumun gelişimine katkısı olduğu tarihî bir gerçektir. Nitekim İngiliz gazeteci

Sir Philip Gibbs (v. 1962), İslam’ın insanlar üzerinde meydana getirdiği reformdan

şöyle bahsetmektedir:

“İslam, yani Hz. Muhammed’in dini, insanlığın başlangıcından beri başka

hiçbir dinin yapamadığı bir şekilde, insanlık ve medeniyet için bir reform icra

etmiştir. Geçmiş asırlarda ve yaşadığımız asırda milyonlarca insan İslam’a

güvenmektedir ve İslam, kendisine insanların dayandığı büyük bir güç olmaya devam

etmektedir. Eğer yüce ve örnek olan İslamî esaslar olmasaydı, şüphesiz insanlık

karanlık vahşi devirlere geri dönerdi.”395

Üstelik eski adı Yesrib olan bir şehir, İslamiyet ile Medine, yani medeniyet

şehri haline gelmiştir. Ancak bu netice, Hz. Peygamber’in peygamberlik iddiasıyla

toplumun kalkınmasını sağlamak için reform yaptığı anlamına gelmemektedir.

Çünkü Hz. Peygamber sırf toplumun ıslahı için yeni bir din getirmemiştir, getirdiği

yeni din neticesinde toplum sosyal ve ahlakî açıdan ıslah olmuştur.

393 Okumuş, a.g.m., s. 131.

394 Gibb, a.g.e., s. 30

395 Adem Apak, “Mutedil Müsteşriklere Göre Hz. Peygamber’in Üstünlüğü”, UÜİFD, c. 6, sy. 6, s.

427.132

Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, Hz. Muhammed (s.a), amacı ne olursa

olsun kendine ait sözleri Allah’a isnat etmek kaygısında olsaydı, ağzından çıkan her

sözü Allah’a dayandırırdı. Kendi sözleri ile Kur’an vahyini birbirinden ayırmazdı.

Bu durumda Hz. Peygamber’in Kur’an ile karışmaması için başlangıçta hadislerin

yazılmasına izin vermediği gerçeğini oryantalistlerin göz ardı ettiği anlaşılmaktadır.

c. Bilinçaltındaki Arzularının Dışa Yansıdığı İddiası

Oryantalistlerin bir kısmı, vahyin kaynağı olarak Hz. Muhammed’in

bilinçaltında yatan istek ve arzulara işaret etmektedirler. Bu durumda onlara göre

Kur’an, Hz. Peygamber’in bilinçaltından farkında olmayarak doğmuştur. Bu iddiayı

ileri süren oryantalistler genellikle, Hz. Peygamber’e şehvet ve zevk düşkünü olması

gibi birçok ithamda bulunmuşlardır.

Bu konuda Orta Çağ’da hakim olan görüş, Hz. Muhammed’in şehvet ve

safahat düşkünü olduğu yönündedir. Hatta o dönemde bu iddia o kadar ileri

götürülmüştür ki, Hz. Peygamber’i çok çirkin iftiralarla itham etmişlerdir. Orta

Çağ’ın bu bağnazlığı, kuşkusuz daha sonraki yüzyıllara da damgasını vurmuştur.

Nitekim eseri uzun yıllar okullarda ders kitabı olarak okutulmuş olan H. A. L. Fisher

(v. 1940), Kur’an ifadelerine göndermelerde bulunmuş ve Hz. Muhammed’in şehevî

arzularına düşkün bir insan olduğunu ifade etmiştir.396

Orta Çağ’ın bu zihniyetini sürdüren Brockelmann, Hz. Muhammed’in, cinsî

tabiatının aşırı temayüllerini tatmin etmek için bazen zamanının ahlaki telakkilerini

ihlal ettiğini iddia eder. Zira ona göre bunda fazla abartılacak bir şey yoktur. Çünkü

Hz. Peygamber’in kendisinin de beşeri zaaflarını saklamadığını iddia eder.397 Yine

Brockelmann, Hz. Peygamber’in harem zevklerine müfrit bir şekilde düşkünlüğü

olduğunu, ancak vefatına yakın bu kuvvetinin azaldığını iddia eder.398

396 Kara, a.g.m., s. 159.

397 Brockelmann, a.g.e., s. 33.

398 Brockelmann, a.g.e., s. 32.133

Maxime Rodinson, bu iddia ile öne çıkan önemli isimlerden biridir. O, Hz.

Muhammed’in mutlu olmak için her şeye sahip olduğunu, fakat mutlu olmadığını

iddia eder. Ona göre ister coşkunluk, ister sükunet içinde olsun, mutluluk denilen bu

sınırlanma, bu kabullenme hali, mevcut duruma gösterilen bu rıza duygusu, gözlerini

daima varlıkların ötesine dikmiş olanlar için, meraklı ve susuz, doğaları arzu

edebilecek her şeyi daima arzu etmeye meyilli olanlar için bir felakettir. Rodinson,

Hz. Muhammed’in yoksul ve öksüzlük duygusuyla büyümüş bir gençlik dönemi

olduğunu ve bu dönemin de, bu sınırsız arzulama yeteneğini büsbütün geliştirmeye

yarayabileceğini ileri sürer. Ona göre bu engel tanımaz arzulama ihtiyacını

yatıştırabilen ancak olağanüstü başarılardır.399 Bu ifadelerle o, Hz. Peygamber’in

mutsuzluk ve daimî arzulanmanın vahiy uydurmaya meylettiğini iddia etmektedir.

Rodinson’un eserinin bir başka yerinde Hz. Peygamber’i doyumsuz olmakla

suçladığı görülür. Ona göre Hz. Muhammed kendi hayatına anlam verecek,

zenginlerden ve iktidar sahiplerinden öç almasını sağlayacak bir fırsat kollamaktadır.

Diğer taraftan Yahudilerle ve Hristiyanlar’ın getirdiği yeni fikirlerin özünü öğrenmiş

ve monoteist akımlara sempati duymaya başlamıştır. Ancak yine de Arap

kardeşlerinden ayrılmayı düşünmeyen bir Arap olarak kalmıştır. Rodinson’un

belirttiğine göre son toplumsal gelişmelerden doğan ahlak düşkünlüğü karşısında Hz.

Muhammed isyan hissi duymakta ve gençliği, yoksulluk ve eziklik yıllarının acı

anılarıyla dolu olduğu için bu gelişmelerin kurban ettiği zavallı insanlara yakınlık

beslemektedir. O, Rodinson’un iddia ettiğine göre dünyayı altüst eden büyük

olaylardan ötürü boğulduğunu hissetmektedir. Rodinson, böyle bir tablo çizdikten

sonra Hz. Muhammed’in dünyanın ve Tanrısal hesaplaşmanın bir işaretini sezer gibi

olmaya başladığını, insanları pişmanlığa çağırmak için Tanrı tarafından

yollandıklarını iddia eden peygamberlerin çıktığını gördüğünü, böylece kendisine de

Son Gün’ün dramatik akışı içinde bir rol düşeceği fikrine sahip olduğunu iddia

eder.400

Rodinson, ayrıca Hz. Muhammed’in duyduğu bu kelimelerin, O’na kendi

bilinçaltı tarafından dikte ettirildiğini açıkça ifade eder. Üstelik ona göre Hz.

399 Rodinson, a.g.e., s. 80.

400 Rodinson, a.g.e., s. 95.134

Muhammed de bundan şüphelenmiş, onların kaynağından emin olamamış, onların bir

kısmında insan esininin payı olduğundan korkmuş ve daha sonraki bir aşamada

Şeytan’ın emirlerini kendi emirlerinin içine yerleştirmeyi başardığını bile kabul

etmiştir.401

Ancak Hz. Peygamber’in ahlakına yönelik yapılan bu ithamların hiçbiri kabul

edilemez. Zira dönemindeki müşrikler bile O’nun ahlakına ilişkin bu tür iftiralarda

bulunmamışlardır. Nitekim O’nun zevk ve şehvet düşkünü olduğunu iddia eden Orta

Çağ zihniyetine sahip oryantalistlerin yanı sıra onların bu ithamına şiddetle karşı

çıkarak, ahlakının yüceliğini ikrar edenler de bulunmaktadır.

Hz. Muhammed’in, tutkularını ve şehvetini tatmin edebilmek için kendisinin

de sahte olduğunu bildiği dinî öğretileri savunduğu iddiası, yaygın temel iddialardan

biri olmuştur. Ancak bu görüşü, ilk kez Thomas Carlyle’in “On Heroes”

(Kahramanlar Üzerine) başlığıyla verdiği derslerinde reddetmiş ve o zamandan bu

yana gitgide artan bir biçimde bilim insanlarınca kabul görmeye başlamıştır.402

Carlyle, Kur’an’ın büyük ve güçlü bir insan ruhunun karışık heyecanlarından

doğduğunu ve vahşi, eğitilmemiş, hatta okuma yazma bilmeyen, fakat kendisini

kelimelerle anlatabilmek için var gücünü harcayan ateşli, samimi bir ruhun eseri

olduğunu iddia etmiştir. Ona göre Hz. Peygamber (s.a) soluk soluğa bir çabayla

derdini anlatmaya uğraşmış, karmakarışık düşüncelere boğulmuştur. O kadar çok

söyleyecek şeyi vardır ki bu yüzden hiçbir şey söyleyememiştir.403 Bundan birkaç

sayfa sonra ise Hz. Peygamber’in zevk düşkünü olduğuna dair söylentileri

yalanlamıştır: “Hakkında pek çok şey söylenmiş olmakla birlikte Hz. Muhammed

zevk düşkünü bir insan değildi. Eğer onu birtakım aşağılık zevk ve duyguların, hatta

herhangi bir hazzın tatminini kendine gaye edinmiş adi bir zevk düşkünü olarak

görürsek, büyük bir hataya düşmüş oluruz.”404

Watt da Hz. Peygamber’in zevk düşkünü olduğu iddialarını

reddedenlerdendir. O, Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemin bakış açısına göre

401 Rodinson, a.g.e., s. 258.

402 Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 263.

403 Carlyle, a.g.e., s. 88.

404 Carlyle, a.g.e., s. 93.135

hilekarlık ve şehvet düşkünlüğü iddialarının ileri sürülemeyeceğine gerekçe olarak,

çağdaşlarının onu hiçbir şekilde ahlakî olarak kusurlu bulmadıkları gerçeğini

gösterir. Hatta ona göre tam tersi modern Batılılar tarafından eleştirilen bazı

eylemlerinin, O’nun zamanına göre daha yüksek standartlara sahip olduğunu

göstermektedir.405

Ayrıca bilinçaltındaki gizli arzuların vahiy olarak ortaya çıkması da mantıklı

bir yaklaşım değildir. Nitekim “bilinçaltı” nazariyesine göre insanların tamamı,

sınırsız düşünceleri şuurunun derinliklerinde toplayıp saklamaktadır. Buna rağmen

bu fikirler vahiy ameliyesine refakat eden tezahürler bir tarafa, semavi bir melek

veya yücelerden gelen bir ses olarak canlanmamaktadır.406 Eğer oryantalistlerin iddia

ettiği gibi olsaydı, her insanın vahiy tecrübesi yaşaması gerekirdi. Üstelik Hz.

Peygamber’in şuurunun altında bulunan gizli duygu ve düşüncelerin varlığı, O’nun

kendisini peygamber zannetmesi ve yaşadığı tecrübeyi vahiy olarak açıklaması

sonucunu da doğurmaz.

d. Kolektif Bilinçaltının Eseri Olduğu İddiası

Montgomery Watt’ın iddia ettiği görüşlerden biri de vahyin kaynağının

“yaratıcı hayal” veya “kolektif bilinçaltı” olduğudur. Kendisi bunların, bütün dinî

vahiylerin kaynağı olduğunu ileri sürer.407

Ona göre, Hz. Muhammed’in yaşadığı tecrübenin belli başlı özelliklerinden

biri, O’nun, bazı sözleri kalbinde veya şuurunda duymuş olmasıdır. Normalde bu

sözlerle birlikte sunulan herhangi bir görüntü bulunmamaktadır. Ancak Hz.

Muhammed sözlerin bir melek aracılığıyla geldiğine inanmaktadır. Bu inanç ise,

ikinci derecede tecrübe edilen bir özellik olsa da, birinci derecedeki tecrübenin aslî

bir bölümünü oluşturmamaktadır. Netice itibariyle Hz. Muhammed kalbine gelen bu

sözlere olumlu karşılık vermiş, daha sonra da onları arkadaşlarına ve başka insanlara

405 Watt, a.g.e., s. 264.

406 Hatip, a.g.e., s. 369.

407 Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 148.136

ilettiğinde onlardan da olumlu karşılık almıştır. Watt, İslam topluluğunun

kuruluşunun başlangıcını bu şekilde açıklar.408

Ayrıca Watt kendi kendine şu soruyu sorar: “Temel tecrübeyi oluşturan bu

sözler veya kelimeler, Hz. Muhammed’in şuuruna nasıl ulaştı?” Sorusuna da şu

şekilde cevap verir: “O, bu sözlerin kendi düşüncesinin bir ürünü olmadığına

kesinlikle inanıyordu. Bizim, onun, bu konudaki samimiyetinden kesinlikle şüphemiz

yoktur. Bu sözler, Hz. Muhammed’e kendi şuuraltından gelmektedir.” Watt, bu

görüşü gelenekselleşmiş İslamî bakış açısıyla birleştirmeye çabalar. Ona göre melek,

bu sözleri önce Hz. Muhammed’in şuuruna yerleştirmiştir. Daha sonra onlar buradan

şuur üstüne çıkmıştır. Şuuraltının ise meleklerin veya şeytanların faal oldukları bir

bölge olabileceği tahmininde bulunur.409

Watt’ın vahyin kaynağı hakkında benimsediği görüş, genel hatlarıyla Jung’un

görüşüdür. Bu görüşe göre gerek fertlerin rüya ve hayallerinde gerekse toplumun dinî

mitoslarında bilinçaltından bilinç üstüne çıkan şey, beşerî faaliyetlerin kaynağını

oluşturan “libido”dan veya “hayat enerjisi”nden gelmektedir. Kişide var olan libido,

kısmen o şahsın kendine has özelliği, kısmen de kendisi ile içinde yaşadığı toplum ve

nihayet kendisiyle topyekûn insan soyu arasında ortaklaşa yaşanan bir özellik

olmaktadır. Libidonun başkalarıyla ortak olan bölümüne Jung, “kolektif bilinçaltı

(collective unconscious)” demektedir. Birçok dinî mitos ve dogmalar, özellikle

dinlerin çoğunda “kahramanlık”, “önder”, “ilahi çocuk”, “bakire” ve benzeri figürler,

hep bu kolektif alt şuurun faaliyetlerine dayandırılmaktadır. Bu figürlerin tapınma

konusu olmaları halinde, insanın içinde bir fizikî gücün serbest kaldığını, başka

zamanlarda yapması mümkün olmayan birçok şeyi şu an kolaylıkla yapabileceğini

görür. Kısacası Jung’un görüşüne göre, dinî fikirlerin çoğu kolektif bilinçaltından

bilinç seviyesine çıkan fikirlerdir. Dinî amellerin çoğu ise, bu fikirlere verilen bilinçli

bir karşılıktan doğar. Watt, Jung’un görüşlerine yer verdikten sonra Yahudiliğin,

Hristiyanlığın ve İslam’ın dayandıkları vahiy tecrübelerinin, kolektif bilinçaltından

doğan muhtevalar olduğunu iddia eder. Yahudilik ve Hristiyanlıktan çok az

408 Watt, a.g.e., s. 148.

409 Watt, a.g.e., s. 149.137

etkilenmiş bir bölgede yaşayan Hz. Muhammed’de ise, vahiy muhtevalarının ortaya

çıkışının, aniden ve beklenmedik tarzda olduğunu ifade eder.410

Watt’a göre, kolektif bilinçaltında yaratıcı bir unsurun bulunduğuna da dikkat

edilmesi gerekir. Bu, onun, varlığın aşkın kaynağı için bir aracı olmasını mümkün

kılar. Ona göre kolektif bilinçaltı, insandaki hayat enerjisinin gösterdiği faaliyetin bir

yönüdür. Hayat enerjisi ise, o insanı yaşatan ilkedir. Hayat, bazı bakımlardan, bir fert

veya toplum için tatmin edici olmaktan çıkarsa, hayat enerjisi, yeni muhtevaların ve

fikirlerin bazı insanlarda bilinçaltından bilinç üstüne çıkmasına neden olur. Söz

konusu bu fikirler, kolektif bilinçaltından geldiği ve kişinin kendisine has dünyasını

yansıtmadığı sürece, toplumun başka üyelerinden olumlu karşılık alabilir ve bu yolla,

eğer uygun şartlar bulursa, yeni bir dinî hareket baş gösterebilir. Watt, bunun

sonucunda kolektif bilinçaltının, toplumu daha tatmin edici ve daha tam bir

tecrübeye iletmek için yaratıcı bir şekilde faaliyet gösterdiğini ileri sürer. Ona göre

insan, kolektif bilinçaltı ve hayat enerjisinin bir ürünüdür. Bu sebeple insanlarda

yaratıcı bir gücün bulunmasını tabii görür.411

Watt’ın ifade ettiğine göre kolektif bilinçaltından kaynaklanan fikirler,

geçmişten tamamen kopup gelmezler. Onlar mevcudun bir devamı olarak kendilerini

belli ederler. Ahd-i Atik’te yer alan peygamberlerin durumları da böyledir. Onlar

vasıtasıyla kolektif bilinçaltından çıkan yeni fikirler, daha önce varlık alanına gelen

ve toplumca benimsenen görüşlerin genişletilmiş, düzeltilmiş ve kısmen de gözden

geçirilmiş şekillerinden ibarettir. Bu yeni fikirlerin ortaya çıkması gereklidir. Çünkü

eskiler ya tahrif edilmiş ya da yeni şartlar doğduğundan yeni bir yönün belirlenmesi

zorunlu hale gelmiştir. Watt, bu bakımdan aynı şeyin, Kur’an’da yer alan fikirlerin

ortaya çıkışı için de söz konusu olduğunu ifade eder. O, bu fikirlerin özellikle Hz.

Peygamber’in devrinin Mekke ve Medine halkına yönelik olmasının ve o insanlara

içinde bulundukları durumla ilgili yol göstermesinin doğal olduğunu söyler. Buna

rağmen söz konusu fikirler, farklı durumlarda olan insanların ihtiyaçlarına da cevap

vermiştir. Kur’an’da yer alan yeni görüşler de Mekke ve Medine halkının sahip

410 Watt, a.g.e., ss. 149-150.

411 Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 152.138

olduğu kategorik, kozmolojik, tarihî ve diğer faraziyeler açısından dile

getirilmiştir.412

Watt’ın “yaratıcı muhayyile” ile ilgili açıklamasına gelince, bunun bazı

insanlarda var olduğunu, kayda değer örneklerinin ise sanatçılar, şairler ve hayal

gücü kuvvetli kurgu yazarları olduğunu söyler. Ona göre bütün bu kişiler pek çok

kişinin hissedip de tam anlamıyla ifade etmekten aciz oldukları şeyleri duyumsal

biçimlere sokarlar. Ona göre peygamberler ve din ıslahatçıları yaratıcı muhayyile

konusunda ortaktırlar. Onlar zamanlarının ve nesillerinin durum ve gereklerine işaret

ederek, insanî deneyimin en derin ve en merkezî olanlarıyla bağlantılı fikirleri

açıklamaktadırlar.413 Watt, yaratıcı muhayyilenin fikirlerinin, bir insanda

kendisinden daha büyük olan hayattan geldiğini ve büyük ölçüde bilincin eşiğinin

altında olduğu ileri sürer.414

O, bu yaratıcı hayalin Hz. Muhammed’den fışkırdığını ve bu hayalden doğan

fikirlerin çoğunun ise doğru ve anlamlı olduğunu dile getirir. Bununla birlikte Watt,

tüm Kur’anî fikirlerin doğru ve sağlam olduğunu kabul etmez. Ona göre bu fikirler

içerisinde en azından bir konuda yanlış vardır. O da vahiy ya da yaratıcı hayalin

ürünlerinin çıplak tarihî gerçekler için olağan insan geleneklerine üstün olduğu

fikridir.415 Kısaca ifade etmek gerekirse, kendisi Kur’an’ın kaynağını, diğer seçkin

insanlar gibi Hz. Muhammed’in de yararlandığı yaratıcı hayal olarak kabul eder.

Watt’ın Kur’an’ın vahyi ve onun kaynağına ilişkin görüşleri genel olarak bu

şekildedir. Ancak onun, vahyin kaynağının yaratıcı hayal veya kolektif bilinç olduğu

şeklindeki görüşü ilmî delillerden yoksundur. Çünkü Watt’a göre yaratıcı hayal, din

adamları tarafından Allah’a isnat edilen bir şeydir. Buna göre söz konusu yaratıcı

hayalin kaynağı yalnızca Allah’tır. Özellikle bu yaratıcı hayalin fikirleri, bizzat

insanı ve bilincini aşıyorsa, bunların kaynağı ancak Allah’tır. Ayrıca Watt’ın

412 Watt, a.g.e., s. 153.

413 Watt, Montgomery, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, ss. 269-270.

414 Watt, a.g.e., s. 270.

415 Watt, a.g.e., s. 271.139

bilinçaltı dediği şey, “keşif”, “ilham”, “iç sezgi” veya “iç duygu” denilen terimlere

dayanır.416 Nitekim vahiy ile ilham arasındaki farklar şu şekilde sıralanabilir:

1. İlhamdan çok yüksek olan vahiy, çoğunlukla melek vasıtasıyla gelir.

İlham ise genelde vasıtasız gelir.

2. Güneşten istifade etmek isteyen kişi, elindeki aynayı güneşe doğru

tutar ve ayna miktarınca ışık alır. Bir başka kişi ise, aynı amaçla evinin çeşitli

yerlerinden yollar, pencereler açar. İlkinin güneşten yararlanması, aynası ile

sınırlıdır. Diğeri ise gerçek güneşin devamlı ışığına mazhar olur. İşte vahiy,

alemlerin Rabbi unvanıyla Allah’ın fermanı iken, ilham hususî ve cüz’îdir.

3. Vahiy gölgesizdir, sâfîdir, havassa özeldir. İlham ise gölgelidir,

renkler karışır, umumîdir.417 Bu sebeple vahiy ile ilham birbirine

karıştırılmamalıdır.

Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde geçmiş peygamberler ve çeşitli ümmetler

hakkında tarihî gerçekler anlatılmaktadır. Eğer Kur’an, Hz. Peygamber’in

bilinçaltından bilinç üstüne çıkmış fikirler ise, Hz. Muhammed ilk yaratılıştan

itibaren meydana gelmiş bu olaylara tanıklık etmişçesine detaylı bir şekilde nasıl

vakıf olabilir? O, bu dönemlere şahit değildir ve içinde yaşamış olduğu toplum da bu

tür bilgilere tamamen hakim değildir. Dolayısıyla bu olayları bilinçaltından çıkararak

nakletmesi söz konusu değildir.

Ayrıca Watt’ın kolektif bilinçaltı görüşü ile İslamî bakış açısını birleştirmeye

çalıştığı meleğin, sözleri önce Hz. Muhammed’in şuuruna yerleştirdiği, daha sonra

onların buradan şuur üstüne çıktığı görüşüne gelince, Watt, meleğin Hz.

Muhammed’e birtakım sözler bıraktığını kabul etmektedir. Bunların önce Hz.

Muhammed’in bilinçaltına yerleşmesi, daha sonra onların bilinç üstüne çıkması,

meleğin doğrudan bilgiyi bırakmasından çok daha zor ve karışıktır. Dolayısıyla bu

sözlerin melek tarafından gelip, Hz. Muhammed’in bilinçaltına yerleştirdiği mümkün

olduğuna göre, doğrudan O’na nakletmesinde herhangi bir sakınca yoktur.

416 Sönmezsoy, a.g.e, s. 152.

417 Yıldırım, Anahatlarıyla Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, ss. 20-21.140

Son olarak bilinçaltı konusundaki bilgiler henüz birtakım psikologların

görüşleri olmaktan ziyade tam olarak aydınlatılmamıştır. Bilinçaltı aslında zihnin

çalışma tarzını anlayabilmek için ortaya çıkmış bir hipotezden ibarettir. Bunun

özelliği, duyguların çalıştığı hallerde şuura aksettirmeyen unsurları içermesidir.

Böylece rüya, ateşli hastalık, ilaçla uyuşma vb. hallerde zihni işgal eden alışılmadık

şeyler, bu bilinçaltının ortaya çıkması olarak kabul edilmektedir. Fakat bilinçaltının

gerçek mahiyeti bilinmemektedir.418

e. Gördüklerinin Şiddetli Üzüntü ve Korku Sonucu Olduğu İddiası

Bu konu, özellikle Hz. Peygamber’in gördüklerinin hayal ürünü olduğu

iddiasıyla paralellik teşkil etse de, oryantalistlerin bir kısmı, vahiylerin, O’nun

yaşadığı üzüntü ve korku sonucu meydana geldiği şeklindeki iddiaları sebebiyle

ayrıca ele alınacaktır.

Bu iddiayı ileri sürenlerden biri olan müsteşrik Bouquet, Hz. Muhammed

(a.s)’in Hira mağarasında gördüğünün hayalden ibaret olduğunu belirtir. Bunu da, iki

erkek çocuğunun ölümünden dolayı duyduğu şiddetli üzüntüye bağlar. Ledit ise,

bunu oğlunun ölümüne, hanımının yaşlılığına, dağ başında içinde bulunduğu

yalnızlığa ve cinlerden korkmasına dayandırır. Bu bakımdan Ledit’e göre, Hz.

Muhammed’in bir meleği gördüğü, meleğin kendisini üç defa sıktığı vehmini veren

bunlardır.419

Rodinson ise Hz. Muhammed’in sadece Hz. Hatice’ye bağlı olsa da, ileri

yaşında ortaya çıkan şehvetli mizacını göz önünde bulundurarak içinde susturulmuş

bir şehvet duygusu olduğunu, Hz. Muhammed’in bu evlilikle tatmin olmadığını, bu

durumun da insanın ruhunda çöküntüler oluşturduğunu ileri sürmektedir. Ona göre

erkek çocuk doğurmakta kısır kaldığı için, bu durum alay edilmesine, ezik

görülmesine, hor görülmesine sebep olmuş ve bütün bunlar da intikam hırsıyla yanıp,

tutuşan bir kişi ortaya çıkarmıştır. Kendisini hor görüp alay eden bu kimselere karşı

418 Habil Şentürk, “Peygamber’in Diğer İnsanlardan Farkı: Vahiy”, DEÜİFD, III/186.

419 Hatip, a.g.e., s. 376.141

önemini ortaya koyacak bir “şey” aramasına sebep olmuştur.420 Rodinson’a göre bu

durumda vahyin oluşum sebebi, Hz. Muhammed’in yaşadığı sıkıntılar sebebiyle

hırslı bir hale gelerek, arayış içine girmesidir.

Watt ise Hz. Muhammed’de korku duyguları ve benzerlerine sık sık işaretler

olduğunu ve O’nda iki türlü tecrübenin fark edilebileceğini söyler. Bunların ilki, İlahi

olanın (kutsalın) varlığı veya tecellisinden duyulan korku; ikincisi ise intihar

düşüncelerine götüren umutsuzluktur. Ona göre bu korku, Kutsal’ın başlangıcında

oldukça yaygın olmalı ve Hz. Muhammed de bundan payını almış olmalıdır. Watt,

Hz. Muhammed’de görülen umutsuzluk duygularının, Eski Ahit Peygamberleri ve

Hristiyan azizlerinin hayatlarında görülene kabaca benzetilebileceğini ifade eder.421

Öncelikle söz konusu oryantalistler, Hz. Peygamber’in Hz. Hatice ile

evliliğinde mutsuz olduğu kanaatine nereden ulaşmışlardır? Hz. Peygamber’in Hz.

Hatice’ye olan bağlılığı malumdur. Onun vefat ettiği yıl, İslam tarihinde “Hüzün

Yılı” olarak kaydedilmiştir. Sevgili eşi Hz. Aişe bile yıllar geçmesine rağmen onu

unutturmaya mazhar olamamıştır. Bu iddiayı kanıtlamak için hiçbir delile sahip

olmamakla birlikte bunu çürütecek pek çok delille karşı karşıya kalmaktadırlar.

Nitekim Rodinson da O’nun Hz. Hatice ile mutlu olduğunu kabul eder.

Irving, bu iddiayı şöyle çürütmektedir: “Hz. Hatice ile evlenmesi, onu

zenginlerin arasına kattı. Aynı şekilde vahyin inişinden sonra geçen yıllar içerisinde

servetini arttırmak yolunda hiçbir istek göstermedi. Sonra ne gibi bir şerefin

arkasından koşabilirdi ki? Üstün aklı ve nezihliğiyle kavmi arasındaki sosyal mevkii

zaten yüksekti. Üstelik ünlü Kureyş kabilesinin en asil bir koluna mensuptu.

Mekke’de Kabe hizmetçiliği ve reislik ailesinin elinde bulunuyordu.”422

Ayrıca Hz. Peygamber’in nübüvvetini, erkek çocuk sahibi olmadığı için

üzülmesine ve alay edilmesi sonucu hırslanmasına bağlamak mantıklı değildir.

Nitekim Hz. Peygamber’e müşriklerin “ebter” iftirasında bulunması, O’nun

peygamberliğinden önce değil, sonradır. Zira Hz. Muhammed peygamber olmadan

420 Rodinson, a.g.e., ss. 82-83.

421 Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, s. 57.

422 Hatip, a.g.e., s. 378.142

önce O’na saygı ve sevgi duymaktaydılar. Bu sebeple O’nu, asla böyle bir alayın

konusu yapmazlardı. Ayrıca kendisi kız çocuğu sahibi olmasından dolayı hiçbir

zaman üzüntü ve sıkıntı duymuş değildir. Nitekim hiçbir zaman kız ve erkek ayrımı

gözetmemiş, toplumda önemsenmeyen kız çocuklarının haklarını kendisi iade

etmiştir.

f. Eksik Bir Mistik Makamın Ürünü Olduğu İddiası

Maxime Rodinson başta olmak üzere birtakım oryantalistler, Kur’an’ın eksik

bir mistik makamın sonucu ortaya çıktığını iddia etmişlerdir.

Rodinson’a göre Hz. Muhammed başlangıçta, gerekli şartlar sunulduğu

takdirde, bir mistiğin oluşmasına elverişli bir mizaca sahiptir. Çocukluk, gençlik ve

hatta olgunluk dönemi onu bu yöne yöneltecek şekilde birleşmiştir.423 Rodinson, ileri

sürdüğü bu eğilimi ilahî vahiy için bir cevher ve kaynak olarak görmektedir. Ona

göre Hz. Muhammed (s.a), daha hayatının erken döneminden itibaren mistikler için

bir aşama olan çilecilik pratiğine kendini adamıştır. Bu da, O’nu aradığı şeye daha

fazla yaklaştırmış ve sonunda Hz. Muhammed vecd haline ulaşmıştır. Rodinson’a

göre, bu tür kendinden geçme ve duyumsal olgular, histeri ve şizofreni gibi zihinsel

hastalıklara yakalananlarda da görülmektedir. Ancak büyük mistikler de bu anormal

görüntülere maruz kalmakta ve onlara alışmaktadırlar. Fakat mistiklerin kendilerine

uyguladıkları bu haricî görünümlerin, bu çeşit aklî ve ruhî hastalıklara yol açıp

açmayacağı sorusunun cevabını psikiyatristlere ve psikologlara bırakmıştır.424

Rodinson, görüşünü şöyle devam ettirir: Hristiyan ve Müslüman olan bütün

mistikler, bu zühd aşamasını geçmiş ve H. Delacroix’in (v. 1937) ifadesiyle “teopatik

hal” olarak adlandırılan, Allah’la ittihad ve O’na hulul mertebesine ulaşmıştır.425 Ona

göre, Hz. Muhammed (s.a) de bütün öteki mistikler gibi zühd aşamasına uğramış,

fakat teopatik hale hiçbir zaman ulaşmamıştır. Yani kendisini hiçbir zaman Tanrı’yla

bir hissetmemiştir. Aksine Hz. Muhammed kendisini; O’na konuşan, haberciler

423 Rodinson, a.g.e., s. 107.

424 Rodinson, a.g.e., s. 108.

425 Rodinson, a.g.e., ss. 108-109.143

yollayan, emirler veren, O’nu azarlayan ya da cesaretlendiren Tanrı’dan daima ayrı,

hatta alabildiğine uzak görecektir. Öylesine farklı ve öylesine derin bir uçurumla

ayrılmış iki dünyadadırlar ki, ulaşmaları için birbirlerine aracılar şarttır.426 Buna

göre, Hz. Muhammed (s.a) mistik yolculuğunun ilk aşamalarında durmuştur. Hem

işitsel hem görsel olarak aldığı lütuflar, O’nun (s.a) tasavvuf merhalelerinden ulaşmış

olduğu bir merhaledir. İleri sürmüş olduğu bu merhaleyi Rodinson, şeytanın

entrikaları ya da hayal gücünün doğal sonuçları olarak açıklamanın mümkün

olmadığını söylemektedir.427

J. C. Archer de “Mystical Elements in Mohammed” adlı eserinde, Hz.

Peygamber'in zühdünü ve ibadet hayatını, genelde geçmiş kültürlerdeki ve özelde de

Hristiyan rahip ve papazların mistik yönelişleriyle birlikte değerlendirmek suretiyle

bir çeşit mistik etkileşimden söz eder.428

Rodinson Hz. Muhammed’in başlangıçta, gerekli şartlar sunulduğu takdirde,

bir mistiğin oluşmasına elverişli bir mizaca sahip olduğunu iddia etmektedir. Ancak

peygamberlik vazifesi Allah’ın lütfu ve ihsanıdır. Bunun için de özel şartların

bulunmasına gerek yoktur. Eğer durum böyle olsaydı, onun iddia ettiğine göre Hz.

Peygamber’in aşamalarından geçen birçok mistiğin de vahiy alması gerekirdi. Zira

Rodinson, bu meseleye açıklık getiremediği için topu, psikologlara ya da

psikiyatristlere atmıştır. Ayrıca söz konusu mistiklerin vardığı keşf ve ilhamlar vahiy

derecesine asla ulaşamaz.

Rodinson’un, Tanrı ile ittihad ve indimac gibi makamlar kabul edip, bu

makamları en üstün mertebe olarak görmesi, ilmen de yanlıştır. Rodinson’un bu

konuda Hallac-ı Mansur’u örnek olarak zikretmesi bundan vahdet-i vücudu kastettiği

anlamına gelmektedir. Ancak vahdet-i vücud tasavvufta en yüksek mertebe değildir.

Aksine nakıs bir mertebedir. Tevhitte istiğrak halinin sonucudur.429

426 Rodinson, a.g.e., ss. 109-110.

427 Rodinson, a.g.e., s. 110.

428 Hıdır, a.g.m., s. 144.

429 Hatip, a.g.e., ss. 375-376.144

Ayrıca İslam ruhbanlık ve papazlık türünden zühd ve tasavvufu kabul etmez.

Bu nedenle Allah Rasûlü’nü (s.a) sufilikle nitelemek, O’nun Allah’la ittihad

mertebesine varmayan bir tasavvuf mertebesinde bulunduğunu söylemek tarihî, ilmî

ve pratik hiçbir delile dayanmamaktadır.430

430 Sönmezsoy, a.g.e, s. 158.145

SONUÇ

Müslüman doğunun medeniyetiyle ilgilenen Batı araştırmaları anlamındaki

oryantalizm, özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda kurumsallaşarak, çalışmalarına hız

vermiştir. Bununla birlikte İslamiyet ile ilgili yapılan oryantalist çalışmaların genel

karakteristiği göz önüne alınırsa, İslam, Kur’an ve Hz. Peygamber’e karşı

tutumlarının ön yargılı ve genellikle saldırgan bir üsluba sahip oldukları

görülmektedir.

İslam’a dair yazılan eserlerin, bu dini tanıtmak için yazılmış olması varsayılır.

Müelliflerin amaçları İslam’ı tanımak veya okuyuculara tanıtmak ise, bu dinin

özelliklerini bütün yönleriyle tutarlı ve uyumlu bir şekilde sunması gerekir. Ancak

kendince önemsediği bilgileri ön plana çıkarır, bazı hususları hiç ele almaz veya

tahrif ve tebdil ederek sunarsa, o şahsın belli bir eğilimi olduğu anlaşılır.

Oryantalistlerin büyük çoğunluğunun ise bu tür bir eğilime ve bu dine karşı bir ön

yargıya sahip olarak eserlerini oluşturdukları görülmektedir. İçlerinden bir kısmının

Kur’an’a dair önemli bazı eserleri neşrederek ilim dünyasına kazandırma çabaları

inkar edilemez. Fakat büyük çoğunluğu, yorumlarında objektif olamamış,

önyargılarından kurtulamamış, objektif olacağını ifade etse de reailtede bunu

gerçekleştirememiş, neredeyse her fırsatta Kur’an’ın otoritesini ortadan kaldırmaya

yönelik çabalarda bulunmuştur. Bu bakımdan, onların eserlerine temkinli

yaklaşılmalı, niyetleri dikkatli bir şekilde tahlil edilerek, amaçları açığa

çıkarılmalıdır.

Esas itibariyle onlar eserlerinde iki ana temayı ele almışlardır. İlki, Hz.

Muhammed’in peygamberliğinin sıhhati, diğeri ise Kur’an’ın vahiy ürünü olup

olmadığıdır. Onların Kur’an ve Hz. Peygamber’e yaklaşımlarının temel ön kabulü ise

Kur’an’ın ilahî vahye dayanmadığıdır.

Oryantalistlerin çoğuna göre İslam, Hz. Peygamber'in kurduğu bir din,

Kur’an ise O’nun telif ettiği bir kitaptır. Kur’an vahyini kendi kendine oluşturup,

istediği zaman istediği değişikliği yapma tasarrufuna sahip bir peygamber izlenimi

oluşturmaktadırlar. Onlar vahiy müessesesini kabul etseler de Kur’an’ın ilahî vahyin146

ürünü olduğunu reddetmişlerdir. Bu bakış açısı, İslam’ın vahye dayalı bir din, Hz.

Peygamber'in de vahiyle hareket eden bir peygamber olduğunun inkarı anlamına

gelmektedir. Bunun bir neticesi olarak da onlar, Kur’an, Hz. Peygamber ve O’nun

yetiştiği çevreyi tarihi, psikolojik ve sosyal açıdan analize tabi tutarak anlamaya

çalışmışlardır.

Oryantalistlerin genellikle İslam’daki vahiy doktrinini kabul etmedikleri için

vahyi vecd hali, hayal, halüsinasyon, bilinçaltı, büyük insanların maruz kaldığı

hastalık vb. olarak açıklamaya çalıştıkları görülmektedir. Ancak vahiy olayı, insan

aklının alamayacağı olağanüstü ve gizemli bir husustur. Bunun sebebi ise, hiç şüphe

yok ki, vahyin ilahî kaynaklı oluşudur. Vahyeden ile vahyi alan arasında mahiyet

itibariyle herhangi bir benzerlik bulunmaması da bir başka sebeptir.

Oryantalistler, Kur’an-ı Kerim’in kaynağının ilahî olmasını reddettikleri için,

Kur’an’a kaynak aramak, onların çalışmalarının en belirgin özelliği olmuştur.

Bunlardan bir kısmı sadece Yahudiliği, bir kısmı ise sadece Hristiyanlığı kaynak

olarak zikrederken, bir kısmı hem Yahudiliği hem de Hristiyanlığı zikreder. Söz

konusu iki dini kaynak olarak seçmelerinin nedeni ise Kur’an’ın bazı öğretilerinin ve

hükümlerinin, Yahudi ve Hristiyanlığınki ile paralellik göstermesidir. Ancak bu

durum, bu dinlerin Kur’an’a kaynaklık ettiğinin değil, bunların aynı kaynaktan

beslendiğinin göstergesidir.

Allah Teala’nın, insanların hidayeti için gönderdiği peygamberlerin tebliğ

ettiği din, zaman içinde taşıdığı isimler farklı olsa da tek dindir. Allah’ın elçileri

birbirlerini yalanlamak için değil, aksine birbirlerini tasdik etmek için

gönderilmişlerdir. O halde, peygamberlerin çeşitli zamanlarda insanlara tebliğ

ettikleri dinin esasında herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Değişiklik, ancak

dünya hayatına ilişkin birtakım hükümlerde meydana gelmiştir. Dolayısıyla çeşitli

zamanlarda bildirilen dinin aynı olması, zorunlu olarak, kaynağın da aynı olmasını

gerektirmektedir. Bu bakımdan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet’in en önemli

ortak özelliği, bu dinlerin Allah tarafından vahyedilmiş olmasıdır. Kur’an ise

kendinden önce gönderilmiş Tevrat ve İncil’i tasdik eden vahyedilmiş en son kitaptır.

Nitekim birçok ayet-i kerimede bizzat Kur’an’ın, Kitab-ı Mukaddes'i tasdik ettiği147

beyan edilmektedir. Kur’an, muhtelif ayetlerde kendisinin semavi kitapların

sonuncusu, Hz. Muhammed’in de en son peygamber olduğunu ilan etmektedir. Allah

Teala Şûra Suresi’nin 3. ayetinde şöyle buyurmuştur: “Aziz ve Hakim olan Allah,

sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder.” Buna göre Allah’ın bütün elçilerinin

risaletlerinin kaynağı vahiydir. Açıkça görülmektedir ki dinin kaynağını da vahiy

oluşturmaktadır.

Bunun yanı sıra oryantalistlerin bir kısmı Hz. Peygamber’in başka

kaynaklardan beslendiğini gösterebilmek için o dönemde Arabistan Yarımadası’nda

mevcut olan Haniflik, Sabiilik, Mecusilik gibi diğer inançlara da işaret etmişlerdir.

Şunu belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber hiçbir zaman yeni bir din

getirdiğini iddia etmemiştir. Bilakis İslam dininin Hz. İbrahim’in dini olduğu ve

önceki peygamberlerin tebliğleri ile aynı olduğunu ifade etmiştir. Kur’an-ı Kerim

ancak bunları, karıştırılmış olan yanlışlıklardan ayıkladıktan sonra, zamanın

ihtiyaçlarına göre birtakım yeni hükümler ve kurallar getirmiştir.

Oryantalistlerin bazılarının da Hz. Peygamber’e, öğretilerini alabileceği

birtakım hocalar tahsis ettikleri görülmüştür. Ancak bu durum, İslam’ın yabancı

olduğu bir iddia değildir. Nitekim Kur’an’ın nazil olduğu ilk dönemlerde bu iddiayı

bizzat müşrikler ileri sürmüşlerdir. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle

anlatılmaktadır: “Şüphesiz onların Kur’an’ı ona bir insan öğretiyor dediklerini

biliyoruz.” ( Nahl 16/103) Yaptığımız çalışmada, Hz. Muhammed’in bilgilerinin

nispet edildiği bazı isimleri tek tek ele alarak, bunun imkansızlığını ortaya koymaya

çalıştık. Ancak genel olarak söyleyebiliriz ki, böyle bir bilgiye sahip olan söz konusu

şahısların, kendi bildikleriyle peygamberlik iddiasında bulunmayıp, başkasına

öğretmesinin hiçbir mantıklı izahı bulunmamaktadır.

Oryantalistlerin, dönemin Arap müşriklerinin Hz. Peygamber’e yönelik şair

ve kâhin olduğu şeklindeki ithamlarını aynen benimsedikleri görülmüştür. Ancak

müşriklerden daha farklı ve dolaylı bir üslup benimsemişlerdir. Müşriklerin mecnun

ithamına ise oryantalistler, dönemin tıp verilerine dayanarak farklı izahlar

getirmişlerdir.148

Vahyin kaynağı olan Allah Teala “Şüphesiz biz, sana ağır bir söz

bırakacağız.” (Müzemmil 73/5) buyurarak, peygamberliğin zor bir görev olduğunu

ifade ettiği gibi muhtemelen vahyin bedende ağırlığından da söz etmiştir. Nitekim

Hz. Peygamber’de vahiy alırken birtakım haller görülmektedir. Buna dayanarak

oryantalistlerin bazıları, O’na birtakım hastalıklar isnat etmişlerdir. Özellikle Orta

Çağ’da yaygın olan sara iddiasının yanı sıra bazı oryantalistler histeriya ithamında

bulunmuş, bazıları ise gördüklerinin hayal ve halüsinasyon olduğunu iddia etmiştir.

Bir kısım oryantalist ise Hz. Peygamber’in farklı amaçlarla vahiy

uydurduğunu ve bunu Allah’a isnat ettiğini iddia etmiştir. Ancak farklı beyanlar olsa

da oryantalistlerin ifadeleri bir noktada birleşmektedir ki, o da Kur’an’ın hiçbir

ilahilik vasfının bulunmadığı ve onun Hz. Muhammed’in eseri olduğudur.

Şayet oryantalistlerin iddia ettiği gibi Kur’an’ın müellifi Hz. Muhammed ise,

O’nun, böyle kıymetli bir Kitab’ı başka birine isnat etmesi anlamsız olurdu. Çünkü

bu durum, Kur’an’ı doğrudan kendisine nispet ettiği takdirde şanının yücelmesine ve

liderliğinin kabul edilmesine yeterli olabilir. Zira o dönemde böyle bir eseri başka hiç

kimse ortaya koyamamıştır. Bu pozisyonda bulunan bir insanın da kendisine ait olan

bir eseri ısrarla başkasına mal etmesi düşünülemez.

“O’nu okumak için dilini oynatma. Şüphesiz onu toplamak ve okutturmak

bize aittir” (Kıyamet 75/16-17) ayetiyle Allah Teala, vahyin Hz. Peygamber (a.s)’in

kendi beşeri yeteneği ile ayet oluşturamayacağını ifade etmektedir. Dolayısıyla bütün

özellikleri ile Kur’an, insanî değil, ilahî kaynaklıdır.

“Ey Muhammed, Yahudiler ve Hristiyanlar dinlerine tabi olmadıkça asla

senden hoşnut olmayacaklardır.” (Bakara 2/120) ayetindeki hakikate binaen

oryantalistlerin çoğu, İslam ve Kur’an aleyhine çalışmalarını sürdürmeye devam

edeceklerdir. Biz Müslümanlara düşen ise belli amaçlar güderek İslam aleyhinde

yapılan her türlü saldırıyı gün yüzüne çıkarmak, hatırlatmak, insanları bu konuda

aydınlatmaktır. Bu amacı taşıyarak yaptığımız çalışmanın bu alana ilgi duyanlara

faydalı olmasını ümit ediyor ve oryantalistlerin Kur’an’a dair diğer iddialarının da

müstakil olarak çalışılmasını teklif ediyoruz.149

KAYNAKÇA

AKDEMİR, Salih, “Müsteşriklerin Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed (s.a.v)’e

Yaklaşımları”, AÜİFD, XXXI/180-210.

el-AKÎKÎ, Necib, el-Müsteşrikûn, Daru’l-Mearif, Mısır, 1964.

ALBAYRAK, İsmail, “Kur’an-ı Kerim Ayetlerinin Tertibi Hakkındaki Oryantalist

Söyleme Genel Bir Bakış”, Marife, sy. 3, ss. 155-164.

……………………….,“Richard Bell, Kur’an Çalışmaları ve Kur’an Vahyi

Hakkındaki Görüşleri”, SAÜİFD, sy. 3, ss. 267-280.

APAK, Adem, Anahatlarıyla İslam Öncesi Arap Tarihi ve Kültürü, Ensar Yay.,

İstanbul, 2012.

……………….,“Mutedil Müsteşriklere Göre Hz. Peygamber’in Üstünlüğü”,

UÜİFD, c. 6, sy. 6, ss. 425-431.

ARMAĞAN, Bekir, “Tor Andrae’nin Eserlerinde Hz. Muhammed”, Ankara

Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2012.

ATAY, Esma, “İlk Dönem İngiliz Oryantalistlerin Kur’an Çalışmaları W. Muir ve D.

S. Margoliouth Örneği”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış

Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2006.

ATEŞ, Süleyman, İslam’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar, Kılıç Yay.,

Ankara, 1972.

AYDAR, Hidayet, Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi Meselesi, Yeni Zamanlar Yay.,

İstanbul, 2014.

BELL, Richard, The Origin of Islam in Its Christian Environments, Macmillan &

Company Ltd., London, 1926.

BROCKELMANN, Carl, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, çvr. Neşet Çağatay,

AÜİF Yay., Ankara, 1964,

BUCAILLE, Maurice, Müspet İlim Yönünden Tevrat, İnciller ve Kur’an, çvr.

Mehmet Ali Sönmez, DİB Yay., Ankara, 1991.

BUHL, Frantz, “Kur’an”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1977,

VI/995-1012.

………………... “Muhammed”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1960,

VIII/452-470.

BULUT, Yücel, “Oryantalizm”, DİA, İstanbul, 2007, XXXIII/428-437.150

………………., “Oryantalizmin Tarihsel Gelişimi Üzerine Bazı Değerlendirmeler”,

Marife, sy. 3, ss. 13-38.

CAETANI, Leone, İslam Tarihi, çvr. Hüseyin Cahit Yalçın, Tanin Matbaası,

İstanbul, 1924-1927, I-X.

CARLYLE, Thomas, Kahramanlar, çvr. Behzat Tanç, Beyaz Balina Yay., İstanbul,

2000.

CERRAHOĞLU, İsmail, “Oryantalizm ve Batı’da Kur’an ve Kur’an İlimleri

Üzerine Araştırmalar”, AÜİFD, XXXI/95-136.

el-CEVZÎ, İbn Kayyim, Bedâiu’t-Tefsir, thk. Salih Ahmed Şamî ve Seyid

Muhammed, Daru İbn Cevzî, Suudi Arabistan, 2007, I-III.

ÇAĞATAY, Neşet, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, AÜİF Yayınları,

Ankara, 1982.

ÇETİN, Nihad M., “Ümeyye b. Ebi’s-Salt”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları,

İstanbul, 1986, XVI/100-102.

ÇORUK, Ali Şükrü, “Oryantalizm Üzerine Notlar”, Sosyal Bilimler Dergisi, c. XI,

sy. 2, ss. 193-204.

DAVENPORT, Lord John, Hz. Muhammed ve Kur’an-ı Kerim, çvr. Ömer Rıza

Doğrul, Arar Yay., Ankara, 1967.

DAVUTOĞLU, Ahmet, “Batıdaki İslam Çalışmaları Üzerine”, Marife, sy. 3, ss. 39-

52.

DOZY, Reinhart Pieter Anne, Tarih-i İslamiyet, çvr. Abdullah Cevdet, Matba-i

İçtihad, İstanbul, 1928.

ERTUĞRUL, İsmail Fennî, Kitab-ı İzale-i Şükûk, Osmaniye Matbaası, İstanbul,

1928.

………………………………...., Hakikat Nurları, Sebil Yay., İstanbul, 1994.

FAZLURRAHMAN, Ana Konularıyla Kur’an, çvr. Alparslan Açıkgenç, Ankara

Okulu Yay., Ankara, 2000.

FISCHER, August, “Kâhin”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1955,

VI/71-73.

GIBB, Hamilton, Mohammedanisme An Historical Survey, A Galaxy Book,

Newyork, 1962.

GOLDZIHER, Ignaz, el-Akide ve’ş-Şeria fi’l-İslam, trc. Muhammed Yusuf Musa ve

diğerleri, Daru’l-Kütübi’l-Hadise, Mısır, ts.151

GÖKKIR, Bilal “Kur’an’da Yabancı Kelimeler Meselesine Oryantalist Bir

Yaklaşım”, Marife, sy. 3, ss. 135-142.

GÖRGÜN, Tahsin, “Goldziher, Ignaz”, DİA, İstanbul, 1996, XIV/105-111.

GUILLAUME, Alfred, Islam, Penguin Books, England, 1956.

HAMİDULLAH, Muhammed, “Kur’an Müslümanların Mukaddes Kitabı”, çvr.

Ahmet Salih Ocak, İslam Medeniyeti Dergisi, c. 1, sy. 1, ss. 3-5.

…………………………………., İslam Peygamberi, çvr. Mehmet Yazgan, Beyan

Yay., İstanbul, 2014, I-II.

HATİP, Abdülaziz, Kur’an ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar,

Nesil Yay, İstanbul, 1997.

HIDIR, Özcan, “XX. Yüzyıl Oryantalist Çalışmalarda Hz. Peygamber İmajı”, İLAM

Araştırma Dergisi, c. 3, sy. 2, ss. 141-165.

IŞIK, Emin, “Alak Suresi”, DİA, İstanbul, 1989, II/333-334.

IZUTSU, Toshihiko, Kur’an'da Allah ve İnsan, çvr. Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar

Neşriyat, İstanbul, ts.

İBN HİŞAM, Abdülmelik, es-Siretü’n-Nebeviyye, thk. Mustafa es-Seka ve diğerleri,

Şeriketü Mektebeti ve Matbaati Mustafa el-Babi el-Halebi, Mısır, 1955, I-II.

İBN KESÎR, Ebu’l-Fidâ, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, thk. Muhammed Hüseyin

Şemsüddin, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, I-VIII.

KARA, Seyfullah, “Hz. Peygamber’e Karşı Oryantalist Bakış ve Bu Bakışın

Kırılması”, AÜİFD, XXIII/145-169.

el-KEVSERÎ, Muhammed Zahid, “Min İberi’t-Tarih (Yarım Asır Öncesinden

Oryantalizme Bakış)”, çvr. Seyit Bahçıvan, SÜİFD, XXIII/185-194.

KUTUB, Muhammed, Oryantalistler ve İslam, trc. M. Beşir Eryarsoy, Beka Yay.,

İstanbul, 2014.

KUZUDİŞLİ, Bekir, “Oryantalizm ve Hadisle İlgilenen Bazı Oryantalistler”,

İÜİFD, sy. 7, ss. 141-172.

KÜÇÜK, Hülya, “Dozy’nin ‘Het Islamisme’ Adlı Eseri Üzerine”, Diyanet İlmi

Dergi, XXX/4, ss. 63-89.

LEWIS, Bernard, The Arabs in History, Oxford University Press, Newyork, 1993.

el-MEVDUDİ, Ebu’l A’la, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in

Hayatı, çvr. Ahmet Asrar, Pınar Yayınları, İstanbul, 2010.152

…………………………., Tefhimu’l Kur’an, trc. Yusuf Karaca ve diğerleri, İnsan

Yay., İstanbul, I-VII.

OKUMUŞ, Mesut, “Arthur Jeffery ve Kur’an Çalışmaları Üzerine”, AÜİFD,

XLIII/2, ss. 121-150.

ÖZAN, Gülbahar, “Sir William Muir’in Kur’an’a Bakışı”, Ankara Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2016.

er-RAZÎ, Fahreddin, Mefâtîhu’l-Ğayb, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabî, Beyrut, 2000, IXXXII.

RIZA, Muhammed Reşid, el-Vahyu’l-Muhammedî, el-Mektebetü’l-İslamî, Beyrut,

1985.

RODINSON, Maxime, “Oryantalizmin Doğuşu”, çvr. Ahmet Turan Yüksel, Marife,

sy. 3, ss. 171-188.

…………………….…., Muhammed, çvr. Atilla Tokatlı, Doruk Yay., İstanbul, 2008.

SAID, W. Edward, Oryantalizm: Sömürgeciliğin Keşif Kolu, çvr. Nezih Uzel, İrfan

Yay., İstanbul, 1998.

es-SİBAÎ, Mustafa, el-İstişrak ve’l-Müsteşrikûn, Mâ Lehüm ve Mâ Aleyhim, elMektebu’l-İslamiyye, Beyrut, 1979.

SÖNMEZSOY, Selahattin, Kur’an ve Oryantalistler, Fecr Yay., Ankara, 1998.

ŞENTÜRK, Habil, “Peygamber’in Diğer İnsanlardan Farkı: Vahiy”, DEÜİFD,

III/181-187.

et-TABERÎ, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Cami’ul-Beyan, thk. Ahmet

Muhammed Şakir, Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 2000, I-XXIV.

TISDALL, W. St. Clair, The Original Sources Of The Qur’an, Society for

Promoting Christian Knowledge (S.P.C.K.), London, 1911.

THOMAS, J. Heywood, “Paul Tillich”, çvr. Mehmet Dağ, AÜİFD, XXII/201-243.

TORREY, Charles Cutler, The Jewish Foundation Of Islam, Jewish Institute Of

Religion Press, Bloch Publishing CO., Newyork, 1933.

TÜCCAR, Zülfikar, “Ümeyye b. Ebi’s-Salt”, DİA, İstanbul, 2012, XLII/303-305.

TÜLÜCÜ, Süleyman, “İmruü’l-Kays b. Âbis”, DİA, İstanbul, 2000, XXII/237.

UĞUR, Hakan, “Osmanlının Son Döneminde Oryantalistlerin Kur’an Hakkındaki

İddialarına Karşı Osmanlı Ulemasının Yaptığı Çalışmalar -İsmail Fennî Ertuğrul

Örneği-” Osmanlı Toplumunda Kur’an Kültürü ve Tefsir Çalışmaları II, İstanbul,

2013, ss. 507-548.153

WATT, William Montgomery, “Oryantalistlerin İslam Araştırmaları”, çvr. Talip

Küçükcan, DEÜİFD, İzmir, 1992, VII/411-422.

………………………….……, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı,

çvr. Erdem Türközü, İletişim Yay., İstanbul, 2015.

………………………………., Hz. Muhammed Mekke’de, AÜİF Yay., çvr. M. Rami

Ayas ve Azmi Yüksel, Ankara, 1986.

…………………………….…, Kur’an’a Giriş, çvr. Süleyman Kalkan, Ankara

Okulu Yay., Ankara, 1998.

………………………………., Modern Dünyada İslam Vahyi, çvr. Mehmet S.

Aydın, Hülbe Yay., Ankara, 1982.

WENSINCK, A. J., “Vahiy”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1986,

XIII/142-145.

YAVUZ, Hilmi, Modernleşme, Oryantalizm ve İslam, Büke Yay., İstanbul, 2000.

YAZIR, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Feza Yay., İstanbul, ts.,

I-X.

YILDIRIM, Suat, Anahatlarıyla Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, Ensar

Yay., İstanbul, 2011.

………………….., Oryantalistlerin Yanılgıları Oryantalistlerin İslam Araştırmaları

Üzerine Düşünceler, Da Yay., İstanbul, 2003.

ZAKZUK, M. Hamdi, Oryantalizm veya Medeniyet Hesaplaşmasının Arka Planı,

trc. Abdülaziz Hatip, Nil Yay., İzmir, 1993.