KURAN'IN KAYNAĞINA DAİR ŞÜPHELERE CEVAP
Selamün Aleyküm kıymetli takipçilerimiz daha önce Şu 2 yazımızda [1] ve [2] Bahsettiğimiz iddialara daha bütüncül bakıp değerlendirmek maksadıyla ateistlerin(ve fikirbabaları)oryantalistlerin Kuran'ın kaynağı konusundaki iddialarına cevap veren eserlerden derleme yaptık
İyi Okumalar...
İlk olarak Hatice ER'in genel değerlendirmelerini içeren Tez'ine bakalım
Prof.Dr.Abdullah Draz'ın En Mühim Mesaj Kuran isimli kitabından Kuran'ın Kaynağı ile ilgili iddiaları ele almış olduğu bölüm
Prof.Dr.Muhsin Demirci'nin Kuran Tarihi kitabından ilgili bölüm
Dr.Sedat Sağdıç'ın Zerkâni'nin Menâhilü'l-İrfan adlı eseri çerçevesinde Kur'an'a yönelik şüpheler ve verilen cevaplar isimli Yüksek Lisans Tez'inden
ESERİNİN FELSEFİ AÇIDAN İNCELENMESİ (İSMAİL
FENNİ, MANASTIRLI İSMAİL HAKKI, FİLİBELİ AHMET
HİLMİ ÖRNEĞİ) isimli Yüksek Lisans Tezinini sizlerle paylaşıyoruz.
T.C.
KIRKLARELİ
ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL
BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE
ANABİLİM DALI
YÜKSEK
LİSANS TEZİ
REİNHART
P. A. DOZY’NİN TARİH-İ İSLAMİYET ADLI ESERİNİN FELSEFİ
AÇIDAN
İNCELENMESİ (İSMAİL FENNİ, MANASTIRLI İSMAİL HAKKI,
FİLİBELİ
AHMET HİLMİ ÖRNEĞİ)
BETÜL
CEYLAN
TEZ
DANIŞMANI:
Doç. Dr.
Ahmet ÇAPKU
Ekim-2019iiiiiiv
ÖZ
REİNHART
P. A. DOZY’NİN TARİH-İ İSLAMİYET ADLI
ESERİNİN
FELSEFİ AÇIDAN İNCELENMESİ (İSMAİL
FENNİ,
MANASTIRLI İSMAİL HAKKI, FİLİBELİ AHMET
HİLMİ
ÖRNEĞİ)
Ceylan,
Betül
Yüksek
Lisans, Felsefe
Tez
Yöneticisi: Doç. Dr. Ahmet Çapku
Ekim,
2019
Dozy’nin
“Tarih-i İslamiyet” kitabında İslamiyet ve Müslümanlar
hakkındaki
ifadeleri bilimsel ve felsefi olarak birçok çelişik ifadeye sahiptir.
Ancak bu
durum ülkemizde bazı düşünürler tarafından normal karşılanırken,
bazı
milliyetçi ve İslamcı düşünürler tarafından yoğun şekilde eleştirilmiş ve
bu
düşüncelere reddiyeler yazılma ihtiyacı hissedilmiştir. Abdullah
Cevdet’in
Dozy’nin kitabını tercüme etmesi ve bu kitaba karşı yapmış
olduğu
aşırı övgüler, İsmail Fenni Ertuğrul, Filibeli Ahmet Hilmi,
Manastırlı
İsmail Hakkı gibi İslamcı ve milliyetçi düşünürleri harekete
geçirmiştir.
Tezimizde, bu düşünürlerin eleştirilerinin amacını, bunları
hangi
felsefi ve bilimsel yöntemler ile yapmaya çalıştıklarını ve Dozy’e
eleştirilerini
incelemeye çalıştık.
Anahtar
Kelimeler: Dozy, Tarih-i İslam, Materyalizm, Pozitivizm,
Batıcılık.v
ABSTRACT
THE
PHILOSOPHICAL ANALYSIS OF REİNHART P. A.
DOZY’S
HISTORY OF ISLAMIC WORKS (EXAMPLE
İSMAİL
FENNİ, MANASTIRLI İSMAİL HAKKI, FİLİBELİ
AHMET
HİLMİ)
Ceylan,
Betül
Master
of Arts, Philosophy
Supervisor:
AssociateProfessor Ahmet Çapku
October,
2019
In
Dozy's “History of Islam” his statements about Islam and Muslims have
many
contradictory expressions, scientifically and philosophically.
However,
while this situation was considered normal by some thinkers in
our
country, it was extensively criticized by some nationalist and Islamist
thinkers
and it was felt the need to write rejections to these ideas. Abdullah
Cevdet's
translation of Dozy's book and the excessive praise he made
against
this book provoked Islamist and nationalist thinkers such as İsmail
Fenni
Ertuğrul, Ahmet Hilmi from Filibeli and İsmail Hakkı from Manastir.
In our
thesis, we tried to examine the purpose of the criticism of these
thinkers,
what philosophical and scientific methods they try to do and their
criticism
to Dozy.
Keywords:
Dozy, History of Islam, Materialism, Positivism, Westernism.vi
ÖNSÖZ
Tezimizi
oluştururken seçmiş olduğumuz İslam düşünürlerinin ortak
noktası
materyalist-pozitivist düşünceye karşı olmaları yanında Dozy’e
yönelik
eleştiride bulunmuş olmalarıdır. Dozy’nin İslam dini hakkında
yazmış
olduğu “İslam Tarihi” kitabının arka planını araştırdığımızda, Batı
dünyasında
İslam’a yönelik bir tepki ile karşılaşmaktayız. Dozy, tüm bu
tepkilerin
1800’lü yıllarda entelektüel düzeyde ve bilimsellik iddiası ile bir
yansıması
olmuştur. Çalışmamızda Dozy’nin, İslam dinini materyalist bir
ontoloji
ile açıklamaya çalışması ve genel kanaatinin oryantalist bir
yaklaşım
ile İslam dini ve peygamberini değersiz gösterme çabası olması
üzerinde
durulmuştur. Osmanlı’nın son döneminde Batı düşüncesindeki
materyalist
anlayışlara karşı İsmail Fenni Ertuğrul, Filibeli Ahmet Hilmi ve
Manastırlı
İsmail Hakkı’nın getirmiş olduğu eleştirilere değineceğiz.
Çalışmamızda
ele almış olduğumuz Oryantalist düşünce merkezinde
kendini
gösteren Materyalizm, Pozitivizm ve Bilimsel Tarih oluşturma
amacı
ile yapılmış olan çalışmalar eleştirilmiştir. Yüzyıllardan beri İslam
dini
açısından kuvvetli sayılan deliller ile oluşturulmuş olan Klasik İslam
Tarihi
anlayışı yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. İslam Tarihi hakkında
yazılmış
olan kitaplar, akli ilkelere dayandırılarak açıklanmaya çalışılmıştır.
Akli
delillere dayalı olarak açıklama yapılmaya çalışılması dinin ritüellerine
aykırı
yorumların oluşmasına sebep olabilmektedir.
Batı
düşünürleri, İslam coğrafyalarının geri kalmışlığını İslam dininin
bir
etkisi olarak kabul etmiş ve İslam dinini ilerlemenin önündeki en büyük
engel
olarak göstermiştir. Bu sebeple de Batılı düşünürler tarafından İslam
Tarihi
kitapları yazılmaya başlandığını gördük. Fakat bu görüş İslam
coğrafyasında
büyük tepkilerin oluşmasına sebep olmuştur. Batılı
düşünürler
tarafından hakiki İslam Tarihi kitabı yazamadıkları hususunda
yoğun
eleştirilere maruz kalan Osmanlı son dönem düşünürleri, bu
eleştirilere
cevap vermek amacıyla çeşitli eserler kaleme almıştır.
Tezimizin
konusunu oluşturan düşünürleri seçme sebebimiz başta
materyalist-pozitivist
düşünceyi eleştirmeleri ve Dozy’e yönelik eleştiride
bulunup
reddiye yazma gereksinimi hissetmiş olmalarıdır. Bu kapsamda ele
almış
olduğumuz düşünürlerin hepsi Dozy’e direkt olarak reddiye yazmavii
amacı
güderek eleştiride bulunmuş olan düşünürlerdir. Tezimiz kapsamında
bu
düşünürlerin bu reddiyelerde hangi metotlardan hareketle, hangi
ontolojik
düşünce ile eleştiriler yapmış olduklarını açıklamaya çalıştık.
İsmail
Fenni Ertuğrul, Kitabı İzale-i Şukuk kitabında Dozy başta olmak
üzere
maddeyi kendisine temel alan materyalist düşünceyi ve onu
destekleyen
pozitivizm düşüncesini eleştirmiştir. Bu eleştirilerini yapmadan
evvel
Materyalizmin İflası ve İslam kitabında anlatmış olduğu tanrının,
ruhun ve
varlığın ispatına dair düşüncelerine değineceğiz.
İsmail
Fenni Ertuğrul, Batı’da yayılmaya başlayan materyalist düşünce
ve bu
düşünceyi desteklemek amacıyla ortaya çıkmış olan pozitivist
düşünceleri
eleştirmiştir. Bu eleştiriyi yaparken de Teist ontolojiden
hareketle
materyalizmin her şeyi maddeye indirgeyen ve manevi alanı yok
sayan
düşüncesine karşı çıkmıştır. Vahdet-i vücut düşüncesini kendisine
esas
almıştır. Kitab-ı İzale-i Şukuk kitabından Dozy’e bir reddiye yazmış
olsa da
aslında en büyük eleştirisi materyalist-pozitivist ontolojiye olmuştur.
Çünkü
Dozy’e yönelik eleştirilerin temelinde Dozy’e yönelik bireysel bir
eleştiri
değildir. Dozy’nin içinde bulunduğu dönemde Oryantalist
düşünceler
ağırlık kazanmıştır. Abdullah Cevdet’in Batı’daki Oryantalist
çalışmaları
Materyalizm- pozitivizm ile bir görmesi sebebiyle Dozy sanki
Materyalist-Pozitivist
düşüncenin savunucusu gibi gösterilmiştir. Esasında
Dozy
Protestan olmasına rağmen Materyalist- Pozitivist düşünürler
tarafından
kendi düşüncelerini temsil eden birisi gibi görülmüştür.
İsmail
Fenni Ertuğrul’un kitabı ele almış olduğumuz düşünürler
arasında
reddiye yazma geleneğine en uygun yapıda olanıdır. İsmail Fenni
Ertuğrul’un
eserde Dozy’i ele alış biçimi, Dozy’nin kitabında takip ettiği
usule
uygun şekildedir. Dozy tarafından yanlış yahut eksik olarak açıklanan
tüm
hususlara vahdet-i vücut anlayışı temelinde açıklamalarda bulunmuştur.
Manastırlı
İsmail Hakkı’nın felsefi düşüncesine baktığımızda,
döneminin
problemlerine karşı kayıtsız kalmamış bir düşünürdür. Sırat-ı
Müstakim
dergisinde haftalık olarak Dozy’nin iddialarına karşı reddiyeler
yazmıştır.
Daha sonra bu reddiyeleri Hak ve Hakikat adlı bir kitapta yeniden
düzenlemiştir.
Manastırlı İsmail Hakkı’nın tepkilerinin Dozy’ den ziyadeviii
Abdullah
Cevdet üzerinde yoğunlaşmış olduğu söylenebilir. Abdullah
Cevdet’in
“İfade-i Mütercim” kısmında ifade ettiği tüm iddialara karşı tek
tek akli
yönden tutarlı eleştiriler getirmiştir. Manastırlı İsmail Hakkı’nın
reddiye
yazma amacı klasik bir İslam Tarihi sunmak değil Abdullah Cevdet
gibi
Batı etkisinde kalmış kişilere bilimsel ve felsefi yöntemler ile akli
açıdan
tutarlı deliller sunmaktır.
İslam
dini ile alakalı en çok eleştirilerin yapıldığı mucizeler konusu
Manastırlı
İsmail Hakkı tarafından ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir. Bu
konuda
çeşitli türden deliller sunmaya çalışmıştır. Metafizik öğelerin ispat
edilememesi
bakımından yok kabul edilmesine karşı çıkmış ve bu konuda
akli
deliller getirmiştir. Kuran hakkında ortaya atılan ilahi bir kitap olmadığı
yönündeki
iddialara karşı bilimsel deliller ile açıklamalarda bulunmuştur.
Hz.
Peygamber’in ümmi oluşu ve peygamberliğinin geçersiz gösterilme
çabalarına
karşı olarak da oldukça geniş bir kısımda akli açıdan tutarlı
deliller
sunmuştur.
Filibeli
Ahmet Hilmi’nin düşüncelerine tezimizde yer verilmesinin
sebebi
Materyalist düşüncelere karşıt olarak sistemli bir biçimde felsefi
eleştiri
getirmiş olmasıdır. Filibeli Ahmet Hilmi bu amaçla İslam Tarihi
kitabını
yazmıştır. Burada İslam Tarihine yönelik eleştiride bulunan bir
takım
felsefi ekollerin eksik yanlarına ilişkin eleştirilerde bulunmaktadır.
Dozy’nin
düşüncelerinin sebebi olan Materyalist- Pozitivist düşüncelere
eleştirilerde
bulunmuştur. Bu eleştirisini yaparken de varlığı vahdet-i vücut
düşüncesi
temelinde açıklamaya çalışmıştır.
Filibeli
Ahmet Hilmi ilerleme ve gelişme konusunda Müslümanların
geri
kalmasının nedenleri üzerinde durmuştur. Filibeli hem batıya hem de
doğuya ait
olan düşünceleri çok iyi bilen ve ileri seviye yabancı dil bilgisine
sahip
bir düşünürdür. Filibeli Ahmet Hilmi batıyı eleştirmeden önce, toplum
hakkında
özeleştiride bulunmuştur. Toplumda tespit etmiş olduğu bir takım
eksiklikleri
ilerleme ve gelişmenin önündeki asıl engeller olarak görmüştür.
Filibeli
Osmanlıcılık ve İslamcılık düşüncelerine sıkı sıkıya bağlı bir
düşünürdür
ve eserlerinde bu düşüncesinden izler görülmektedir. İnsanların
içine
düşmüş oldukları sefaletin sebebini, dini ve milli duygulardanix
uzaklaşmamız
ve kendi özlerimizi kaybetmemiz olarak görmüştür. Kendi
köklerimize
sahip çıkmadan hiçbir yenilik ve gelişme fikrinin başarılı bir
şekilde
uygulanamayacağı düşüncesine sahiptir. Batı medeniyetinin sahip
olduğu
düşüncelerin temelinin İslam karşıtlığı üzerine kurulu olduğunu
söyleyen
Filibeli Ahmet Hilmi, bu düşüncelere karşı çok dikkatli
davranılması
gerektiği konusunda uyarılarda bulunmuştur. Bu sebeple
savunmacı
bir bakış açısından ziyade akla ve bilime uygun bir yol takip
etmeye
çalışmıştır.
Batı ne
kadar teknolojik ve gelişmiş bir toplum gibi dursa da
materyalist,
pozitivist düşünceler, Batı’nın maneviyatına büyük zararlar
vermiştir.
Bu amaçla Filibeli Ahmet Hilmi, Batı’nın bize sunduğu her
düşünceye
karşı ‘sağlam bir metoda’ ihtiyacımız olduğunu söylemiştir.
Filibeli
Ahmet Hilmi, Batı’ya karşı olmamıştır ama bize sunmuş olduğu her
şeye
temkinli yaklaşılması gerektiğini savunmuştur. Batı’nın maddeci
düşüncesine
karşılık ruhçu bir felsefi düşünce ortaya koymuştur.
Tez
yazım süreci gerek konunun belirlenmesi gerek yazım aşaması
itibariyle
zor ve emek isteyen bir süreçtir. Bu nedenle tez konusunun
belirlenmesinde
bana yol gösteren, tez yazım aşamasında çeşitli kaynaklara
ulaşmama
yardımcı olan ve bu süreçte bilgisi, anlayışı, sabrı ile desteğini
benden
hiçbir zaman esirgemeyen değerli danışman hocam Doç. Dr. Ahmet
ÇAPKU’
ya sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca tezimin tamamlanması
aşamasında
manevi desteğini gördüğüm Prof. Dr. Cevdet KILIÇ hocama da
teşekkürü
borç bilirim.
BETÜL
CEYLAN
EKİM,
2019
İSTANBULx
İÇİNDEKİLER
BEYAN…………………………………………………….
iii
ÖZ….………………………………………………………………….
iv
ABSTRACT……….…………………………………………………..
v
ÖNSÖZ………………………….…………………………………….
vi
KISALTMALAR………………………………………...................
xiv
GİRİŞ………………………………………………………………...
1
1.
İslam’a Karşıt Düşüncelerin Ortaya Çıkışı..…………….............. 1
2. İslam
Karşıtlığının Felsefi Kökenleri……………………………... 1
3.
Dozy’nin Hayatı…………………….……………………………… 6
4.
Tarih-i İslamiyet Kitabı Yazmasının Nedenleri………................. 7
1. BÖLÜM
İSMAİL
FENNİ ERTUĞRUL
1.1.Hayatı
ve Eserleri…………………………………………………….... 9
1.2.İsmail
Fennî’ nin Felsefî Düşüncesi ve Buna Etki Eden
Faktörler……………………………………………………………...…....
10
1.3.Varlık
Düşüncesi....................................................................................12
1.3.1.Tanrı
Anlayışı.................................................................................15
1.3.2.Ruh
Anlayışı...................................................................................19
1.4.Bilgi
Anlayışı
.........................................................................................21
1.5.İsmail
Fenni Ertuğrul’ un Kitab-ı İzale-i Şukuk Kitabında Dozy’ nin
Tarih-i
İslamiyet’i Üzerine Reddiyesi..........................................................24
1.5.1.Tarih-i
İslamiyet
Adı...........................................................................24
1.5.2.
Hz. Muhammed’ in Nübüvveti İle İlgili İddialar
...............................24
Teorik
Açıdan Hz. Muhammed’ in Nübüvvetine Yöneltilen Eleştiriler:.....24xi
1.5.2.1.
Histeri-Sara Hastası Olduğu İddiası
...........................................24
1.5.2.2.
Bazı Ayetlerin Hz. Ömer’ in Arzularına Uygun Olarak İnmesi.28
1.5.2.3.
Mucizeler; Göğsün Açılması, Miraç, Dualarının Kabul Olması.
..............................................................................................................32
1.5.2.4.
Garanik Meselesi........................................................................35
1.5.2.5.
Hayatının Son Devresinde Peygamberliğine İnancının Şüpheli
Gösterilmesi..........................................................................................41
1.6.
Pratik Açıdan Hz. Muhammed’ in Nübüvvetine Yöneltilen Eleştiriler 44
1.6.1.
Pratiklik ve Azim Olmaması Hakkında Ortaya Konulan Yanlış
Düşünce
................................................................................................44
1.6.2.
Acımasız Gösterilmeye Çalışılması: Şaire Asma ile Şair Ebu Afk’
ın
Öldürülmeleri....................................................................................45
1.6.3.
Evlilikleri ve Hz. Zeynep İle olan Evliliği
....................................48
1.6.4.
Kurazya Oğulları Vakasında Muaz oğlu Sad’ ın Hakem Tayini...55
1.7.
Vahiy Açısından Yöneltilen Eleştiriler
.............................................58
1.7.1.
Kur’ an’ ın İfade Üslubu
...............................................................58
1.7.2.
Kuran’ ın Çağdaşları Üzerine Pek Az Nüfuz ve Tesiri Olması
İddiası....................................................................................................62
1.7.3.
Kuran’ın Zevksiz, Usandırıcı Olması ve İntihal ile Yazıldığı
İddiası....................................................................................................64
1.7.4.
Kuran’ ın Değişmez Olmasına Yönelik Eleştiriler........................67
1.8.
Tarihsel Açıdan Hz. Muhammed’ in Nübüvvetine Yöneltilen
Eleştiriler…………………………………………………………………...68
1.8.1.
Âlimlerin Hz. Peygamber’ i Olduğu Gibi Arz Ettikleri ................68
1.8.2.
Bedevi Araplarının Fıtraten Dindar Olmadığı İddiası...................70
1.8.3.
Etraf Kabilelerin Korku veya Yağmacılık Sevgisiyle İman Etmiş
Oldukları
Hakkındaki Saçma İddia.......................................................72xii
1.8.4.
Hz. Osman’ ın Hz. Rukiye ile Evlenmek İçin İslam’ı Kabul Ettiği
Hakkında
Ortaya Konulan Yanlış Fikir................................................74
2.BÖLÜM
MANASTIRLI
İSMAİL HAKKI’NIN DOZY’ NİN TARİH-İ
İSLAMİYET
KİTABINA YÖNELİK ELEŞTİRİLERİ
2.1.
Manastırlı’ ya Göre Din-Akıl
İlişkisi...................................................77
2.2.
Manastırlı’ nın Dozy’ nin Eserinin Çevirmeni Abdullah Cevdet’ e
Yönelik
Değerlendirmeleri...........................................................................79
2.3.
Manastırlı’ nın Dozy Hakkındaki Değerlendirmeleri ..........................86
2.3.1.
Araplar Hakkındaki
İddialar..........................................................87
2.3.2.
Haniflik Dinine Yapılan Eleştiriler
...............................................89
2.3.3.
İslam Dininin Özgün Olmadığı İddiası
.........................................91
2.3.4.
Kuran Hakkındaki
İddialar............................................................93
2.3.5.
Metafizik Varlıklar Hakkındaki
İddialar.......................................97
2.4. Hz.
Muhammed’i n Şahsiyeti ile İlgili İddialar
...................................99
2.4.1.
Hz. Peygamberin Doğumu Hakkındaki İddialar ...........................99
2.4.2.
Nübüvvetin İlahi Olmadığı ve Mucizelerin Bulunmadığı İddiası..
............................................................................................................100
2.4.3.
Histeri Hastası Olduğu İddiası ...................................................107
2.4.4.
Evlilikleri Hakkındaki
İddialar....................................................109
3.BÖLÜM
FİLİBELİ
AHMET HİLMİ
3.1.
Filibeli Ahmet Hilmi’ nin Hayatı ve
Eserleri......................................111
3.2.
Filibeli’ nin Düşüncesine Etki Eden Dini Ve Felsefi
Unsurlar…………………………………………………………………
112xiii
3.3.
Filibeli ve Vahdet-i Vücut Anlayışı……………………………...… 117
3.4.
Filibeli Ahmet Hilmi’ de Felsefi Bilgi Ve Metot…………………... 123
3.5.
Filibeli’ nin Felsefî Akımlara Yaklaşımı…………………………… 132
3.6.
Filibeli’nin Ruh Hakkındaki Düşünceleri
...........................................141
3.7.
Filibeli’ nin “İslam Tarihi” Kitabını Yazma Gerekçesi…….............. 142
3.8.
Filibeli’ nin İslam Peygamber’ ine Yöneltilen Eleştirilere Karşı
Cevapları....………………………………………………………………
148
3.8.1.
Hz. Muhammed’ in Doğumundan Peygamberliğine...................148
3.8.2.
Araplar Hakkındaki
İddialar........................................................148
3.8.3.
Hz. Muhammed’ in Peygamberliği Hakkındaki İddialar ............150
3.8.4.
Rahip Bahira
Olayı......................................................................150
3.8.5.
Sara Hastalığı İddiası...................................................................151
3.8.6.
Hz. Ömer Hakkındaki İddialar
....................................................153
3.8.7.
Peygamberliğin İlanından Hicrete Kadar………………………. 155
3.8.8.
Kuran Hakkındaki
İddialar..........................................................155
3.8.9.
Mucize ve Miraç
Hadisesi...........................................................155
3.8.10.
Hz. Muhammed’ in Hayatı ile İlgili İddialar.............................157
3.8.11.
Hz. Peygamberin Ahlakı: ..........................................................157
-Merhametsiz
Olduğu
İddiası................................................................157
3.8.12.
Garanik Hadisesi
.......................................................................159
3.8.13.
Hz. Peygamberin Evlilikleri Hakkında İddialar ........................161
SONUÇ………………………………………………………………
164
KAYNAKÇA………………………………………………………..
167xiv
KISALTMALAR
a
age
agm
:Adı
geçen eser
: Adı
geçen makale
çev :
Çeviren
drl :
Derleyen
ed :
Editör
fel :
Felsefe
KLÜ :
Kırklareli Üniversitesi
krş :
Karşılaştırınız
TDK :
Türk Dil Kurumu1
GİRİŞ
İslam’a
Karşıt Düşüncelerin Ortaya Çıkışı
İslam
aleyhinde yapılmış olan faaliyetlere baktığımızda temelinde Hz.
Peygamber
ve İslam dinine karşı oluşturulmuş bir ön yargının bulunduğu
görülmektedir.
Sürekli olarak İslam dininin zorlayıcı ve baskıcı bir din
olduğu
fikri ön plana çıkarılmaya çalışılmıştır. Müslümanlar tarafından
bilim ve
teknik alanda yapılmış yenilik ve gelişmeler Müslümanlık
kimliğinden
uzak bir şekilde dile getirilirken, Müslüman coğrafyalarda
meydana
gelen herhangi olumsuz bir durum Müslümanların tümüne
genellemeye
gidilmektedir.
İslam
dinine karşı oluşturulmuş ön yargılar sebebiyle meydana gelen
herhangi
bir problemin müsebbibi Müslümanlar olarak gösterilmeye
çalışılmaktadır.
Din insanları ahlaklı yapmak için tek başına yeterli
olamayacağı
gibi meydana gelen sorunların sebebi olarak gösterilemez. Din
kişisel
bir tercihtir. İnsanlar arasından herhangi bir sınıflandırmanın
yapılması
amacıyla kullanılamaz.
İslam
Karşıtlığının Felsefi Kökenleri
İslam
dini hakkında ortaya atılan olumsuz fikirlerin temeline
baktığımızda
8.yy’a kadar gidebilmek mümkündür. Bu durum İslam
düşünürleri
tarafından genellikle alışılmış bir durum olarak görülmüş ve çok
ciddiye
alınarak cevaplar verilmemiştir. Batı kendisinde mevcut olmayan
özelliklerden
dolayı kendisini sürekli olarak İslam dininin karşısında
konumlandırmıştır.
Bu sebeple Batılı pek çok edebiyatçı, tarihçi, siyasetçi,
felsefeci
İslam dini hakkında ön yargılardan hareketle bir takım faaliyetler
içerisinde
bulunmuştur. Bu çalışmalara karşılık olarak İslam düşünürleri de
İslam’ı
doğru bir biçimde ortaya koyabilmek ve Batı düşüncesinin
etkilerinden
korunmak amacı ile eserler kaleme almışlardır.
Tezimiz
kapsamında Batı’da İslam dini aleyhinde yapılmış olan “İslam
Tarihi”
kitabı ve İslam düşünürlerinin buna karşı vermiş olduğu tepkileri
felsefi
açıdan değerlendirmeye çalışacağız.2
İslam
dinine yönelik olan hareketlerin İslam’ın erken dönemlerinden
itibaren
var olması sebebiyle, bu durum İslam dünyasında sürekli olarak
reddedilmeye
gerekli görülen bir durum olmamıştır. Fakat belli sebeplerden
ötürü
İslam düşünürlerini meşgul eden konulardan birisi olduğu da inkar
edilemez
bir gerçektir. Bu sebepten dolayı Dozy gibi düşünürlerin İslam
dini
aleyhinde ileri sürdüğü düşünceler çok ciddi etkiler meydana
getirmemiş
olsa da bazı kişiler tarafından ısrarla gündeme getirilmeye
çalışılmasından
dolayı bu hususta çalışmalar yapılmasına sebep olmuştur.
İslam
dininin hızlı bir şekilde yayılmaya başlaması neticesinde Batı’da
İslam’a
yönelik düşünsel hareketler meydana gelmeye başladı. Bunların ne
ölçüde
felsefi değer taşıdıkları ve sübjektif değerlendirmelerden uzak
olduğunu
tezimiz kapsamında değerlendireceğiz.
“Bede
(ö. 735), Yuhanna (Yahya) ed-Dımeşkî (Johannes Damascenus)
(ö. 749)
ve öğrencisi Theodore Ebû Kurre (ö. 825) gibi Hıristiyan
teologları,
eserlerinde İslâm, Kur’ân ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) isminden
bahseden
ilk Batılı düşünürlerdir.”1
Ortaçağ
boyunca düşünceleri etkin olmuş Bede’nin İslam dini
hakkındaki
açıklamaları oldukça gariptir. Bede, Araplar’ın İsmail soyundan
geldiğini
söylemekle beraber, İsmail’ in İbrahim’ in iki hanımından köle bir
kadın
olan Hacer’den olduğunu söylemektedir. Yine İbrahim’in diğer
hanımı
Sare’nin ise özgür bir kadın olduğu ve Hristiyanlar’ın da Sare’nin
doğurmuş
olduğu İshak’ın soyundan geldiği tezini savunmuştur.2
Ortaçağ
boyunca diğer düşünürler tarafından da İslam dini müstakil bir
din
olarak görülmemiştir. Hristiyanlığın içerisinden ortaya çıkmış bozuk bir
inanç
biçimi olarak eleştirilmiştir. Hz. Muhammed’in bir şekilde Hristiyan
1 Bayram
Ali Çetinkaya, “Batı’da Hz. Muhammed (S.A.V) Üzerinden İslamofobi’ nin
Yansımaları
- İslamofobi’nin Felsefi Kökenleri -”, Din ve Hayat, S.38, (2019),
http://webdosyasp.diyanet.gov.tr/muftuluk/UserFiles/istanbul/UserFiles/Files/Din%20ve
%20Hayat%20Dergisi%20Say%C4%B1%2038%20Y%C4%B1l%202019%20-
%20%C4%B0slamofobi%20mi%20Din%20D%C3%BC%C5%9Fmanl%C4%B1%C4%9
F%C4%B1%20m%C4%B1_compressed_44bfea73-006a-4ef1-b136-dc41158928cc.pdf,
(Erişim:
10.08.2019), s.70.
2 Munise
Şimşek, “Dünya Bizim”,
https://www.dunyabulteni.net/avrupa/islamofobininkokenleri-798-yil-oncesine-dayaniyor-h429805.html,
(Erişim: 26.07.2019).3
din
adamlarından dini bilgileri edindiği ve bunlardan yola çıkarak kendince
yeni bir
din iddiasında bulunduğu düşüncesi yine en çok ifade edilen
hususlardan
olmuştur. Bu düşünce biçimi Ortaçağ’dan günümüze kadar
süregelmiştir.3
Felsefi
düşünceleri Batı’da büyük ölçüde kabul edilmiş düşünürlerin
pek çoğu
teoloji ile de yakından ilgilenmiş ve İslam dini aleyhinde
çalışmalar
yaparak bir nevi kendi dini inançlarının savunuculuğunu
yapmışlardır.
Thomas Aquinas, Ortaçağ’da düşünceleri kilise tarafından
desteklenen
ve değerli görülen bir düşünürdür. Hristiyanlığı savunmak ve
korumak
amacı ile çalışmalarda bulunmuştur. İslam’a yönelik düşüncelerine
baktığımızda
Hz. Muhammed’in nübüvvetini kabul etmediğini, insanları bir
takım
menfaatler ile kandıran, mucizeleri olmayan sahte bir peygamber
olarak
yansıtmaya çalıştığını görürüz. İncil, Tevrat gibi kitaplarda Hz.
Muhammed’in
geleceğine dair herhangi bir haber bulunmadığını
söylemekle
beraber aslında kendi dini inancının savunuculuğunu yapmıştır.4
İslam’ı
reddeden düşünürlere baktığımızda, en katı düşünceye sahip
olanların
bile İslam dinini büsbütün reddedemediğini, bir mezhep olarak
dahi
olsa varlığını bir biçimde kabul etmişlerdir. Özellikle Kuran-ı Kerim’in
diline
hakim olmuş olan düşünürler İslam dinini daha iyi anlamıştır. St.
John’da
bu düşünürlerden birisidir. O, İslam dininin sahip olduğu manaları
anlamaya
çalışmış ve İslam’ı reddetme yoluna gidememiştir. Hristiyanlık
içerisinde
İslam’a bir değer yüklemeye çalışmıştır. En azından İslam dinini
anlamaya
çalışması bakımından önemli bir faaliyette bulunmuş olduğu
söylenebilir.
Düşünürlerin genellikle yapmış olduğu savunmacı yaklaşım
sebebiyle
İslam dinini kökten reddetme girişimlerine karşın St. John önemli
bir adım
atmıştır.5
Batı’nın
Ortaçağ’da içinde bulunduğu skolastik düşünce ve bunun
etkisinde
bulunan düşünürler ise İslam’a ve Hz. Muhammed’e yönelik sert
3
Çetinkaya, “İslamofobi’nin Felsefi Kökenleri”, s.70.
4
Çetinkaya, “İslamofobi’nin Felsefi Kökenleri”, s.71.
5https://www.dunyabulteni.net/avrupa/islamofobinin-kokenleri-798-yil-oncesinedayaniyor-h429805.html.
(Erişim:27.07.2019)4
eleştirilerde
bulunmuşlardır. Bunlardan bazılarının düşüncelerine
değineceğiz.
Roger
Bacon (1214-1294) , Hz. Muhammed hakkında sert eleştirilerde
bulunan
düşünürlerdendir. O’na göre Hz. Muhammed yalancı ve gerçek
olmayan
bir peygamberdir. Hatta İslam coğrafyalarında yetişmiş olan büyük
İslam
felsefesi düşünürlerinden İbn Sina ve Farabi’nin esasında Müslüman
olmadıklarını,
Müslümanların içerisine karışmış Hristiyan’lar olduklarını
iddia
etmiştir. Zira bu düşünürlerin sahip oldukları ilmi inkar edemedikleri
için
İslam’ı değersiz göstermeye çalışmıştırlar.6 Bu düşünce ile yazılmış
olan
Batılı düşünürlerin kitaplarında Hz. Muhammed Hz. İsa ile zıt bir
biçimde
sunulmaya çalışılmaktadır. Çünkü ancak bu şekilde kendi
meşruiyetlerini
devam ettirebilmekte ve İslam dinine yönelik eleştirilerde
bulunabilmektedirler.
Aksi takdirde İslam’ın ve Hz. Muhammed’in
yüceliklerini
kabul etmeleri gerekecektir.
Peter
Bayle (ö. 1706), 17. Yüzyılda Aydınlanma düşünürleri için çok
önemli
kabul edilen “Tarihsel ve Eleştirel Sözlük” kitabını yazmıştır. Bu
kitapta
Hz. Muhammed’ e tahsis edilmiş bir başlık altında düşüncelerine yer
vermiştir.
Batılı düşünürlerin genel düşüncesinden çok farklı olmayan
fikirlerini
bu bölümde beyan etmiştir. Fakat bazı hususlarda Batı’da
bozulmaya
başlamış olan ahlaki ilkeler ile karşılaştırmalar yaparak esasında
İslamiyet’te
çok anormal karşılanacak hususlar bulunmadığına dikkat
çekmiştir.
7
Martin
Luther, Protestan mezhebinin kurucusu olmakla beraber
Türklere
ve Müslümanlara karşı karşıt düşünceleri ile bilinmektedir. Yazmış
olduğu
pek çok eserinde Türklere karşı açık biçimde eleştirilerde
bulunmuştur.
Martin Luther, İslamiyet’i bir şiddet hareketi olarak
görmektedir.
O’na göre İslamiyet bir din değil, ilahi kitaplarda adı geçen
Deccal’ın
dinlere karşı yapmış olduğu bir başkaldırıdır. Ortaçağ’ın bu sıkı
skolastik
inanışının bir yansıması olan bu anlayış, İslamiyet’i bilim ve
6
Çetinkaya, “İslamofobi’ nin Felsefi Kökenleri”, s.71.
7
Çetinkaya, “İslamofobi’ nin Felsefi Kökenleri”, s.72.5
akıldan
yoksun olmakla suçluyor, bu sebeple herhangi bir şekilde
bilimsellik
aşamasına erişemeyeceğini söylüyordu.8
William
Muir (1819-1905), Hz. Muhammed’in hayatını anlatan bir
kitap
yazmıştır. Oryantalist bir düşünür olan William Muir, Hz. Muhammed
hakkında
yoğun eleştiriler almasına sebep olacak hakaretlerde bulunmuştur.
Batı’nın
katı İslam karşıtı düşüncelerine benzer düşüncelere sahip olan
William
Muir, İslam dinini durağan, gelişmeye kapalı bir din olarak
tanımlamıştır.
İslam’ın manevi alana vermiş olduğu değer gereksiz
görülmüş,
bu bakımdan İslam dini kabul edilebilir bir din olarak
görülmemiştir.9
Leibniz’
de Ortaçağ skolastik düşüncesinin tesirinde olan Batılı
düşünürlerdendir.
O’nun da Türkler hakkında aşağılayıcı ve sert eleştirilerde
bulunduğunu
söyleyebiliriz. Müslümanlar’ da ve Türkler’ de mevcut olan
kaderci
anlayışa karşı çıkmış, Hristiyan teolojisi ile benzememesi
bakımından
eleştirmiştir.10
Hegel,
Doğu düşüncesine ve İslam dinine karşı aşırı sert fikirlere sahip
olan
düşünürlerdendir. Öyle ki Doğu’da meydana gelen hiçbir şeyi değerli
görmez.
Yeni fikirlerin Doğu’da doğduğunu, fakat ilerletilebilmesinin
burada
mümkün olmadığı düşüncesine sahiptir. Doğu’da İslami
düşüncelerin
etkisi ile kişilerde var olan manevi düşünce Hegel’e göre
büyük
bir sorundur. Doğulu insanların dünya ile olan bağlantılarının sağlam
olmadığını
bundan dolayı da fikirleri geliştirilebilecek yetkinlikte
olmadıklarını
iddia etmektedir. Bu düşüncesinden dolayı felsefe tarihinde
Doğu’ya
ait bilgilerin yer almaması gerektiği düşüncesini savunmuştur.
İslam
dininin hızlı bir yayılım göstermesinin sebebi olarak zorlama ve
baskıcı
bir din olduğu düşüncesini savunmuştur. Bu amaçla da İslamiyet’i
ve Hz.
Muhammed’i kılıç zoru ile insanları İslam dinine ikna etmeye
çalışmakla
suçlamıştır.11
8
Çetinkaya, “İslamofobi’ nin Felsefi Kökenleri”, s.72.
9
Çetinkaya, “İslamofobi’ nin Felsefi Kökenleri”, s.73.
10
Çetinkaya, “İslamofobi’ nin Felsefi Kökenleri”, s.73.
11
Çetinkaya, “İslamofobi’ nin Felsefi Kökenleri”, s.74.6
Batılı
düşünürlerin ve filozofların Doğu toplumları, İslam dini,
Müslümanlar
ve Türkler hakkındaki ön yargı ve eleştirilerinin temeline
baktığımızda,
günümüzde halen devam etmekte olan tepkilerin ve
eleştirilerin
nedenleri daha anlaşılır olmaktadır. Görüyoruz ki günümüze
kadar
süregelmiş olan bu düşüncelerin temeli aslında ön yargılardan ibaret
olup
akademik bir duruştan uzaktır. İnsan haklarının en çok konuşulduğu ve
insana
insan olması bakımından değer verilmesi gerektiği üzerine belki de
en çok
düşünsel faaliyetin yapıldığı Batı toplumlarında İslamiyet’e,
Müslümanlara,
Türklere hatta tüm bir Asya kıtasına yönelik bu şekilde
nefret
söylemlerinden bahsetmek büyük bir çelişki oluşturmaktadır.
İslamiyet’in
erken dönemlerinden itibaren Müslümanlara yönelik
yapılan
bu ayrımcılıklar ve ön yargılar bugün farklı bir kavram ile ifade
edilmektedir.
Her ne kadar dünyada genel bir kabule ulaşmamış olsa da tüm
bu
düşüncelerden İslamofobi olarak bahsedilmektedir.
Dozy’nin
Hayatı
Dozy 21
Şubat 1920’de Hollanda’nın Leiden şehrinde doğmuştur. Dozy
Fransız
asıllı Protestan bir aileye mensuptur. Varlıklı bir ailede doğup
büyüyen
Dozy küçük yaştan itibaren iyi bir eğitim almıştır. Üniversiteye
hazırlandığı
sıralarda Doğu ülkelerinin tarihine merak salmış, Arapça
öğrenmeye
başlamıştır. Lisans eğitimi boyunca dil, tarih, coğrafya gibi
derslerde
başarılı olmuş ve eğitimi süresince Arap tarihi hakkında
incelemelerde
bulunmaya başlamıştır.12
Lisans
eğitiminden sonra siyasi bağlantıları da bulunan Dozy Leiden
Üniversitesine
profesör olarak atanmıştır. Burada yapmış olduğu
çalışmalarından
dolayı hükümet tarafından çeşitli şekillerde
ödüllendirilmiştir.
Osmanlı
düşünürü olan Abdullah Cevdet’in Dozy’nin yazmış olduğu
Tarih-i
İslamiyet kitabını tercüme etmesi ile birlikte Osmanlı
coğrafyasından
yoğun tepkiler almıştır. Osmanlı düşünürleri Batı’da
meydana
gelen Aydınlanma düşüncesi ve beraberindeki materyalistpozitivist düşünceler
karşısında savunmacı bir yaklaşım sergilemiştir.
12
Mehmet Özdemir, Dozy, TDV Ansiklopedisi, C.9, 1994, ss.513-514.7
Tarih-i
İslamiyet Kitabı Yazmasının Nedenleri
İslam’a
yönelik şiddetli eleştirilere sahip olması ve tek taraflı bir
yargılama
yaparak öznel düşüncelerin anlatılmış olduğu böyle bir kitabın
tercüme
edilmesi Osmanlı hükümeti ve düşünürleri tarafından büyük
tepkiler
verilmesine sebep olmuştur. Zaten Osmanlı düşünürlerinin
Batı’daki
bu tür çalışmalara cevaplar vermeye başladığı mecmualar da
hemen
hemen Tarih-i İslamiyet kitabının Abdullah Cevdet tarafından
tercüme
edildiği zamanlardadır. Daha öncesinde bu tür çalışmalar tercüme
edilmeye
gerekli görülmediği için topluma herhangi bir etkide bulunması
mümkün
olmuyordu. Fakat Batılılaşma hareketleri ile birlikte bu tarz
çalışmalar
da topluma sokulmaya başlandıktan sonra Osmanlı düşünürleri
tarafından
da reddiye ve eleştiriler yazılmaya başlanmıştır. Tarih-i İslamiyet
kitabı,
Dozy’nin içinde bulunduğu Oryantalist düşünceyi yansıttığını
söyleyebiliriz.
Fakat bununla beraber, Abdullah Cevdet’in etkisinde
bulunduğu
Materyalist düşünceyi destekleyen herhangi bir düşüncesi
olmadığını
da belirtmek yerinde olacaktır.
Dozy,
Tarih-i İslamiyet kitabını yazarken Oryantalist düşünürlerin
eleştirdiği
tüm konulara değinmemiş, sadece en çok tartışılan ve en çok
çarpıtmaların
yapıldığı konulara değinmiştir. Dozy’nin Tarih-i İslamiyet
kitabında
dinlere karşı olan yaklaşımları, döneminde bazı düşünürleri
tarafından
ateist olmakla suçlanmasına sebep olmuştur. Fakat büyük bir
çoğunluk
Dozy’nin doğu araştırmaları yapan pozitivist bir Protestan olduğu
fikrinde
mutabıktır. Dozy’nin Tarih-i İslamiyet kitabını incelediğimizde,
iddialarında
kendi sübjektif yorumlarından öteye gidememiş olduğunu
gördük.
Bu nedenle Tarih-i İslamiyet kitabı büyük tepkilere sebep olmuşsa
da kitap
objektiflikten ve bilimsellikten uzaktır.
Dozy’nin
Tarih-i İslamiyet kitabına baktığımızda, 17. ve 18. Yüzyıllar’
da hakim
olan aydınlanma düşüncesinin etkisi ile meydana gelen pozitivist
düşünceler
sonucunda yazılmış olduğunu görmekteyiz. Bu tarz bir çalışma
Abdullah
Cevdet tarafından yeni bir çalışma gibi görülmüş olsa da, esasında
çok eski
zamanlardan beri İslam Tarihi hakkında yazılmış olan kitaplardan
farkı
bulunmamaktadır. İçerik olarak bakıldığında İslam dini ve Hz.
Muhammed
hakkında ortaya atılmış olan iddiaların devamı niteliğindedir.8
Tarih-i
İslamiyet kitabının genelinde Hz. Peygamber’in kendisine
peygamberlik
geldiği zamanlarda hastalıklı bir bünyeye sahip olduğunu
kanıtlamak
amacını taşımaktadır. Bundan başka İslam dininin kutsallarını
gerçek
olmayan durumlar olarak yansıtmaya çalışmıştır. Bu amaçlarından
dolayı
Osmanlı düşünürlerinin yoğun eleştirilerine maruz kalmıştır.9
1. BÖLÜM
İSMAİL
FENNİ ERTUĞRUL
1.1.
Hayatı ve Eserleri
İsmail
Fenni Ertuğrul yazar, mutasavvıf, besteci, şair ve felsefeci bir
düşünürdür.
1855 yılında Osmanlı toprakları içerisinde bulunan Bulgaristan/
Tırnova’da
dünyaya gelmiş ve 1946 yılında İstanbul’da vefat etmiştir.
Eğitim
hayatına küçük yaşta Sıbyan Mektebi’nde başlamıştır. Daha sonra
Tırnova
Rüştiyesi’ nde okurken dini eğitim almaya devam etmiştir.
İlerleyen
zamanlarda Tırnova’ da memur olmuş, muhasebe işleri ile
ilgilenmiştir.
1876 yılında Tırnova’ nın Ruslar tarafından işgal edilmesi ile
birlikte
İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Sahip olduğu muhasebe
bilgilerinden
dolayı İstanbul’da da mali işlerde memur olarak çalışmıştır.13
İstanbul’a
geldikten sonra eğitim hayatına devam etmiş, Fransızca dil
okulunda
lisans eğitimi almıştır. Ayrıca İngilizce dersleri de alarak kendisini
geliştirmiştir.
Her zaman dürüst ve çalışkan kişiliği ile tanınmış, pek çok
ödül ve
terfi almıştır. 1911 yılında emekliye ayrılmış ve kendisini ilme
adamıştır.
Pek çok yarım eserini tamamlamış, musiki ile ilgilenmiş ve
besteler
yapmıştır.14
İlgi
alanı çok geniş olmakla beraber en çok ilgilendiği alan felsefe
olmuştur.
Emekli olduktan sonra felsefi anlamda birçok araştırma ve
incelemelerde
bulunmuştur. Özellikle Batılı düşünürlerin İslam’a yönelik
olan
eleştirilerine ve pozitivist, materyalist filozofların Türk düşünürler
üzerindeki
etkilerine karşılık olarak eserler yazmıştır. Bu eserlerinde
pozitivist,
materyalist düşünceleri çürütmeyi amaçlayan reddiyeler
yazmıştır.
Bu reddiyeleri yazarken düşüncelerinin temelinde vahdet- i vücud
yani
varlığın birliği düşüncesi bulunmaktadır. İsmail Fenni Ertuğrul’a göre
varlık
birdir, zorunludur. Bu da ezeli ve ebedi olan Allah’tır. Allah dışında
13 https://www.biyografya.com/biyografi/9802,
(Erişim tarihi: 10.07.2019).
14
Süleyman Hayri Bolay, İsmail Fenni Ertuğrul, TDV İslam Ansiklopedisi, C.23,
2001,
ss.98-100.10
hiçbir
şeyin kendinde bir varlığı yoktur. Var olanların tümü Allah’ın
varlığının
yansıması şeklindedir.15
Vahdet-
i vücud düşüncesini Panteizm düşüncesi ile aynı kabul eden
görüşlere
karşı çıkmış ve bunların birbirlerinden farklı olduğunu
savunmuştur.
Alemin içinde mevcut olan her şey geçicidir ve yokluk
üzerine
kurulmuştur. Bunların hiç birisi ezeli ve ebedi olan Tanrı ile özdeş
kabul
edilemez. Var olan nesnelerdeki bu yok oluş ve bozulma Tanrı’nın
ezeli ve
ebedi var oluşundan hiçbir eksiltme meydana getirmez.16
İsmail
Fenni Ertuğrul, maddeci düşüncelere karşı ruhçu ve maneviyatçı
bir
düşünce benimsemiştir. Ruhun maddeden ayrı bir varlığının
bulunduğunu
savunan İsmail Fenni Ertuğrul, insanın gözle göremediği
enerji,
elektrik gibi unsurları, ruhun varlığının da mümkün olması
konusunda
delil olarak kullanmıştır. Madenin en küçük yapı taşı olan
atomların
parçalanması mümkün olduğuna göre, maddi olan şeylerin
herhangi
bir ezeli ve ebediliğinin bulunmadığı açık biçimde ortada olduğunu
kabul
eder. İnsanın çıplak gözle görmesi mümkün olmayan fakat bilimsel
bir takım
aletler yardımı ile varlığını gözlemleyebildiği enerjilerin mevcut
olması,
ruhun var olmasında da herhangi bir imkânsızlık olmadığını
ispatlamaktadır.17
Vefatına
kadar ilmi çalışmalarda bulunmuş ve hiç evlilik yapmamıştır.
Bu
sebeple sahip olduğu mirasını Darüşşafaka cemiyetine, zengin
kütüphanesini
de Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne bağışlamıştır. Eserlerinin
tamamı
yayınlanmamakla birlikte on beşten fazla telif ve tercüme eserleri
bulunmaktadır.
1.2.
İsmail Fennî’ nin Felsefî Düşüncesi ve Buna Etki Eden
Faktörler
İsmail
Fenni Ertuğrul’un felsefe anlayışına baktığımızda, felsefenin ilk
dönemlerindeki
düşüncelerden ve düşünürlerden hareketle bir tanımlama
15
https://www.biyografya.com/biyografi/9802, (Erişim tarihi: 10.07.2019).
16
Süleyman Hayri Bolay, İsmail Fenni Ertuğrul, TDV İslam Ansiklopedisi, C.23,
2001,
ss.98-100.
17
Süleyman Hayri Bolay, age, ss.98-100.11
yapmış
olduğu görülmektedir. Felsefe Yunanca’ da hikmet sevgisi, filozofta
hikmeti
seven anlamına gelmektedir. İlk dönem felsefi düşünce
hareketlerine
baktığımızda tüm bilimlerin felsefenin içerisinde bulunduğunu
ancak
daha sonra gelişerek felsefeden bağımsız disiplinler haline
geldiklerini
görmekteyiz. İsmail Fenni Ertuğrul da aynı fikre sahip olmak ile
birlikte
fizik, kimya, psikoloji, sosyoloji vb. bilim dallarının felsefeden
ayrılmasından
sonra felsefe içerisinde yalnızca metafizik alanın kalmış
olduğu
kanaatindedir. Bu bakımdan metafiziği felsefe içerisinde bir alan
olarak
gördüğünü söyleyebiliriz. Hatta değişen ve gelişen bilimsel
faaliyetler
sonucunda felsefenin elinde kalan tek alanın metafizik alan
olduğunu
düşünmektedir.18
Metafizik
alanın bilimsel olarak incelenmesi mümkün olmadığı için
felsefe
bu bakımdan yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Düşünürlerin bir
kısmı
metafizik bilginin doğruluğunu kabul ederken, bir kısmı metafizik
bilgiyi
doğru kabul etmemektedir. Bu bakımdan düşünürlerin metafizik
bilgiler
hakkında pek çok farklı düşünceye sahip olduğunu görmekteyiz.
Fakat ne
metafizik bilginin varlığını kabul eden düşünürler ne de kabul
etmeyenler,
düşüncelerinin gerekçelerini sunamadıkları için metafizik bilgi
ile
ilgili tartışmalar bir sonuca ulaştırılamamıştır.
İsmail
Fenni Ertuğrul’un felsefe düşüncesi din ile çatışmayan bir
yapıdadır.
O’nun felsefe anlayışına baktığımızda akla çok büyük önem
vermesine
rağmen, her şeyin akla indirgenerek açıklanmaya çalışılması
kabul
edilir bir yöntem değildir. Akıl bilimsel bilgilerin ortaya
çıkartılmasını
sağlamada en önemli araç iken sadece aklı değerli görüp,
vahye ve
ilhama dayalı bilgileri reddetmek, hakikatleri reddetmekten başka
bir şey
olmayacağı için İsmail Fenni Ertuğrul bilgiyi akla indirgeyici
anlayışa
karşı çıkmıştır.19
18 Neşet
Toku, Türkiye’de Spiritüalist Felsefe (İlk Temsilcileri), İstanbul: Kum saati
Yayınları,
2012, s.72.
19 Neşet
Toku, age, s.73.12
1.3.
Varlık Düşüncesi
İsmail
Fenni Ertuğrul’un varlık düşüncesine baktığımızda tasavvuf ile iç
içe
geçmiş vahdet-i vücut düşüncesine sahip olduğu görülmektedir.
Ertuğrul’a
göre iki tür varlıktan söz edebiliriz. Bunlardan biri zorunlu varlık,
diğeri
ise mümkün varlıktır. Zorunlu varlık, Tanrı’dır. Mümkün varlık ise
varlığı
Tanrı’ nın iradesine bağlı bulunan varlıklardır. Tanrı dışında var olan
tüm
varlıklar bu kategoride değerlendirilebilir.20 Tanrı, ezeli, ebedi ve her
türlü
yokluktan uzaktır. Tanrı’ nın varlığı mutlak olduğu için var olan bir
şeyin
“yoktan var edilmesi” gibi bir şey söz konusu olamaz. Var olan her
şey
Tanrı’nın birer yansıması olarak mevcuttur. Alem ve içerisinde var olan
şeylerin
tümü Tanrı’ dan meydana gelen ilk şey olan “külli ruh” sayesinde
meydana
gelmektedir.21
İsmail
Fenni Ertuğrul’un vahdet-i vücud düşüncesini sistemli bir
biçimde
ortaya koymasındaki nedenlerden birisi Aristo, Eflatun gibi Antik
Yunan
düşünürlerinin yaratıcı bir Tanrı’yı kabul etmenin yanında, alemde
meydana
gelen olayların sebeplerini Tanrı dışında bir varlığa dayandırıyor
olmalarıdır.
Antik Yunan düşünürlerine göre alem kadimdir. Tanrı- alem
ilişkisinde
Tanrı’nın herhangi bir müdahalesi bulunmamaktadır. Buna
karşılık
Ertuğrul’ a göre alemdeki en gelişmemiş mikro organizmadan en
gelişmiş
varlığa kadar her şeyde maddi alem dışında bir takım manevi
haller
bulunmaktadır. Bundan dolayı İsmail Fenni Ertuğrul, alemi meydana
getiren
sebebi alemin dışında değil içerisinde var olan her şeyde mevcut
bulunduğunu
söylemektedir. Bu da vahdet-i vücud temelli bir varlık
anlayışını
meydana getirmiştir.22
Vahdet-i
vücud anlayışındaki vücut kelimesi madde ile sınırlandırılmış
bir
vücut değildir. Bu vücudun herhangi bir şekli ve sınırı bulunmamaktadır.
Herhangi
bir sınırı ve şekli bulunmayan bu vücut anlayışı varlığın tümünü
kapsamaktadır.
Âlemde var olan her şey bu vücudun bilgisi dâhilinde ve
20 Neşet
Toku, age, s.74.
21 Neşet
Toku, age, 74.
22
İsmail Fenni Ertuğrul, Materyalizmin İflası ve İslam, sad. Abdulhalim Kılıçsoy,
İstanbul:
Sebil
Yayınevi, C.2, s.211.13
özünde
mevcuttur. Burada vücut kelimesi ile anlatılmak istenilen, tüm
varlıkların
tek bir vücuda ait olduğudur. Var olduğunu gördüğümüz şeyler
kendi
başlarına bir vücuda sahip değildir. Fakat sonradan yaratılmış olan
varlıklar
bu vücudu ne akıl ne vehim ne de havas ile bilemezler. Onu
herhangi
bir şey ile mukayese dahi edemezler. Sonradan yaratılmış olan
varlıklar
ancak kendileri gibi sonradan yaratılmış olan varlıkların bilgisine
ulaşabilirler.
Yaratıcının özünün bilinebilmesi mümkün değildir.23
İsmail
Fenni Ertuğrul için var olan her şeyin aslı Tanrı’nın ezeli ve
ebedi
bilgisinde saklıdır. O’nun bilgisi dâhilinde olmayan hiçbir şeyin
varlığa
gelmesi mümkün değildir. Kelam ilminde buna ayan-ı sabite denir.
Bu,
İbn’ül Arabi’ nin kullanmış olduğu bir kavramdır. Ayan-ı sabite var
olan
şeylerin varlığa gelişini açıklamaktadır. Alemde mevcut olan
varlıkların
gerçek anlamda kendinde bir varlıkları bulunmamaktadır. Var
olan bu
varlıkların Tanrı’nın varlığını farklı şekillerde kendisini göstermesi
olarak
kabul edilir. Var olan her şey vahdet-i vücud ilkesine bağlıdır.24
Varlık
tek bir biçimde bulunmaktadır. Bu da vahdet-i vücud ilkesi ile
açıklanır.
Var olan şeylerin çokluğu, farklılıkları ve birbirlerinden bağımsız
oluşu,
ayan-ı sabitenin farklı şekillerde ve formlarda olmasından
kaynaklanmaktadır.
Çokluk
vehim ve hayal olarak vardır; birlik gerçek olarak mevcuttur.
Belli
bir top kumaştan farklı elbiseler vücuda getirilebilir. Bu elbiselerin
hepsi
varlık olarak bir ve aynıdır, çünkü aynı kumaştan yapılmıştır.
Farklılık
şekillerden ileri gelmektedir. Şekilleri farklı kılan, modelleri ve
kalıpları
yani ayan-ı sabiteleridir. Kalıplar, hiçbir zaman elbiselerde var
olmadıkları
halde onlara şekil verirler. Bunun gibi dış âlemdeki bütün
varlıkları
farklı şekillere sokup çokluğun ortaya çıkmasına sebep olan
a‘yân-ı
sâbite de hiçbir zaman dış âlemde var olmaz.25
23
İsmail Fenni Ertuğrul, age, s.212.
24
Süleyman Uludağ, “A’yan-ı Sabite”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi,1991,
C.4,
ss.198-199.
25
Süleyman Uludağ, age, s.198-199.14
Bundan
dolayı ayan-ı sabite İbn’ül Arabi tarafından yok olan olarak
tanımlanmıştır.
Bizim âlemde var olduğunu gördüğümüz şeyler aslında
ayan-ı
sabite’ nin kendisi değil onun şekil, özellik, benzerlik vs.
bakımlardan
bir yansıması şeklinde mevcuttur. Bu bakımdan İbn’ül Arabi
de
ayan-ı sabitenin yok olduğunu söylerken esasında onun hiçbir zaman var
olmadığını,
belli şekillere girerek varlık olarak göründüğünü söylemiştir.26
Yoksa ne
ayan-ı sabite ne de algıladığımız ve varlık olarak kabul ettiğimiz
şeyler
varlığın kendisi değildir. İnsan algısı varlığı varlık olarak bilebilecek
güce ve
kapasiteye sahip değildir. Bizim bilebildiğimiz şeyler sadece
görünür
olan şeylerden ibarettir.
İsmail
Fenni Ertuğrul’ un vahdet-i vücut düşüncesinde, duyularımız
tarafından
bilebilmemiz bakımından varlık olarak kabul ettiğimiz eşya,
esasında
sürekli değişim ve dönüşüm içindedir. Ancak bizim duyularımızın
bu
değişim ve dönüşümü anlayabilmekte yetersiz kalması, bizim sürekli
olarak
eşyanın aynı olduğu fikrine sahip olmamıza neden olmaktadır. İsmail
Fenni
Ertuğrul’un bu düşüncesi, Leibniz’in doğada meydana gelen tüm
olayları
hareket ve eylemlere bağlayan düşüncesi ile benzerlik
göstermektedir.
Leibniz de maddi olan eşyanın varlığını hakikat olarak
kabul
etmemektedir. Ona göre varlık olarak kabul ettiğimiz eşyalar,
esasında
maddi olmayan varlığın, bizim duyularımız ve aklımız ile çeşitli
şekillerde
görülmesi ve o şekilde idrak edilmesinden kaynaklanmaktadır.27
İsmail
Fenni Ertuğrul, varlığı çeşitli mertebelere taksim etmiştir;
1.
Ehadiyet mertebesi: Burada Tanrı’ nın özü ve tüm hakikati
mevcuttur.
2.
Vahdet mertebesi: Tanrı’ nın kendisine ve mevcut olan şeylerin
hiçbirisini
birbirinden ayırt etmeden geneli kapsayan bilgilerdir.
3.
Vahidiyet mertebesi: Tanrı’ nın kendisine ve mevut olan şeylere ait,
bunları
birbirlerinden ayırt ederek açıklayan bilgilerdir.
4.
Ruhlar mertebesi: Burada eşyanın sahip olduğu suretler ve basit
tözler
bulunmaktadır. Burada görünen tüm şeyler Tanrı’ nın ruh aracılığı ile
26
Süleyman Uludağ, age, s.198-199.
27 Neşet
Toku, age, s.76.15
görünür
hale getirdiği şeylerdir. Tanrı, kendisi hakkında görünmeyen
şeyleri
ruhlar aracılığı ile görünür hale getirmektedir. İsmail Fenni Ertuğrul
düşüncesinde
yaratma bu şekildedir. Yaratılmış olan şeylerin tamamı ruh
sonucunda
oluştuğu için, ruhlar ve cisimler arasında özleri bakımından bir
farklılık
bulunmamaktadır.
5. Misal
mertebesi: Bu mertebe ruhlar âlemi ile cisimler âlemi arasında
kalan
bir mertebedir. Her iki âlem ile de etkileşim halindedir.
6.
Cisimler mertebesi: Bu mertebe sadece duyular ile algılanan ve
maddi
yapıda olanların bulunduğu bir âlemdir.
7. Kamil
insan mertebesi: Şimdiye kadar saymış olduğumuz
mertebelerin
tümünü kendi bünyesinde barındıran bir mertebedir.28
Vahdet-i
vücud düşüncesinde “Nur’un eşya ile beraber olduğu gibi
Allah da
her şey ile beraberdir” düşüncesini panteizm düşüncesi ile
karıştırılmakta
ve Allah’ ın mekâna ait olduğu gibi sonuçlar
çıkartılmaktadır.
Gerçekte böyle söylenmesinin sebebi, Allah’ ın her şeyden
önce ve
her şeye gücü yeten bir varlık olduğu düşüncesidir. Bu sözlerden
maksat
Allah’ ı zaman ve mekan ile sınırlandırmak değildir. İsmail Fenni
Ertuğrul’
un ontolojik düşüncesinin panteizm ile herhangi bir benzerliği
yoktur.
Panteizm düşüncesi ontolojik olarak, Tanrı ve âlemi özdeş kabul
ederken,
vahdet-i vücut düşüncesinde ontolojik anlamda böyle bir özdeşlik
söz
konusu değildir. Vahdet-i vücut düşüncesinde âlemde mevcut olan tüm
suretler
ve mevcut olan çokluk Tanrı’nın sıfatlarının birer yansıması olarak
kabul
edilmektedir. Bu anlamda Tanrı’nın sonsuzluğu kabul edilirken,
âleme
herhangi bir sonsuzluk atfedilmemektedir.
1.3.1.
Tanrı Anlayışı
İsmail
Fenni Ertuğrul düşüncesinde Tanrı, varlığından şüphe edilmeyen,
mevcut
olan, her şeyin yaratıcısı ve sebebi olan varlıktır. Tanrı insan
zihninden
bağımsız olarak zorunludur. Tanrı’ nın varlığı ve yokluğu
hakkında
çıkan tartışmalara verilmiş pek çok yanıt bulunmakla beraber,
İsmail
Fenni Ertuğrul bu konuda filozofların ve kelamcıların vermiş olduğu
28 Neşet
Toku, age, s.77.16
yanıtlara
olumlu bakmaktadır. Bu hususta kelamcılar bir takım deliller
sunmaktadır.
Kısaca bunları aktarmaya çalışacağız.
Hudûs
Delili:
Tanrı’
nın varlığını kanıtlamak amacıyla kelamcılar tarafından
kullanılan
kozmolojik delillerden biridir. İnsanoğlu her dönemde yaratılmış
olan
varlıklara ve âleme bakarak, bunları meydana getiren bir gücün
varlığını
anlamaya ve ispat etmeye çalışmıştır. Hudûs delili var olan her
şeyin
yokluktan geldiği yani Tanrı’ nın yaratmasından önce hiçbir şeyin var
olmadığı
düşüncesinden hareketle delillerini sunmaktadır.29 Diğer bir
deyişle
âlem kendisine ait olmayan madde ve suretlerden oluşmaktadır. Bu
madde ve
suretin her ikisi de sonradan meydana gelmiştir. Var olan bu
madde ve
suretler bir yaratıcının varlığına muhtaçtır. Bu yaratıcı da
kendiliğinden
var olan Allah’tır.30
Gayelilik
Delili:
“Gāiyyet,
sözlükte “son uç, nihaî nokta, zirve, ideal örnek” gibi
anlamlara
gelen gāye kelimesinden türetilmiş olup varlık düzeninin mutlaka
belli
bir gayeyi gerçekleştirme esasına dayandığını, evrende tesadüf ve
saçmadan
söz edilemeyeceğini ileri süren felsefî-kelâmî doktrinler için
kullanılan
bir terimdir.”31
Buna
göre âlemde meydana gelen olayların tamamı belli bir amaç ve
sistem
içerisinde işlemektedir. Âlemde hiçbir şey amaçsız ve başıboş
hareket
etmez. Âlemde bu amaçlılığı ve işleyişi sağlayan bir yöneticinin
bulunması
gerekmektedir. Bu da Tanrı’nın varlığına delil olarak
görülmektedir.
İmkân
Delili:
Âlemde
var olan her şey olabilmesi mümkün şeylerdir. Var olması
mümkün
olan bu varlıkları meydana getiren bir sebep olmalıdır. Örneğin;
âlemde
var olan bir kedinin var olması da yok olması da eşit derecede
29 Bekir
Topaloğlu, “Hudus”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,1991, C.18,
ss.304-309.
30
İsmail Fenni Ertuğrul, age, s.13.
31İlhan Kutluer,
“Gaiyyet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,1996, C.13, ss.292-
295.17
imkana
sahiptir. Eğer biz bir kedinin varlığından bahsediyorsak, bunu
meydana
getiren bir sebebe ihtiyaç duymaktayız. Bu sebep, Tanrı’dır.
Varlığa
gelenler kendi içlerinde bir döngüsel sistem ile oluşmazlar. İlk
sebep
Tanrı’dır ve varlığa gelen diğer şeyler ondan sonra meydana
gelmiştir.
Tanrı var olan her şeyin bizatihi sebebidir.32
İbda ve
ihtira Delili:
İbda ve
ihtira sözcükleri “Varlıkları maddesiz, örneksiz ve benzersiz
olarak
hiçten ve yoktan var etme”33 anlamına gelmektedir. Âlemde meydana
gelmiş
olan varlıklar belli başlı bir takım atomların bir araya gelmesi ile
oluşmuştur.
Neredeyse birbirlerinin aynısı olan bu atomlardan âlemdeki
çeşitliliğin
ve birbirinden farklı varlıkların meydana gelmesi kendiliğinden
mümkün
değildir. Aynı toprakta yetişen çiçeklerin rengârenk oluşu,
kokularının
ve şekillerinin birbirinden farklı olması, tüm bunlara müdahale
eden bir
Tanrı olmadan mümkün değildir.34
Bu
anlamda İsmail Fenni Ertuğrul Tanrı’nın varlığına ilişkin kanıtları,
âlemdeki
çeşitli düzen ve mükemmelliklerden yola çıkarak rasyonel bir
bakış
açısı ile açıklamıştır. Bu konuda Batılı filozoflar tarafından ortaya
atılan
delilleri de tabii deliller, metafizik deliller ve manevi deliller olarak
Tabii
Deliller:
Tabii
deliller, insanın dış alemi idrak etmesi sonucunda insanın kalbine
ve
idrakine ulaşan delillerdir. Bu noktada Leibniz bu delil ile alakalı şu
hususlardan
bahsetmiştir: Âlemde var olan her şeyin bir sebebi vardır, bu da
Tanrı’dır.
Çünkü bu şeylerin kendi özünde bir varlıklarının olması mümkün
değildir.
Bundan dolayı var olan bu şeylerin bir meydana getiricisinin
olması
zaruridir. Diğer her şeyin sebebi olan bu varlık yani Tanrı, ezeli ve
ebedi
olması bakımından aslında var olan tek gerçek varlıktır.
Descartes’e
göre âlemde ben varım. Peki, beni meydana getiren sebep
nedir?
Eğer ben kendi kendimin meydana getirici olsaydım o zaman bende
mevcut
olmayan tüm iyi özellikleri de kendimde toplardım. Oysa insanın
herhangi
bir şekilde kendisinin sebebi olmadığı açık şekilde anlaşılmaktadır.
32
İsmail Fenni Ertuğrul, age, s.14.
33
https://www.luggat.com/ibda'%20ve%20ihtira'/1/1, (Erişim tarihi: 11.10.2019).
34 Neşet
Toku, s.80.18
Descartes’in
sorgulamış olduğu tüm bu şeyleri esasında insanların tümü
yapmaktadır.
İnsan bir yaratıcısının olduğu fikrine ulaşamasa bile, alemde
başı boş
ve yalnız olmadığını hissetmektedir. Bunu hissetmemizi sağlayan
nedir?
Bu anlamda insanı ve diğer tüm eşyayı, mahlukatı meydana getiren
bir
yaratıcının var olduğu fikri açık biçimde anlaşılmaktadır.35
Metafizik
Deliller:
Bu
deliller insanın aklında mevcut olan genel ve zorunlu tasavvurlardan
oluşturulmuştur.
Bu delillerden ilki insan aklında zorunlu olarak mevcut
olan
sonsuzluk fikridir. Descartes’in de belirttiği gibi zihnimizde sonsuz bir
varlık
tasavvuru bulunmaktadır. Sonsuz olmayan bir varlıkta sonsuzluk fikri
nasıl
meydana gelmektedir? Kendisinde sonsuzluk gibi bir özellik
bulunmayan
insanın zihninde bu kavramı oluşturan bir insan olamaz.
Sonsuzluk
özelliğine sahip bir varlık olmalıdır. Bu varlık Tanrı’ dan başkası
değildir.36
İnsan
zihninde mevcut olan bir başka kavram, mükemmel varlık
fikridir.
Buna göre kendisinden daha mükemmeli ve büyüğü düşünülemeyen
bir
varlık fikri insan zihninde kendiliğinden mevcut olamaz. Bu kavramın
gerçeklikte
bir karşılığının bulunması gerekmektedir. Descartes’ e göre eğer
böyle
bir varlığın düşünülmesi mümkün ise var olması da mümkündür.
Leibniz’in
düşüncesine göre de var olmak için herhangi bir varlığa ihtiyaç
duymayan,
kendiliğinden var olan bir varlık imkan dâhilinde değil ise o
halde
var olmak için bir varlığa ihtiyaç duyan varlıklar da imkan dâhilinde
değildir.
Çünkü onların var olmaları kendilerini var edici bir varlıkla
mümkündür.
Bundan dolayı eğer zorunlu varlık olan Tanrı mümkün değil
ise
mümkün varlık olarak âlemde var olan tüm mahlukatın da olmaması
gerekmektedir.37
Maneviyata
Dair Deliller:
Maneviyata
dair deliller, insanın bir takım ahlaki durumlarda kalbi
hisler
yaşamasını örnek gösteren delillerdir. Bu deliller hemen herkes
tarafından
yaşandığı için var olduklarına dair bir inanç vardır. Tarihsel seyir
35
İsmail Fenni Ertuğrul, age, s.18.
36 Neşet
Toku, age, s.83-84.
37
İsmail Fenni Ertuğrul, age, s.21.19
içerisinde
baktığımızda insan her zaman yaratıcı Tanrı’yı bulma peşinde
olmuştur.
Bir yaratıcıdan haberdar olmasa dahi kendi kalbi hisleri ile her
zaman
kendisini yaratan ya da kendisini yöneten bir Tanrı fikrini kabul
etmiştir.
Bu sebeple insanlığın en eski zamanlarından itibaren Tanrı fikrine
dair
böyle bir genel kabul bulunmaktadır.38
En eski
zamanlardan itibaren toplumlarda her zaman iyilik, ahlaklı
olmak,
iyi işler yapmak gibi öğütler verilmektedir. İnsanlar bunu
gerçekleştirmek
için özverili olmaya çalışmaktadır. İnsan bunu bazen bir
dini
inancın gerekliliği olarak yaparken bazen de vicdani olarak böyle bir
ihtiyaç
içerisinde bulunmaktadır. Bu işleyişi sağlayan şey nedir? İnsanlar
arasında
böyle bir uzlaşmanın kendiliğinden sağlanması mümkün
olmadığına
göre, bunu sağlayan bir Tanrı’nın varlığı zorunlu olarak ortaya
çıkmaktadır.
39
1.3.2.
Ruh Anlayışı
İsmail
Fenni Ertuğrul’un düşüncesine göre ruh, Tanrı’nın yaratmış
olduğu
ilk şeydir. Varlığa gelen şeyler ruhun başka suretlerde meydana
gelmesinden
oluşmuştur. İnsan ruhunun ne olduğu tam olarak bilinemez.
Fakat
başka suretlerde ortaya çıkan yansımalarından ruhun var olduğu
hususunda
bilgiler elde edilebilir. Ruhun sahip olduğu değerler insanın
manevi
yanını yansıtmaktadır. İnsan ne kadar fiziki varlığı olan bir varlık
ise bir
o kadar da manevi bir varlıktır. Var olan ruhların hepsi aslında tek bir
ruhun
farklı suretlerde görülmesidir. Tüm ruhların kendisinin suretleri olan
tek bir
ruh vardır. Bu da külli ruhtur. Daha sonra varlığa gelen ruhların hepsi
bunun
suretlerini oluşturmuştur. Bunlar da cüz’ i ruhtur.40
Ruhun
varlığı-yokluğu, ebedi oluşu gibi konular felsefe tarihinde sıkça
tartışılmış
bir problemdir. Bu konuda bazı düşünürler ruhu maddeye
indirgeyerek
ruhun kendinde müstakil bir varlığının bulunmayacağı
düşüncesini
savunmuştur. İsmail Fenni Ertuğrul gibi düşünürler ise ruhun
38
İsmail Fenni Ertuğrul, age, s.23.
39
İsmail Fenni Ertuğrul, age, s.23.
40 Neşet
Toku, age, s.91.20
maddeye
bağlı değil, maddeden tamamen bağımsız bir varlığı bulunduğunu
yani
spiritüalizm düşüncesini savunmuştur.
“İsmail
Fenni ise ruhu şöyle tarif eder: "O birdir ve emir âlemindendir,
yani en
evvel ve vasıtasız yaratılmış nurdur, şekil ve sureti yoktur. Bu, külli
ruh veya
ilahi emirdir ki, ona «Hakikat-ı Muhammedîye» dahi denir. İstidat
ve
kabiliyetlere göre türlü şekillerle şahıslarda tezahür eder”41
“Sana
ruhtan soruyorlar, de ki; ruh rabbimin emrindendir ve size bu
hususta
az bilgi verilmiştir”42
İsmail
Fenni Ertuğrul, ruhun maddeye indirgenememe nedenlerini ve
materyalist
düşüncenin iddialarına karşı durma sebeplerini bir takım deliller
ile
açıklamıştır. Bu hususta İmam Gazali, İbn Arabi, Fahreddin Razi gibi
İslam
âlimlerinin bu konu hakkındaki fikirlerine müracaat etmiştir. İlk
olarak
insan psikolojisinde ve bedeninde meydana gelen olayları birbirleri
ile
kıyaslayarak açıklamıştır. İnsanın psikolojisinde meydana gelen olaylar;
üzüntü,
sevinç gibi duygular sadece kişinin kendisinin hissedebileceği
şeylerdir.
Bunların herhangi birisi tarafından görülmesi ya da işitilmesi
mümkün
değildir. Fakat bizim bu gibi şeyleri duyularımız ile algılayamıyor
olmamız
bu duyguların olmadığı manasına gelmez. Subjektif durumlarda
olsa
herkes bunlardan kastedilen durumların neler olduğunu bilmektedir.
İnsan
bedeninde meydana gelen herhangi bir yaralanma durumunda, yarayı
fiziki
olarak beden almış olsa da burada duyulacak olan acı yine ruh
tarafından
hissedilmektedir. Bazı durumlarda sadece fiziki bedende
gerçekleşmekte
olup ruhun bunlarda herhangi bir müdahalesi söz konusu
olmamaktadır.
Mesela, nefes almak, konuşmak, öksürmek gibi durumlar.
Bunlar
ruhun müdahalesi dışında gerçekleşen fiziki olaylardır. Duyular
aracılığı
ile fark edilebilirler.43
Ruhun
varlığına ikinci bir sebep olarak ruhun birliği hususu
gösterilebilir.
İnsanın ruhu zaman içerisinde herhangi bir değişim ve
41
İsmail Yörük, İslam’da Ruh Tasavvuru, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
Dergi
park,
s.36, (1986) , https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/30955, (Erişim
tarihi:
11.10.2019),
s.15.
42 İsra
Suresi, 17-65.
43 Neşet
Toku, age, s.92.21
dönüşüm
göstermemektedir. Yaşanmış olan her şey ve kişiliğimiz sürekli
olarak
bizimle olmaktadır. Bu sebeple insan yaptıklarından sorumlu bir
varlık
olmaktadır.44
Üçüncü
sebep olarak ruh tarafından gerçekleştirilen eylemlerde,
dışarıdan
herhangi bir müdahale olmaksızın ruhun kendisi tarafından
gerçekleştirilmesi
gösterilebilir. İnsan yaşamını sürdürürken yürüme,
konuşma,
düşünme gibi eylemlerini gerçekleştirirken dışarıdan herhangi bir
müdahale
olmaksızın kendi iradesi ile bunları gerçekleştirebilmektedir.
İnsan
dışındaki varlıklara baktığımızda dışarıdan herhangi bir müdahale
olmaksızın
bir eylemde bulunmaları mümkün değildir. Örneğin bir masa
kendi
başına yer değiştirebilme iradesine sahip değildir. Bunu
gerçekleştirebilmek
için dışarıdan herhangi bir etkiye maruz kalması
gerekmektedir.
İnsanda bu iradeyi sağlayan ruhtur. Maddi formdaki
varlıklar
ruha sahip olmadıkları için iradeye bağlı olarak herhangi bir
eylemde
bulunmaları mümkün değildir. Belirtmiş olduğumuz tüm bu
sebepler
ruhun maddeden farklı olan yanlarını açıklamakta ve ruhun asla
maddeye
indirgenemeyecek bir yapısının olduğuna işaret etmektedir.45
1.4.
Bilgi Anlayışı
İsmail
Fenni Ertuğrul bilgi konusunda, insanı akıl sahibi bir varlık
olması
bakımından diğer varlıklardan ayırmaktadır. İnsanda ayırt etme ve
bilmeyi
sağlayan şeyin nefs-i natıka olduğunu söylemiştir. Bu yeti iki
yönlüdür.
İlki insanın dış alemden duyular yoluyla elde ettiği kelimelerden
oluşur.
İkincisi ise insanın kendi içinde bir takım anlamlar yükleyerek
anlamlandırmalar
yapmasıdır. İnsan, ilk önce gördüğü maddi şeylere
anlamlar
yükler. Daha sonra gördüklerini özelliklerine göre bir takım
kategorilere
ayırır ve bunları anlamlı hale getirebilmek için bir takım
kelimeler
ile ifade eder. Mesela; ağaç, kitap, masa gibi kelimeler ile somut
ifadeler
haline getirir. Daha sonra bir takım soyut değerler oluşturup bunları
ifade
edebilecek şekilde isimlendirir. Anlamlı hale getirilen maddi ve
manevi
olan bu kavramlar arasında mantıksal olarak bir ilişki kurulmaya
44 Neşet
Toku, age, s.93.
45
Neşet
Toku, age, s.93.22
çalışılır.
Bilinenlerden hareketle bilinmeyenlere ulaşılmaya çalışılır. İsmail
Fenni
Ertuğrul, bilginin elde edilmesi sürecinde, mantık kurallarının
uygulanarak
tanım, yargı ve çıkarım sürecinin takip edildiği bir bilgi
anlayışına
sahiptir.46
İsmail
Fenni Ertuğrul’un bilgi anlayışının temelinde İbn Sina’nın felsefi
düşüncesinden
izler görülmektedir. İbn Sina’nın felsefi düşüncesinde insan
dünyaya
boş bir zihinle gelmektedir. Daha sonra zihninde oluşan kavramları
iki
yolla elde eder. Tecrübe ve tecrübeden bağımsız elde edilen kavramlar.
Tecrübe
tüm bilgilerin elde edilmesinde yeterli bir araç olarak
görülmemektedir.
Tecrübelerden hareketle elde edilmiş olunan bilgiler
yalnızca
tecrübeye konu olan varlıklarda geçerlidir. Tecrübe edilemeyen
varlıkların
bilgisi ancak nefs-i natıka aracılığı ile elde edilmektedir. Bu da
ilahî
ilham ile sağlanabilmektedir.47
Nefs-i
natıka aracılığı ile edindiğimiz bilgiler, duyularımız ile
edindiğimiz
bilgilere göre daha sağlıklıdır. Çünkü burada rasyonel ve
duyusal
şeylerin akıl ile idrak edilmesi söz konusudur. Fakat buradaki idrak
işleminin,
duyularımız aracılığı ile elde edilen bilgilerden farklı olduğunun
anlaşılması
gerekmektedir. Duyular bilgiyi elde etme sürecince belirli
sınırlara
bağlı olarak ancak bazı durumların bilgisine ulaşabilmektedir.
Mesela
çok yoğun bir uyarıcıya maruz kalındığında göz görme işlemini tam
olarak
yerine getiremez. Keza diğer tüm duyu organları için de bu durum
geçerlidir.
Ancak aklın işleyişine baktığımızda, akıl ne kadar soyut
kavramlar
ile mücadele ederse sınırlarını o denli genişletip daha soyut
kavramlara
ulaşabilmektedir. Duyu organlarında olduğu gibi bir bozulma
yaşamamaktadır.
Bunlar dışında duyu organları ile elde edilmiş bilgiler
bazen
yanıltıcı olabilmektedir. Uzaktaki bir cisim göz tarafından küçük
boyutlarda
algılanırken, akıl aracılığı ile gerçek boyutu bilinebilmektedir.
Akıl
eşyayı tasnif, mukayese gibi süreçlerden geçirerek var olan durumların
sebeplerini
ve sonuçlarını açıklıyor. Bu verilerin sonucunda da ilimler
ortaya
çıkmaktadır.48
46 Neşet
Toku, age, s.98.
47 Neşet
Toku, age, s.98.
48 Neşet
Toku, age, s.99.23
Nefs-i
natıka insanı insan yapan yanıdır. Varlığı insan bedeninde de
kendisini
göstermesi bakımından maddi bir yapıda olsa da özü itibari ile
insanın
manevi yanını temsil etmektedir.49 Dolayısı ile İsmail Fenni
Ertuğrul’un
bilgi anlayışında duyularımız aracılığı ile elde ettiğimiz empirik
bilgilere
çok önem verilmediğini söyleyebiliriz. O’nun tasavvufi bakış
açısını
bilgiye yaklaşımında da görüyoruz. Bilginin elde edilmesinin iki
yolla
mümkün olduğunu söyler. Bunlardan ilki akıl aracılığı ile idrak,
ikincisi
ise ilahi bir ilham aracılığı ile elde edilen bilgilerdir. İsmail Fenni
Ertuğrul,
akıl aracılığı ile elde edilen bilgilerinde hatalı olunabileceğini
düşünmektedir.
Çünkü akıl duyuların idrak edebildiği şekilde bilgilere
ulaşır.
Oysa ki duyular aldatıcıdır. Bu bakımdan akıl da tek başına hakiki
bilgileri
elde etmede yeterli değildir. Bu bakımdan duyulara konu olmayan
metafizik
varlıkların bilgisine ulaşmak akıl aracılığı ile mümkün değildir.
Bu
noktada insan ilahi bir yardıma ihtiyaç duymaktadır. Bunun insan aklı ile
bilinmesi
mümkün değildir. Dini terminolojide bu noktada devreye inanç
girmektedir.
Kalp gözü diyebileceğimiz manevi bir halet-i ruhiye ile bu ilahi
bilgilere
erişmek mümkündür.50
İsmail
Fenni Ertuğrul, bilgiyi elde etme sürecinde duyuları da aklı da
kabul
etmekle beraber bunlardan herhangi birisini reddetme yoluna
gitmemiştir.
Yalnızca hakiki bilgiye ulaşmada kullanmış olduğumuz
aracıların
hakikat ile olan ilişkisini değerlendirmiştir. Bu anlamda
hakikatlere
ulaşmak için duyuların ya da aklın gerçek vasıtalar
olamayacağını,
hakiki bilgilere ulaşmak için her zaman ilahi bir yardıma
gereksinim
olduğunu açıklamıştır.51
İsmail
Fenni Ertuğrul’un, Dozy’nin Tarih-i İslamiyet isimli eserine
getirmiş
olduğu eleştirileri, onun yukarıda verilen varlık ve bilgi anlayışı
temelinde
kendini gösterir. Bu açıdan tezimizin ilerleyen kısmında
düşünürümüz
konu ile ilgili görüşleri verilirken bu temelin göz önünde
bulundurulması
gerektiği açıktır.
49 Nefs-i
natıka, https://www.luggat.com/nefs-i%20nat%C4%B1ka/1/1, (Son erişim:
09.08.2019).
50 Neşet
Toku, age, s.99.
51 Neşet
Toku, age, s.100.24
1.5.
İsmail Fenni Ertuğrul’ un Kitab-ı İzale-i Şukuk Kitabında
Dozy’
nin Tarih-i İslamiyet’i Üzerine Reddiyesi
1.5.1.
Tarih-i İslamiyet Adı
İsmail
Fenni Ertuğrul, kitabını yazmaya ilk olarak Dozy’ nin
kitabında
‘İslam Tarihi’ isminin kullanılmasını eleştirmekle başlamıştır.
Çünkü
İslam Tarihi denilince bundan İslam dini anlaşılır ve dolayısıyla
İslam
dinine ait olan tarihi olayların ve hadiselerin anlatılıyor olması
gerekmektedir.
Ancak
kitabı okuduğumuzda çok açık bir şekilde görmekteyiz ki
İslam
Tarihi ismi altında, İslamiyet’e ait olan konularda ve olaylarda
insanların
zihinlerinde karışıklıklar oluşturulmaya çalışılmaktadır. Buradaki
amaç
sahip olunan inançlarının temelini sarsmak ve içi boş bir inanç haline
dönüştürerek
kişilerin İslamiyet ile olan bağlarını kopartmaktır. Bunu
yapmak
amacı ile de İslamiyet açısından batıl sayılan mezhepleri ve onların
İslamiyet
ile hiçbir surette alakası bulunmayan anlatılarını kendisine
referans
almıştır. Fenni, bu eser okunurken ‘‘İslam Tarihi’’ ismine
aldanmayıp,
bu noktalarda hassasiyet gösterilerek okunması gerektiğini
okuyucunun
dikkatine sunmaktadır.52
1.5.2.
Hz. Muhammed’ in Nübüvveti İle İlgili İddialar
Teorik
Açıdan Hz. Muhammed’ in Nübüvvetine Yöneltilen Eleştiriler:
1.5.2.1.
Histeri-Sara Hastası Olduğu İddiası
Dozy,
Peygamberin sahip olduğu Allah düşüncesinin putların varlığı
ile
çelişki oluşturduğunu bu sebepten putlara olan inancı sarsıldığını ve
onları
inkâr ettiğini belirtmektedir. Onun düşündüğü bu durum o dönemde
pek çok
insan tarafından da düşünülmekte olup putların Araplar için
önemini
yitirmekte olduğunu söylemektedir. Dozy Arapların düşünce olarak
52
İsmail Fenni Ertuğrul, Şüpheleri Giderme Kitabı, çev. Ahmet Çapku, Konya: Çizgi
Kitabevi,
2017, ss.26-27.25
o
dönemde ileri bir seviyede olduklarını ve dini düşüncelere olan
itibarlarının
sarsıldığını, dine olan tek bağlarının sadece geleneklere karşı
gelmemekten
ibaret olduğunu söylemektedir. Muhammed’ in onlardan
farklı
olarak kendisinin Allah’ ın elçisi olduğunu düşünmesini
eleştirmektedir.
Bunun Muhammed’ de olan bir hastalık durumundan
kaynaklandığını
belirtir.53
Aslında
Peygambere bu hastalığın atfedilmesinin temelinde
Oryantalistlerin
Kuran-ı Kerim’ in ilahi bir kitap olmadığı fikrini zihinlere
yerleştirmek
için kendilerine zemin oluşturmak amacında oldukları
görülmektedir.
Peygambere
gelen vahyin kaynağının ilahi olmadığını iddia ederken,
vahiy
geleceği zamanlardaki fiziksel hallerini hastalığının bir parçası olarak
göstermek
için kullanmıştır. Oryantalist doktorların hastalığı önceleri sara
olarak
düşünürken, sonraları Dozy’ nin fikirlerine önem verdiğini belirttiği
Sprenger
tarafından (kendisi hem doktor hem de Peygamberin hayat
hikâyesini
yazmıştır) bu hastalığın kas histerisi olarak tanımlandığını
belirtir.
Peygamberin hayatıyla ilgili yazılar yazmış olması sebebi ile Dozy
için
Sprenger’ in düşünceleri önemli görülmektedir.54
Dozy ve
onun düşüncelerini destekleyen Oryantalist doktorların
düşüncelerine
karşın, İsmail Fenni Ertuğrul yine Batı’ nın yetiştirmiş
olduğu,
ancak tarihi olayları değerlendirirken herhangi bir düşüncenin
savunuculuğunu
yapmadığını düşündüğü Paris Üniversitesi’ nin ve akıl
hastalıkları
hastanesinin doktorluğunu yapan Mösyö A. Briairo de
Boismont‘
un Halüsinasyonlar adlı eserindeki düşüncelerine Şüpheleri
Giderme
Kitabı ’ nda 233. sayfasında alıntı yapılarak aktarılmıştır. Burada
Tıp
Üniversitesi üyelerinden Doktor Renaulden yazmış olduğu bir
raporunda
düşünceleri şu şekilde belirtilmektedir:
Hayır,
nefsini terk eyleyerek tercih ettiği o kadar fedakârlıklarıyla bütün
bir
kavmin din ve ahlak esaslarında o kadar hayret verici bir inkılap icra
etmiş
olan zat, asla mecnun değildir. Batıl fikirleri ve putperestliği devirip
yerine
yegâne ve ruhani bir Allah dinini kurmuş ve bu vasıta ile memleketini
53 Dozy,
a.g.e, ss.25-26.
54
Dozy,
a.g.e, ss.27-28.26
barbarlık
karanlığından çıkarmış, bu kadar uzun süre Arap namına hürmet
ettirmiş
ve ondan korkutmuş, torunlarına o kadar şan ve şerefli fetihlerin
yolunu
açmış olan zat mecnun değildir. Milletini onda büsbütün kaybolmuş
olan ve
İslamiyet’ e tabi memleketlerde bin iki yüz seneden fazla bir süre
geçtikten
sonra henüz geçerli olan bir kanunlar mecmuası ile donatmış
bulunan
zat mecnun değildir. 55
Kendi
nefsi duygularını bastırarak, toplumun içinde bulunduğu
karanlıktan
çıkmasına yardım etmek için fedakârlıklarda bulunmak,
karşılaştığı
hiçbir zorluk karşısında pes etmeden gerek fiziki gerekse manevi
anlamda
karşılaştığı şiddetle mücadele edebilmek sağlığı yerinde olmayan
bir
kişinin yapması güç şeylerdendir. Böyle sıkıntılı bir dönem içerisinde
önemli
vazifeleri olan bir insanın, zaman zaman kendisini dinlemek, içinde
bulunduğu
sıkıntılara çözüm bulmak maksadı ile yalnız kalmak istemesinde
akılları
karıştıracak bir durum gözükmemektedir. Sonuçta peygamber de
olsa oda
bir insandır ve bütün insanlar gibi ihtiyaçları olabilmektedir. Bu
durumu
bir hastalık durumu olarak göstermeye çalışmak asılsız iddialar
olmaktan
öteye geçemez.
‘‘Doğrusu;
akıllı ve ön yargı sahibi olmayan her insanın anlayabileceği
gibi,
inzivaya çekilerek düşüncelere dalmak herhangi bir rahatsızlığa kanıt
sayılamaz.
Kaldı ki “inzivaya çekilmek” işi, insanlık tarihinin hemen her
evresinde,
pek çok fikir adamı ve lider tarafından yapılmış bir şeydir. En
basitinden,
Eflâtun ve Sokrat gibi filozoflar buna örnek gösterilebilir. Bir
başka
filozof olan Kant, “Münzevilik, benim ruhumun gıdasıdır.”’’ diyerek
kendisi
açısından bu hareketin önemini ortaya koymuştur.56
Dolayısıyla
bir insanın tek başına kalarak içinde yaşadığı hayatı
sorgulaması,
kendisine hakikat olarak sunulan şeylere şüphe ile yaklaşması
ve
bunları akli süzgeçten geçirmeye çalışması bir hastalık durumunun
göstergesi
olamaz. Zira bahsedilen bu düşünceler sıradan insanların
düşünmeye
cesaret edemeyecekleri türden şeylerdir. Bu durum herhangi bir
hastalık
durumu olarak nitelendirilemez.
55
Ertuğrul, a.g.e, s.223.
56https://medium.com/@turkibeg/hz-muhammed-histerik-ve-sara-hastas%C4%B1-
m%C4%B1yd%C4%B1-6520040b01f4,
(Erişim tarihi: 07.12.2018)27
Hz.
Muhammed’ in zaman zaman babam diye tanımladığı Hz. İbrahim
Peygamber
de putlara tapınan insanların en yoğun olduğu zamanlarda hiçbir
zaman
putlara tapmamıştır ve tek tanrı fikrine sahip olmuştur. Bu sebeple
sürekli
bu tanrının nerede olduğunu düşünmüştür. Sürekli gökyüzüne bakar,
yıldızları
gözlemler acaba benim tanrım bunlardan hangisi diye düşünürdü.
Daha sonra
sabah olunca kaybolan bu yıldızlardan hiçbirisinin tanrı
olamayacağını
düşünmüştür. Daha sonra Ay’ ı gözlemlemiştir. Ay’ ın da
gökyüzünde
ebedi olarak kalmadığını görünce Güneş’e bakmış ve onu
gözlemlemiş.
Ancak bakmış ki bunların hepsi Dünya gibi maddi âlemden
ibaret.
Kendisinde var olan Tanrı fikrine hiçbirisi uymadığını fark etmiş,
bunlara
tapmaktan her zaman kaçınmış ve putlara her zaman karşı olmuştur.
Hakikati
idrak etmede mahir Batılı araştırmacılar tarafından da
Peygamberin
güvenilirliği, doğru sözlülüğü, daha peygamber olmadan önce
bile
insanlar tarafından güvenilen ve sevilen bir insan oluşu kabul
edilmektedir.
İsmail Fenni Ertuğrul, bunlara rağmen hala Peygamberin akıl
sağlığından
şüphe edenlerin kendi akıl sağlıklarından şüphe etmeleri
gerektiğini
söylemektedir.57
Dozy
‘‘İslam Tarihi’’ kitabında Peygambere atfettiği hastalık halini şu
şekilde
açıklamaktadır:
Bu
hastalık nöbet ve ateş yükselmesinden ibaretti. Nöbet hafif
olduğunda
hastalığa özgü kasılma belirtileri görülürdü. Dudak ve dil titrer,
gözler
bir süre bir bu tarafa bir diğer tarafa dönerdi. Baş sanki bir
makinaymış
gibi kendi kendine hareket ederdi vd. 58
Dozy,
bunların hastalığın fiziki bedende gözlemlenen etkilerinin
olduğundan
söz ettikten sonra asıl önemli olan etkilerin bilinçte meydana
gelen
psikolojik etkiler olduğunu söylemektedir. Bu etkiler ise kişinin yalan
söylemeye
meyilli olması (burada kesinlik belirtmeyip olasılıktan
bahsetmiştir),
kişinin kendisini aklında kurduğu bir şeylere inandırması, var
olmayan
şeyleri görmek ya da var olan şeyleri yanlış algılamak gibi
şeylerden
bahsetmektedir.59 Zaten kendisinin bu hastalığa örnek olarak
57
Ertuğrul, a.g.e, s.236.
58 Dozy,
“a.g.e, , s.26.
59
Ertuğrul, a.g.e, s.235.28
gösterebileceği
somut delilleri bulunmamakla birlikte kendisinin yorumu
olmaktan
öteye geçmeyecek iddialarda bulunmaktadır. Zannımızca kendisi
Peygamberde
fiziki olarak bu etkileri hiçbir zaman gözlemleyemediği ve
bunları
iddia edecek kanıtları da bulunmadığı için hastalığın önemli
etkilerinin
kişide meydana getirmiş olduğu psikolojik etkiler olduğunu
savunarak
delil olarak sunduğu durumlarda aslında çarpıtmalar yaparak
insanların
zihinlerini bulanıklaştırmak maksadı taşımaktadır.
Gerçeklikten
büsbütün uzak iddialarını kuvvetlendirmek maksadıyla
tıptan
yararlanmaya çalışan Dozy, iddialarına destek olarak hem doktor hem
de Hz.
Muhammed’ in hayatını yazdığını söylediği Sprenger’ in, dayanaksız
tespitlerini
kendi iddialarına delil olarak göstermektedir. Dayanaksız
iddialar
diyoruz çünkü bir doktorun, hastalığın teşhisini koyabilmesi için
hastayı
birebir görmeli, gerekli muayeneleri yapabilmelidir. Söz konusu
hastalık,
bugün tıbbın geniş imkânları içerisinde bile uzun incelemeler
sonucunda
bile tanısı zor konulurken, Sprenger’in iddia ettiği hastalık60 ile
ilgili
tanılarında dikkate değer hiçbir husus görülmemektedir.61
1.5.2.2.
Bazı Ayetlerin Hz. Ömer’ in Arzularına Uygun Olarak İnmesi
Dozy
İslam Tarihi kitabında Hz. Ömer’in Peygamber’ e gelen
vahiyler
üzerinde etkisinin bulunduğunu söylemektedir. Sözde gelen
vahiyler
Hz. Ömer’ in gerekli gördüğü konularda onun istediği şekilde
inmektedir.
Hz. Muhammed ve diğer Müslümanlar, Hz. Ömer’ in istekleri
doğrultusunda
gelen bu vahiylerden şüphe duysalardı ve vahiylerin tanrısal
bir
kaynaktan gelemeyeceği hususunu düşünürlerdi, Hz. Muhammed’ in
vahiylerinin
kaynağının ilahi olmadığını anlarlardı demektedir.
Zannediyoruz
ki böyle bir hususu yalnızca kendisinin düşündüğünün de
farkındaydı.62
Dozy, açıkladığımız
ve açıklayacağımız diğer maddelerde de aslında
hep aynı
amaç için gerçekleri çarpıtarak zihinleri bulanıklaştırmaya
çalışmaktadır.
Hz. Muhammet histeri hastası mıydı? Yoksa diğer ilahi
60
Dozy,
a.g.e, ss. 26-27-28.
61
Ertuğrul, a.g.e, s.236.
62 Dozy,
a.g.e, s.40.29
kaynaklardan
aşırma yoluyla kendisi kitap mı yazmıştı? Yâda Hz. Ömer’ in
istekleri
doğrultusunda vahiy mi alıyordu? Şimdiye kadar saldırılacak tüm
noktalardan
peygambere saldırıda bulundu.
Peygamber
efendimiz ashabından kendisine sorulan sorularda yâda
yaşanılan
hadiselerde kendi keyfiyeti ile hareket etmez, kendisine
bildirilecek
olan vahyi bekler o doğrultuda hareket ederdi. Onun söylemiş
olduğu
sözlerde yâda yapmış olduğu eylemlerde hiçbir zaman kendi keyfi
hareketleri
söz konusu olmamıştır.63 Zira Peygamber Allah’ın dinini
insanlara
öğretmek için görevlendirilmişti aksini yapması mümkün değildi.
Her
mevzuyu içinden çıktığı şartlar içerisinde değerlendirmek gerekir.
Aksi
takdirde söylenen şeyler asılsız iddialar olmaktan öteye gitmeyecektir.
Dozy’
nin yapmakta olduğu şey olayları ve hadisleri yanlış yorumlamak ve
gerçeği
çarpıtmak işidir. Hz. Ömer’ in Peygamber Efendimizin övgülerine
mazhar
olmasından kendisine pay çıkartarak onu peygamberden üstün bir
konuma
yerleştirmeye çalışarak peygamberin Allah’ın nebisi olduğu
gerçeğini
şüpheye düşürmeye çalışmaktadır. 64
Hz. Ömer
güçlü ve sert bir kişiliğe sahipti. Öyle ki İslamiyet ile
müşerref
olmadan evvel de güçlü karakteri herkes tarafından bilinmekteydi.
Doğru
bildiği bir şey için hiç kimseden çekinmez, her ne pahasına olursa
olsun
savunduğu şeyi yapardı. Fiziki olarak da oldukça güçlü idi. Öyle ki
sokakta
yürürken onu gören insanlar onun atın üstünde olduğunu
zannettikleri
rivayet edilmektedir. O dönemde Mekke insanların birçoğunun
okuma
yazma bilmediği, dini inançların yozlaştığı, insanların kendi
adaletlerini
uygulamaya çalıştığı, kadınlara ve kız çocuklarına her türlü
kötülüklerin
yapıldığı bir yer halinde idi. Bu karanlık dönemde Hz. Ömer ve
ailesi
Mekke’ nin okuma yazma bilenlerin en fazla olduğu sayılı
ailelerdendi.
Bu sebepten olacak babası gibi oda Mekke’ nin yönetim
işlerinde
söz sahibi olan bir kimseydi. Güzel konuşan, mantıklı düşüncelere
sahip,
hakikati algılamakta yetkin bir kimse olduğunu söylemekte yerinde
63
Ertuğrul, a.g.e, s.247.
64
https://sorularlaislamiyet.com/peygamberimiz-asm-benden-sonra-peygamber-gelseydiomer-olurdu-diyor-hz-ebu-bekir-icin-ise-butun,
(Erişim tarihi: 07.12.2018).30
olacaktır.65
Hz. Ömer’ in babası da hiçbir zaman putlara tapmamış, öyle ki
putlar
için kesilen etleri yememiştir. Kendi akrabaları içinde putlara
tapanları
vazgeçirmek içinde elinden geleni yapmıştır. Soyları bir koldan
Hz.
İbrahim’ e dayanmaktadır. Hanif dinine mensup olduğu söylenmektedir.
Hz.
Ömer’ de babası gibi putlara tapmamıştır. Ancak İslamiyet’ i de hemen
kabul
etmemiş, Peygamber’e karşı gelmiştir.66
Hz. Ömer
Müslüman olduktan sonra Peygamber efendimizin her
zaman
yanında olmuş, her türlü sıkıntıyı birlikte göğüslemişlerdir. Kuran’ ın
tamamının
henüz inmemiş olmasından dolayı bazı durumlarda kendi
keyfiyetlerine
göre davranmamak için vahyin inmesini beklemişlerdir.
Devlet
yönetiminde Hz. Ebu Bekir ile birlikte Peygamberin en büyük
yardımcısı
olan Hz. Ömer karşılaştıkları sorunlar karşısında fikirlerini beyan
eder ve
bazen bu fikirler inen vahiyler ile benzerlik gösterir, bazen Hz.
Ömer
fikrini henüz söylememiş olurdu. Bazen de inen vahiyler Hz. Ömer’in
fikirlerine
büsbütün karşıt olarak inmiştir. Fenni Ertuğrul Şüpheleri Giderme
Kitabı’nda
buna örnek olarak; Kureyşli kâfirler Peygamberin kölelere ve
fakir
olan Müslümanlara iyi davranmasından ve onları yanında tutmasından
rahatsız
olmuşlardı. Onları kendileri ile denk göremiyor ve eğer onları
yanından
kovarsa ona daha çok saygı duyacaklarını amcası Ebu Talip’ e
söylemişlerdir.
Ebu Talip bunu Peygambere söylediğinde, Hz. Ömer bu
durum
karşısında onların niyetlerini anlayana kadar söyledikleri şeyi
yapmayı,
onları yanından uzaklaştırmayı teklif etmiştir. Ancak bu olayın
akabinde
‘‘Sabah akşam Rablerine iman edenleri kovma’’ ayeti inmiş ve
Hz. Ömer
Peygamberden söyledikleri için pişmanlığını dile getirip özür
dilediği
olaydan bahsetmiştir.67
Hz.
Ömer’in bazı görüşleri ile inen vahiylerin birbirleri arasında
benzerlik
göstermesi Peygamberin Hz. Ömer’e minnet duymasını
gerektirmez.
Peygamber zaten Hz. Ömer’deki bu yeteneğin farkındaydı.
66 Fahri
Sağlam, “Hz. Ömer’in Hadis Anlayışı”,(Yüksek Lisans Tezi), Aksaray
Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Aksaray 2017, YÖK: Ulusal Tez Merkezi, (Tez
no.
470295), s.13.
67
Ertuğrul, a.g.e, s.247.31
Onun
hakikatleri kendi aklı ile öngörebildiğini, herkeste bulunmayan akli
meziyetlere
sahip olduğunu bilmektedir. Bu sebeple ona Faruk*68 lakabını
takmıştır.
Bu sebepten ötürü Hz. Ömer’ in belirttiği fikirlerin inmiş olan
ayetler
ile benzer düşüncede olması, ne ayetlerin ilahi olmadığını ne de
Peygamber’
e bu ayetlerin Allah tarafından gönderilmediğini gösterir.
Dozy’nin
bahsetmiş olduğu gibi Peygamber bu ayetleri ilahi bir kaynaktan
almayıp,
Hz. Ömer’ den duyduklarına göre tebliğ ediyor olsaydı bunu ilk
önce Hz.
Ömer fark ederdi ve şüpheye düşerdi. Çünkü o hakikatlere her
zaman
sadık kalmış bir insandır. Böyle bir aldatmacayı fark etmemesi
mümkün
değildir. Hz. Peygamber’i eksik göstermek maksadı ile Dozy de
Hz.
Ömer’ in akli olarak büyük meziyetlere sahip olduğunu kabul
etmektedir.
O halde nasıl böyle bir iddiada bulunmaktadır?
Hz. Ömer
kendisinin bir şeyi istediğinde, üç kez ilahi vahiy ile benzerlik
gösterdiğini
söylemektedir. Bunu Kuran’ daki ayetlerin tamamında böyle
olduğunu
söylemek yanlış fikirler ortaya çıkartmaktan başka bir işe
yaramayacaktır.
Peygamberin bazı zamanlar aralarında bir karar alırken, Hz.
Ömer’ in
fikrini değil de başka fikirleri uyguladığı ve sonuçta gelen vahyin
Hz.
Ömer’in teklif ettiği şekilde olduğu da olmuştur. Ancak bunların sayısı
da
Kuran’ daki tüm vahiylerde bu şekilde olmuştur denilecek kadar
değildir.69
Dozy Hz.
Ömer’ in İslam’ı kabul etmesinde şaşıracak bir şey
bulunmadığını,
onun kalbine İslam’ ı kabul etme isteğinin birden
doğmadığını,
İslamiyet’ in ilanından sonra geçen altı yılda bu fikre yavaş
yavaş
alıştığını söylemektedir.70 O halde Dozy’ nin bu iddiasına karşılık Hz.
Ömer’ in
Müslüman olmasından önce geçen altı yılda Hz. Peygamber’ e
gelen
vahiylerin kaynağı neydi? Yâda Hz. Ömer’in kalbi karşı olduğu
68
http://www.nedirnedemek.com, (Erişim Tarihi: 07.12.2019).
* Hak
ile batılı birbirinden ayıran. Haklıyı haksızı ayırmakta çok mahir olan
demektir. (Hak
ile
batılı birbirinden tam ayırarak İslamiyet’i kabul ettiği ve İslam nurunu izhar
ettiği ve
iman ve
küfrün arasını fark ve faslettiği için Hz. Peygamber (A.S.M.) tarafından Hz.
Ömer'e
(R.A.) bu isim verilmiştir.)
69
Mustafa Asım Köksal, “Caetani’ ye Reddiye”, İstanbul: İz Yayıncılık, 2015, C.1,
s.192.
70
Ertuğrul, “Şüpheleri Giderme Kitabı”, s.247.32
İslamiyet’
e karşı nasıl ısınmıştı? Hz. Ömer altı yılda yavaş yavaş alışırken
neden
diğer müşriklerde bu duruma alışmadılar? İddialarını okuduğumuzda
akıllarımıza
gelen bu soruların cevaplarını Dozy’ nin vermiş olması
gerektiğini
düşünüyoruz.
1.5.2.3.
Mucizeler; Göğsün Açılması, Miraç, Dualarının Kabul Olması
Mucize
kavramı Kuran’ da açıkça geçen bir kelimde değildir. Kuran’
da yer
almayan bu kavram, hicri 3. Yahut 4. Yıllarda İslam düşüncesinin
içerisinde
anılmaya başlamıştır. Mucize şeklinde belirtilmese de daha
evvelden
beri, maddenin varlığına aykırı olarak meydana gelen olaylar,
peygamberlik
gibi bu kavrama karşılık gelen olaylar mevcut bulunmakta idi.
Hz. Muhammed
kendisinden önce gönderilmiş peygamberlerin bazılarında
mevcut
olan, doğaüstü güçlere sahip değildi. O yalnızca Tanrı’ dan aldıkları
buyrukları
insanlara iletmek ile görevlendirilmişti. Henüz Müslüman
olmamış
olan kimseler Hz. Muhammed’ in peygamberliğine inanmak için
ondan
bir takım mucizeler göstermesini istiyorlardı. Bu durum zaman
zaman
Hz. Muhammed’ i sıkıntıya sokmaktaydı. Kendinde bir mucize
görmüş
olsalar, belki birçok kişi kendisinin peygamber olduğuna inanacak
ve
İslamiyet’ i seçeceklerdi. Ancak müşriklerin beğenisini yahut onayını
almak
için böyle bir mucize Hz. Muhammed tarafından insanlara
gösterilmesine
izin verilmiyordu. Çünkü onlar, daha önceleri birçok kez bu
türden
mucizeler yaşamışlardı. Ancak o mucizeler bile onların inançlarına
bir
etkide bulunmamıştır.71
Zaten
İslamiyet’ in ilanından sonra ilk inananlar peygamberden
herhangi
bir mucize talebinde bulunmamışlardı. Gördükleri ve yaşadıkları
olaylar
onlar için zaten mucize etkisi yaratmıştı. Hz. Muhammed’ in
peygamberliğinden
hiçbir şüphe duymuyorlardı. Yeni vahiylerin gelmesi ile
birlikte,
bu müşriklerin rahatları kaçmış, Hz. Muhammed’ den mucize
taleplerinde
bulunmuşlardı. Temelde ona inanmak gibi bir amaçları zaten
yoktu.
Amaçladıkları şey peygamberi zor durumda bırakmak ve insanların
gözünde
aciz duruma düşürerek kaybettikleri otoritelerini sağlamaktı. Allah
71
Mustafa Öztürk, “Kıssaların Dili”, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2006,
ss.14-15-16-
17.33
onların
asıl niyetlerini bildiği için böyle bir mucize ortaya koyulmayacağını
ayetler
ile belirtmiştir.72
‘’Dediler
ki: "Yerden bize bir pınar fışkırtmadıkça yahut senin
hurmalardan,
üzümlerden oluşan bir bahçen olup, aralarından şarıl şarıl
ırmaklar
akıtmadıkça yahut iddia ettiğin gibi, gökyüzünü üzerimize parça
parça
düşürmedikçe yahut Allah' ı ve melekleri karşımıza getirmedikçe
yahut
altından bir evin olmadıkça, ya da göğe çıkmadıkça sana asla
inanmayacağız.
Bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe göğe
çıktığına
da inanacak değiliz." De ki: "Rabbimi tenzih ederim. Ben ancak
resul
olarak gönderilen bir beşerim."73
Dozy,
İslam Tarihi kitabında Hz. Muhammed hakkında bilinen
mucizelerin
uydurma hikâyeler olduğunu, bunların başka toplumlar ile
etkileşimde
bulunulmasından sonra, onlardan etkilenip, İslamiyet’ te hiç
bulunmayan
mucizelerin ortaya çıktığını iddia etmektedir. İslamiyet’ in ilk
ortaya
çıktığı zamanlardan itibaren mucizesi olmayan bir din olduğunu
söylerken,
yine her zaman yapmış olduğu kendi düşüncelerine uyacak
şekilde
açıklamalarda bulunmuştur. Mucizelerin olmamasını ilerlemeci bir
din
olduğunun anlaşılmasını sağladığını söylemektedir. Ancak bu tutumu
çok uzun
sürmemekle birlikte, İslamiyet’ in Arabistan dışındaki topluluklar
arasında
da yayılmaya başlaması ile birlikte bu özelliğini yitirip, intihal ile
mucizeler
eklenen bir din olduğunu söylemektedir.74 Araplar mucizelerin
bulunduğu
dinler ile etkileşimlerde bulunduktan sonra bu durumu bir
eksiklik
olarak görüp kendilerinin mucizeler meydana getirdikleri iddia
ediliyor.
Fenni
Ertuğrul Şüpheleri Giderme Kitabı’nda Mekkelilerden bir
kısmının
hiçbir zaman iman etmeyeceklerinin belli bir şey olduğunu
söylemektedir.
Eğer Allah onların istedikleri mucizeleri onlara nasip etseydi
ve onlar
hala iman etmeselerdi, Allah tarafından daha önce bazı kavimlere
getirildiği
gibi bir azap gelirdi demektedir. Eğer böyle bir azap yine de
72 Yasin
Ulutaş, “Mucize ile Delâilü’n-Nübüvve Kavramları ve Kaynakları”,
Kahramanmaraş
Sütçü İmam Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, S:30,( 2017), s. 572.
73 İsra
Suresi-89.
74 Dozy,
a.g.e, s.115.34
başlarına
gelmediyse bunun âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz.
Muhammed
sayesinde olmadığını bildirmektedir.
Nitekim
Göğsün açılması ve Miraç olaylarını Dozy ve bir takım Batılı
düşünürler
Kuran’ ı ve Hz. Muhammed’ i değersizleştirmek amacı ile
kullanmaya
çalışmışlardır.
Hz.
Muhammed’ in göğsünün yarılması hadisesi siyer kitaplarında
çeşitli
rivayetler ile anlatılmaktadır. Genel kanaat bu olayın bir kez değil,
birden
fazla şekilde yaşanmış olduğu şeklindedir. Kimi rivayetler bize bu
hadisenin
Hz. Muhammed henüz on yaşlarında sütannesinin yanında iken
yaşamış
olduğu şeklindedir. Kimi rivayetlerde ise miraç olayı
gerçekleşmeden
önce yaşanmış olduğu şeklinde. Kimiler ise bu üç durumda
da
yaşandığını, onun da bir insan olmasından dolayı, ilahi konula mazhar
olabilmesi
için kalbinin Allah tarafından buna hazırlanmış olduğu
şeklindedir.
Kalp,
İslam inancında insanın ruhani yanını temsil etmektedir. Bu olay
siyer
kitaplarında şu şekilde aktarılmaktadır; ‘‘Bir gün Cebrail veya insan
şekline
girmiş iki melek Resulü Ekrem’in yanına gelip göğsünü yarmış,
kalbini
çıkardıktan sonra ondan bir kan pıhtısı almış, ardından kalbi yıkayıp
yerine
koymuş, yarığı da kapatmıştır’’.75
Bu
olayın Hz. Muhammed’ in henüz sütannesi yanındayken
gerçekleşmiş
olduğu anlatılmaktadır. Daha sonra buna miraca çıkmadan
evvel,
ilk vahyi almadan evvel gibi rivayetler de eklenmiştir. Bu durum
Dozy
tarafından, Arapların kendilerinde eksik olan mucizeleri ortaya
koymuş
olmaları şeklinde iddia olunmaktadır. Aslında peygamber için böyle
bir
olayın yaşanmış olması durumunu bir eksiklik olarak göstermeye
çalışmaktadır.
Hz. Muhammed’ den rivayet edilen henüz sütannesinin
yanında
geçirdiği zamanlarda on yaşında iken Cebrail tarafından kalbinin
yarıldığını
ve içerisinden bir pıhtı çıkarıldığı rivayetini, hem bu zamanda
böyle
bir olayın yaşanmamış olduğu iddiasıyla76 hem de Hz. Muhammed’ in
75
Erdinç Ahatlı, “Şakk-ı Sadr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 2010,
ss.309-
310.
76
İsrafil Balcı, “Şakkı Sadr Hadisesine Dair Rivayetlerin Kritiği”, İSTEM, S.21,
(2013),
ss.13-14.35
bu olayı
itiraf ederek kendisinin de putlara tapmak yanlışlığına düştüğünü
kendisinin
beyan ettiğini söylemektedir.
Fenni
Ertuğrul bu hususta, Şüpheleri Giderme Kitabı’nda Dozy’ nin Hz.
Muhammed’
i putlara inanmış olması iddiasından dolayı eleştirmektedir.
Zira
çocukluğundan beri hiçbir vakit putlara bir meyli olmamıştır. Allah
tarafından
da uzak tutulmuştur. Eğer öyle olmasaydı, müşriklerin kendisini
sende
bunlara inanıyordun şimdi neden inkâr ediyorsun diye ayıplamaları
gerekirdi.
Hâlbuki onlar tam aksine putlarını ona kabul ettirebilmek için
uğraşmaktaydılar.77
1.5.2.4.
Garanik Meselesi
İslam’ ı
ve Peygamberi karalamak adına en çok çarpıtmaların
yapıldığı
konulardan birisi de şüphesiz Garanik meselesi olmuştur. Kuran-ı
Kerim
İslam’ ın en temel kutsalıdır. İnanan bir Müslüman için Kuran’ ın
bütününde
yahut tek bir ayetinde dahi hiçbir kusur ve noksanlık yoktur.
Bazı
ayetlerinin şüpheli bazılarının şüphesiz olması gibi bir durumdan söz
edilemez.
Bir ayetinde dahi yanlışlık olduğunu söylemek bütününe zarar
verecektir.
Bu sebepten ötürü İslam düşünürleri, Batılı ve Oryantalist
düşünürler
tarafından Kuran’ın bazı kısımları ile ilgili ortaya attıkları
iddialara
cevap vermek zorunluluğunda hareket etmişlerdir. Bunu yaparken
İslam
âlimlerinin çeşitli yollar izlediklerini görmekteyiz. Kimileri böyle bir
olayın
yaşandığını kabul etmezken, kimileri anlatılandan başka türlü
meydana
geldiğini söylemekte, kimileri ise yanlış yorumlamadan
kaynaklanan
hatalar bulunduğu görüşünü savunmaktadır. Bunun sebebi de
bu olay
ile alakalı kaynaklarda yer alan bilgilerde çelişkiler olup kesin bir
bilgilinin
bulunamamasıdır.
Dozy
İslam Tarihi kitabında Garanik meselesi üzerindeki iddialarını
beyan
etmektedir. Hz. Muhammed’ in İslamiyet’ i tebliğinden sonra
Mekkeli
müşrikler tarafından hakaretlere ve eziyetlere uğratıldığını daha
öncede
söylemiştik. Ona inananların sayılarının artması sebebiyle Mekkeli
müşrikler
bu durumdan iyice rahatsız olmuş ve Hz. Muhammed ve ona
inananlara
Mekke’ de sıkıntılı günler yaşatmaya başlamışlardı.
77
Ertuğrul, a.g.e, s.323.36
Müslümanlar
alışverişi kesmiş, geçimlerini sağlamaları için ticaret
yapmalarına
izin verilmez olmuştu. Hz. Muhammed de kendisine tabi olan
bu
insanların başlarına bir hal gelmesinden endişelenmiş ve onların
Habeşistan’
a göç etmelerini istemişti.
Dozy bu
göç sonrasında Hz. Muhammed’ in Mekke’ de yalnız kaldığını,
yaşanılan
sıkıntılar karşısında Mekkeliler ile bir anlaşma yapmanın yollarını
aramaya
başladığını söylemektedir. Mekkeli müşriklerin dine karşı herhangi
bir
sorunu bulunmamaktaydı. Tek kaygıları dinin, ticari ve siyasi hayatlarını
etkilemesiydi.
Bu sebepten ötürü Mekke’ de ticari ve siyasi yönetimi
elinden
bulunduran kabileler, ticaret yaptıkları diğer kabilelerin kutsal
saydıkları
putların Hz. Muhammed tarafından tanınmasını istiyorlardı.
Çünkü bu
putları Hz. Muhammed’ e kabul ettirebilirlerse ticaret kervanları
da
güvende olmuş olacaktı. Dozy, kendi putları ile ilgili herhangi bir teklifte
bulunmadıklarını,
zaten onlar için putlar yalnızca atalarından kalma bir
gelenek
gibi görünmekte olduğunu söylemektedir. Bunun karşılığında da
Mekke
halkı Hz. Muhammed’ in Allah tarafından gönderilen sahih bir
peygamber
olduğunu kabul edeceklerine dair teklifte bulundular. Hz.
Muhammed’in
içinde bulunduğu çaresizlik durumu sebebiyle bu teklifi
kabul
etme zayıflığında bulunduğunu söylemektedir. Bunun üzerine Hz.
Muhammed’in
‘‘Lat, uzza ve diğer üçüncü menatı görüyor musunuz?
Bunlar
yüce graniktirler, şefaatleri umulur’’ şeklindeki ayeti okuduğunu
ardından
sessizce ‘‘Allah’ a secde ediniz ve ibadet ediniz’’ ayetini söylerken
Hz.
Muhammed dâhil herkesin secdeye gitmiş olduklarını söylemektedir.
Ancak
diğerlerinin ikinci ayeti duymadıklarını onların ilk söylediği ayette
graniklere
yüce demesinden dolayı secde ettiklerini söyler. Üstelik Hz.
Muhammed’
in bunu bir zafer olarak gördüğünü, putlara ettiği övgülerden
dolayı
herkes tarafından alkışlandığını ancak bir süre sonra ona
inanmayanlar
tarafından bile kararlı ve azimli duruşundan şahsi kazanma
hırsı
için vazgeçtiğinden eleştirilmeye başladığını söylemektedir. Bu
eleştirilerden
sonra yaptıklarından pişman olup sözlerinden geri dönmeye
çalıştığını,
ertesi sabah Cebrail tarafından kendisine ikazda bulunulduğunu
söyleyip,
sözlerinden vazgeçtiğini söylemektedir. Ancak Dozy, Hz.
Muhammed’
in sözlerinden pişman olmasının ve Cebrail’ den vahiy37
gelmesinin
ertesi sabah değil daha geç bir tarihte olduğunu iddia etmektedir.
Bunun
delili olarak da Habeşistan’ a göç etmiş olan Müslümanların, Mekke
müşriklerinin
peygamberi kabul ettiklerinin haberini alıp Mekke’ ye geri
dönmüş
olmalarını göstermektedir. Bu olayın nasıl vuku bulduğunu hem
Dozy’
nin iddia ettiği hem İslami düşünürler hem de felsefi açıdan
değerlendirmeye
çalışacağız.78
Ertuğrul
Şüpheleri Giderme Kitabı’ nda Ibn Abbas, Ibn Cerir, Keşşaf
gibi bir
kısım İslam âlimlerinin konuya yaklaşımlarından bahsederek
konuyu
açıklık getirmeye çalışmıştır. Bahsettiğimiz kişiler, Hz.
Muhammed’in
tüm çabalarına rağmen Mekkelilerin kendisine
yanaşmamalarından
üzüntü yaşadığını ve onları kendi tarafına çekebilecek
bir
şeylerin vahiy olmasını çok istediğini, şeytanın bu zaafından faydalanıp
peygambere
Allah tarafından gelmeyen sözleri söylettiğini, devamında
gelen
secde ayeti ile o sözlerinin üzerine Peygambere secde ettirdiği
şeklinde
düşünceyi kabul etmişlerdir. Hatasının farkına vardıktan sonra çok
üzülmesi
sebebiyle Allah tarafından kendisine ‘‘Allah şeytanın ilka ettiği
şeyi
kaldırır, sonra kendi ayetlerini muhkem kılar ve Allah her şeyi bilen ve
hikmet
sahibidir’’ şeklinde peygamberi teselli edecek ayetlerin indiğini
düşünmüşlerdir.
79
Ancak bu
bahsettiklerimiz günümüzde çoğunluğun kabul etmiş olduğu
bir
düşünce değildir. Çünkü bahsedilen bu hadiseye ilişkin belgeler
sunulamamaktadır.
Bu olayın nerede, nasıl gerçekleştiğine dair de çeşitli
rivayetler
bulunmaktadır. Kimileri bunun bir uyku halinde olduğunu,
kimileri
bir meclis içerisindeyken, kimileri kalbinden geçirirken yanlışlıkla
ağzından
dökülen sözcükler olduğunu, bazıları ise şeytanın peygamberin
sesini
taklit ettiğini söylemektedir.
Bu
düşüncenin karşısında bazı İslam âlimleri böyle bir olayın asla
yaşanmamış
olduğu düşüncesini benimsemişlerdir. Bu kişiler herkesin
bildiği
bu garanik meselesini Kuranın ayetlerini örnek göstererek böyle bir
durumun
yaşanmasının imkânı olmadığının delillerini sunmaya
çalışmışlardır.
Fahreddin Razi, İbn Kesir, Ebu’ s Suud, Sıddık Han ve Kadı
78 Dozy,
a.g.e, ss.47-48.
79
Ertuğrul, a.g.e, s.253.38
İyaz,
böyle bir olayın olmasının mümkün olmadığını savunan kişilerden
bazılarıdır.80
İlk
olarak şu söylenebilir ki, daha evvel de peygamber ile alakalı
iddia
edilen pek çok durumun var olduğunu ve bunları Hz. Muhammed’ in
peygamberliğini
geçersizleştirmek için kullanıldığından bahsetmiştik.
Peygamberde
olduğu iddia edilen bir takım hastalık hallerinin onun
peygamberliğinin
şüpheye düşürülmesi yahut geçersizleştirilmesi amacında
kullanılmaya
çalışılmıştır.
Burada
da bahsettiğimiz İslam âlimleri tarafından onun bir insan olması
sebebiyle,
sıradan insanlar gibi hatalar yapan, nefsinin istekleri
doğrultusunda
davranan ve en önemlisi şeytanın aldatabildiği birisi olarak
gösterilmeye
çalışılması reddedilmektedir. Çünkü Allah Hz. Muhammed’ i
tabiatı
gereği kötülüklerden uzak duran bir fıtratta yaratmıştır. Onun Allah
adına
söylediği hiçbir şeyde şeytanın etkisi bulunamaz çünkü o kendi adına
değil
Allah’ ın bildirdiklerini insanlara iletmekle mükelleftir.
‘‘ Eğer
bazı sözleri kendinden düzüp bize isnat etseydi, biz onun sağ
elini
tutardık ve sonra kalbinin damarını keserdik, yani onu helak
ederdik.’’81
‘‘ Eğer
seni sabit kılmasaydık şu gerçek idi ki, onlara biraz
meyledecektin.’’82
‘‘ O
kendi arzusuna göre söz söylemez. Kuran vahiyden başka bir şey
değildir.’’83
‘’ Ona
(Kuran’ a), ne önünden, ne ardından asla halel arız olmaz.’’84
“Onların
sözlerinin seni üzdüğünü biliyoruz. Aslında onlar seni
yalanlamıyorlar,
fakat o zalimler Allah' ın ayetlerini inkâr ediyorlar.”85
Kuran’ın
farklı ifadeler ile defalarca tekrar edilen ayetlerden
anlaşılacağı
gibi Hz. Muhammed, Allah tarafından bildirilmeyen hiçbir şeyi
80
Ertuğrul, a.g.e, s.253.
81 Hakka
Suresi ,44.
82
İsrafil Suresi,76.
83 Necim
Suresi,3.
84
Fussilet Suresi, 42.
85 En’am
Suresi,33.39
Allah
kelamı diyerek insanlara nakledemez. Çünkü Allah onu yalandan ve
iftiradan
korunan bir tabiatla yaratmıştır. Biz insanlar dahi kendimizi temsil
etmek
için bir kimseyi görevlendirecek olsak, en az kusura sahip, güvenilir,
ahlaklı
kimseleri seçmek isteriz. Her şeye hükmedebilen sonsuz güç sahibi
Allah,
kendi kelamını tebliğ edecek olan insanı alelade bir şekilde
görevlendirip,
başıboş bırakmış olabilir mi?
Kaldı
ki, Hz Muhammed, kendisini koruyan amcası Ebu Talib’ in
vefatı
ile kimsesiz kaldığı bir zamanda, öz amcası Ebu Süfyan’ ın,
söylediklerinden
vazgeçmesi karşılığında onu koruması altına alma teklifini
bile
kabul etmemiştir.
Garanik
olayı ile ilgili, sahih hadis kitaplarından hiçbirisinde bu olayın
yaşanmış
olduğuna dair rivayetlere rastlanmadığı ve bunlar ile ilgili kanıt
olacak
şeylerin bulunmadığı Kadı İyaz’ ın Şifa-i Şerif’ inde belirtilmektedir.
Bu
olayın var olduğunu söyleyen hadis kitaplarında da olayın kimler
tarafından
rivayet edildiğinin delillerinin sunulmaması sebebiyle, dikkate
değer
bulunmamıştır. Müşriklerin Hz. Muhammed ile birlikte secdeye
gitmesi
hususunda da Hz. Muhammed’ in hicret etmeden önce Mekke
dönemlerinde
Necm suresi indiği vakit Peygamber bu sureyi okuyup
secdeye
varmıştır. O secdeye vardığında var olan tüm insanlar, cinler,
müşrikler
secdeye varmıştır şeklinde rivayet olunmaktadır. Ancak söz
konusu
edilen Necm suresinde müşriklerinin secde ettiği iddia edilen
Garanik
olayı yer almamaktadır.86
‘‘Biz
senden önce hiç bir Resul ve Nebi göndermiş olmayalım ki, o bir
dilekte
bulunduğu zaman, şeytan, onun dilediğine (bir kuşku veya sapma
unsuru)
katıp bırakmış olmasın. Ama Allah, şeytanın katıp-bırakmalarını
giderir,
sonra kendi ayetlerini sağlamlaştırıp-pekiştirir. Allah, gerçekten
bilendir,
hüküm ve hikmet sahibidir.’’87
İslam
âlimleri bu ayet üzerinde iki farklı yorum geliştirmiştir. Garanik
olayının
yaşandığını kabul edenler, bu ayetin peygambere teselli amacı ile
inmiş
olduğunu söylemektedir. Sen şeytana kanarsın hata yaparsın ama
86 Kadı
İyaz, “Şifa-i Şerif Şerhi”, çev. Prof. Dr. Yaşar Kandemir, İstanbul: Tahlil
Yayınları,
3.cilt,
ss.29-30-31.
87 Hac
Suresi, 52.40
Allah bu
hatayı düzeltip kendi emirlerini uygular anlamına gelmektedir.
Ancak
garanik olayını kabul etmeyenlere göre ise anlam daha değişik bir
şekildedir.
Onlar, şeytanın peygamberin kendi isteği üzerinde bir takım
etkilerde
bulunmak isteyeceği yönündedir. Zira onlara göre Allah’ ın
kelamına
karşın şeytanın hiçbir etkisinin bulunmayacağını savunurlar.
Böyle
bir olayın yaşandığını söyleyenlere baktığımızda kendi aralarında
bile
tutarsızlık söz konusudur. Herkes tarafından farklı cümleler ile
aktarılmıştır.
Bu da Peygamberin putları övdüğü iddia edilen sözlerin gerçek
olması
ihtimalini düşürmektedir.88
Bu
olayın gerçekliğini savunanların ortaya attıkları bir diğer husus
Peygamberin
söylemiş olduğu sözlerden pişman olması ve sözlerini geri
almasının
hemen ertesi gün değil, daha ileri bir tarihte gerçekleşmiş
olduğudur.
Eğer hemen pişman olsaydı Habeşistan’a giden Müslümanlar
geri
dönmez ve kendilerini tekrar sıkıntılı günlerin içerisine sokmazlardı
diyerek
bu olayın yaşanmış olduğunu savunmaktadırlar.
Bu
hususta Peygamberin eşi Ümmü Seleme’ den nakledilen bir
rivayette
şöyle anlatılmaktadır. Müslümanlar Habeşistan’a gittikten sonra
rahata
kavuşmuşlardı. Çünkü Habeşistan’ın Kralı En-Necaşi kimsenin
inancına
karışmayan anlayışlı bir kimseydi. Daha sonra Mekkeli müşrikler
Habeşistan’a
elçiler gönderip burada bulunan Müslümanların kendilerine
teslim
edilmesini istemiş, dinlerinden dönerek kendi kafalarına göre bir din
çıkarttıklarını
ve bu dinin ne Hristiyanlık ne de Yahudilik olduğunu krala
söylediler.
Bunun üzerine kral muhacirleri dinlemek üzere huzuruna çağırıp
neden
dinlerinden döndüklerini sordu. İçlerinden Cafer krala cahiliye
devrinde
yaptıkları kötülükleri anlatır. Ve Hz. Muhammed’ in kendilerine
getirmiş
olduğu din ile bu kötü alışkanlıklardan kurtulduklarını, hiçbir ortağı
olmayan
Allah’ a ibadet etmeye başladıklarını anlattı. Kral yanlarında
dinleri
ile alakalı ne bulunduğunu sordu ve Cafer Meryem suresini okumaya
başladı.
Bunun üzerine en-Necaşi ağladı ve Hz. Muhammed’ in kendi
kitaplarında
bahsi geçen son peygamber olduğunu anladı.89
88
Ertuğrul, “Hakikat Nurları”, s.90.
89
Muhammed İbn İshak, “Hz. Muhammed’in Hayatı”, İstanbul: İstanbul Matbaacılık,
2012,
ss.278-279.41
Bahsedilen
olayda Mekkeli müşriklerin, Müslümanlara olan nefretinin
Habeşistan’
a göç etmeleri ile dahi geçmediği görülmektedir. Bir anlaşma
ile
nefretlerinden vazgeçmeleri ve Hz. Muhammed’ in peygamberliğini
kabul
etmeleri çok inandırıcı gözüken bir durum gibi gözükmemektedir.
Ayrıca
Peygamber ile Mekkeli müşrikler arasında bir anlaşma
sağlanmış
olsa idi Peygamber Kâbe’ de rahatça ibadetlerini yapabilirdi.
Ancak
Peygamber ibadetlerini hala Mekkelilerin Kâbe’ de olmadığı
zamanlarda
ve geceleri yapabiliyordu.
Peygamber’in
ağzından putlara övgü içeren sözlerin çıktığını
varsaysak
bile müşriklerin birden bu sözler karşısında hiç şaşırmadan
hepsinin
secde etmelerinde bir tuhaflık gözükmektedir. Zira bu onların
çokça
şaşırmalarını gerektirecek bir durumdur. Yine şeytan ayetleri de
denilen,
şeytanın vesveseleri sonucunda peygamberin söylediği iddia edilen
ayetler
gerçekten olsaydı, bunun Kuran’ın başka ayetlerinde de olması
gerekmez
miydi? Kuran’ ı inceleyenlerin Kuran’ da tutarsız bir yapı
görmeleri
ve aralarında anlaşmazlıklar oluşturan ayetlerin olması gerekirdi.
Nitekim
ileride bahsedeceğimiz, her ne kadar Dozy başka amaçları uğruna
böyle
bir gerçeği kabul etmiş olsa da o dönem ile ilgili rivayetler
aktarılırken
olayların aslına sadık kalınmış, yanlış anlaşılmaların olması
pahasına
bile sahih bakılan hadislerde doğruyu söylemekten
kaçınılmamıştır.
Putların
isimlerinin geçmekte olduğu ve sonunda secde ayetinin indiği
Necm
Suresine incelediğimizde, anlatılmak istenilen şeylerin surenin
başından
sonuna kadar mantıklı bir şekilde ilerlediğini, mantıksal olarak
herhangi
çelişkili bir durum olmadığı görülmektedir.
1.5.2.5.
Hayatının Son Devresinde Peygamberliğine İnancının Şüpheli
Gösterilmesi
Dozy
Peygamber için iddia ettiği histeri hastalığının davranışlar
üzerindeki
etkilerini şu şekilde ifade etmektedir:
Hastalığın
davranış üzerindeki etkisi büyüktür. Ünlü Schönlein, histeri
hastası
olanların yalan söylemeye ve yalanla karşılarındakini aldatmaya42
çok
eğilimleri vardır ya da hiç yoktur. Öyle ki, kimi zaman kendi kendilerini
aldatırlar.90
Dünya
tarihine bakıldığında acaba hangi histeri hastası vardır ki hakikat
olmayan
şeyleri insanlara hakikat olarak sunmuş, insanları buna inandırmış
ve hatta
14 asırdan beri insanlar onun hakikat olarak gösterdiklerine hala
iman
ediyor olsun.
Dozy
Peygambere bir hastalık durumu atfetmeye çalışmakla birlikte,
onun
sahip olduğu güzel ahlakını insanların gözünde bir hastalığın
göstergesi
olarak göstermeye çalışıp, onun peygamberliğinin güvenilirliğini
sarsmaya
çalışmaktadır. Çocukluk ve gençlik dönemlerinde peygamberlik
henüz
kendisine bildirilmemişti. Bu nedenle çocukluk ve gençlik
dönemlerinde
peygamber olduğunu ilan etmediği için hastalık durumu ile
ilgili
iddialarını peygamberliğinin ilanından sonraki dönemler için kullanmış
ama
öncesi için de bu etkilerin olup olmadığının bilinemeyeceğini
söylemektedir.
Öyle ki Peygamber için iddia etmiş olduğu yalan söylemek,
halüsinasyon
görmek gibi etkilerinin yanında ikna kabiliyetlerinin yüksek
olması,
yumuşak huylu ve yüce bir kişiliğinin bulunması, savundukları
düşünceye
sıkı sıkıya bağlı olmaları gibi etkilerinin de olduğunu söyleyerek
peygamberin
yüce kişiliğine atacağı iftiralar için kendisine zemin
hazırlamaktadır.91
Dozy,
Peygamberliğin varlığı yâda yokluğu ile ilgili delillerin eşit
düzeyde
olduğunu belirterek peygamberliğin bilinmesi yâda
bilinememesinin
eşit düzeyde delillere sahip olduğunu iddia etmektedir.92
Fenni
Ertuğrul, Şüpheleri Giderme Kitabında Dozy’nin bu iddiasını
eleştirmektedir.
Eğer Dozy’nin bahsetmiş olduğu gibi iddialarının delilleri
bulunuyorsa
bunların açık bir şekilde açıklanmış olmasının gerektiğini,
ancak
Dozy’nin bu konuda herhangi bir açıklamada bulunmamış olması
hususunu
eleştirmektedir. Fenni Ertuğrul, bu konuda herhangi bir delil
90 Dozy,
a.g.e, ss.27-28.
91
Ertuğrul, “Şüpheleri Giderme Kitabı”, s.243
92 Dozy,
a.g.e, s.28.43
olmayacağını,
çünkü onun fıtratı gereği doğru sözlü ve temiz kalpli
yaratılmış
olduğunu belirtir.93
Peygamberin
çocukluk ve gençlik dönemlerine baktığımızda, ondaki
güzel
ahlakı, güvenilirliği insanlar tarafından sevilen özellikleri olmuştur.
Henüz
çocukken kendisine ‘Emin’ lakabını layık görmüşlerdir. İnsanlara
yapmış
olduğu şakalarda bile asla yalan söylemez, şakalarını daima
gerçekler
üzerinden yapardı. Yalan konusunda bu kadar hassas bir insanın
Allah
kelamı diyerek insanlara tebliğ ettiği ayetlerin kendi sözlerinden
ibaret
olması durumu söz konusu edilemez.94 İddia edilen bu şeyi o
dönemde
Peygambere inanmayanlar dahi düşünmemişlerdi. İslamiyet’i
kabul
etmeyen birçok kimse Peygamberden şüphe duydukları için değil
kabileleri
tarafından dışlanma korkusu ile dinlerini değiştiremiyorlardı.
Ayrıca
Kuran’ ı ve hadisleri kıyaslama yaparsak bu ikisinin
birbirlerinden
farklı yapılarda olduğu görülmektedir. Ertuğrul, Arap dilinin
gramerini
bilen kimselerin bu farkı daha rahat anlayabileceklerini Hakikat
Nurları
kitabında hem Arapça lisanını hem de İngiliz lisanını çok iyi
bildiğini
söylediği Stanley’den yapmış olduğu alıntıda ‘‘Hiç kimse bu
dikkate
şayan kitabı heyecansız okuyamaz’’ şeklinde ifade etmektedir.95
Ne kadar
iyi eğitim alırsa alsın, ne kadar çok yazı yazmış olursa olsun
hiç
kimsenin bu kadar mükemmel bir eser ortaya çıkartması mümkün
değildir.
Hz. Muhammed’ in okuma yazma bilmediğini ve hiçbir zaman
okula
gitmediğini ve onun da bir insan olduğunu göz önünde
bulundurulursa,
ilahi bir yardım olmaksızın böylesine mükemmel ifadeye
sahip
şeyleri varlığa getirmesi mümkün gözükmemektedir.96
Savaş
zamanları Peygamberi koruma amacı ile çadırının başında
bekleyen
kimseler bulunurdu. Kendisine ‘‘Allah seni nastan muhafaza
eder’’97
ayetinin inmesi ile birlikte çadırını bekleyen kimselere Allah’ın
kendisini
koruyacağını söyleyip onları çadırından uzaklaştırması sahip
93
Ertuğrul, a.g.e, s.243.
94
Ertuğrul, “Hakikat Nurları”, s.11.
95 Ertuğrul,
a.g.e, s.11.
96
Ertuğrul, a.g.e, s.11.
97 Maide
Suresi, 71.44
olduğu
imanın en büyük delillerindendir.98 Zira imanında bir şüphe bulunsa
idi
kendisine yapılan türlü suikastlar ve eziyetler karşısında kendini
emniyetsiz
hissetmesi ve daha çok korunma talep etmesi gerekirdi.
Herkesin
kendisinden bu denli emin olduğu yüce bir insanın, kendisinin
imanının
şüpheli gösterilmeye çalışılması gerçek ilim ehli olan kişilerin
iddia
edeceği türden şeyler değildir.
1.6.Pratik
Açıdan Hz. Muhammed’ in Nübüvvetine Yöneltilen
Eleştiriler
1.6.1.
Pratiklik ve Azim Olmaması Hakkında Ortaya Konulan
Yanlış
Düşünce
Dozy
İslam Tarihi kitabında Hz. Ömer’ in İslamiyet’ i seçmesinin
öneminden
bahsediyor. Ve bunu İslamiyet’ in başarı kazanmasına bağlıyor.
Hz. Ömer
ve Hz. Ebu Bekir İslamiyet’ i seçmiş olmasalardı, İslamiyet’ in
başarıya
ulaşamayacağını çünkü Hz. Muhammed’ in bunu gerçekleştirecek
uygulayıcı
zekâya ve bunları başarmak için yeterli cesarete sahip olmadığını
söylemektedir.
Hz. Muhammed’ in sadece teorik olarak başarılı olduğunu
Hz. Ömer
ve Hz. Ebu Bekir’ in O’ nun eksik yanlarını telafi ettiklerini bu
sayede
başarıya ulaşabildiğini söylemekte. Hz. Muhammed’ in teorik
olmasının
yanında Hz. Ebu Bekir’ in bu teorileri uygulamakta yetenekli, Hz.
Ömer’ in
ise kararlı duruşundan ve cesaretinden bahsetmektedir.99 Hz. Ebu
Bekir
Hz. Muhammed’ in bilgili olmasından, Hz. Ömer ise Hz.
Muhammet’in
kendisine gereksinim duymasından dolayı yanında
bulunduklarını,
yani Hz. Muhammed’ in her zaman yanında bulunmalarını
aslında
bir mecburiyet ve çıkar ilişkisi durumu gibi göstermeye
çalışmaktadır.
Fenni
Ertuğrul Şüpheleri Giderme Kitabı’nda bu konuya açıklama
getirmektedir.
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’ in ne kadar kıymetli
olduklarının
ve İslam’a yapmış oldukları katkılarından hiç kimsenin
98
Ertuğrul, a.g.e, s.13.
99 Dozy,
“İslam Tarihi”, s.39.45
şüphesinin
olamayacağını, ancak bu durumun Peygamberin kıymetsiz
gösterilmesi
gibi bir durum için kullanılamayacağından bahseder.100
Cesaret
Peygamber’in önemli sıfatlarından birisidir. Öyle ki
Peygamberliğinin
ilanından sonra Mekkeli müşrikler tarafından türlü
eziyetlere,
hakaretlere ve ithamlara maruz kalmış, kendisine çeşitli
suikastalar
düzenlenmiştir. Küçüklüğünden beri yanında olduğu amcası Ebu
Talip
Müslüman olmasa da Peygamber’ in her zaman koruyucusu olmuştur.
Bu
durumlar karşısında endişelenmesi, başına bir şey gelmesinden
korkmasından
dolayı O’nu vazgeçirmek istemiştir. Ancak Peygamber:
‘‘Güneş’
i sağıma ve Ay’ ı soluma koysalar yine de Allah’ ın tebliğinden
vazgeçmem’’
demiştir.101 Savaşlarda hiçbir zaman geri planda durmamış,
hem
komutanlık, hem askerlik yapmıştır. Öyle ki gücünün son aşamasına
kadar
savaşmaktan geri kalmamıştır.
Hz.
Muhammed her türlü noksanlıktan ve kusurdan Allah tarafından
korunmuştur.
Allah tarafından korunan ve hiçbir zaman keyfiyetine bağlı
olmadan
yalnızca Allah’ ın buyruklarını insanlara ileten bir insanın eksik
olması
gibi bir durum söz konusu olamaz. Hz. Muhammed’ in hiç kimsenin
kararlılığına
yâda pratikliğine ihtiyacı olması gibi bir durum yoktur. Sonuç
itibari
ile O insanlığa gönderilmiştir ve O’da bir insandır. Karşılaştığı
meseleleri
çözümlerken, insanüstü bir güç ile her şeyi tek başına yapması
insanların
İslamiyet’ i benimsemesi konusunda çekimser bırakabilirdi. Yâda
bu kadar
büyük bir mucize karşısında herkes etkilenerek yâda korku ile
İslamiyet’i
seçebilirdi buda çok kıymetli bir durum olmazdı.
1.6.2.
Acımasız Gösterilmeye Çalışılması: Şaire Asma ile Şair
Ebu Afk’
ın Öldürülmeleri
Dozy
İslam Tarihi kitabında Şaire Asma ve Şair Ebu Afk’ ın
öldürülmeleri
ile ilgili düşüncelerini belirtmiştir. Bu hususta Asma ile ilgili
düşüncelerini
aktararak konuyu izah etmeye çalışalım. Bedir Savaşı’ nın
Müslümanlar
tarafından kazanılmasından sonra, kendilerinden sayıca çok
üstte
olanlara karşı kazanılan bu zaferin Muhammed’in gücünü ispat ettiğini
100
Ertuğrul, “Şüpheleri Giderme Kitabı”, s.250.
101
Ertuğrul, “Hakikat Nurları”, s.3.46
ve artık
kendisinde bir üstünlük görmekte olduğunu ifade etmektedir. Artık
gücünü
ispat eden Muhammed’ in düşmanlarına, (düşmanlarından kasıt
Medineli
Yahudiler) karşı zalimce davranmaya başladığını, haksız yere
onları
cezalandırdığını söylemektedir.
Avs
kabilesinden Şaire Asma denilen bir kadın Bedir Savaşı’ nın
kazanılmasının
ardından Muhammed’ in dininin nüfuzunun artmasından,
kendi
kabilesinden olanlar arasında da İslamiyet’ in yayılmaya
başlamasından
büyük rahatsızlık duyuyordu. Öyle ki bu rahatsızlığını dile
getirmek
için hem Müslüman olanlara hem de onların bunu yapmasına izin
veren
kabilesinin büyüklerine yazdığı hicivlerde ağır tahriklerde ve
eleştirilerde
bulunuyordu. Dozy bu durumun Araplar için dayanılması zor
bir
durum olduğunu, çünkü Arapların yapıları gereği eleştiri kabul etmeyen
hoşgörüsüz
kimseler olduklarını söylemektedir. Bundan dolayı Muhammed’
in
tamamen hoşgörüsüzlüğünden dolayı kendi keyfiyeti ile Müslümanlar
içerisinden
birisini bu kadını öldürmek için görevlendirdiğini, gece uyurken
Asma’nın
katledildiğini söylemektedir. Bu durumu kendisi ‘‘katliam’’
olarak
nitelendirmiştir.102
Çok
geçmeden buna benzer durumların tekrar yaşandığını, kendilerine
yergide
bulunan herkesi öldürdüklerini söylemektedir. Bu kez Ebu Afk
adında
bir şairin aynı suçtan dolayı katledildiğini ifade etmektedir. Ebu Afk’
ın yaşı
geçkin bir ihtiyar olduğunu, yine hoşgörüsüzlük sebebiyle gece
uykusunda
katledildiğini söylemektedir.103
Aktarmış
olduklarımız elbette Dozy’ nin empatiden yoksun ve taraflı
olarak
belirtmiş olduğu çoğunluğunun kendi fikrine ait olduğu anlaşılan
ifadeleridir.
Ertuğrul bu durumu bitaraf olarak ifade etmeye çalışmıştır.
Öncelikle
Arapların o dönemdeki toplumsal yapısına baktığımızda şiirlerin
etkisinin
büyük olduğu görülmektedir. Öyle ki savaşarak bile
benimsetilemeyecek
düşünceler şiirler yolu ile insanlar üzerinde büyük
etkiler
bırakabilmekteydi. Bu durumu göz önünde bulundurarak topluma
bakacak
olursak toplumun çoğunluğunu Yahudiler oluşturmaktaydı. Ve
Peygamber
Efendimizin hiçbir dönemde Yahudilere karşı kötü
102
Dozy,
a.g.e, s.64.
103
Dozy, a.g.e, s.65.47
davranışlarda
bulunmamıştır. Yalnızca Yahudilere değil Mekkeli müşriklere
karşı
bile onlardan bir saldırı gelmediği sürece hiçbir zaman onlara karşı
savaş
açmamalarını ashabına emretmiştir. Bu denli hoşgörülü tutumlarına
karşılık
Peygamber Efendimiz bu topluluklardan her zaman düşmanlık
görmüştür.
Çeşitli suikastlar ve hileler ile canına dahi kastetmekten geri
durmamışlardır.
Yine de onların gönüllerine girerek İslamiyet’ i
benimsetmeye
çalışmıştır. Şaire Asma’ ya bakacak olursak kendisi herhangi
bir
zorlamaya maruz bırakılamamış, kendi dinini yaşamaktadır. Ancak o
başka
insanların da İslamiyet’ i kabul etmesini istemiyor, kabul edenlere
karşı
aşağılayıcı, gönüllerini kırıcı sözler söylemekten çekinmiyordu.
Yalnızca
tenkit etmekle kalmıyor kabilesinin büyüklerini Müslüman
olanlara
karşıda kışkırtıyor toplum içinde fitne ve fesat çıkartıyordu.
Bahsettiğimiz
sebepler Ebu Afk içinde geçerli olmaktadır. Çok yaşlı
olmasına
rağmen insanları tahrik edecek hicivler yazmaktan geri durmamış,
fitne ve
fesat çıkartmak için çalışmıştır.104
Elbette
bu durumlar Müslümanlar için zor olan hayatı daha da zor hale
getirmekteydi.
İnsan haklarının geliştiği, düşünce ve vicdan hürriyetinin
varlığından
söz ettiğimiz günümüz şartlarında bile din, insanlar arasında
halen
tartışılmakta olan, insanlar arasında ayrımcılıklara sebep olabilen,
nihayete
ulaştırılamamış bir konu iken, cahiliye olarak tanımlanan bir
dönemde
insanların bu konuda ne kadar acımasız davranışlarda
bulunabileceği
herkes tarafından tahmin edilebilecek bir durumdur.
İnsanların
ıslah edilebilesine imkân veren bir sistemin bulunmaması,
günümüzdeki
gibi hapishanelerin olmaması sebebiyle yapılabilecek tek şey
insanların
uyarılmasıydı. Uyarılardan sonuç alınamaması sonucunda bazı
insanlar
ölmüştür. Zira yapmış oldukları kötülükler sadece kendilerini
ilgilendirmemekteydi.
Başka insanların düşüncelerine ve hayatlarına
müdahalede
bulunmak, onların zarar görmesine sebep olmak tepkisiz
kalınacak
bir şey değildir.105
Hz.
Muhammed’ in ve ona inananların kelime-i tevhidi insanların
kalplerine
yerleştirmeye çalışırken yaşadığı zorlukları ifade etmeye
104
Ertuğrul,” Şüpheleri Giderme Kitabı”, s.264
105
Ertuğrul, a.g.e, s.26648
‘‘katliam’’
kelimesinin anlamı dahi yeterli gelmeyecektir. Kureyşli müşrik
kadınlar
savaşta ölen Müslümanların kulaklarından ve burunlarından
gerdanlıklar
yapmış, Ebu Süfyan’ ın karısı Hind Peygamberin amcasını
öldürtmüş,
kalbini yerinden söküp dişleriyle parçalamıştır. Hz. Muhammed
amcası
Hz. Hamza’nın öldürülmesine hiçbir şeye üzülmediği kadar
üzülmüştü.
Ancak o hiçbir zaman kendi nefsi için intikam almaya
uğraşmamıştır.
Kendisini ve en yakınlarına karşı her türlü fenalığı yapanlara
karşı
bile bağışlayıcı olmuştur.106
Şaire
Asma ile Şair Ebu Afk’ ın ölmelerin Dozy tarafından ‘‘katliam’’
olarak
görülmesi, zannediyoruz ki gerçeklerin görmezden gelmesinden
kaynaklanmaktadır.
Zira İslamiyet’ i kabul etmiş olanların Mekkeli
müşrikler
tarafından uğramış oldukları zulüm ve eziyetler bitaraf olarak ele
alınsaydı
Asma ve Ebu Afk’ ın yaşadıkları Dozy tarafından bile yazılmaya
değer
görülmeyecektir.
1.6.3.
Evlilikleri ve Hz. Zeynep İle olan Evliliği
Dozy
İslam Tarihi kitabında Peygamber’ in yapmış olduğu evlilikler
ile
ilgili iddialarda bulunuyor. İlk eşi Hatice ’nin vefatından sonra kendisini
harem
kurmak ile suçlamaktadır. Kitapta Hatice’ nin vefatından hemen
sonra
Suda adında dul bir kadınla evlendiğini söylemektedir. Aynı zaman
içerisinde
Hz. Ebu Bekir’ in yedi yaşındaki kızı Ayşe ile de nişanlandığını
on
yaşında iken de Medine’ de evlendiğini söylemektedir. İlerleyen
zamanlarda
Bedir Savaşı’nda kocasını kaybeden Hz. Ömer’in kızı Hafsa’yı
da
eşlerinin arasına kattığını bu evlilikleri ile Peygamber’ i nefsinin istekleri
doğrultusunda
hareket eden birisi gibi gösterme çabası içerinde bulunmuş ve
bunu
kuvvetlendirmek içinde Peygamber’ in Zeynep ile yapmış olduğu
evliliği
kullanmıştır. Zeynep Peygamber’ in köle iken azat ettiği ve evlatlığı
Zeyd ile
evlidir. Zeyd’ in evde olmadığı bir zamanda Peygamber’ in
evlerine
gittiğini, Zeynep’ i üstüne başını toparlarken gördüğünü ve
Zeynep’e
karşı nefsi duygularının oluştuğunu söylemektedir. Zeynep’ in de
bu
durumun farkında ve memnun olduğunu, bunları kocası Zeyd’e
anlatmakta
gecikmediğini söylemektedir. Bu durum karşısında Zeydi’ n
106
Ertuğrul, a.g.e, s.26549
Peygambere
gidip isterse eşini onun için boşayacağını söylediğini ve
Peygamberin
tepkisinden bunu istemediğini söylese de aslında istekli
olduğunu
anlayarak Zeynep’ i boşadığını söylemektedir. Bir diğer sebebin
de Zeyd’
in Peygamber’ in kendisine karşı beğeni duymasından hoşnut olan
bir
kadınla evli kalmayı istememesi olarak belirtmektedir.107
Boşanmalarının
hemen ardından Peygamber’ in Zeynep ile evlenmeye
cesaret
edemediğini çünkü Zeydi’ n kendisinin evlatlığı olmasından dolayı
bu
durumun hoş karşılanmayacağının farkında olduğunu belirtmektedir.
Arap
toplumunda evlatlığının eşi ile evlenmenin öz oğlunun eşi ile
evlenmek
kadar kötü görüldüğünü belirtmektedir. Bu durumun uzun
sürmediğini
ve sonunda Muhammed’in ‘‘Zeynep’ in evine gitsinler ve ona,
Allah’
ın onu bana eş olarak verdiğini söylesinler’’108 dediğini belirtir.
Bu konu
Dozy ve onun gibi İslamiyet’ e ve Peygamber’ e kusur
atfetmeye
çalışanlar için çarpıtmaların en çok yapıldığı konulardan birisidir.
Kuran-ı
Kerim bu hususlarda en güzel cevapları tayin etmiş, hakikati
görmek
isteyenlere en mantıklı cevapları sunmuştur. Kuran’da ‘‘Allah bir
adam
için içinde iki kalp yapmamıştır. Kendilerinden zıhar* yaptığınız
eşlerinizi
analarınız kılmamıştır. Evlatlıklarınızı da oğullarınız kılmamıştır.
O sizin
ağzınızdaki lafınızdır. Allah ise hakkı söylüyor ve doğru yolu
gösteriyor.’’109
Bu
ayetlerde bir insanın iki kalbi yoktur demekle, bir erkek için
annesi
ve eşinin aynı kadın olamayacağı hususu anlatılmak istenmiştir. Bir
kalbe
sahip olduğumuza göre bir kadın annemiz ise eşimiz değildir. Eğer
eşimiz
ise annemiz değildir. Üçüncü bir durumdan söz edemeyiz. Aksi
takdirde
hem mantıksız hem de inanan insanlar Allah’ ın emirlerine karşı
konuşmuş
oluruz. ‘‘Onları, babalarının adlarıyla çağırın. Bu Allah katında
107
Dozy, a.g.e, s.70.
108
Dozy, a.g.e, s.71.
109
Ahzap Suresi, 4.
*zıhar:
İslam’ dan önce Araplar arasında, kocanın karısına, “ sen bana annemin sırtı
gibisin
!”
diyerek hanımından uzaklaşmasıdır. Boşanma olmadığı halde tekrar karı koca
olmak
için
kefaret ödenmesi gereken bir durumdur.50
daha
doğrudur. Eğer onların babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din
kardeşleriniz
ve dostlarınızdır…’’110 İlgili ayet Peygamberimiz ve Zeyd
arasındaki
ilişkiden mütevellit zuhur olmuştur. Çünkü evlatlığı Zeyd olarak
anılmaktadır.
Ancak ilgili ayetten de anlaşılacağı gibi eğer bir kimsenin
babasının
kim olduğunu biliniyorsa babasının adı ile anılmalıdır. Eğer
bilinmiyorsa
ve Müslüman bir kimse ise onun ancak din kardeşi yahut dost
olarak
anılmalıdır. Örneğin o zamana kadar Muhammed oğlu Zeyd olarak
anılırken
Harise’nin oğlu Zeyd olarak anılmaya başlanmıştır.
İslamiyet
gelmeden evvel cahiliye döneminde Araplar arasında evlat
edinilen
erkek çocuklarından soylarının yürüdüğü, kendi öz evlatları gibi
olduğu
inancı hâkimdir. Hatta Peygamberimizin de nübüvvetten önce evlat
edindiği
çocukları bulunmaktaydı. Fakat bu ayetin inmesi ile birlikte bu
durum
geçersiz olmuştur. 111
Zeynep,
Peygamberin halasının kızı olmakla birlikte İslamiyet
gelmeden
evvel, örtünmenin kadınlara emredilmediği zamanlarda da onu
her hali
ile görmüştür. Eğer Peygamber Dozy’ nin İslam Tarihi kitabında
belirttiği
gibi Zeyd yokken Zeynep’i evinde görüp ondan etkilenecek olsa
idi bu
daha önceden olurdu ve Zeynep ile kendisi evlenirdi. Zira o Zeyd ile
Zeynep’
in izdivacını bizzat kendisi yapmıştır. Zeynep peygamberin
soyundan,
güzel ve akıllı bir kadındır ve bir köle ile evlenmeyi kendisine
yakıştıramamışsa
da peygamberin isteği ile Zeyd ile evlenmiştir. Ancak
Zeynep
bu evlilikten hiçbir zaman memnun olamamış ve kocası Zeydi de
memnun
edememişti. Zeyd bu durumun farkındadır ve Peygambere
aralarındaki
bu durumdan sıklıkla söz etmektedir. Ancak bu durum Dozy’
nin
ilgili sayfada belirttiği gibi Zeynep’ in Peygamberin ilgisini çekmekten
memnun
olmasından dolayı değildir. Çünkü Zeyd Zeynep’in ahlakı, iffeti ve
imanından
asla şüphe etmiyordu. Yalnızca kendisinin bir köle olmasından
dolayı,
kendine yakışır bir eş olarak göremediğinin farkındaydı. Zeyd’ in
110
Ahzab Suresi, 5.
111 Ömer
Nasuhi Bilmen, ‘‘İnsanların Birer Kalbe Sahip Oldukları ve Karı Kocalık
Meselesi,
Evlilikten Doğan Akrabalık’’, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri,
C.6, İstanbul:
İpek Yayın Dağıtım, ss.86-87-88.51
kendisine
boşanmak istediğini söylediği bu durumlar karşısında Peygamber
ona
sabırlı olmasını ve Allah’ tan korkmasını söylüyor, hiçbir zaman
boşanmasından
yana durmuyordu. Bu durum için Fenni Ertuğrul, Zeynel
Abidin’
in rivayetini daha gerçek bulduğunu belirtir. Zeynel Abidin’ in
rivayetine
göre Peygamber Allah’ ın Zeynep’ i kendisine nikâhlayacağını
bilmekteydi.
Ancak böyle bir şeyi açığa çıkartmamış, Allah’ ın emri gelene
kadar da
bunu kimseyle paylaşmamıştır. Zeynep’in de kocasına karşı olan
bu
durumunun geçmesi için, kocasının köle olmasına karşın soylu bir
aileden
gelmekte olduğunu söyleyerek onun gönlünü hoş etmeye
çalışıyordu.
Dozy’ nin hem iddia ettiği hem de eleştirdiği durum, Dozy gibi
hakikati
göremeyen akıllar tarafından bile ayıplanırken, Hz. Muhammed
gibi
Allah’ ın en sevdiği, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir
Peygamberin
düşünememesi yahut nefsinin bu denli zapt edilemez oluşu
nasıl
düşünülebilir?112
Peygamberin
evlilikleri genellikle şefkat evliliği olmuştur. Öyle ki
henüz
yirmi beş yaşında bir delikanlı iken kendisinden on beş yaş büyük iki
kez
evlenmiş dul bir kadın olan Hz. Hatice ile evlenmiştir. Ve Hz. Hatice
vefat
edene kadar hiçbir kadını nikâhına almamıştır. İnsanın duyguları ile
hareket
ettiği, nefsine göre işler yapmaya daha müsait olduğu bir zamanda
bile o
bunu yapmamıştır. Üstelik Hz. Hatice oldukça varlıklı ve akıllı bir
kadındır.
Eşleri vefat ettiği için dul kalmıştır. Kendisiyle evlenmek isteyen
çok
fazla kişi bulunmaktadır. Ancak o Peygamber’in insanlar arasında
methini
ve yüce bir insan olacağı yönündeki sözleri işitmiştir ve görmüş
olduğu
bir rüya ile Peygamber ile evlenmek istediğini bildirmiştir. Yirmi
beş sene
süren bu evlilik sonrasında Hz. Hatice vefat etmiştir.
Hz. Hatice’
nin vefatından sonra Hz. Sevde ile evlenmiştir. O da eşini
kaybetmiş
yaşlı ve dul bir kadındır. Dört yıl kadar evli kaldıktan sonra
boşandı.
Ancak Hz. Sevde Peygamber efendimizden kıyamet günü hanımı
112
Ertuğrul, a.g.e, ss.268-269.52
olarak
diriltilmek için hiçbir beklentisi olmaksızın nikâhında olmak
istediğini
söyleyince onu tekrar nikâhına almıştır.113
Daha
sonra Hz. Ayşe ile nikâhlanmıştır. Hz. Ayşe bekâr olarak aldığı
tek
eşidir. Bu evliliği Hz. Ayşe’ nin yaşının küçüklüğü hususunda başta
Dozy olmaz
üzere pek çokları tarafından çok fazla eleştiriye ve istismara
uğratılmıştır.
İslam tarihi araştırmacıları tarafından Hz. Ayşe’ nin evlilik
yaşı ile
ilgili kesin bir rakam verilememektedir. Bu düşünceleri destekleyen
deliller
bulunmamaktadır. Ancak başka olaylara bağlı olarak tespitlerde
bulunulmaktadır.
Fakat şu da kabul edilmesi gerekli bir gerçektir ki, rivayet
edilen
yaşlardan hangisi olursa olsun, o dönemin şartları içerisinde kimsenin
garipsemediği
bir durumdur. 20.yy’a gelinceye kadar Hz. Ayşe’ nin yaşı
sorun
yapılmamıştı. Hz. Muhammed’ i hiç kimse pedefoliden
suçlamamıştır.
Eğer Dozy’nin iddiaları doğru olsa idi o dönemde bu konu
elbette
Hz. Muhammed’ in aleyhinde kullanılırdı. Hz. Ayşe’ nin evlendiği
yaş ile
ilgili çeşitli yollardan rivayetleri aktarmaya çalışacağız.
Hz.
Muhammed, Hz. Ayşe’ yi babası Hz. Ebubekir’ den istettiği
zamanın
İslamiyet’ in ilan edilmesinden on sene sonra olduğu rivayet
edilmektedir.
Hz. Ayşe’ nin doğum tarihi de vahyin bildirilmesinden beş-altı
sene
evvel olarak aktarılmaktadır. Bu durumda Hz. Ayşe’ nin babasından
istetildiği
zaman 16-17li yaşlara tekabül etmektedir. Bir sürede nişanlı
kalmışlar
ve bir-iki sene sonra evlenmişlerdir.114
Birçok
rivayette Hz. Ayşe’ nin doğum tarihi, peygamberliğin ilanından
dört yıl
sonra olarak aktarılmaktadır. Ancak bunun aslı peygamberlikten
dört yıl
sonra değil, peygamberliğin ilanından altı yıl öncedir. Hz.
Muhammed’
in Hz. Ayşe ile evlenmek istediği tarih peygamberliğin
ilanından
on yıl sonra olmuştur. Hatta bu isteğini belirttiği dönemde babası
Ebu
Bekir, Ayşe’ yi başkalarının da istediğini belirtmiştir. Demek ki Hz.
Ayşe
başkaları tarafından da istenebilecek kadar büyük bir yaştaydı. Bu
verilere
göre Hz. Ayşe’ nin istenmesinde on altı yaşlarında olması gerektiği
113
Muhammed İbn İshak, “Hz. Muhammed’in Hayatı”, İstanbul: İstanbul Matbaacılık,
2012,
s.323
114
Muhammed İbn İshak, a.g.e, s.325.53
sonucuna
varılır. Ayrıca Hz. Ayşe’ yi isteyenler İslamiyet’in kabulünden
sonra
putperest inancı sürdürmüşlerdir. Eğer Hz. Ayşe’ yi istediği zamanda
Hz.
Muhammed peygamberliğini tebliğ ettiği yaşta olsa idi, en yakın dostu
Hz. Ebu
Bekir’in Hz. Ayşe’ yi Müslüman olmayan bir aileye vermek
istemezdi.
Nitekim Hz. Ayşe’ nin Müslüman olmasından dolayı, onunla
evlenmekten
vazgeçtikleri de belirtilmektedir.115
Hz.
Ayşe’ ye Mekke yıllarında inmiş olan Kıyamet suresinin tam olarak
ne zaman
indiği sorulduğunda, kendisinin oyun oynayan bir çocuk olduğunu
söylediği
rivayet edilmektedir. Bu sure peygamberliğin üçüncü yâda
dördüncü
yıllarında inmiştir. Hz. Ayşe’ nin de bu surenin iniş zamanı ve
ayetlerinin
hatırlayabilmesi göz önünde bulundurulursa büyük bir çocuk
olması
gerektiği anlaşılır.116
Birçok
kaynakta Hz. Ayşe’ nin ablasının, hicret esnasında 27-28
yaşlarında
olduğu bilinmektedir. Hz. Ayşe ile aralarında 10 yaş bulunduğu
da yine
rivayetler arasında bulunmaktadır. Bu durumda hicret zamanında
Hz.
Ayşe’ nin 17-18’li yaşlarda olduğu anlaşılmaktadır.117 Hz. Ayşe ile ilgili
olarak
yaş konusunda muammaların bulunmasının en büyük sebeplerinden
birisi
de cahiliye döneminde kadınlara ve kız çocuklarına değer
verilmemesinden
kaynaklanmaktadır. Kız çocukları değersiz
görüldüklerinden
olsa gerek, kayıt altına alınmamıştır.
Daha
sonra Hz. Ömer’ in kızı Hz. Hafsa ile nikâhlanmıştır. Hz. Hafsa’
nın eşi
vefat etmiştir. Hz. Ömer onu yakın dostları olan Hz. Ebubekir ya da
Hz.
Osman’ a vermek istemiştir. Ancak her ikisi de evlenmek
istememişlerdir.
Bu durumdan üzülen ve İslam’ a büyük hizmetlerde
bulunan
Hz. Ömer’ in gönlünü almak için Peygamber, kızı Hafsa ile
115
Yaşar Nuri Öztürk, “Asrısaadet ’in Büyük Kadınları; Hz. Ayşe”, İstanbul: Yeni
Boyut
Yayınevi,
2013, ss.29-60.
116
Muhammet Emin Yıldırım, “Hz. Aişe Validemizin Evlilik Yaşı”, Siyer Vakfı.
https://www.siyervakfi.org/hz-aise-validemizin-evlilik-yasi/,
(Erişim Tarihi: 18.12.2019).
117
Muhammet Emin Yıldırım, “Hz. Aişe Validemizin Evlilik Yaşı”, Siyer Vakfı.
https://www.siyervakfi.org/hz-aise-validemizin-evlilik-yasi/,
(Erişim Tarihi: 18.12.2019).54
nikâhlanmıştır.
Ümmü Seleme; İslam’ ı en önce kabul eden ve ilk hicret
edenlerdendir.
Oda dul kamıştır ve Peygamber nikâhı altına almıştır.
Ümmü
Habibe; kocası ile birlikte İslam’ ı ilk benimseyenlerden
olmuştur.
Kocası ile Habeşistan’a hicret edenlerdendir. Ancak orada kocası
dinini
değiştirmiş ve Seleme’ yi de buna zorlamıştır. Tüm baskısına rağmen
Seleme
inancından vazgeçmemiştir. Daha sonra eşinin vefat etmesiyle
yalnız
kalmıştır. Kendisine denk kimseyi bulamadığı için evlenememiştir.
İnancında
sabit kalması sebebiyle Peygamber kendisini nikâhına alma teklifi
göndermiştir
ve Seleme bundan büyük mutluluk duyarak kabul etmiştir.
Cahş
kızı Zeynep ile olan evliliğinden yukarıda bahsetmiştik. Hz.
Zeynep
peygamberin hanımlarından olduktan sonra ‘‘Sizi babalarınız, beni
ise yedi
kat göğün üzerinde Cenab-ı Allah evlendirdi’’ dediği rivayet
olunmuştur.
Zira peygamberin onunla olan evliliği cahiliye adetlerinden
olan
evlatlık oğulların olması geleneğini ortadan kaldırmış önemli bir
evliliktir.
Huzeyme
el-Hilaliye kızı Zeynep; kocası Uhud’ da öldürülmüştür.
Evlendikten
birkaç ay sonra vefat etmiştir.
El
Haretül- Hilaliye kızı Meymune; kendisi dul kaldıktan sonra hiç
kimse
ile evlenmek istememiştir. Kalbinde sürekli olarak peygamberin eşi
olma şerefine
ulaşabilmek arzusu bulunmaktaydı. Öyle ki bunu rüyalarına
girecek
kadar istemekteydi. Hislerini kız kardeşine söylemiş ve oda bu
duruma
sessiz kalamamış durumu eşine açmıştır. Hz. Abbas durumu
peygamberimiz
ile paylaşıp onları evlendirmiştir.
El-Haris
kızı Cüveyriye; kocası öldürülmüş ve kendisi esir alınmış ve
satılığa
çıkartılmıştı. Peygamberimizden yardım istemesi üzerine bedelini
ödeyip
onu kurtarmış ve eşleri arasına katmıştır. Oluşan akrabalık bağından
dolayı
Cüveyriye’nin diğer akrabaları da esirlikten azat edilmişlerdir.
Huyey
kızı Safiye; Musa ve Harun Peygamberlerin soyundandır.
Yahudi
olan kocası Hayber’de ölmüş kendisi de esir alınmıştır. Bu evlilik
ile
birlikte Yahudiler ile geniş akrabalık bağı oluşmuştur. Onlarla etkileşime55
geçebilmesi
ve İslamiyet’ in sınırlarını genişletebilmesine katkı sağlayacak
bir bağ
oluşmuştur.
Görüldüğü
gibi peygamberin evliliklerinden maksadı şehvet olmayıp,
büyük
çoğunluğu şefkat evliliği olmuştur. Bunun dışında siyasi sebepler için
yapılan
evlilikleri de bulunmaktadır.
1.6.4.
Kurazya Oğulları Vakasında Muaz oğlu Sad’ ın Hakem
Tayini
Dozy
İslam Tarihi kitabında, Medine’ den kovulmuş olan bazı
Yahudilerin,
Mekkeliler tarafından Hz. Muhammed’ e duyulan nefreti
kullanarak,
bir savaş yapmak istediklerini anlatmaktadır. M.S 627 yılında
Ebu
Sufyan komutasındaki Yahudilerden ve Mekkelilerden oluşan büyük
bir grup
Hz. Muhammed’ i hedef alan bir saldırı için Medine’ye doğru
yürümüşlerdir.
Hz. Muhammed bu olayı çok geç haber aldığı için herhangi
bir
savunma planında bulunamıyordu. Yanlarında bulunan savaş esiri
Selman
Farisi’ nin önerisiyle şehrin girişine büyük hendekler kazılmış ve
büyük
toprak yığıntıları oluşturulmuştu. Ebu Sufyan ve ordusu daha önce
hiç
görmedikleri bu durum karşısında şaşkınlık içinde kalmışlardır. Havva
şartlarının
sert olması sebebiyle, oluşan şiddetli rüzgârlardan dolayı Ebu
Sufyan
ve ordusu bu hendekler karşısında bir şey yapamamış ve geri
çekilmişlerdir.
Evet, bu savaşta Hz. Muhammed’ e karşı bir şey
kazanmamışlardı
ama ona tabi olmuş olan Beni Kariza kabilesini kendi
taraflarına
çekmişlerdi. Beni Kariza kabilesi daha önce Peygambere vermiş
oldukları
sözden dönmüşler ve ihanette bulunmuşlardı.
Savaş
sona erdikten sonra Cebrail’ den gelen emirle birlikte Hz.
Muhammed
bu kabileye kuşatma yaptı ve kuşatmaya hazırlıksız yakalanan
Beni
Kariza kabilesi çok fazla direniş gösteremeden kendileri hakkındaki
kararları
Beni Avs’ ın vermesi şartı ile teslim oldular. Beni Avs onların
affedilmesi
ve serbest bırakılmaları konusunda ısrarcı oluyordu. Dozy, bu
durumun
Hz. Muhammed’in çıkarlarına uymadığı için yine kendi içlerinden
olan ama
hem Müslüman olmuş hem de bu savaşta ağır bir ok yarası alarak
Beni
Kariza’ ya karşı öfkeli olan Saad Ibn Muaz’ ın kendileri hakkında
karar
vermesi için hakem olarak atama teklifini sundu ve kabul ettiler.56
Ancak
Saad Ibn Muaz’ ın haklarında vermiş olduğu karar Beni Kariza eli
silah
tutan kim varsa başlarının kesilmesi, kadınların ve çocukların esir
olarak
satılmasıydı. Bunlardan kalan ganimetlerinde ordunun askerleri
arasında
paylaşılmasına karar verilmişti. Dozy, bu karar için Muhammed’ i
çok
memnun etmişti demektedir. Onun bu karara sevinmesinin nedenini
çevresinde
bulunan kendisine düşman olan bir topluluktan tamamen
kurtulmuş
olmasından kaynaklandığını ifade etmektedir. Bu olaydaki
hatanın
yalnızca Peygamberden kaynaklanmadığını, en az Peygamber kadar
toplumunun
da suçu olduğunu söylüyor. Bu olayı katliam olarak tanımlayan
Dozy, bu
olayı Peygamberin ve toplumların kendi istekleri için yapıp bunu
tanrısal
bir emir gibi gösterdiklerini iddia etmektedir.118
Ertuğrul
Şüpheleri Giderme Kitabı’nda Dozy’ nin İslam Tarihi
kitabında
yaptığı tespitlerin olayların çarpıtılması ve yanlış anlaşılmasına
sebebiyet
vermesinden dolayı, açıklanmasını gerekli gördüğünü belirtmiştir.
Dozy’nin
anlatım şekli ile olay yalnızca, Peygamberin Yahudilere
düşmanlık
beslemesinden dolayı 800 Yahudi’ nin öldürülmesi için bilinçli
olarak
Muaz oğlu Saad’ı hakem yapmış olması şeklinde aktarılmaktadır.
Hz.
Muhammed Hendek Savaşı başlarken, Kurazya kabilesinin kendisi
ile
yapmış olduğu anlaşmaya ihanet ettiklerini ve müşrikler ile anlaşıp
Müslümanlara
karşı savaşacaklarını işitmişti. Ancak yine de bu durumun
doğruluğunu
öğrenmek maksadı ile birkaç kişiyi Kurazya kabilesinin yanına
göndermişti.
Yaptıklarından derhal vazgeçmelerini söyleyen elçilere türlü
hakaretlerde
bulunmuş, Peygamber hakkında kötü sözler söylemişlerdi. Bu
durumun
doğruluğunun duyulmasından sonra Müslümanlar kendi içlerinde
tedirgin
olmuşlardı. Düşman hem içlerinden hem de dışlarından
saldırmaktaydı.
Düşmanları kendilerinden sayıca çok üstündü. Gerçekten
iman
etmiş olanlar tüm bunlara rağmen yerlerini terk etmemişlerdi.119
“Onlar
size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi. Gözler
yuvalarından
fırlamış, yürekler ağızlara gelmişti; Allah hakkında da farklı
118
Dozy,
a.g.e, ss.75-76-77-78.
119
Ertuğrul, “Şüpheleri Giderme Kitabı”, s.286.57
düşüncelere
dalmıştınız. İşte orada, inananlar denenmiş ve şiddetli bir
sarsıntıyla
sarsılmışlardı.”120
Müslümanlara
yaşatmış oldukları tüm bu korkulara rağmen Hendek
Savaş’ı
bittikten sonra Hz. Muhammed onların peşlerinden intikam arzusu
ile
gitmemişti. Medine’ye döndüğü sırada kendisine gelen vahiy
doğrultusunda
hareket etmiş tekrar geri dönüp Kurazya kabilesinin
bulundukları
kaleyi kuşatmıştır. Hendek Savaşı daha önce yapılmış olan
hiçbir
savaşa benzememektedir. Uhud ve Bedir savaşları Mekkeli müşrikler
ile
yapılmıştı. Ancak Hendek Savaşı tüm İslam düşmanlarının Beni Nadir
Yahudileri,
Kureyşli müşrikler ve Hristiyanlar birlikte hareket ettiği büyük
bir
saldırı olmuştur.
Hz.
Muhammed Yahudilere karşı her zaman hoşgörülü olmuş, hiçbir
zaman
onları zorla İslamiyet’e inandırmaya çalışmamıştır. Müslümanlara
zarar
vermemek şartı ile Yahudi ve Hristiyanların inançlarını yaşamalarına
izin
vermiştir. Buna rağmen kavminin ve kendisinin en zor zamanlarında
onlardan
her zaman kötülük ve hainlik görmüştür. Hendek Savaşında
yaptıkları
anlaşmaya uymamalarından dolayı elbette bir ceza alacaklardı. Bu
konuda
Peygamberin merhametsiz ve katliam yapan birisi olarak göstermek
çok sığ
ve gereksiz iddialardır. Peygamberin merhametinden şüphe
duyanları,
kendisine senelerce suikastalar düzenleyen, en sevdiklerini canice
öldürenlere
bile göstermiş olduğu merhametin hatırlanması gerekmektedir.
Üstelik
Peygamberin kendileri için karar vermesini reddetmiş ve
kendileri
Muaz oğlu Saad’ın hakemliğini istemişlerdi. Sonucundan memnun
olunmaması
Peygamberi gaddar ve merhametsiz yapmaz. Daha evvel Beni
Nadir
kabilesi ile yaşanılan sorunlar neticesinde Hz. Muhammed onların
sürgün
edilmeleri emrini vermişti. Eğer gerçekten Beni Kurazyalı
Yahudilerden
de kurtulmak isteseydi onlarla anlaşma yoluna gitmek yerine
onlarında
sürgün edilmelerini isteyebilirdi. Ancak sözlerinde sadık
kalmayarak
bütün Müslümanlara karşı kötülük yapmışlardır.
Kendilerinin
hata yaptıklarını Hz. Muhammed’ in yolladığı elçiler ile
bildirmesi,
doğru yola çağırması üzerine, Peygamberliğine ve aralarındaki
120
Ahzâb Suresi, 10-11.58
anlaşmaya
ağır sözler söyleyip kendilerine hiçbir açık kapı bırakmayan bu
kabilenin
neticede aldıkları cezanın gaddarca ve merhametsizce olduğunu
söylemek
bir sonuç vermeyecektir.121
1.7.Vahiy
Açısından Yöneltilen Eleştiriler
1.7.1.
Kur’ an’ ın İfade Üslubu
Dozy,
İslamiyet Tarihi kitabında Kuran’ ın kendisi ile ilgili
iddialarına
şu şekilde başlamaktadır: ‘‘Fakat benim fikrim sorulacak olursa,
ben şunu
düşünüyorum ki, az bilinen Arapça eski kitaplar içinde Kuran
kadar az
zevki güzellik gösteren, Kuran kadar az asli olan, Kuran kadar ifrat
derecede
abartılı ve usandırıcı bir kitap tanımıyorum. Hikâyelerinde bile,
hikâyeler
en iyi kısımdır, pek çok tekrar var’’ demektedir.122
Kuran’
ın asli olmaması, diğer dini kitaplardan aşırma ile yazılmış
olduğu
iddiasına bakacak olursak; Fenni Ertuğrul Şüpheleri Giderme
Kitabı’
nda bu hususta ortaya atılan iddiaların dikkate bile alınmaması
gerektiğini
savunmuştur. Kuran’ ı Kerim’ de kıssaların bulunma amacı
önceki
ümmetlerin yaşamış oldukları vaziyetlerin insanlara bildirilmesi ve
insanların
bunlardan kendilerine ders çıkartabilmeleridir.123 Kuran’ ın
benzerlik
gösterdiği kaynaklar putperestlere ait değildir. Yine Allah’ın
peygamberleri
aracılığı ile göndermiş olduğu kitaplardır. İnsanlar tarafından
değişikliği
uğratılmadan evvel bu kitaplarda hakikati ifa etmekteydi. Bu
bakımdan
Kuran’ ı Kerim’ de herhangi bir aşırma yahut intihal durumundan
söz
edilemez. Allah’ın göndermiş olduğu her peygamber kendisinden önce
gelen
peygamberleri onaylamış, kendisinden sonra gelecek olan
peygamberlerin
de habercisi olmuştur.124 İlahi kitapların gelişi de aynı
insanlık
tarihi gibi bir süreci oluşturmaktadır.
Kıssalar
şeklinde anlatım yöntemi, yalnızca Kur’ an’ da var olan bir
durum
değildir. Kur’ an’ dan önceki tüm dinlerde birbirlerine ait kıssalar
bulunmaktaydı.
İlahi kitap gönderilen tüm topluluklarda benzer kıssalar
121
Ertuğrul, a.g.e, s.288-290.
122
Dozy,
a.g.e, ss.98.
123
Ertuğrul, a.g.e, ss.294-295.
124 ‘‘
Kur'an, önce gelmiş olan kitapları tasdik edicidir.’’ (Bakara-97)59
vardır.125
Örnek vererek açıklayacak olursak, bütün ilahi kitaplarda Hz.
Âdem’ in
yaratılması ve cennetten kovuluşu kıssası anlatılır. Kuran diğer
dinlerde
bahsi geçtiği için bu olayı yaşanmamış kabul edip kendisi farklı
şeyler
anlatmış olsaydı Dozy ve onun gibi düşünen Oryantalist düşünürlerin
nazarında
kabul edilip, ilahi bir kitap mı olacaktı? O zamanda insanlık tarihi
ile
ilişiği bulunmayan kopuk bir kitap olduğu gerekçesi ile uydurulmuş bir
kitap
olarak eleştirilmez miydi?
Bir
başka eleştiri noktası da Kuran’ın dili konusudur. Dozy’ nin
iddialarına
göre, Kuran o dönemde Arapların konuştukları dile
benzememektedir.
Arapça dil bilgisi kurallarını bilen insanların bu farkı çok
kolay
bir şekilde anlayabileceklerini söylemektedir. Arap âlimler de bu
sorunun farkında
oldukları için eserlerinde hiç bir zaman Kuran’dan
örnekleri
kullanmadıklarını söyler. Bahsettiği farkındalık durumunu ispat
edecek
bir delili olmadığından olacak, bu durumun Arap âlimler ve
dilbilimciler
tarafından ifade edilme cesaretinde bulunulmadığını da
söylemektedir.126
Böyle
bir durum olsa idi inen ayetler insanlar tarafından anlaşılamazdı
ve
benimsenmezdi. Dolayısı ile insanların eleştirilerine maruz kalırdı.
Kuran’ ı
Kerim’ in içerisinde Arapça olmayan kelimelerin var olması da
herhangi
bir noksanlık sebebi değildir. Zira hiçbir toplum ile etkileşime
girmemiş,
saf bir dilden bahsetmek ne dünün ne de bugünün şartlarında söz
konusu
değildir.127 İslamiyet’ in kabulü ve İslami fetihlerin başlamasına
kadar
Arapların derlenmiş yazılı dilbilgisi kaynakları bulunmamaktaydı. Bu
çalışmaların
yapılması yaklaşık hicri ikinci asırdan sonrasında olmuştur.
Dolayısıyla
İslamiyet’ in tebliğ edildiği dönemdeki Arap dilbilgisinin yapısı
ile
ilgili bize bilgi veren bir kaynak bulunmamaktadır. O döneme ait bilinen
yazılı
dilbilgisi çalışmaları da, Hz. Muhammed’ in kendisine gelen Kuran
125
Namık Kemal Okumuş, “Tahrif Edilen Hakikat”, Ankara: Araştırma Yayınları, 2016,
ss.114-115.
126
Fenni Ertuğrul, “Hakikat Nurları”, s.14.
127
Fenni Ertuğrul, a.g.e, ss.14-15.60
ayetlerini
ezberlemesi ve bunları yazacak kâtiplere de ezberletip yazdırması
şeklinde
başlamıştır.128
Kuran-ı
Kerim’ in ifade biçiminin o dönemdeki eserlere bezememesi
Kuran-ı
Kerim’de olan bir yanlışlık durumuna kanıt olarak gösterilemez.
Aynı
dili kullanan ama birbirlerinden çok farklı eserler oluşturan birçok
yazar
vardır. O zaman bu insanlar içinde birbirlerinin aynısı ifadeler ile
eserler
oluşturmaları gerektiğini mi söylemeliyiz? Ya da toplumsal
kuralların,
kanunların yalnızca hukukçular tarafından anlaşılabilen üst düzey
bilgi
gerektiren ifadeler ile yazılıp, diğer insanlar bu bilgilerden mahrum mu
bırakılmalıdır?
Kuran’
ın içeriğinin düzensiz olduğu iddiası; Bu iddialar henüz kuran
ayetlerinin
yeni indirilmeye başladığı zamanlarda Yahudiler tarafından da
söylenmekteydi.
Tevrat’ın kronolojik yapısını benimsemiş olan Yahudiler,
Kuran
ayetlerini karışık, birbirleri ile alakasız ve düzensiz bulmuşlardır.
Orta Çağ
Yahudilerinin eserlerinde de bu hususa sıkça değinilmiştir.
İslamiyet’i
sıklıkla Tevrat ile kıyaslama yoluna gidip, farklılıkları üzerinden
inanmayışlarını
temellendirmeye çalışmışlardır. Mekke döneminde Hz.
Muhammed’
e gelen Yahudiler, Kuran’ın ayetlerinin ilahi olmadığını,
çünkü
Tevrat’takiler ile birbirlerine hiç benzemedikleri yönünde iddialarda
bulunmaktaydılar.
Bu iddialar karşısında Hz. Muhammed, Kuran’ ın ilahi
bir
kitap oluşunun kendilerinin inandıkları Tevrat’ ta da açık şekilde
yazdığını
belirtmiştir. Bunlarla yetinmeyip, Mekkeli müşrikler ile iş birliği
yaparak,
Yahudi bilginleri Tevrat’ tan öğrenmiş oldukları bazı olayları Hz.
Muhammed’e
sorarak onun ilahiliğini denemişlerdir. Bunu yaparken,
amaçları
elbette Hz. Muhammed’ i yalancı çıkartmaya çalışmaktadır. Ancak
o vahyin
yardımı ile sormuş oldukları tüm sorulara doğru cevaplar vermiş
ve
yalnızca ilahi yardım alan kimselerin cevaplandırabileceği bu sorulara
doğru
cevaplar vermiştir.129 Bu tür olaylar karşısında, Kuran’ ın Allah
tarafından
indirildiği ve dünyadaki tüm insanlar bir araya gelse yine de onun
128
Şehabettin Ergüven, ‘’Arap Dilinde Lah’ın Ortaya Çıkışı ve İlk Görüntüleri’’,
Hitit
Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2007/1, c. 6, sayı: 11, ss.155-156.
129
Yasin Meral, “Yahudi Geleneğinde Kur’an ve İbranice Kur’an Çevirileri”, Ankara:
Divan
Kitap,2016, ss.20-21.61
bir
benzerini dahi yapamayacakları Kuran’ da ayetler ile de belirtilmiştir.
Zaten
hakiki Yahudiler, Tevrat’tan ve babalarından, ahir zamanda Harun
soyundan
gelecek olan peygamberi ve onun alametlerini bildikleri ve onun
gelmesini
bekledikleri rivayet edilmektedir. Hz. Muhammed’in İslamiyet’ i
tebliğinden
sonrada inanmakta gecikmediler. Onlar Hz. Muhammed’ in
peygamberliğinden
şüphe duymadıkları için Kuran’ın ayetlerinden de
herhangi
bir şüphe duymadan iman etmişlerdir.
Kuran-ı
Kerim’ de dilin kullanımında başarılı olunamadığı, yapılan
tekrarlar
dilin bu başarısız kullanımından dolayı meydana geldiğini
söylemektedir.
Kuran’ da bir düşüncenin farklı şekillerde ifade edilmesi,
Dozy’ e
göre başarısız olunduğunun göstergesidir.130 Ancak bu iddialar
karşısında
akla şunlar gelmektedir; bir konu herkes tarafından aynı şekilde
anlaşılmaz.
Kişilerin anlama seviyelerine göre farklı ifade tarzlarının
kullanılması
gerekir. Nitekim Kuran-ı Kerim, tüm insanlığa gönderilmiş bir
kitaptır
ve hiçbir millete yahut bir sınıfa ait olarak gönderilmemiştir. Farklı
coğrafyalarda
yaşayan insanlar farklı algılama şekillerine ve zeka
düzeylerine
sahiptir. Dozy tarafından kusur olarak görülen tekrarlar,
insanların
daha rahat anlamaları ve herkese hitap etmek maksadını
taşımaktadır.131
Nitekim
bunun ilk örneklerinden birisi Abdullah İbn Selam olmuştur.
Cahiliye
döneminde ismi Husayn’dır. Beni Kaynuka kabilesinden,
Yahudiler
tarafından çokça saygı duyulan bir Yahudi âlimidir. Tevrat ve
onun
tefsirini babası ile birlikte okumuş, babasından da duyduğu şekli ile
ahir
zamanda bir peygamber gelecek olduğunu bildiği rivayet edilmektedir.
Hz.
Muhammed’ in Mekke’ ye geleceğini işittiği vakit onunla görüşmüş ve
Müslüman
olmuştur. Yahudiler’ in tepkilerinden çekindiği için Müslüman
oluncaya
kadar bu düşüncelerini onlarla paylaşmamıştır.
130
Dozy,
a.g.e, ss.104.
131
https://kuran-ikerim.org/kuran-i-kerimin-uslubu. (Erişim Tarihi:7.12.2018)62
1.7.2.
Kuran’ ın Çağdaşları Üzerine Pek Az Nüfuz ve Tesiri
Olması
İddiası
Dozy,
İslam Tarihi kitabında Kuran’ ı Kerim’ in öğretilerinin insanlar
üzerinde
bir etki oluşturamadığını iddia etmektedir. Bunu söylemesinde
temel
gerekçe olarak dönemin Arap düşüncesinin Kuran’ ın sahip olduğu
düşünceden
daha ileri bir seviyede olduğunu, Kuran’ ın belirttiği şeylerin
onlar
açısından önemsiz kaldığını iddia etmektedir. Kimileri ahlak, düşünce
ve bilgi
alanlarında, Hz. Muhammed’ den daha ileri bir seviyede
bulunmaktaymış.
Kur’ an’ ın insanlar üzerinde oluşturmaya çalıştığı
eğilimlerin,
Arap insanı tarafından asla benimsenmediğini söylemekte.
Ayrıca,
akli bir problemi olmayan kimsenin Kuran’ ı güzel ve ilahi bir şey
olarak
göremeyeceğini söylemektedir. Dozy’ nin iddiasına göre Kuran
Arapların
içinde bulundukları toplumun ahlakından, bilgi düzeyinden çok
geride
bir şey imiş. Bu sebeple de Kuran’ ı benimseyen kişileri akılsızlıkla
itham
etmektedir.132
Zannımızca,
Dozy Arapların İslamiyet’ ten önce cahiliye döneminde
yaptıkları
birtakım insanlık dışı ve cahilce adetlerini bilmemekte yâda daha
doğrusu,
bilmiyormuş gibi davranmaktadır. Aklını kullanmakta ne kadar
ileri
seviyede olursa olsunlar, Arap insanı için Kuran’ ın benimsenmesi ile
akılsız
kalınacak ne bulunmaktadır? Hristiyanlar ve Yahudiler kendi
dinlerinden
ve kitaplarından bir başka dini ilahi olarak kabul edemediler,
çünkü
onlar bunu bir gurur meselesi gibi gördüler. Özellikle Yahudilerin bir
kısmı
gelecek olan peygamberin kendi milletlerinden olacağına kendilerini
inandırmışlardı.
Ve bu sebeple Hz. Muhammed’ in peygamberliğini sert bir
şekilde
reddettiler ve bunun için her şeyi yaptılar.
Ancak
Arap toplumda Hristiyanlık ve Yahudilik inancı pek yaygın
değildi.
Hatta Mekke’de Yahudilerin hiç olmadığı bile söylenebilir Araplar
din
konusunda sınırsız bir özgürlük içerisinde bulunmaktaydılar. Kimisi
putperestti,
kimisi yıldızlara, kimisi güneşe, kimisi öldükten sonra bir
hayatın
bulunmadığına, bir kısım insanda Hz. İbrahim’ in sahip olduğu
Hanefilik
düşüncesine tapıyordu. Hurafelere ve batıl düşüncelere sahip bir
132
Dozy, a.g.e, ss.106-107.63
inanç
sistemleri bulunmaktaydı. Kabileler birbirleri ile acımasızca
savaşıyor,
birbirlerini öldürmekten hiç çekinmiyorlardı. Bu nedenle
aralarında
sürekli devam eden kan davaları bulunmaktaydı. Herhangi bir
küçük
suçta bile birbirlerini öldürmeye kadar gidebiliyorlardı. Kız çocukları
vahşice
öldürülmekte, bir mal gibi alınıp satılmakta, isteğe bağlı olarak
kaçırılmaktaydı.
Savaşlardan esir ettikleri kadınları, içki meclislerinde
kendilerini
eğlendirmek maksadı ile kullanıyorlardı. Türlü yollarla bu
kadınlar
zinaya sürüklenip, kendileri için normalleştirdikleri bir para
kazanma
yolu haline getirmişlerdi.133 Çevrelerindeki ticaret yollarından
geçen
ticaret kervanlarına saldırırlardı. Birbirlerinin haklarına dikkat etmez,
miras
vb. konularda da hakkaniyetten uzak davranırlardı.
Eğer
Dozy’ nin bahsetmiş olduğu gibi ileri seviyede olmak, bu
bahsettiğimiz
unsurları kapsamaktaysa bunların hiçbirisi kuran metinlerinin
içerisinde
yer almamaktadır. Ancak İslamiyet ile müşerref olduktan sonra
Araplar
kısa zamanda kendilerini toplamışlar ve bu cahiliye alışkanlıklarını
terk
etmeye başlamışlardır. Kuran’ da da cahiliye dönemi alışkanlıklarının
terkedilmesi
için inmiş olan çeşitli ayetler bulunmaktadır.
Gerçekten
de Dozy, Cahiliye dönemi ve İslamiyet’ ten sonrası
dönemi
mukayese edecek olsa, iddialarını kendisinin dahi gülünç bulacağı
açıktır.
Fenni Ertuğrul Şüpheleri Giderme Kitabı’ nda Kuran’ ın dönemin
insanları
üzerinde etkide bulunmadığını söylemenin insafsızlık olacağını,
değil
etkide bulunmamak Arap insanının hayatında bütünüyle bir devrim
meydana
getirmiş olduğunu söylemektedir. Ahlaki çöküntü içerisinde
bulunan
bir toplumda dini, sosyal, ahlaki, siyasi pek çok konuda yenilikler
getirmiş
ve toplumda köklü bir reform yapmıştır.134Kendi yapmış olduğu
putlara
tapınmak, bunlardan ilahi bir yardım beklemek, onlar adına
kurbanlar
kesmek manevi olarak ileri seviyede olmanın göstergesi olabilir
mi?
Seyahate çıkacakları zamanlarda helvadan putlar yapıp, acıktıklarında
bu
putları yemek ne kadar da akli olgunluğu işaret etmektedir değil mi?
133
Murat Sarıcık, “İslam Öncesi Dönem: Cahiliye Kültürü”, Isparta: Fakülte
Kitapevi,
2002,
ss.142-143.
134
Ertuğrul, a.g.e, ss.307.64
Cahiliye
döneminde Araplar şiir ve edebiyata düşkünlükleri ile
bilinmektedirler.
Antik yunandaki şölenlere benzeyen, şiirlerin okunduğu,
içkilerin
içildiği geceler düzenlerlerdi. Kuran ayetleri inmeye başladıktan
sonra,
kuranın söyleyiş ve kendisi içindeki uyumundan etkilenerek
Müslüman
olmuş Araplarda bulunmaktadır.
1.7.3.
Kuran’ın Zevksiz, Usandırıcı Olması ve İntihal ile
Yazıldığı
İddiası
Dozy,
İslam Tarihi kitabında Kuran’ ı Kerim’ in zevksiz ve tekdüze
bir
yapıya sahip olduğunu ve insanı geliştirebilecek türden şeylerden
mahrum
olduğu iddiasında bulunmaktadır. Kuran’ da anlatılanların
Hristiyanlıktan,
Zerdüştlük ve Haniflik gibi düşüncelerden etkilenip
bunların
karmasını oluşturmuş bir kitap olduğunu söylemektedir. Kendisine
ait
konuların, insanların sorunlarını çözmekte yetersiz olduğunu, ifade ettiği
şeylerin
zevkiz ve okuyana bıkkınlık veren bir yapıda olduğunu da söyler.
Kendisine
özgü bir içeriğinin bulunmadığını ve zaten Kuran’ ın böyle bir
iddiasının
da olmadığını ifade etmektedir. Bunun kanıtı olarak, kendisinden
önce
gelmiş peygamberlerin İslamiyet’in geleceğini bildirmiş olmasını
göstermektedir.135
İslamiyet’
in asli olmasının delilleri pek çok şekilde gösterilebilir.
Nitekim
kendisinden önceki dinlerin peygamberleri tarafından bilindiğini ve
halklarına
o geldiği vakit ona tabi olmaları hususunda söz verdirdiklerini
bilmekteyiz.
Asli olmayan, bir insan tarafından tüm dinlerden esinlenerek
oluşturulmuş
bir din, kendisinden çok önce var olmuş dinler tarafından bu
şekilde
tebliğ edilebilir mi?
“Kendilerine
kitap verdiğimiz kimseler, O’nu (Hz. Muhammed’i) kendi
öz
oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Fakat kendilerini zarara sokanlar
iman
etmezler”136.
“Meryem
oğlu İsa da; ‘Ey İsrail oğulları, ben size gönderilen Allah’ın
elçisiyim,
benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek
Ahmed
adında bir peygamberi müjdeleyici olarak gönderildim’, dedi”.137
135 Dozy,
a.g.e, ss.101-102-103.
136
En’am Suresi, 6-20.65
Yukarıdaki
ayetlerde belirtildiği gibi Kuran-ı Kerim, Hz. Muhammed’in
diğer
peygamberler tarafından açık şekilde bilindiğini bildirmektedir.
Ertuğrul,
Şüpheleri Giderme Kitabı’nda bu iddiayı
cevaplandırmaktadır.
Allah’ ın dininin tek olduğu ve Hz. Âdem’ den beri de
bu
şekilde olduğunu söylemektedir. İslam’ın esasında tevhit inancının
bulunduğunu,
İslam dininin geleceği zamanın belli olduğunu, bu zamana
kadar
insanların Allah’ın kendilerine göndermiş oldukları peygamberleri
aracılığı
ile sapkınlıktan ve şirkten uzak kalmalarını istediğini
söylemektedir.
Ancak insanların bu hususlardan uzaklaşması sonucunda
Allah
onları doğru yola sevk etmesi için peygamberlerini göndermiştir. Bu
sebeple
tek din olan İslamiyet’in gelecek olduğu bu peygamberler tarafından
da
bilinip, insanlara tebliğ edilmişti.138 Peygamberlerin birçoğunun ismi
bilinmemektedir.
Dört tane peygamber dışında bunların sahip oldukları ilahi
bir
kitapları da olmamıştır. Ancak Hz. Âdem’ den beri var olan tevhit inancı
kimi
toplumlar tarafından bozulmuş, farklı anlamlara getirilmiştir. Örneğin
Hristiyanlık
da tevhit kelimesi anlamından çıkartılmış, bugünkü
Hristiyanların
da kabul ettikleri şekilde bir teslis inancına dönüştürülmüştür.
Kuran-ı
Kerim bozulmuş olan bu inançlara karşı ilahi olanı tebliğ eden
kendi
hükümlerini tekrar varlığa getirmiştir.139 İslam’ ın Allah anlayışını
Hz.
Muhammed’ in kendisi tarafından uydurulmuş bir şey olduğunu
düşünmek
cahilce bir düşüncedir. Eğer Hristiyan din adamları yahut
papazları,
Kitabı Mukaddesin kendi dillerine yapılan tercümesini değil de,
Müslümanların
Kuran-ı Arapça aslından okudukları gibi İbranice aslından
okusalar,
Hz. Muhammed’in asıl olanı söylediğini anlarlardı.140
Ertuğrul’a
göre, Hz. Âdem’ den itibaren tek bir dinin olmasından
dolayı,
bozulmuş olan yahut yenilikleri olmayan bir din söz konusu değildir.
Kuran-ı
Kerim’ den önce gelmiş olan ilahi kitaplar, insanların o zamanki
durumlarına
göre indirilmiş kitaplardır. İnsanın hayatını düzenleyen; nikâh,
137 Saf
Suresi, 61-6.
138
Ertuğrul, a.g.e, s.326.
139
Ertuğrul, a.g.e, s.327.
140
Peder David Benjamin Keldani, “Kutsal Kitaplarda Hz. Muhammed Gerçeği”,
İstanbul:
Ara
Kitap, 2008, s.20.66
miras,
namaz, oruç vb. birçok konu İslamiyet’ te daha farklı bir boyut
kazanmıştır.
Bu bakımdan İslamiyet’ te yenilik olmaması hususundan
bahsedilemez.
Kuran’ da var olan kuralların ve kıssaların aynı şekli ile var
olması,
Kuran’ ın asli olmadığı değil, bunların bozulmaya uğramaması
sebebiyle
aslına uygun olarak Kuran’da yer alması şeklinde düşünülmelidir.
141
Ertuğrul
Şüpheleri Giderme Kitabı’ nda, Barthelemy-Saint-Hilaire’ nin
fikirlerine
değinmiştir. Kısa zaman içinde birçok kavim tarafından kabul
edilen
Kuran- Kerim’ e karşı, onun neye karşı oluştuğu yâda hangi kitaplara
benzediği
gibi noktalara takılmanın bir anlamı olmadığını söylemektedir.
Kısa
sürede böyle bir başarıya ulaşmış olan bir dine karşı saygı
duyulmasının
gerektiğini söylemektedir. 142
Dozy,
Kuran-ı Kerim’ in içerisinde etkileyici bir anlatımın
kullanılmadığı
ve içeriğinin değersiz olduğunu söylemekte. Kuran zaten bir
şiir
kitabı değildir. Edebi kaygılar sonucunda ortaya çıkmış bir üründe
değildir.
Kuran bir kurallar kitabıdır. İçeriğinde bulunan kuralları ve
kıssaları
ile insanlara öğütler vermek, doğru yola sevk etmek amacını
taşımaktadır.
Kaldı ki Kuran’ ın insanları etkileyen bir söyleyiş güzelliği de
bulunmaktadır.
Öyle ki Müşrikler geceleri peygamberin evinin etrafına
saklanır
gizlice ve hayranlıkla O’ nun Kuran okumasını dinlerlerdi.
Dozy,
Kuran’ da çözüme kavuşmamış, insanlara cevaplarının
verilmediği
mevzular bulunduğunu, bu sebeple Kuran’ ın insanların
hayatlarına
etki etmekte yetersiz kaldığından bahsetmektedir.143 Ancak
yetersiz
olunan bu mevzuların ne olduğu konusunda bir açıklama
yapmamıştır.
Ertuğrul Şüpheleri Giderme Kitabı’ nda bu hususa cevap
vermektedir.
Kuran-ı Kerim, ölüm-ölüm ötesi, ruh, ahiret, insanın var olma
sebebi
gibi pek çok hususu daha önce hiçbir kitapta açıklanmamış olduğu
kadar
açık şekilde anlatmaktadır. Ancak bu konular da insanın aklı ile
algılamasının
mümkün olmadığı hususların bulunduğunu belirtmiştir.
Günümüzde
İslam Felsefesi çalışmalarında da bu konular hala
141
Ertuğrul, a.g.e, s.328.
142
Ertuğrul, a.g.e, s.328.
143
Dozy,
a.g.e, s.107.67
cevaplandırılmaya
çalışılmaktadır. Ancak insanın aklı ile bu sorulara
cevaplar
bulmasının imkânı olmadığını da söylemektedir.144
1.7.4.
Kuran’ ın Değişmez Olmasına Yönelik Eleştiriler
İslam’
ın kurallarının değişmez olması konusu Dozy’ nin Kuran-ı
Kerim’
in bir eksikliği gibi göstermeye çalışılmıştır. Kuran-ı Kerim‘ in
sahip
olduğu kuralların değişmez olmasının ilerlemeye engel teşkil ettiğini
bu
nedenle İslam’ da aşırı bir durağanlık bulunduğunu söylemektedir.
Zamanında
dönemin ihtiyaçları içinde doğru görülen bir kuralın, ilerleyen
zamanlar
içinde doğru görülmesini eleştirmektedir. Kuran’ ın hükümlerini,
Batı’ ya
ihtişamlı günler yaşatan kralların otoritelerine benzetmekte. Zamanı
geçen
kralların, kurallarının da geçerliliğini kaybettiğini söylemektedir.145
İlahi
bir yardımı olmayan sıradan bir insan ile bir peygamberi mukayese
etmektedir.
Bu şekilde düşünmesinin ardında, Kuran-ı Kerim’ in Hz.
Muhammed
tarafından yazılmış bir kitap olduğu inancını taşımasının
olduğunu
düşünmekteyiz. Zira ilahi bir kitap olduğunu düşünüyor olsa idi,
onun
düşündüğü bu durumun, ilahi yaratıcı tarafından düşünülmemiş olması
gibi bir
boşluğa düşmezdi. Kuran- Kerim ile ilgili iddialarına daha önce
cevap
verdiğimiz için ayrıntılarına burada tekrar girmeyeceğiz. Ancak
Dozy’nin
şimdiye kadar bahsettiğimiz iddialarının hepsi aslında aynı
sorunlardan
meydana gelmektedir. İslamiyet insanların hayatlarında
toplumsal
hayattan şahsi hayata dair tüm konularda düzenleyici ve kural
koyucu
bir din olmuştur. Tüm bu alanlarda tek bir kişinin her konunun
uzmanı
gibi kurallar ortaya koyması ve bunların en doğru bilgiler olması,
üstelik
bunu hiç okul görmemiş bir adamın yapması, aklını kullanan
insanlarda
ilahi bir destek olmaksızın yapılması mümkün olmayan
şeylerdir.146
Hz.
Muhammed’ den önce gelmiş olan tüm peygamberler, toplumlarına
Tanrı’
nın tek olduğunu ve ondan başka bir varlığa ibadet edilmesinin uygun
olmadığını
bildirmek ile görevlendirilmişlerdi. Kuran-ı Kerim’ in bütününde
144
Ertuğrul, a.g.e, s.329.
145
Dozy,
a.g.e, ss. 102.
146
Ertuğrul, a.g.e, ss.331.68
hâkim
olan düşünce de tevhit inancıdır. Tüm insanlara kendinden önce
gelmiş
olan peygamberlerin ve kitapların bildirdiği orijinal bilgileri sunmak
ve
bunların daima koruyuculuğunun yapılacağını bildirmiştir. Herhangi bir
millete
ait olarak gönderilmemiştir. O sebeple tüm insanlara yollanmış
evrensel
mesajlar içermektedir.147
Fenni
Ertuğrul, Şüpheleri Giderme Kitabı’nda, şeriat yönetiminin
olduğu
zamanlarda fıkıh kitaplarında birbirinden kopuk şekilde yer alan
kurallar
sebebiyle Batılılar tarafından yoğun eleştirilere maruz kalınmakta
olduğunu
belirtmektedir. Bu duruma yapılan eleştirilerin dışında,
hukukçular
tarafından da işlerin zor yürütülmesi sebebiyle iyileştirilmesi
gereken
bir durum olarak görülmüştür. Cumhuriyet yönetimine geçildikten
sonra
hukukçuların da en iyisi olduğunu düşündükleri Medeni Kanuna
geçmek
ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu sebepten dolayı, Batılılar tarafından
yoğun
şekilde eleştirilere maruz kalan bu konunun tartışılma konusu
yapılmasına
da gerek kalmadığını belirtmektedir.148
1.8.Tarihsel
Açıdan Hz. Muhammed’ in Nübüvvetine Yöneltilen
Eleştiriler
1.8.1.
Âlimlerin Hz. Peygamber’ i Olduğu Gibi Arz Ettikleri
Dozy
İslam Tarihi kitabında, hadis kitaplarında yer alan bilgilerde
yanlışlıklar
olmasının doğal bir durum olduğunu görüşünü savunmaktadır.
Bu
davranışı ile genel olarak taraflı bakış açısını bir kenara bırakmış gibi
duran
Dozy devamında; Hz. Muhammed hakkında, yer alan bilgilerin
içerisinde,
peygambere karşı yapılan kusurlu davranışların, onunla alay
edenlerin,
düşmanlarının ona karşı aşağılamalarının gizlenmemesini, açık
şekilde
anlatılmasından şaşkınlık duyduğunu ifade etmektedir. Bunların
anlatılırken
de tarafsız ve objektif olarak yapılmış olduğunu ifade
etmektedir.
Dozy’ e göre bu bilgiler utanılıp saklanması gereken bilgilerdir.
İnanan
bir Müslüman’ ın bunları yazmaktan utanç duyması gerektiğini
147 Hadi
Sağlam Ve Selahattin Tuz, “ Din ve Şeriat Sorunsalı Üzerine Bir Tahlil”.
Universal
Journal of Theology 2 (4), 302-310.
148
Fenni Ertuğrul, a.g.e, ss. 334.69
söylemektedir.149
Demek ki Dozy’nin yazmış olduğu ‘‘İslam Tarihi’’ kitabı
okunurken,
hakikatten ne anladığı, ne kadar sadık kalmış olabileceğinin
unutulmaması
faydalı olacaktır.
Kitabında
Taif’ li bir adamın peygambere ‘‘Madem ki Allah hakikaten
peygamber
göndermek istiyordu, senden daha iyi birisini bulamaz mıydı?’’
sözleri
Dozy’ nin oldukça hoşuna gitmiş gibi görünmektedir. Allah
dileseydi
onu insan dışında bir formda da yaratabilirdi. Hz. Muhammed’ e
kadar
hangi peygamberi farklı bir varlık olarak yaratılmıştır ki, Hz.
Muhammed’in
insan olması eleştirilmektedir? Sanki daha evvel gelmiş olan
peygamberler
insan dışında farklı bir formda yaratılmışlardı.
“Ben de
ancak sizin gibi bir insanım. Siz nasıl unutuyorsanız ben de
unuturum.
O bakımdan unutacak olursam bana hatırlatınız.”150
“Sana
(Kur’an’ı), okutacağız, unutmayacaksın. Yalnız Allah’ ın
dilediğini
unutursun. O, açığı da bilir, gizli olanı da.”151
Hz.
Muhammed kendisinin insan olması itibari ile hata yapabileceğini
ifade
etmektedir. Herkes gibi unutabileceğini ancak Allah’ ın istediği
kadarını
demektedir. Peygamberin insan olmasından dolayı vahiylerinde
herhangi
bir noksanlık addedilemez. Çünkü ayetlerle de ifade edildiği gibi
Allah
dilediğini unutturup dilediğini ezberletmekte, dilediğini
hatırlatmaktadır.
Dozy’
nin bu beyanlarında dikkate sunulması gereken husus, hadislerde
ihtilafların
bulunması durumunu doğal karşılıyor görünmekle birlikte,
ihtilaflı
ve peygamberin aleyhinde olan hadislerin aslında hadisçiler
tarafından
aktarılmış doğru bilgiler olarak göstermeye çalışması ve bu
durumu
İslam âlimlerinin objektif olmasının sonucu olarak göstermesidir.
Dozy,
İslam âlimlerinin objektif olduğu hususunu söylemesinin arka
planında
Peygamberleri hakkında onu küçük düşürücü bilgileri saklamayan
İslam
âlimlerinin, sahte hadislerde uydurmuş olabilecekleri iddiası
bulunmaktadır.
149
Dozy,
a.g.e, ss.109-110.
150
Buhari, Salat, 31; Ebû Davut, Salat, 189, 190; Nesaî, Sehv, 25; İbni Mace,
İkame,
129,133.
151 A’la
Suresi, 87/6-7.70
Fenni
Ertuğrul, Şüpheleri Giderme Kitabı’nda, Dozy gibi hakikatleri
görmekte
kusurlu olan kimselere, gerçeği anlatmaya çalışmanın beyhude bir
çaba
olacağını söylemektedir. Bu tarz kimselerin, dünyanın her tarafını
aydınlatan
güneşe, tüm dünya aydınlık dese bile, onların karanlık diye iftira
atabileceklerini
söylemektedir. Ancak âlemlere rahmet olarak gelmiş olan,
gelişi
ile tüm dünyaya daha evvel hiç kimsenin getirmemiş olduğu biricik
bir din
getirmiş olan bir peygamberin, peygamberliğinin ihtilaflı
gösterilmeye
çalışılmasının kibrin ve dik başlılığın neticesi olduğunu
söylemektedir.152
İslam
âlimlerinin peygambere yapılan kötülükleri ve aşağılamaları
gizlemelerini
gerektirecek bir durumları bulunmamaktadır. Gerçekleri
saklamak
hakikati konuşan insanların işi değildir. Eğer böyle bir çabaya
girilmiş
olsaydı o zaman bir kusur aranması lazım gelirdi. Hz. Muhammed’e
karşı
günümüzde de çeşitli yazılar yazılmaya, karikatürler yapılmaya devam
etmektedir.
Bunların hiç birisi ona inananların fikirlerinde hiçbir etkide
bulunamamaktadır.
1.8.2.
Bedevi Araplarının Fıtraten Dindar Olmadığı İddiası
Dozy
Araplardan bahsederken, Arapların dini konularda pek fazla
düşünmeyen,
sahip oldukları dini inançların zayıf olması sebebiyle başka bir
dinden
etkilenmeye ve din değiştirmeye uygun fıtrata sahip insanlar
olduklarını
söylemektedir. Arapların hiçbir zaman tek tanrılı bir dini inanış
peşinde
olmadıklarını, hatta onların edebi şiirlerinde dahi hayal gücünden
yoksun,
gerçekliklere sıkı sıkıya bağlı bir düşünce sistemine sahip
olduklarını
söyler. Onlar için doğaüstü varlıklar yoktur. Arap şairler
şiirlerinde
bile doğaüstü imgelere yer vermemektedirler. Arapların bu
dönemde
düşünsel olarak iyi bir düzeye ulaşmış olduklarını ve mantığa daha
yatkın
insanlar olduklarını söyler. Bu nedenle din gibi içerisinde soyutluk ve
hayal
gücü barındıran unsurlar onlara pek inandırıcı gelmiyordu. Mantığı ön
planda
olan insanların ilahlara gerçekten inanmadıklarını, fakat süregelen
alışkanlıklar
sebebiyle sembolik bir şekilde sürdürüldüğünü anlamaktayız.
152
Ertuğrul, a.g.e, ss.312-313.71
Çünkü
inandıkları putlara herhangi bir kutsallık atfetmiyor, onları istedikleri
gibi
eleştirip hakaretlerde hatta küfürlerde bulunabiliyorlardı. 153
Hangi
dine mensup olurlarsa olsunlar, kendi fıtratları gereği o dinin
gereklerini
yerine getirmeye elverişsiz insanlar olduklarını, bir dini inancı
kabul
etmiş gibi gözükseler bile ibadetlerinde samimi olmayacaklarını
söyler.
Bu sebepten ötürü Arapların İslamiyet’ i seçmiş olmalarını önemsiz
bir
şekilde göstermeye çalışmaktadır.154
Fenni
Ertuğrul, Arapların dindar bir fıtrata sahip olmadıkları
hususunda
İbn Haldun’un ‘‘Mukaddime’’ de yazmış olduğu bedevi ve
hadari
toplumların özelliklerinden bahsederek bu duruma açıklık getirmeye
çalışmıştır.
Şehir hayatında ve çöl ikliminde yaşayan insanların yaşam
şartlarına
göre fıtratlarının ve beklentilerinin nasıl değiştiğini anlatır. Şehir
hayatındaki
insanlara baktığımızda bunlar nefsinin isteklerine daha düşkün,
eğlenceyi
seven, kötülüklere daha yakın bir fıtratta olduklarını belirtir.
Böyle
insanlar kendilerine hakikat olarak gösterilen şeyleri kabul etmekte ve
uygulamakta
zayıf kalırlar. Çünkü onlar dünyevi zevkleri istedikleri gibi
elde
etmektedir. Kendilerine herhangi bir şekilde kısıtlama gelmesini kabul
etmezler.
Buna karşın çöl ikliminde yaşamakta olan insanları
düşündüğümüzde,
bunlar yaşamlarını sürdürebilmek için zor şartlarda
yaşamakta
olup şehir hayatındaki gibi dünyevi zevklerin rahatça
yaşanabildiği
yerler değildir. İnsanların keyfi davranışlarının az olması
sebebiyle
ahlaki bozulmalar ve kötülükler daha az yaşanmaktadır. Bedevi
toplumda
yaşam şartlarının zor olması sebebiyle insanlar fıtrat olarak daha
sert
mizaçlı olup kolay ikna edilebilen kimseler değildir. Ancak kendilerine
hakikat
olarak gösterilen şeyleri kabul etmekte hadari toplumlara göre daha
ılımlı
olmaktadırlar. Çünkü bu toplumda insanlar henüz bozulma aşamasına
gelmemiş
ahlaki olarak bozulma yaşamamışlardır. Bu nedenle hakikati
kabul
etmeye daha elverişlidirler. Fenni Ertuğrul, Arapları yaşadıkları
coğrafya
itibari ile yakından tanımayan, tespitlerini kilometrelerce
153
Ertuğrul, a.g.e, s.231.
154
Dozy, a.g.e, s.15.72
uzaklıktan
yapan Dozy’ nin tespitlerinde isabetsiz olmasını çok şaşırılacak
bir
durum olarak görmemektedir.155
Kaldı ki
Araplar İslamiyet’ i Dozy’ nin söylediği gibi çok kolay bir
şekilde
kabul etmemişlerdir. Aksine çok zor olduğunu söyleyebiliriz.
Müslüman
olduklarını öğrendikleri kişilere türlü eziyetler ve işkenceler
yapmışlardır.
Peygamber’in soyundan olanlar toplumdan dışlanmıştır.
Onlarla
her türden alışveriş yasaklanmıştır. Geceleri ağlayan çocukların ve
bakıma
muhtaç kimselerin sesleri her yerden duyulmaktaydı. İşkencelere
dayanamayanların
birçoğu daha rahat yaşam sürebilmek için göç etmek
zorunda
kalmışlardır. Ancak bu onlar için yeterli olmamış eziyetlerini
devam
ettirmişlerdir. İçinde bulunan durum artık Peygamber için de oldukça
zor
olmuştu. Kendilerine yapılan suikastlardan zor olan hayatı daha da
zorlaşmaktaydı.
Bunlara rağmen açık şekilde Peygamberliğini ilan etmiş ve
Kâbe’
deki putları yıkmıştır.156
Peygamber’
in maruz kaldığı onca zulme rağmen davasında kararlı
oluşu ve
azmi, kalbi büsbütün katılaşmamış bazılarını kendisine
inandırmıştı.
İman etmeye karar verememiş bazı kimselerde vardı. Ancak şu
söylenilebilir
ki, Arap halkından bazı kimselerin İslamiyet’i kabul etmesi
onların
zayıf bir imana sahip olmalarından kaynaklanmamıştır. Hz.
Muhammed’
i tanımış ve gerçeklerin farkına vardıklarından dolayı onun
peygamber
olduğuna iman etmişlerdir.
1.8.3. Etraf
Kabilelerin Korku veya Yağmacılık Sevgisiyle
İman
Etmiş Oldukları Hakkındaki Saçma İddia
Dozy,
İslam Tarihi kitabına, çevre kabilelerin hızlı bir şekilde
İslamiyet’e
iman etmeye ve Hz. Muhammed’ in peygamberliğine de
inanmaya
başladıklarını kendisi kabul edip, buna kendince deliller
getirmeye
çalışmaktadır.157 Bir önceki meselede de açıkladığımız üzere
Dozy
peygamberi sahip olduğu vasıflarından uzak, merhametsiz, gaddar,
155
Ertuğrul, a.g.e, ss.231-232.
156
İsmail Fenni Ertuğrul, “Hakikat Nurları”, İstanbul: Kâğıt ve Basım İşleri A.Ş,
1949,
s.10
157
Dozy, a.g.e, s.78.73
nefsinin
bitmeyen arzuları içerisinde katliamlar yapan ve intikam duyguları
besleyen
bir insan olarak hayal etmektedir. Güya bu özelliklerinden dolayı
çevresinde
bulunanlar ondan korkmuş ve mecburiyetten iman etmişlerdi.
Ertuğrul
Şüpheleri Giderme Kitabı’nda, böyle bir durumun imkânının
bulunmadığı
belirtilmektedir. Çünkü nübüvvetin ilk yıllarında Hz.
Muhammed’in
çevresindeki kabilelere korku salabilecek durumda değildi.
Müslüman
olanların sayısı henüz çok azdı. Yeterli gücü bulunmadığı için
kalabalık
kabileleri korkutabilmesi, düşünen insanlar açısından mümkün
gözükmemektedir.
Zaten bahsedilen dönemde amcası Ebu Talib’ in
korumasında
olduğu halde Hz. Muhammed birçok eziyetlere maruz
kalmaktaydı.
Müşrikler her türlü hakaret ve zulmü yapmaktan geri
kalmıyorlardı.
Amcası İslamiyet’i kabul etmediği halde yeğenine karşı
korumasını
geri çekmiyor, yapılanlara karşı çok üzülüyordu. Amcası Ebu
Talib’in
vefatından sonra korumasız kalmış olan Hz. Muhammed, Mekkeli
müşriklerin
eziyetleri karşısında Mekke’ den ayrılmak, Habeşistan’ a hicret
etmek
zorunda kalmıştır.158 Böyle bir durumda Hz. Muhammed’in insanları
korkutmak
suretiyle onları dinlerinden vazgeçirmesi mümkün olabilir mi?
Dozy,
iddialarına bir de bu kabilelerin yağma yapabilmek arzusu
İslamiyet’i
benimsediklerini eklemektedir. Peygamber’ in, İslamiyet’ i
kabul
etmek istemeyen bu insanları, dış savaşlarda elde ettiği ganimetleri
kendilerine
bölüştürmek şartı ile onların İslamiyet’i seçmelerini sağlamıştır
demektedir.
İslamiyet’ i seçmiş gibi gözüken bu insanların aslında sadece
şeklen
Müslüman olarak gözüktüklerini, temelde zayıf bir imana sahip
olduklarını,
onların ganimet sevgisi ile rahatça kandırılabilecek insanlar
olduklarını
söylemektedir.159 Bahsetmiş olduğu dönemde kabilelerin
iştahlarını
kabartacak bir ganimet elde edilmesi gibi bir durum söz konusu
değildir.
Müşriklerin koyu inanç ve inatları karşısında ne ganimet sevgisi
nede
korku onları dinlerinden döndüremezdi. Allah’ ın yardımı olmaksızın
ne
korku, ne yağma arzusu müşriklerden bir kişiye dahi İslamiyet’i kabul
158
Ertuğrul, “Şüpheleri Giderme Kitabı”, s.292.
159
Dozy,
a.g.e, s.94.74
ettirmezdi.
Çünkü onlar inançlarında ve fikirlerinde çok inatçı ve tutkulu
insanlardı.160
1.8.4.
Hz. Osman’ ın Hz. Rukiye ile Evlenmek İçin İslam’ı
Kabul
Ettiği Hakkında Ortaya Konulan Yanlış Fikir
Dozy
İslam Tarihi kitabında Hz. Osman için Müslüman olmadan evvel
hiç
şarap içtiği görülmemiş olmakla birlikte, edep yerleri açıkta dünyayı
gezmek
isteyen bir çilekeş olarak yaşayan Osman’ ın, Peygamberin kızı
Rukiye
ile evlenmek amacıyla Müslüman olduğunu iddia etmektedir.161
Fenni
Ertuğrul Şüpheleri Giderme Kitabında Hz. Osman’ ın
Peygamberin
kızı ile evlenmek istemesinde garipsenecek bir durumun
bulunmadığını,
bunun çok doğal bir istek olduğunu belirtmektedir. Bu
evliliği
bir çıkar ilişkisi olarak göstermeye çalışmak ciddiyetten uzak
iftiralardır.
Dini hassasiyetleri bulunan insanların böyle basit nefsi hevesler
için din
değiştirmesi güç şeylerdendir.162
Henüz
İslamiyet ilan edilmeden önce Peygamber iki kızını Rukiye ve
Ümmü
Gülsüm’ ü, İslam’ ın en azılı düşmanlarından olmuş olan Ebu
Leheb’
in oğulları Utbe ve Uteybe ile nikâhlamıştır. Henüz düğünleri
yapılmadan
Hz. Muhammet Peygamberliğini insanlara ilan etmesi ve
insanları
İslam’ a davet etmeye başlaması üzerine Ebu Leheb hiddetle
Peygamberin
kızlarından boşanmalarını oğullarına emretmiştir. Peygamber
kızları
bu evlilikler nihayete ulaşmadan boşanmışlardır. Bunun üzerine Hz.
Osman,
Peygamberin kızı Rukiye’ ye talip olmuş ve peygamber hayâ ve
edep
incisi Osman’ ın bu teklifini kabul etmiştir.163
Fenni
Ertuğrul’un da ifade etmiş olduğu üzere, insanın nefsi istekleri
doğrultusunda
din değiştirmesi çok kolay gerçekleşen bir durum
olmamaktadır.
Zira öyle olsa idi Ebu Leheb ve oğulları peygambere karşı
çıkmaz
ve çıkarları için İslamiyet’ i seçmiş olurlardı.
160
Ertuğrul, a.g.e, s.291
161
Dozy,
a.g.e, s.34.
162
Ertuğrul, a.g.e, s.246.
163
Mustafa Necati Bursalı, “Haya ve Edep İncisi Hz. Osman (r.a)”, İstanbul: Çelik
Yayınevi,
s.15.75
Hz.
Osman’ın İslamiyet’i seçmesi, İslam’ ı ilk kabul edenlerden Hz.
Ebu
Bekir’ in kendisini davet etmesi vesilesi ile olmuştur. Hz. Ebu Bekir’
de Hz.
Osman gibi itibarlı, dürüst ve maddi gücü oldukça yerinde bir
tüccardır.
Hz. Ebu Bekir’ in kendisini Hz. Peygamber’ in müjdelediği
İslamiyet’
e davet etmesi üzerine hiç beklemeden bu daveti kabul etmiştir.
Bunun
sebebi Şam’ dan Mekke’ ye gelirken yolda uyuduğu bir zamanda,
Peygamber’
in Mekke’ de olduğunun kendisine işittirildiğini söylemesidir.
Bunun
üzerine Hz. Ebu Bekir’ den davet alması ile birlikte içerisindeki
mevcut
iman ateşi tutuşmuştur.164
164
Bursalı, a.g.e, s.12.7677
2. BÖLÜM
MANASTIRLI
İSMAİL HAKKI’NIN DOZY’ NİN TARİH-
İ
İSLAMİYET KİTABINA YÖNELİK ELEŞTİRİLERİ
Osmanlı’
da Batılılaşma hareketlerinin yaşandığı bir dönemde
yaşamış
ve dönemin tartışmaları ile alakadar olmuş olan Manastırlı İsmail
Hakkı,
Osmanlı’nın son dönem düşünürleri arasında yer almaktadır. Sırat-ı
Müstakim
dergisinde yazmış olduğu yazılarında, Hak ve Hakikat isimli
kitabında,
dönemin oryantalist düşüncelerini ve düşünürlerini
eleştirmektedir.
Ancak şunu söyleyebiliriz ki, yapılmış eleştirilere
baktığımızda
bu reddiyenin yazılmasına sebep olan kitabın yazarı Dozy’ e
karşı
olan eleştirilerin, kitabın çevirmeni olan Abdullah Cevdet’ e yönelik
eleştirilerden
daha yumuşak olduğu görülmektedir. İslam düşünürlerinin
genel
kanaatine göre İslam karşıtı çalışmalar tarihin her döneminde
olmuştur.
Abdullah Cevdet, Dozy’ nin ilgili eserini hem tercüme etmiş, hem
de bu
kitaptaki tezleri doğrulamak adına kanıtlamalar ileri sürmüştür. Bu
sebepten
ötürü İslam düşünürlerinin yoğun eleştirilerine maruz kalmıştır.
Manastırlı
İsmail Hakkı’ nın kaleme aldığı yazılar, Dozy’ nin Tarih-i
İslamiyet
kitabına bir reddiye olmanın yanı sıra dönemin din karşıtı
problemlerini
de çözüme kavuşturmaya yöneliktir. Bunu yaparken zaman
zaman
sorunların kaynağı araştırılıp özeleştirilerde bulunulmuştur. Bu
bakımdan
İsmail Hakkı’ nın yazıları tamamen savunmacı bir bakış açısı ile
ele
almış olduğunu söyleyemeyiz.
2.1.
Manastırlı’ ya Göre Din-Akıl İlişkisi
Manastırlı’
ya göre insanı diğer canlılardan ayırt etmesi bakımından
aklın
önemi büyüktür. Akıl, insanı nefsinin kötü isteklerinden uzaklaştırıp
Allah’ a
yönelten bir güçtür. İnsanın bu dünyaya geliş gayesi yemekiçmekten oluşsa idi,
akıl sahibi olarak yaratılmasına gerek kalmazdı.
Dolayısıyla
akıl sahibi olmak, insan olmanın en büyük özelliğidir. Dinî
konularda
akıl ile her şeyi bilemeyeceğimizi ama akıl olmadan dini78
sorumluluğumuzda
olmayacaktır.165 Manastırlı aklın üç çıkarımından
bahsetmektedir.
Bunlar;
a. Akli
Gereklilik
Bir önermenin
kesin biçimde doğru olması, başka türlüsünün mümkün
olmaması
durumudur. Mesela iki sayısının dördün yarısı olması ve içinde
yaşadığımız
kâinatın bir var edicisinin bulunması gibi. Ancak bu iki örnek
arasında
ispat edilebilirlik açısından farklılıklar bulunmaktadır. Birinci
örneğin
doğruluğu kesin olarak doğru olup ispat edilmesine gerek
duyulmazken,
ikinci örneğin ise ispatı yapıldıktan sonra doğru olarak kabul
edilir.166
b. Akli
İmkânsızlık
Bir
önermenin doğru olmasının mümkün olmaması, bu sebeple
yokluğunun
zorunlu olmasıdır. Mesela on sayısının yarısı ikidir ve kâinatın
yaratıcısının
ortağı vardır. Bu iki önerme de insan aklının doğru olarak
kabul
edemeyeceği, mümkün olmayan ve saçma önermelerdir. Birinci
önerme
bilimsel olup ispat etmeye bile gerek olmazken, ikinci önermede ise
öyle
olmadığına ilişkin deliller sunulması gereklidir.167
c. Akli
Olabilirlik
Bir
olayın meydana gelme durumunun, gelmeme durumu ile eşit olması
durumudur.
Her iki durumun gerçekleşmesi de birbirleri ile eşit olasılığa
sahiptir.
Mesela; güneşli bir günde havayı bulutların kaplaması ve yağmur
yağması
yâda sıradan bir demirin yâda taşın altına dönüşmesi durumu.
Bunların
gerçekleşmesi hakkında kesin olarak bir iddiada bulunulamaz. İlk
önerme
insanı hayatında sıkça rastlamış olduğu bir durum olabilecekken
bunun
ispat edilmesi gerekmez, ancak ikinci önerme insanın hayatında
normal
şartlarda çok sık rastlayamayacağı ancak rastlamıyor olmasından
dolayı
kesinlikle böyle bir şeyin olmayacağını ispat edemediği bir
durumdur.
İlk önermenin gerçekleşmesi kâinat kurallarına uygun bir durum
165
Süleyman Baki, Manastırlı İsmail Hakkı ve Telhisul- Kelam Eseri, Üsküp: Logosa,
2006,
s.66.
166
Süleyman Baki, age, s.67.
167
Süleyman Baki, age, s.67.79
olabilecekken,
ikinci durumun gerçekleşmesi olağanüstü bir durum niteliği
kazanır.168
2.2.
Manastırlı’ nın Dozy’ nin Eserinin Çevirmeni Abdullah Cevdet’ e
Yönelik
Değerlendirmeleri
Manastırlı
İsmail Hakkı, Abdullah Cevdet tarafından dilimize tercüme
edilmiş
olan ‘‘Tarih-i İslamiyet’’ adlı kitaba ve tercümanına eleştiriler
yöneltmiştir.
Manastırlı’nın tepkilerine sebep olan durum böyle bir eserin
yazılmış
olması değildir. Abdullah Cevdet tarafından böyle bir eserin
çevirisinin
yapılması ve kendisinin de çeviri kitapta yazılanları destekler
nitelikte
yazılar kaleme almış olmasıdır. Tarihsel seyir içinde bakıldığında,
İslamiyet
aleyhinde çalışmaların Batılı düşünürler tarafından her zaman
yapılmış
olduğu görülmektedir. Bunların çoğunluğu yabancı dillere mahsus
kalmış,
Türkçe’ ye tercümeleri yapılmamıştır.
İslamiyet’
in tarihsel seyri içerisinde İslam dini aleyhinde bu ve benzeri
çalışmalar
her zaman olmuştur. Kitabın tercüme edilmesinden sonra yoğun
tepki ve
eleştiriler almasına sebep olan husus, Abdullah Cevdet’in kitaba
eklemiş
olduğu ‘‘İfade-i Mütercim’’ kısmıdır. Abdullah Cevdet tarafından,
İslam
dinine çeşitli mesnetsiz ve yanlış iddialar içeren Dozy’nin ‘’İslam
Tarihi’’
kitabının gerçek bir İslam tarihi kitabı olduğu iddiasında bulunması
ona
yönelik eleştirilere sebep olmuştur.169
Abdullah
Cevdet ‘‘Tarihi İslam’’ kitabının yazılmasının gerekliliği ile
ilgili
üç temel iddia sunmaktadır;
I.
Müslümanların gerçeklerin anlatıldığı bir İslam Tarihi kitabına
ihtiyaç
duyuyor olmaları,
II.
İslam kütüphanelerinin böyle hakiki bir kaynaktan mahrum olması,
168
Süleyman Baki, age, s.67.
169
Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73,
(20 Ocak
1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5655/10054. (Erişim:03.05.2019), s.305.80
III. Hz.
Peygamber zamanından beri halkın baskı ve şiddet altında
olması,
gerçek tarih kitapları yazılamamış olması, Dozy’ nin yazmış olduğu
bu
kitaba ihtiyaç içerisinde olduğumuzu söylemesi.170
Manastırlı
İsmail Hakkı bu iddiaları sırası ile reddetmiştir. Çünkü
bunların
hiçbirisi gerçekleri yansıtmamaktadır. Özellikle ilk iddianın gerçek
dışı
olduğu ortadadır. Çünkü ‘‘İslam Tarihi’’ olarak sunulmaya çalışılan
ilgili
kitap İslam’ın gerçeklerini çarpıtmaktan başka bir amaç taşımaz.
Kitapta
ortaya atılan iddialar, onun bir tarih kitabı olmaktan çok bir tahrif
kitabı
olma özelliği taşıdığına işaret eder.171
İkinci
iddiasına bakacak olursak, Abdullah Cevdet Müslümanların sahip
olduğu
hiçbir tarih kitabının gerçekleri yansıtmadığı iddiasında
bulunmaktadır.
Abdullah Cevdet ‘’ Üç mühim lisanı İslam olan Arap, Farisi
ve Türk
dillerinde yazılmış böyle bir tarih bulunmadığını tahkik ettik’’172
demektedir.
Ancak Müslümanların kütüphanelerinde bu üç dilde yazılmış
sayısız
eserlerin olduğu ve bunların tarafsız bir şekilde, birbirlerini
destekleyen
kitaplar olduğu bilinmektedir. İslamiyet ile alakalı tarihi
yazıcılık
hicretin birinci asrından itibaren başlamış olduğuna dair belgeler
de
bulunmaktadır. Üstelik İslam’ ın en erken dönemlerinden itibaren kayıt
altına
alınmış olan bilgiler, daha önce gelmiş olan hiçbir dinin sahip
olmadığı
kadar önemli bir yer teşkil etmektedir.173
Gerçekten
de böyle bir iddianın gerçek olma ihtimali pek zayıftır. Hz.
Peygamber
zamanından beri hiçbir düşünürün, tarihçinin İslam dini
hakkında
gerçek bilgiler yazmamış olması, kimsenin bu alana ilgi
duymaması
mümkün değildir. Farz edelim ki Abdullah Cevdet’ in iddia
etmiş
olduğu gibi İslam dini hakiki tarih kitaplarından mahrum kalmışsa
bile,
Müslüman âlimlerin yazmaktan aciz kaldıkları hakiki bir İslam tarihi
170
Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73,
(20 Ocak
1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5655/10054. (Erişim:03.05.2019), s.306.
171
Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73,
(20 Ocak
1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5655/10054. (Erişim: 03.05.2019), s.306.
172
Dozy, age, s.3.
173
Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73, (20
Ocak
1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5655/10054. (Erişim: 03.05.2019), s.306.81
kitabını,
Müslüman olmayan bir Batılı ne kadar hakiki bir şekilde yazmış
olabilir?
Üçüncü
iddiasına baktığımızda onun da gerçekleri yansıtmadığı
anlaşılır.
Baskıcı hükümdarlar elbette olmuştur. Ancak tüm İslam tarihi
boyunca
bütün hükümdarların baskıcı olduklarını söylemek mümkün
değildir.
Eğer bir baskı mevcut olsaydı bugün elimizde orijinal halleri ile
mevcut
bulunan kitapların da olmaması gerekirdi. 174
Bu
anlamda Manastırlı, Abdullah Cevdet’ in Dozy’ nin kitabını
insanlara
hakikat olarak sunmak amacıyla, güya Müslümanlar ’ın böyle
değerli
eserlere sahip olmadıklarına yönelik açıklamalarının, akli gerekçeler
reddetmiştir.
Abdullah
Cevdet, Dozy’ nin kitabını tercüme ederken, İslami ilkelere
sadık
kalmış olduğunu kendince iki husus ile açıklamaktadır. Bunlardan
ilki;
kitabın orijinal halinde Dozy tarafından kullanılmamış olan
‘‘sallallahualeyhivessellem’’
ve ‘‘radiyallahuanh’’ kelimelerini temsilen
‘‘s.a.v’’
ve ‘‘r.a’’ kelimelerini eklemesini gösteriyor.175
Tercüman
Abdullah Cevdet, kendince halkın takdirini toplamak
amacıyla
olacak, (sözde) dini hassasiyete sahip olduğunu belirtmeye
çalışmıştır.
Dozy’ i Doğu ile alakalı çalışmalar yapması sebebiyle
Müslüman
ilan eden Abdullah Cevdet, “s.a.v” ve “r.a” kelimelerini
kullanarak
kendisini de dindar göstermeye çalışmıştır.
İkinci
hususta; Abdullah Cevdet, Dozy’ nin kitabında yazanları
kendisinin
de incelediğini, düzeltilmesi gerekli olan kısımları dipnotlarda
kendi
imzası ile açıklayacağını söyleyen Abdullah Cevdet’ in yazmış olduğu
dipnotlar
incelendiğinde, Dozy’ nin iddialarını doğrulamak ve destek olmak
amacından
başka bir çabası olmadığı görülmektedir. Hatta işin boyutunu
öyle
ileri safhalara götürmüştür ki, Dozy’ i desteklemek için ayetleri ve
174
Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73,
(20 Ocak
1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5655/10054. (Erişim: 03.05.2019), s.306.
175
Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73 ,
(27 Ocak
1910),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-i-islamiyet-namiyla-nesr-olunan-risalei-mufteriyanenin-cerh-ve-intikadina-dair-2.
(Erişim: 03.05.2019), s.302.82
hadisleri
çarpıtmaya, olmayan ayet ve hadisler ortaya koymaya başlamıştır.
Örneğin;
Abdullah Cevdet’ in Kuran’ da geçtiğini iddia ettiği, Araplar’ da
Allah
inancı bulunduğunu ama bunun tıpkı insan gibi maddi ve manevi yanı
olan bir
varlık olduğunu ifade ediyor. Bu iddiasının da Kuran’ da mevcut
olduğunu
belirtmektedir. Ancak böyle bir şeyin Kuran’ da yeri
bulunmamaktadır.176
Eğer
Dozy’ nin iddiaları hakikatleri yansıtıyor olsaydı, Abdullah
Cevdet’in
hiçbir açıklama yapmasına gerek kalmadan büyük şaşkınlık
içinde
hakikatleri ifade etmesi gerekirdi. Kaldı ki Dozy’ nin eserini ait
olduğu
lisandan okuyabilen tek düşünür de Abdullah Cevdet olmamıştır.
Neden O’
nun var olduğunu iddia ettiği bu hakikatler başka düşünürler
tarafından
aynı şekilde takdir edilip, Müslümanların hizmetine takdim
edilmemiştir?
Manastırlı, Filibeli, İsmail Fenni gibi düşünürler Dozy’ i
takdir
etmek yerine neden O’na reddiye yazmışlardır?
Manastırlı,
Abdullah Cevdet’ in, bu kitabı tercüme ederek masum
halkın
sahip olduğu dini inanışlarını ve peygambere karşı olan sevgilerini
zedelemeye
çalıştığını söylemektedir. Abdullah Cevdet bunca zamandır
insanların
inandıkları şeylerin yanlış olduğu iddiasını ortaya atmaktadır.
Manastırlı
ise Abdullah Cevdet’ in Dozy’ nin kitabındaki iddialarının
Müslüman
tarih kitaplarındaki bilgilerden farklı olmasından dolayı, İslami
kaynakları
hakikat olmamakla suçlamasını eleştirmektedir.
‘‘Bugün
ehli İslam için ‘Tarih-i İslamiyet’ ten daha ziyade nafi, mütalaa
ve daha
ziyade kat’iyle-lüzum bir kitap yoktur itikadındayız. Hurufat ve
iğfalat
ile dolu asar-ı gafilane veya muğfilanenin mevsim-i revacı saye-i
feyz-i
tekâmülde çoktan geçti.’’177
176
Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73 ,
(27 Ocak
1910),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-i-islamiyet-namiyla-nesr-olunan-risalei-mufteriyanenin-cerh-ve-intikadina-dair-2.
(Erişim: 03.05.2019), s.302.
177
Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73 ,
(27 Ocak
1910),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-i-islamiyet-namiyla-nesr-olunan-risalei-mufteriyanenin-cerh-ve-intikadina-dair-2.
(Erişim: 03.05.2019), s.303.83
Abdullah
Cevdet, Müslümanlar için Dozy’ nin ‘Tarihi İslamiyet’ kitabı
kadar
faydalı bir kitap bulunmadığı iddiasında bulunmakla Müslümanlara
ait ne
kadar kitap varsa hepsinin batıl düşünceler etkisi ile oluşturulmuş
olduğunu
söylemiştir. Bu sebeple Müslümanların, Dozy’ nin kitabına sıkıca
sarılmalarını
gerekli görmüştür. Manastırlı, ne Dozy’ nin ne de Abdullah
Cevdet’
in gerçekte Müslümanlara hizmet etmek amacından çok uzak
olduklarını
ifade etmektedir.
Dozy’
nin kitabına sıkı sarılan Abdullah Cevdet’ in sonuçta ne durumda
bulunduğu
görülmektedir. İslam düşünürleri tarafından yalancılık, iftiracılık
hatta
dinsizlik ile suçlanmıştır. İspat edilmesine gerek duyulmayacak kadar
açıkça
bilinen hakikatleri bile çarpıtmak amacıyla türlü iddialar ortaya atmış
ve Dozy’
nin düşüncelerini haklı göstermeye çalışmıştır. Kendisi böyle bir
bozukluklar
kitabına inanmakta elbette özgürdür. Fakat bu eser ile halkın saf
dini
inançlarına zarar vermeye amacından dolayı yoğun eleştirilere maruz
kalmıştır.
Dozy’
nin bir gayrimüslim olması sebebiyle, Müslüman halktan tepkiler
alacağını
bilen Abdullah Cevdet, iddialarının boyutunu Dozy’ nin
Müslüman
ilan edilmesine kadar götürmektedir. Üstelik bunu yaparken,
Müslümanların
kutsallarını yok saymaktadır. Abdullah Cevdet, Dozy’ nin
gayrimüslim
olmasının Müslümanlar açısından bir sorun oluşturmaması
gerektiğini,
çünkü Müslüman olmanın ne namaz ile ne de oruç ile olduğu
iddiasında
bulunmuştur. Bunu da ‘‘Din, muameleden ibarettir’’178 şeklinde
kaynağı
belli olmayan, Abdullah Cevdet’ in hadis olduğunu iddia ettiği
cümleye
dayandırmaktadır. Eğer bu açıdan değerlendirilirse Dozy,
Müslümanların
çoğundan daha Müslüman sayılmış olacaktır. Çünkü
hayatını
ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirmiş.179
Manastırlı,
Abdullah Cevdet’ in Dozy’ i Müslümanların gözünde
yükseltebilmek
amacıyla, olmayan hadisler ortaya koymasını, bunu
yaparken
gerçek İslam âlimlerini değersiz göstermeye çalışmasını
eleştirmektedir.
Abdullah Cevdet’in hadis diye ortaya attığı cümlelerin hiç
178
Dozy, age, s.3
179
Dozy, age, s.4.84
birisi
sahih hadis değildir. Hadis olarak sunmuş olduğu şeyler, Dozy’ nin
düşüncelerini
desteklemek amacı ile kendisinin kurgulamış olduğu
metinlerden
oluşmaktadır. Bu hususta Manastırlı bu hadislerin tespit
edilmesi
ve yanlışlıklarının ortaya koyulmasını sağlamıştır. Manastırlı,
Abdullah
Cevdet’ in Dozy için kullandığı, “Din muameleden ibarettir”
şeklindeki
hadisi, kendi düşüncelerine uygun şekilde yorumlamış olması
bakımından
eleştirmektedir. Bu açıdan Manastırlı’nın bakış açısıyla
Abdullah
Cevdet’ in hadisleri oldukları anlamlardan başka anlamlarda
yorumlaması
ve olmayan hadisler söylemek ihtiyacı hissetmesini, aslında
onun
Dozy’ i olduğundan farklı göstermeye çabası içerisinde olduğunun
göstergesi
olarak kabul etmektedir.
Müslümanlar
aleyhinde iftira boyutunda iddialar içeren bir kitap yazan
Dozy,
nasıl olur da sadece bunu yapmış olmakla Müslüman ilan edilebilir?
Allah’
ın birliğini kabul etmeyen, Hz. Peygamber’ e çeşitli iftiralarda
bulunan,
namazdan oruçtan hiç haberi olmayan Hristiyan Dozy, nasıl oluyor
da
Abdullah Cevdet’ e göre Müslümanlardan daha Müslüman sayılabiliyor?
Manastırlı,
Abdullah Cevdet’ in böyle bir iddiada bulunmasının Dozy
tarafından
bile şaşkınlıkla karşılanacağını söylemiştir.180
Manastırlı,
Abdullah Cevdet tarafından İslam dininin davranışlardan
(muamelât)
ibaret olan bir din olarak gösterilmiş olmasına karşı
çıkmaktadır.
Müslümanların dinden anlamış olduğu şeyin sadece namaz
kılmak,
oruç tutmak olduğunu, diğer din mensuplarının sahip olduğu güzel
davranışlar
bakımından eksik olduklarını181 iddia etmektedir. Abdullah
Cevdet
bu iddiasına benzer şekilde “Bir saat taleb-i ilimde bulunmak bin
180
Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 ,
(11 Şubat
1910),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-i-islamiyet-namiyla-nesr-olunan-risalei-mufteriyanenin-cerh-ve-intikadina-dair-2.
(Erişim: 03.05.2019), s.354.
181
Abdullah Cevdet Müslümanların kavgacı, ahlaksız, barbar vb. olduklarını iddia
etmektedir.
Bknz. Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3,
S.75 ,
(11 Şubat 1910),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-i-islamiyet-namiylanesr-olunan-risale-i-mufteriyanenin-cerh-ve-intikadina-dair-2,
(Erişim:03.05.2019)
s.388.85
sene
ibadet etmekten efdal imiş”182 şeklinde bir hadisi kendisine delil olarak
sunmaya
çalışmıştır. Manastırlı, hadisin hem doğru şekli ile kullanılmamış
olması
hem de zayıf bir hadis olmasından dolayı eleştiride bulunmuştur.
Doğrusu
“Hikmet her müminin sil’a-i dâllesi, kaybetmiş olduğu kıymetli bir
metası
olup onu nerede bulsa almalıdır”183 şeklinde olduğunu belirtmiştir.
İlim ile
uğraşmakta olan kişi Müslüman dahi olsa, bu ilimden kendisi için
hayır ve
sevap kazanabilmesi için öğrendiği ilim ile ibadetlerini yerine
getiriyor
olması gerekmektedir. Manastırlı, Müslüman olmanın getirmiş
olduğu
sorumlulukları yerine getirmeyen bir kişi, isterse bütün ömrü
boyunca
İslam hakkında konuşuyor olsun, bundan kendisi için bir hayır
gelmeyeceğini
söyler.
Kaldı ki
Müslümanlar “Hikmet, her müminin sil’a-i dâllesi, kaybetmiş
olduğu
kıymetli bir metası olup, onu nerede bulsa almalıdır” hadisini,
hayatlarında
zaten uygulamaktaydılar. İslam düşünürleri hiçbir zaman ilim
öğrenmekten
geri durmamış, ilkçağ filozoflarından beri yapılan ilmî ve
felsefî
çalışmaları takip etmişlerdir. Müslüman-gayrimüslim ayrımı
yapmadan,
önyargılardan uzak olarak ilim ve felsefe ile ilgilenmişlerdir. Bu
sebeple
Müslümanları gaflet içerisinde, barbar bir toplum olarak gösterip,
Dozy’nin
içerisinde bulunduğu Avrupa toplumunu medeni bir toplum
şeklinde
göstermeye çalışmak ilmî hakikatler ile uyuşmamaktadır.184
182
Abdullah Cevdet Müslümanların kavgacı, ahlaksız, barbar vb. olduklarını iddia
etmektedir.
Bknz. Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3,
S.75 ,
(11 Şubat 1910),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-i-islamiyet-namiylanesr-olunan-risale-i-mufteriyanenin-cerh-ve-intikadina-dair-2,
(Erişim: 03.05.2019)
s.355.
183
Abdullah Cevdet Müslümanların kavgacı, ahlaksız, barbar vb. olduklarını iddia
etmektedir.
Bknz. Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3,
S.75 ,
(11 Şubat 1910),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-i-islamiyet-namiylanesr-olunan-risale-i-mufteriyanenin-cerh-ve-intikadina-dair-2,
(Erişim: 03.05.2019)
s.355.
184
Manastırlı İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namıyla Neşr Olunan Risale-i
Müfteriyanenin
Cerh ve İntikadına Dair 2”, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.73, (27 Ocak 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5656/10055.
(Erişim: 03.05.2019), s.321.86
2.3.
Manastırlı’ nın Dozy Hakkındaki Değerlendirmeleri
Manastırlı,
Dozy’ nin Tarih-i İslamiyet kitabında ortaya atmış olduğu
iddiaları
incelemiş, bunların kesinlikten uzak ve Dozy’ nin yorumlarından
meydana
geldiğini söylemektedir. Dozy hangi konu ile alakalı olursa olsun
İslamiyet
ve Kuran-ı Kerim hakkında işitmiş olduğu her türlü yanlış iddiaya
hakikat
muamelesi yapmıştır. Hiçbir iddiaya şüphe ile yaklaşıp, bilim
insanına
yakışır bir incelemeye tabi tutmamıştır. Bu konuda Manastırlı,
Dozy’
nin Araplar hakkındaki aslı olmayan iddialarına örnekler vermiş ve
bunları
bilimsel ve akli ilkeler ile reddetmiştir. Bunları bir sonraki başlıkta
açıklayacağız.
Dozy’
nin sözde bilimsellik iddiası ile İslam dininin tüm kutsalları
hakkında
ortaya atmış olduğu iddialar, onun Protestan inancının
sonuçlarıdır.
Esasında Manastırlı, Dozy gibi İslam dini hakkında iddialarda
bulunanlara
karşı cevap verilmesinin Müslüman âlimlere yakışmayan bir
davranış
olduğunu belirtir. Fakat bununla birlikte İslam Tarihi kitabının
gençler
arasında yaygınlaşmasından dolayı, Müslümanların bu
düşüncelerden
etkilenmemesi için cevap vermeye gerek duyduğunu
açıklamıştır.185
Manastırlı’ ya göre Dozy, Doktorluk unvanı arkasına
saklanarak
her türlü yanlış iddialar bilimsellik adı altında insanlara
sunmuştur.
Dozy’ nin ve Batılı düşünürlerin İslam dini hakkında fikirlerini
belirtirken
yapmış oldukları şey şundan ibarettir ki; Kuran’ da mevcut
veriler
kendi kutsal kitaplarındaki bilgiler ile uyuştuğunda, Kuran’ ın
onlardan
alınmış bilgiler ile oluşturulmuş olduğunu iddia ederler. Eğer
kendi
kitaplarındaki bilgilere ters düşen bir beyan bulunursa bu sefer Kuran’
ın
beyanlarını hakikat olmamakla itham ederler. Kendi kitaplarında mevcut
olmayan
şeylere sahip olduğu zamanda ise onları değerli görmezler.186
185
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 13, Sırat-ı Müstakim, c.4, S.84 , (14 Nisan 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5667/10066,
(Erişim: 03.05.2019), s.97.
186 Manastırlı
İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 13, Sırat-ı Müstakim, c.4, S.84 , (14 Nisan 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5667/10066,
(Erişim:03.05.2019),s.98.87
Dozy’
nin hiçbir delile dayanmayan sözler etmesi, muhatabı olan dine
hiçbir
söz hakkı vermeyip yalnızca o dine saldırmak şeklinde sözler sarf
etmesinden
dolayı Manastırlı, Dozy’ nin bilimsellikten uzak ve bilim
adamına
yakışmayan bir davranış içerisinde bulunduğunu, gerçekliği
olmayan
sözler söylemekten başka bir faaliyette bulunmadığı
düşüncesindedir.187
2.3.1.
Araplar Hakkındaki İddialar
Manastırlı,
Dozy’ nin kitabına Arapları anlatarak başlaması ve
başlangıçta
masum ve tarafsız bir değerlendirme yapıyor gibi gözüküp esas
amacını
daha sonra ekleyip kendisi açısından açıkgözlülük yaptığını
düşünse
de aslında söylemiş olduğu çelişik ifadeleri ile esas niyetini açıkça
ortaya
koymaktadır. Mesela, Dozy, Arapların bağımsızlığa düşkün, yeme ve
giyinme
alışkanlıklarının sade, misafirperver insanlar olduğunu söylemekle
birlikte
intikamcı, merhametsiz ve hiçbir zaman barış yanlısı olmayan bir
toplum
oldukları yönünde düşüncelerini eklemiştir. Başlangıçta göstermeye
çalıştığı
tarafsız duruşunu sonuna kadar devam ettirmemiştir. Dozy kitabını
yazarken
daha başlangıçta Araplar hakkındaki açıklamalarında çelişik
ifadelerde
bulunarak kitabın sonuna kadar yapacak olduğu yanlış
beyanlarının
sinyallerini vermiştir.188
Dozy,
Arapların cahiliye dönemindeki dini inanışları hakkında birtakım
iddialarda
bulunuyor. Arapların sahip oldukları tanrı kavramının, insanla
özdeşleşmiş
bir şekilde, insan gibi bir surete sahip olan varlık olarak kabul
edildiğini
iddia etmektedir.189
187
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 13, Sırat-ı Müstakim, c.4, S.84 , (14 Nisan 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5667/10066,
(Erişim: 03.05.2019), s.99.
188
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063,
(Erişim: 04.05.2019), s.43
189
Dozy, Tarihi İslamiyet, s.10.88
“Onlara,
"Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, mutlaka
"Allah"
diyeceklerdir. De ki: "Bütün övgüler Allah’ a mahsustur"; ama
onların
çoğu bilmez.”190
Manastırlı,
Dozy’ nin, Arapların sahip olduğu yaratıcının varlığına dair
inanışları
ile alay ederek kendisinin yaratıcıyı reddeden maddeci bir
düşünceye
sahip olduğunu ispat etmektedir. Yaratıcının varlığını reddeden
bir
kimsenin peygamberlik, vahiy gibi konulara inanması zaten
beklenemez.191
Cahiliye
Döneminde inanç sistemine baktığımızda Hz. İbrahim’ den
beri
süregelen tek tanrılı bir inanç yanında putlara tapan insanların da
olduğu
bilinmektedir. Aslında Arapların İslamiyet’ ten önce dini inançla
kuvvetli
bir bağı bulunmamaktadır. Dini inançlar ancak toplumda saygınlık
kazanmak
ve bazı ticari çıkarların korunması amacıyla kullanılmaktadır.
Melekleri,
cinleri, yaptıkları putları Allah ile aralarında bir aracı olarak
görmekteydiler.
“Yoksa
bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı sarılıyorlar?”
“ Hayır!
Onlar sadece, "Şüphesiz biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk
ve biz
onların izlerinden gitmekteyiz" dediler”.192
İslamiyet’
in gelişi ile birlikte ilk olarak bu anlayış değiştirilmiştir.
Çünkü
İslamiyet’te ilk kabul, tevhit inancıdır. Allah’ ın varlığına ve
birliğine
inanmak İslamiyet açısından önemli bir yer teşkil etmektedir. Hz.
Peygamber,
Allah ile insanlar arasındaki tek elçidir ve görevi Allah’ın
emirlerini
insanlara bildirmektir. Bunun ötesinde Allah ile insanlar
arasındaki
ilişkiye herhangi bir müdahalesi bulunmamaktadır.193
Araplar
putperest inançlarının ardında aslında Allah’ ın varlığına da
inanmaktadırlar.
Fakat içinde bulundukları bozuk inançlar gereği putları
190
Lokman Suresi, 25. Ayet, Ayet
https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Lokm%C3%A2nsuresi/3494/25-29-ayet-tefsiri.
(Erişim: 10.05.2019)
191
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 12, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.83, (6 Nisan 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5666/10065
, (Erişim: 04.05.2019), s.77.
192
Zuhruf Suresi, 21-22. Ayet,
https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/zuhruf-suresi,
(Erişim:12.05.2019)
193
Manastırlı, Hak ve Hakikat, s.100.89
Allah
ile kendi aralarında bir aracı olarak görmekteydiler.194 Manastırlı bu
durumun
sebebi olarak henüz İslam dininden haberdar olmamalarını
göstermiştir.
O dönemde birçok dinde de olduğu gibi inançlarında bir takım
bozukluklar
mevcut durumdaydı. İslam dininin Allah’ ın varlığı ve birliğine
dair
getirmiş olduğu akli deliller ile sahip oldukları bu bozuk anlayışlar
düzeltilmiştir.195
Eğer
Dozy’ nin söylemiş olduğu gibi dini duyguları zayıf bir toplum
olsalardı,
o zaman putlara da herhangi bir değer vermemeleri gerekirdi. Bu
insanlar
içlerinde bulunan yücelik duygusunu putlar ve yahut başka şeylere
olan
bağlılıkları ile yansıtmaktadırlar. Atalarından kendilerine miras kalan
putlara
sahip çıkmaları da manevi değerlere sahip olduklarının göstergesidir.
2.3.2.
Haniflik Dinine Yapılan Eleştiriler
Arapların
putlara olan inancının zayıf olması ve tam bir itaate sahip
olmamalarından
yola çıkarak Dozy, Arapların dini inancı zayıf bir toplum
olduğu
iddiasında bulunmuştur. Dozy, Arapların putperest inancının dışında
sahip
olduğu Haniflik dininin tam olarak Araplara uygun derecede basit bir
din
olduğunu söylemiştir. Bu dinde eksik olan şeyler, ilahi bir kitap, dini
kurallar,
düzenli bir inanç sistemi ve ilahi bir yaratıcı tarafından
onaylanması
gerektiğini söyleyip daha sonra bunların Hz. Muhammet
tarafından
İslam dinine dâhil edildiğini söylemektedir.196 Dozy’ e göre Hz.
194
Lokman Suresi - 25-29. Ayet,
https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Lokm%C3%A2nsuresi/3494/25-29-ayet-tefsiri.
(Erişim: 05.05.2019)
195
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 11, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.82, (30 Mart 1910
),http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97633/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktor-dozynin-turkceye-mutercem-risalesine-karsi-reddiye-11
(Erişim: 05.05.2019 ), s.58.
196
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 11, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.90, (26 Mayıs
1910),http://katalog.idp.org.tr/pdf/5673/10072,
(Erişim: 05.05.2019 ), s.219.90
Peygamber,
Haniflik inancını İslamiyet şeklinde kendine has bir din şekline
dönüştürüp,
ona bir takım ruhani varlıklar eklemiştir.197
Haniflerin
dini, sade ve basit bir dindi. Ancak yeni ortaya çıkmış bir şey
değildi.
Hz. İbrahim’ den beri süregelen, ilahi yaratıcıyı bulma arayışı bu
toplumda
hep olmuştur. Ancak bu din zaman içinde bozulmalara uğrayarak
sadece
ilahi varlığın birliğine inanan bir din şeklinde kalmıştır. İnsan için
sonsuz
mutluluğu sağlayabilecek bir din haline gelebilmesi için Dozy’ nin
ifade
ettiği şekilde bir sisteme sahip olması gerekmekteydi. Ancak Dozy’
nin de
kabul ettiği bu sistemin gerçekleştirilebilmesi öyle sıradan bir olay
olmayıp
ancak ilahi bir yardım ile gerçekleştirilebilecek olduğunu kabul
etmesi
gerekmektedir. Dozy ise bu durumu, Hz. Peygamber’ in İslam dinini
oluştururken
Haniflik dinini taklit etmiş olduğu şeklinde kullanmaya
çalışmaktadır.198
Manastırlı ise Dozy’ nin bu yaklaşımını Hz. Muhammed’
in
ortaya koyduğu dini inanç sisteminin önemini kavrayamamış olmasından
kaynaklandığı
şeklinde değerlendirmiştir.
İslamiyet’
ten evvel gönderilmiş olan dinlerin hepsi hak dindir ve
peygamberleri
de hak peygamber olarak İslam düşüncesinde kabul
edilmiştir.
İster Hristiyanlık olsun ister Yahudilik ya da Haniflik, bunların
her
birisi bir peygamber ile gönderilmiş ilahi dinlerdir. Orijinal hallerinin
İslam
düşüncesi ile zıt düşen herhangi bir açıklaması olmayacağı
Müslümanlar
tarafından kabul edilmiş bir hakikattir. Dozy, İslam dinini bu
dinlere
benzetmekle yanlış bir şey yapmamaktadır. Yanlışa düştüğü nokta,
Hz.
Peygamber’ in İslamiyet’ i bu dinlerden öğrenmiş olduğu yönündeki
iddiaları
ile hem İslam dinini hem de Hz. Peygamberi aciz göstermeye
çalışmasıdır.
197
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 11, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.90, (26 Mayıs 1910
),http://katalog.idp.org.tr/pdf/5673/10072,
(Erişim:05.05.2019), s.220.
198
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 11, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.90, (26 Mayıs 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5673/10072,
(Erişim: 05.05.2019 ), s.220.91
2.3.3.
İslam Dininin Özgün Olmadığı İddiası
Dozy’ e
göre İslam dininin tebliğ edilmiş olduğu dönem, insanlığın en
zorlu
süreçlerinin yaşanmakta olduğu bir dönemdir. Bu dönemde dünya
üzerinde
yaşanılan çatışma ve savaşlar halkları zor durumlara sokmuştur.
Bizans
ve İran İmparatorlukları arasında, dünya üzerinde hâkimiyetlerini
artırmak
için çeşitli çatışmalar ve savaşlar yaşanmaktadır. Her iki ülke
ekonomik
olarak zengin ve gösterişli bir dönemde iken halkın büyük
çoğunluğu
fakir ve ezik durumda yaşamaktadır.199
Mevcut
olan dinlerin toplumdaki bozulmanın önüne geçememiş olması,
toplumun
yeni kurallara ve reformlara ihtiyaç içerisinde olduğunun en
önemli
göstergesidir. İslam dini tam da böyle bir ihtiyacın bulunduğu
dönemde
ortaya çıkmıştır. İslam’ ın bir din olarak ortaya çıkışı, insanların
nazarında
hayret uyandıracak kadar hızlı olmuş ve bu din dünyanın her
tarafında
yayılım göstermiştir. İçerisinden çıktığı Arap toplumunda ahlaki
açıdan
olumlu gelişmeler yaşanmıştır. Manastırlı, yaşanan tüm bu durumlar
karşısında
Dozy gibi düşünürlerin bu hakikati inkâr etmek yerine hiç
olmazsa
buna hayret etmesi gerektiğini düşünmektedir.200
Manastırlı,
Dozy’ nin, Hz. Muhammed’ in İslam dinini daha evvel
başkalarından
işittiği ve buradan yola çıkarak kendisinin yeni bir din
iddiasında
bulunduğu iddiasına bulunmuştur. Buna göre Hz. Muhammed’ in
peygamberliğinin
ilahi bir kaynağı olmayacaktır. Peygamberlik ile ilgili
herhangi
bir şüphenin oluşması, İslam dini hakkında yanlış fikirlere
sebebiyet
vereceği gibi Kuran’ ın diğer dinlerden düzenlenerek
oluşturulmuş
olması da Hz. Muhammed’ in peygamberliğinin sahte olduğu
gibi
yanlış fikirlerin ortaya çıkmasına yol açacaktır.
Dozy,
İslam dinini mucizelerden yoksun ve diğer dinlerin sahip olduğu
bilgilerin
yeniden düzenlenmesi şeklinde ortaya koyulmuş bir din olduğu
199
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063,
(Erişim: 05.05.2019), s.42.
200
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063,
(Erişim: 05.05.2019), s.42.92
iddiasındadır.201
Ancak bunu yaparken Dünya’ nın İslam’ dan önce içinde
bulunduğu
halleri görmezden gelinmektedir. Avrupa’ da ruhani lider olarak
kabul
edilen kişilerin insanlar üzerinde kurmuş olduğu baskıcı ve zorba
otoriteler
sebebiyle ilmi alanda ilerlemeler durmuş, ahlaki olarak
yozlaşmalar
yaşanmıştır. Din bu kişilerin menfaatleri ve istekleri
doğrultusunda
yaşanan bir durum halinde gelmişti. İslamiyet’in insanlara
bildirilmesinden
sonra hem Arap toplumu hem de dünyada benzeri
bulunmayan
iyileşmelerin yaşandığı görülmüştür. 202
Manastırlı,
Dozy ve onun gibi düşünen Avrupalı düşünürlerin, İslamiyet
aleyhinde
ortaya atmış oldukları her türden iddianın arka planında, İslam’ ın
dünya
üzerinde kazanmış olduğu başarıların bulunduğunu söylemektedir.
Hristiyanlığın
tüm Avrupa’ da büyük bir otoriter güç olarak durduğu ve hızlı
bir
yayılma faaliyeti içinde bulunduğu zaman diliminde İslam dini ortaya
çıkmış
ve başarılı bir şekilde insanlara etki etmeye başlamıştır. Manastırlı’
ya göre
bu durum, Dozy gibi sözde tarafsız Avrupalı düşünürlerin
İslamiyet’e
karşı yanlı görüşler ortaya koymalarının en ciddi
sebeplerindendir.203
“İslam
dini kadar az asliyeti olan bir din yoktur”204 iddiasında
bulunan
Dozy, bunu İslam’ ın sahip olduğu kuralların diğer semavi dinler
ile benzerliklerinin
bulunması sebebiyle söylemektedir. Manastırlı, bu
durumun
İslam dini için olmasının mecburi bir durum olduğunu
söylemektedir.
Zira böyle olmasaydı, kendisinden önce gelmiş olan semavi
dinleri
inkâr etmiş olurdu. Oysaki İslam dini kendisinden önce gelmiş olan
tüm
semavi dinleri bozulmamış halleri ile kabul ve tasdik etmek üzere
201Manastırlı
İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 9, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.80, (17 Mart 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5663/10062,
(Erişim: 04.05.2019 ), s.23.
202
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 9, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.80, (17 Mart 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5663/10062
, (Erişim: 04.05.2019), s.24.
203
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063,
(Erişim: 05.05.2019), s.43.
204
Dozy,
age, s.103.93
gelmiştir.
Bu duruma şüphe ile değil aksine doğruluğunu ispat eden bir delil
olarak
bakılması gerekmektedir.205
2.3.4.
Kuran Hakkındaki İddialar
Hz.
Muhammed’in peygamberliğinin ilahi bir boyutunun olmadığı
yönündeki
iddialardan sonra en çok bahsedilen bir diğer husus Kuran’ın
ilahi
bir boyutunun olmayıp onun Hz. Muhammed’ in fikirlerinden oluştuğu
iddiasıdır.
Buna göre Dozy, Kuran’ ın Hz. Muhammed tarafından Yahudi ve
Hristiyanlar’
ın dinlerini zaman içerisinde küçük kısımlar şeklinde öğrenip
bunları
kendi zihninde tekrar düzenleyip eklemeler yaparak, insanlara yeni
bir din
gibi sunmaktan ibaret olduğunu iddia etmektedir.206 Manastırlı ise
Kuran’
ın ilahi bir kitap olduğu ve ancak Allah’ ın yardımı olmaksızın onun
vücut
bulmasının mümkün olmadığını dile getirmektedir. Manastırlı bu
iddiayı
çeşitli sebeplerden dolayı mümkün görmemektedir.
Birincisi,
İslamiyet’ in ilan edildiği dönemde, Mekke’ de samimi
Hristiyan
ve Yahudiler bulunmamaktadır. Dini inanışları yozlaşmış ve
sadece
isim olarak mevcut bulunmaktadır. Samimi olarak inanan insanlar
varsa da
bunlar toplumun en aşağısında görülen sıradan insanlardan
ibarettir.
Manastırlı, bu insanların Kuran ayetlerindeki manaları anlamaktan
uzak
olduklarını ve bu sebeple mezkûr insanlardan herhangi bir ayetin
öğrenilmiş
olma ihtimalinin gerçekçi olmadığını ifade eder.207
İkincisi,
Manastırlı İslam dinine ait bilgilerin Yahudi ve Hristiyanlığa
göre
oldukça net ifadelere sahip olduğunu, bu sebeple aralarında bir
benzerlik
bulunmadığını düşünür. Eğer gerçekten Kuran’ı, Dozy’ nin iddia
ettiği
şekilde oluşturmuş olsaydı, Hristiyanlık ve Yahudilikte mevcut
bulunan
efsane ve hurafelere benzer ifadelerin Kuran’ ın içerisinde de
205
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063,
(Erişim: 05.05.2019 ), s.43.
206
Dozy, age,
s.101.
207
Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 ,
(3 Mart
1910),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97573/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktordozy-nin-turkce-ye-mutercem-risale-i-menhusesine-dair-7,
(Erişim: 03.05.2019 ), C.3,
s.406.94
olması
gerekirdi. Hz. Muhammet gerçekten bu dinleri taklit ederek bir kitap
oluşturmuş
olsaydı, bu dinlerin içindeki hurafeleri ve bozulmuş inançların
tamamını
ayıklayıp sadece hakikat olanlarını kullanacak kadar üstün bir
yeteneğe
sahip olmazdı. Bu dönemin âlimleri ve dini liderler dahi
Hristiyanlık
ve Yahudilik dinlerini bu hurafelerden arındırabilecek güçte
değildi.
Hz. Muhammet gibi hiçbir eğitim almamış bir insanın böyle bir şeyi
başarmış
olması, mezkûr dinlerin hurafelerinden temizlenmiş olması
şeklindedir.
Hiçbir taklidin aslından daha mükemmel bir sisteme sahip
olması
mümkün değildir. Eğer öyle bir şey mümkünse o dönemde Yahudi
ve
Hristiyanlar neden bu şekilde taklit bir kitap meydana getirmediler?
Buna
benzer bir durum söz konusu olmadığı için Manastırlı bu iddiayı
geçersiz
görmektedir.208
Üçüncüsü,
Kuran içerisinde yer alan, geçmiş devirlerde yaşanmış
kıssaların
yaşandığı yerlerin açık şekilde Kuran’ da belirtilmesi nasıl izah
edilebilir?
Hayatında Mekke dışına çıkmamış ama dünya üzerinde meydana
gelen
olayların yerini belirtebilecek coğrafya bilgisini nereden öğrenmiş
olabilir?
İlahi bir bilgi olmadan böyle bir bilginin Kuran’ da yer alması
kabul
edilebilir bir durum değildir.
Bu
dönemde eski dinler içerisinde insanların merak ettiği bir takım
bilimsel
sorular hakkında cevaplar mevcut idi. Ancak bu cevaplar
bilimsellikten
uzak bir nitelikteydi. Günümüzde bilimin gelişmesi ile Kuran’
da
bahsedilmekte olan pek çok bilginin bilimsel olarak da doğru olduğu
anlaşılmıştır.
Ancak bu bilgilerin hiç birisi eski dinlerde bulunmamaktadır.
Aksine
onlardan farklı ifadelere sahiptir ve bilimsel gelişmelerin olması ile
birlikte
sahip olduğu bilgilerdeki doğruluğu da kanıtlanmıştır. Manastırlı,
İslamiyet,
Yahudilik ve Hristiyanlık dinleri arasında bilime uygun olmaları
bakımından
bir ayrım ortaya koymuştur. Örneğin, Kuran-ı Kerim Hz.
Peygamber
tarafından yazılmış bir kitap olsaydı, bu kitabın içerisinde
bulunan,
bilimin bile çok geç dönemlerde ortaya çıkartabilmiş olduğu
208
Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 ,
(3 Mart
1910),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97573/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktordozy-nin-turkce-ye-mutercem-risale-i-menhusesine-dair-7,
(Erişim: 03.05.2019), C.3,
s.40695
bilgileri
okuma yazması olmayan ve hiçbir eğitim almamış olan bir insanın
bilmesi
mümkün olmazdı.209
Yine
doğa olayları ile ilgili Kuran’ da verilmiş olan bilgilere bakarsak;
Ay’ ın
kendisinin bir ışık kaynağı olduğuna inanıldığı bir dönemde, Ay’ ın
kendisinin
bir ışık kaynağı olmadığı ve fakat Güneş’ ten almış olduğu ışığı
Dünya’
ya yansıttığı bilgisi Kuran’ da bulunmaktaydı. Ayın değişik
şekillerde
görülmesine (dolunay, ilk dördün, yeni ay, son dördün) ayın
hacimsel
olarak küçülmesi veya büyümesi şeklinde değil de Güneş’ e olan
konumunun
değişmesi şeklinde açıklanması da Kuran’ da bahsedilmekteydi.
İnsanların
gök gürültüsü, şimşek, gökkuşağı gibi doğa olayları hakkındaki
fikirleri210
zaten bilimsellikten hurafelerden ibaretti. Ancak Kuran’ da bu
konularda
bilgiler mevcut bulunmaktaydı. Bunlar hiçbir insanın
kendiliğinden
uydurabilmesi mümkün olmayan bilgilerdir.211 Kuran’ da
bilime
ait alanlar ile ilgili yedi yüz elliyi aşkın ayetin bulunduğu tespit
edilmiştir.212
"İki
denizi kavuşmaları için salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır,
kavuşmuyorlar."213
"O, iki denizi birbirine salmıştır. Bu; tatlı, susuzluğu
giderici,
su tuzlu ve acıdır. Ve ikisinin arasına birbirine kavuşmasına engel
olan bir
perde koymuştur.’’214
Yukarıda
birkaç örnek sunmuş olduğumuz ayetlerden görüleceği üzere
insanların
Ay’ a yolculuk yapması, Cebelitarık Boğazı’ nda tatlı ve tuzlu
suların
birbirlerine karışmaması gibi bilgiler, bilimin ispat etmesinden evvel
209Manastırlı,
Hak ve Hakikat, s.55.
210
Bknz, Neml Suresi 27/88, Şems Suresi 91/34, Isra Suresi 17/12.
211
Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 ,
(10 Mart
1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5662/10061, (Erişim: 03.05.2019), C.4, s.1.
212
Prof. Dr. Fahri Kayadibi, “Kuran’ın Eğitim, Bilim ve Araştırmaya Verdiği Önem”,
İstanbul
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.14, (2012),
https://dergipark.org.tr/iuilah/issue/978/11002,
(Erişim: 10.02.2019), s.4.
213Kıyamet
Suresi, 3-4.Ayet,
https://www.suleymaniyevakfimeali.com/Meal/K%C4%B1yame.htm,
(Erişim:13.05.2019)
214Furkan
Suresi, 53.Ayet,
https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/furkansuresi.(Erişim:13.05.2019)96
Kuran
tarafından belirtilmiştir. Bahsedilmiş mevzular yalnızca Kuran’ ın
indirildiği
Arap Yarımadası hakkında değil Dünya üzerindeki pek çok alana
ait
bilgilerden oluşmuş olması aslında Kuran’ ın mucizevi ve ilahi özelliğini
desteklemektedir.215
Bunun
yanında Kuran her zaman insanları düşünmeye, araştırmaya sevk
etmektedir.
İçerisinde ilim ile uğraşan insanlara karşı övgü dolu sözler
bulunmaktadır.
Kuran’ da, ‘‘…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Ancak
aklıselim sahipleri ibret ve öğüt alır”216 ayeti ile bilen insan ile
bilmeyen
insan arasındaki fark belirtilmiştir.
“…
müddet-i muayyene zarfında Rum’un, kavm-i Fars’ a galebesi
“Sure-i
Rum” ibtidasında ihbar buyurulduğu veçhile zuhur etmişti.
Hâlbuki
o sırada kendilerinin gayet-i zaafi ve düşmanlarının kemal-i kuvveti
hasebiyle
Rumların galibiyeti asla me’mul edilmezdi.”217
Hz.
Peygamber gelecekte Rumların Farslıları yeneceğine dair bir bilgiyi
paylaşmış
ve o dönemde Farslıların hem siyasi hem ekonomik olarak güçlü
olmaları
sebebi ile bu durum pek çok kimse tarafından alayla karşılanmıştır.
Ancak
zamanı geldiğinde Kuran’ da bahsedildiği şekilde Rumların galibiyet
yaşadığı
görülmüştür.218 Hz. Peygamber devlet yönetiminden ve siyasetten
uzak
yaşamış ve bu konularda bilgi sahibi olmamıştır. Dolayısı ile Hz.
Muhammed’
in böyle bir konuda bilgi sahibi olması ve bunları yazması
mümkün
değildir.
Manastırlı
açısından Kuran’ da anlatılan olaylar dışında, onun sahip
olduğu
üslup ve düzen o dönemin çok ilerisinde olup Araplarda bile
hayranlık
uyandıracak özellik taşır. Söz söylemede üstün yeteneklere sahip
olan
Arap toplumu bile Kuran’daki bu söyleyiş güzelliğinin farkındadır.
215Fahri
Kayadibi, age, ss.12-13-14.
216Zümer
Suresi, 9.Ayet, , https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Z%C3%BCmer-suresi/4066/8-
9-ayet-tefsiri.
(Erişim:13.05.2019)
217
Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 ,
(3 Mart
1910),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97573/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktordozy-nin-turkce-ye-mutercem-risale-i-menhusesine-dair-7,
(Erişim: 03.05.2019), s.407.
218
Manastırlı İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 ,
(3 Mart
1910),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97573/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktordozy-nin-turkce-ye-mutercem-risale-i-menhusesine-dair-7,
(Erişim: 03.05.2019), s.407.97
Kendilerinin
en güzel şiirlerinin hiçbirisinde buna benzer bir anlatım
bulunmamaktadır.
Üstelik hiçbir dönemde Kuran’ ın bir benzerini yapma
girişiminde
bulunmamışlardır. İleri seviyede bir eğitim almamış, okumayazma gibi bir temeli
dahi yokken Kuran gibi geniş kapsamlı bir kitapta
başından
sonuna kadar aynı mükemmel düzen içerisinde bir kitap
yazabilmek
hangi insanın yapabileceği bir iştir? 219
Üstelik
tüm bu bilgileri verirken toplumun batıl inançlarına karşı yeni
bir
şeyler ortaya konulmuştur. Hz. Muhammet, eğer ki Kuran’ı kendi aklının
ürünü
olarak ortaya koymuş olsaydı insanlara karşı bu kadar kararlı bir
duruş
sergiler miydi? Toplumsal uzlaşı adına onların hoşlarına gidecek,
alışmış
oldukları şekilde bilgiler vermeyi tercih etmesi gerekmez miydi?
Dile
getirmiş olduğu bu sebeplerden dolayı Manastırlı, Kuran’ ın bir insanın
kendi
çabası ile oluşturmasının imkânsızlığını ve onun vahiy ürünü bir kitap
olduğu
düşüncesini ortaya koyar.
2.3.5.
Metafizik Varlıklar Hakkındaki İddialar
Abdullah
Cevdet, tercüme etmiş olduğu Tarihi İslamiyet kitabına
yazmış
olduğu önsözde Dozy’nin iddialarına destek oluşturacak, ifadelerde
bulunmuştur.
Kuran içerisinde tekrar eden insan ve cin kavramlarını
Arapların
Allah’ı kutsal görmelerinin yanında cinleri ve melekleri de kutsal
kabul
etmiş olduklarını ve onların bu inançlarının batıl olduğunu
göstermeye
çalışmıştır. Cevdet, Dozy’ nin hiçbir delile dayanmayan
sözlerini
desteklemeye devam etmiştir.
Kuran’
da açık şekilde cinlerin ve meleklerin varlığı hakkında bilgiler
verilmiştir.
Buna rağmen Dozy, Arapların cinler ve melekler gibi metafizik
varlıklara
inanmadıklarını iddia etmektedir. Manastırlı açısından bu tarz
düşüncelerin
bulunması eskiden beri alışıldık bir durumdur. Onun asıl
eleştirdiği
husus, her fırsatta bilimselliği öne süren bu kişilerin bilimin
kuralına
riayet etmemesidir. Manastırlı’ ya göre akıl ile ispatı mümkün
219
Manastırlı
İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 , (3 Mart
1910),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97573/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktordozy-nin-turkce-ye-mutercem-risale-i-menhusesine-dair-7,
(Erişim: 04.05.2019), s.407.98
olmasa
da aklın, varlığını kesin olarak reddedemediği varlıkların kabul
edilmesi
gerekir.220
Manastırlı
insan aklının tüm hakikatleri kavrayabilecek güçte
bulunmadığını,
aklın kendisi hakkında bile bilmekten aciz olduğu şeylerin
varlığına
dikkat çekmiştir. İnsan aklı ve bilim her zaman varlığın ve eşyanın
görünen
hakikatleri peşinde olmuştur ve asıl özdeki hakikatleri bilmekte
aciz
kalmıştır. İnsan aklı bu kadar sınırlı bir alanın bilgisine sahip iken onda
mevcut
olan yaratıcının varlığının bilimsel delillerle ispat edilememesi
sebebiyle
yadsınması, gerçekte insafa sığmaz.221
Manastırlı,
Dozy gibi düşünürlerin bilimsellik anlayışlarının eski
materyalist
düşüncelerin etkisi altında olmaları sebebiyle yanlış iddialarda
bulunduklarını
söylemektedir. Düşünürümüz esasında metafizik varlıkların
akıl ile
idrakinin somut delillere sahip olmaması hususunda şüpheye
düşülmesini
bir ölçüde haklı görmektedir. Ancak birçok insanın hiçbir delile
ihtiyaç
duymadan bunların varlığına dair bir inancı olmasına karşılık, sırf
maddi
delillerden mahrum olmasından dolayı akıl dışı olarak ilan edilmesi
doğru
değildir.222
Âlemde
insandan farklı özelliklere sahip, daha güçlü ve daha farklı
yapıda
bulunan varlıkların mevcut olduğunun akli olarak kabul edilebilmesi
için
illa ki somut delillere ihtiyaç yoktur. Bunun dışında âlemde, insan
aklının
ve yeteneklerinin üstünde pek çok olaylar meydana gelmektedir.
Mesela,
ağaçları ve binaları yerinden sökecek derecede şiddetli rüzgârlar,
binlerce
insanın ölümüne sebep olabilecek yıldırımlar, şiddetli depremler
gibi pek
çok doğa olayı, bunları meydana getiren ilahi sebebin varlığına ve
220
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 12, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.83, (6 Nisan 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5666/10065
, (Erişim: 06.05.2019), s.78.
221
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 12, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.83, (6 Nisan 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5666/10065
, (Erişim: 06.05.2019), s.78.
222
Manastırlı
İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 12, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.83, (6 Nisan 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5666/10065
, (Erişim: 06.05.2019), s.78.99
gücüne
işaret etmektedir.223 Bu doğa olaylarını maddi sebepler ile
açıklayamıyor
olma acizliğimizden dolayı, onların var olmadığını
söylememiz
nasıl mümkün değil ise, âlemde bizim aklımızın sınırlarını aşan
her
durumda onların varlığını reddetmek yine bizim aklımızın acizliğinden
kaynaklanmaktadır.
İnsanın
biyolojik yapısını düşündüğümüzde, kas gücü sayesinde bir
demiri
işleyebilmesini sağlayan kasları ve sinirleri, aynı demir ile kendine
karşı
ufacık bir darbe yapıldığında tahrip olup zarar görecektir. Belki de
insan
hayatının sona ermesi gibi büyük sonuçlara sebep olacaktır. Bilimsel
olarak
düşünülecek olsa ufacık bir darbeden etkilenecek olan bir varlığın,
kendisinden
daha sert ve ağır yapıda olan demire gücünün yetmemesi
gerekirdi.
Metafizik
varlıkların mevcut olması Manastırlı açısından hiçbir maddi
delile
ihtiyaç olmaksızın aklî çıkarımlar sonucunda anlaşılmaktadır. Nasıl
ki,
yeryüzünde binlerce çeşit bitkiler ve hayvanlar, mikroskobik canlılar
mevcut
bulunmaktadır, o halde gökyüzünde ve yeryüzünde bizim
göremediğimiz
çeşitli varlıkların olmasında aklî olarak herhangi bir
imkânsızlık
bulunmamaktadır.224
2.4. Hz.
Muhammed’i n Şahsiyeti ile İlgili İddialar
2.4.1.
Hz. Peygamberin Doğumu Hakkındaki İddialar
Hz.
Muhammed’ in doğum tarihi Dozy ve onun ile aynı amaçta olan
bazı
tarihçiler tarafından kesin olarak belli olmayan bir durum olarak
223
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 12, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.83, (6 Nisan 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5666/10065
, (Erişim:06.05.2019 ), s.79.
224
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 12, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.83, (6 Nisan 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5666/10065
, (Erişim: 06.05.2019), s.79.100
aktarılmaktadır.
Ancak Kuran ve diğer İslami kaynaklar aracılığı ile İslam
âlimleri
bu iddianın doğru olmadığını ortaya koyar.225
Hz.
Peygamber’ in doğumundan elli gün öncesine kadar Mekke’ yi ele
geçirmek,
Kâbe’ yi yıkmak maksadı ile Ebrehe, fillerden oluşan ordusu ile
Mekke
üzerine saldırıya geçmiştir. Bu saldırı Ebrehe ve ordusu için
başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Bunun sebebi, nasıl olduğu bilinmeyen Ebabil
kuşlarının
ağızlarındaki taşları fillerin üzerine atması ve ordunun
ilerleyemeyip
geri çekilmek zorunda kalmasıdır. Bu olayın yaşanmasından
sonra
Rebiül-evvelin on ikinci Pazartesi gününde Hz. Peygamber dünyaya
gelmiştir.226
Fil vakası İslam tarihi kaynaklarında anlatılan sağlam
kaynakları
olan olaylardandır. Henüz İslam dini ilan edilmediği için
herhangi
bir düşmanlık sebebiyle değiştirilmiş olma ihtimali olmayıp sadece
Müslümanların
kaynaklarında değil farklı kaynaklarda da aynı şekilde
anlatılmaktadır.
2.4.2.
Nübüvvetin İlahi Olmadığı ve Mucizelerin Bulunmadığı İddiası
Manastırlı,
Hz. Muhammed’ in ne peygamberlikten önce ne de sonra
diğer
dinlerden ya da herhangi bir kişiden bu bilgileri duyarak sahte bir
peygamberlik
iddiasında bulunma ihtimalinin olmadığını değerlendirmiştir.
Hz.
Muhammed’ in kendisine peygamberlik müjdelendiği vakte kadar
okuma ve
yazma bilmediği bilinmektedir. Ancak buna rağmen Kuran gibi
kapsamlı
bir kitabın hiçbir eğitim almamış biri tarafından, kendi düşünceleri
ile
ortaya konulduğu iddia edilmiştir. Manastırlı, sırf Kuran’ ın ifade ediş ve
söyleyiş
güzelliklerini inceleyen bir kişinin bile onun bir insan tarafından
meydana
getirilmiş olamayacağını anlamasını mümkün kılacak derecede
225Manastırlı
İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 19, Sırat-ı Müstakim, c.4, S.91 , (2 Haziran 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5674/10073,
(Erişim: 07.05.2019) s.236.
226Manastırlı
İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 19, Sırat-ı Müstakim, c.4, S.91 , (Erişim:
07.05.2019)
(2 Haziran 1910), http://katalog.idp.org.tr/pdf/5674/10073, s.237.101
güzelliklere
sahip olduğunu belirtmiştir.227 Eğer ümmi bir insan böyle bir
kitap
meydana getirebiliyorsa o zaman bu ilahi bir yardım aldığının
göstergesi
olur ki bu durumda bizi nübüvvetinin sahih olduğu noktasına
götürür.
Hz.
Muhammed’ in okuma yazma bilmiyor olmasından dolayı Kuran’
ın onun
kendi düşüncelerinden oluşmuş olması ihtimalinin bulunmadığına
tatmin
olan insanların bazıları, bu kez kendisi dışında ona bu bilgileri
anlatan
bir öğreticinin bulunduğunu iddia etmişlerdir. Bu ihtimal Manastırlı
tarafından
akli gerekçeler ile zayıf bir iddia olarak ispat edilmiştir. Hz.
Muhammed
hayatının nerdeyse tamamını Mekke dışına çıkmadan
geçirmiştir.
Mekke’ de yaşadığı dönemde halk ile iç içe olmuş, ticaret gibi
işlerle
uğraşmıştır. Mekke’ de ona bu bilgileri öğretecek bir kimse olsa idi
bu durum
başka insanlar tarafından da bilinirdi. Hiç kimse bilmese dahi
peygamberliğin
ilan edilmesinden sonra da bu insan ile görüşmesi gerekli
olurdu.
Bu durumların hiç birisi olmasa bile böyle önemli bir başarı
sağlanmasından
dolayı öğreten kişinin başka insanlara bu konu hakkında bir
şeyler
anlatması söz konusu olurdu.228
Mekke’
nin dışında herhangi bir rahipten ya da benzeri bir kişiden
dinleyerek
bu bilgilere sahip olması Manastırlı tarafından oldukça zayıf bir
ihtimal
olarak görülmüştür. Çünkü Hz. Peygamber hayatı boyunca birisi
çocukluk
zamanlarında diğeri de yirmi beşli yaşlarda olmak üzere sadece iki
sefer
Şam’ a gitmesi dışında başka yerlere seyahati olmamıştır. Bu kadar
birbirinden
uzak zaman aralıklarında bir şeyler öğrenip bunları aklında
tutması
Manastırlı tarafından bir insan zekâsının imkânı dâhilinde
görülmemiştir.229
227
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063,
(Erişim:05.05.2019 ), s.48.
228Manastırlı
İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063,
(Erişim: 05.05.2019), s.44.
229
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 6, Sırat-ı Müstakim, C.3, S.77, (25 Şubat 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5660/10059,
(Erişim: 03.05.2019 ), s.387.102
Hz.
Muhammed’ in ortaya koyduğu kitabın kaynağı bir öğretmen
olsaydı,
bunun ilk önce etrafındaki insanlar tarafından fark edilmiş olması
gerekirdi.
Bu öğretici, o dönemin dini inanışlarına hiç benzemeyen böyle bir
kitabı
nasıl yazabildi? Ne Yahudilik ne Hristiyanlık ne de putperest
inanışlardan
uzakta kendine has bir felsefesi ve sistemi olan bir kitabı
yazabilecek
kadar yetkin bir kişinin o dönem insanları tarafından tanınıyor
olması
gerekirdi. Bu ihtimalden bahsettikten sonra herhangi bir şekilde bir
öğretmenden
bu bilgilerin duyulmuş olduğunu var sayalım; o halde bu kadar
dikkat
çekici bir dini oluşturacak kadar kabiliyetli bir insan neden kendisini
hiçbir
zaman açığa çıkartmadı? Okuma ve yazması olmayan, hayatı çeşitli
acılarla
geçmiş Hz. Peygamber’ i bu kadar uzun süre eğitip neden bu kadar
zahmet
çekmiş ve onca zaman beklemiştir? Kendisinin bilgisi dâhilinde
oluşturulmuş
olan bu kitabı en iyi anlatacak olan yine yazan kişi değil
midir?
Bu kitabı insanlara bildirmek için bir aracıya ihtiyaç duyduğunu var
saysak
bile kendisini neden bu dinin gerisinde tutmuş ve hiçbir zaman
kendisi
hakkında insanlara bir malumat vermemiştir.230
Hz.
Muhammet içinde yaşadığı toplumun ahlaki olarak ne kadar
saldırgan
bir yapıda olduğunu bildiği halde, ailesinin birçoğunu kaybetmiş
ve
kendisini koruyacak kimsesi olmadığı bir dönemde ilahi bir destek
olmaksızın
yeni bir din iddiası ile ortaya çıkıp insanların öfkelerini üzerine
çekme
cesaretini nasıl gösterebilmiştir? Hem de sonucunda bir başarı
sağlayabileceği
kesin olmayan bir durumda. Manastırlı bu bakımdan Hz.
Peygamber’
in böyle bir cesarette bulunabilmesini onun hem ilahi
buyrukları
iletmesi hem de davasının sonucunda mutlaka başarıya ulaşacak
olduğundan
emin olması ile açıklamaktadır.231 Yani kendisi
peygamberliğinden
emindir ve bundan dolayı gözü kara bir şekilde her şeyi
230
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 6, Sırat-ı Müstakim, C.3, S.77, (25 Şubat 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5660/10059,
(Erişim: 03.05.2019), s.387.
231
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 6, Sırat-ı Müstakim, C.3, S.77, (25 Şubat 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5660/10059,
(Erişim: 03.05.2019), s.388.103
göze
alabilmiştir. Bu sayede düşmanlarının kendisine karşı düzenlediği
suikastların
tamamından muhafaza edilmiştir.
Hz.
Muhammet, peygamberlik yaşına gelinceye kadar hiç kimseye
peygamberlik
ile alakalı sözlerde bulunmamıştır. Eğer kendisi önceden
böyle
bir dinin ilanı için bir plan yapmış ya da bu planın bir parçası olmuş
olsaydı
insanları yavaş yavaş bu fikre ısındırma düşüncesinde bulunurdu. En
azından
en yakınları ile böyle bir bilgiyi paylaşması gerekirdi. Herhangi bir
ilahi
yardım bulunmaksızın sadece dinleyerek Kuran ayetlerini ezberinde
tutması
da mümkün olmazdı.232
Zira Hz.
Peygamber nübüvvetin kendisine müjdelendiği zamanda büyük
bir
şaşkınlık yaşamış, bir süre olanlara anlam verememiştir. Durumu eşi Hz.
Hatice
ile konuşana kadar da kendisi olup bitenin şaşkınlığını üzerinden
atamamıştır.
İslam
dininin herhangi bir dinden istifade ederek meydana
getirilemeyecek
oluşu hakkında Manastırlı’ nın aklî delillerini yukarıdaki
gibidir.233
Dozy, Hz. Muhammed’ in getirdiği herhangi bir mucizenin
bulunmadığını
söylemiştir.234 Manastırlı ise Hz. Peygamber’ in hiçbir
zaman
mucizeler meydana getirme iddiasında bulunmadığını ve meydana
gelen
mucizevi halleri insanları getirdiği dine inandırmak amacı ile
kullanmamış
olduğunu söylemektedir. Hz. Peygamber, nübüvvetinin tek
mucizesi
olarak Kuran’ ı göstermiştir. Kuran dışından herhangi bir mucize
iddiasında
bulunmamıştır. Kuran’ ın mucizevi bir kitap olduğuna
inanmayanlara
ise onun en kısa ayetine benzer herhangi bir söz ortaya
koymaları
teklifinde bulunmuştur. Kuran dışında herhangi bir mucizevi olay
232
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 6, Sırat-ı Müstakim, C.3, S.77, (25 Şubat 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5660/10059,
(Erişim: 03.05.2019), s.387.
233
Manastırlı
İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 10, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063,
(Erişim: 05.05.2019), s.43.
234
Dozy,
age, s.110.104
için
kendisinden bu kadar emin olup böyle bir meydan okumada
bulunmamıştır.235
"De
ki: "Ey insanlar! Gerçekten ben göklerin ve yerin sahibi olan
Allah’ın
hepinize gönderdiği elçisiyim. O’ ndan başka tanrı yoktur. O hayat
verir ve
öldürür. Öyleyse Allah’ a ve ümmî peygamber olan resulüne -ki o
Allah’ a
ve O’ nun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu
bulasınız.”236
Hz.
Muhammed’ in peygamberliğine inanmayan pek çok müşrik zaman
zaman
ona açıktan bir mucize göstermesi karşılığında kendisine iman etme
teklifinde
bulunmuştur. Bu durum karşısında Hz. Peygamber mucizelerin
sadece
Allah’ ın izni ile meydana gelebileceğini, kendisinin bir insan
olmasından
dolayı mucize meydana getirme yetkisi bulunmadığını ifade
etmiştir.237
“Kendilerine
bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair Allah
adına
kuvvetle yemin ettiler. De ki: "Mucizelere ancak Allah’ a aittir."
Ama
mucize
geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?”238
Manastırlı,
Kuran’ da çeşitli ayetlerde defalarca tekrar edildiği üzere
Hz.
Muhammed’ in peygamberliğinin ispat edilmiş olduğunu dikkat
çekmiştir.
Eğer Kuran, Hz. Peygamber açısından mucize hükmünde
görülmemiş
olsaydı, kendisine bildirildiğini söylediği Kuran’ ı insanlara
ilahi
bir hikmet olarak sunarken çekimser kalması, başına gelen zorluklarda
kolaylıkla
pes etmesi gerekirdi. Ancak o çekimser kalmak bir yana içinde
bulunduğu
dönemde var olan bozulmuş ve yozlaşmış dini inanışlara karşı
açık bir
mücadele başlatmıştır. Bu davada hiçbir eğitimi olmayan bir insanın
kendisinden
bu kadar emin olması Kuran’ ın sahihliğini ve ilahiliğini
235
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 9, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.80, (17 Mart 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5663/10062,
(Erişim: 04.05.2019), s.22.
236 Araf
Suresi, 158. Ayet, ,
https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/292/285-286-
ayet-tefsiri.
(Erişim:15.05.2019)
237Kehf
Suresi, 110.Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/kehf-suresi,
(Erişim:15.05.2019)
238Enam
Suresi, 109.Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/enam-suresi,
(Erişim:20.12.2018)105
desteklerken
Hz. Peygamber’ in de mucizesi hükmünde olmuştur.239
Manastırlı,
Hz. Peygamber’ in kendisinden önce gelmiş olan ilahi dinler ve
peygamberlerinin
sahip olduğu temel inanışların İslam dininde de mevcut
olmasının
onun peygamberliğinin ilahi yanının ispatı olarak görmektedir.
Bu
sebeplerden dolayı Manastırlı, peygamberliğinin Kuran’ da
belirtilmesini
en büyük mucize ve ilmi delil olarak görüp Kuran’ ın başka
hiçbir
mucizeye gerek bırakmadığını belirtmektedir.240
‘‘…Batılı
kültürel değerlere İslam dünyasında meşruluk
kazandırabilmek
için dini unsurların, inançların batılı standartlara göre
uyarlanması,
törpülenmesi veya ortadan kaldırılması zarureti ortaya çıktı.
Bu
çerçevede modernleşme ve ıslahat bir alma mekanizmasından çok
karşılıksız
verme muamelesi haline dönüşmüştür.’’241
Burada
şöyle bir hususa dikkat çekmek yerinde olacaktır. Manastırlı ve
o
dönemin kimi düşünürlerince mucizeleri, insanların akılları ile anlaşılan
bir
duruma dönüştürmek için modern bilimin imkânlarından faydalanarak
mucize
kelimesi ile bağdaştırılamayacak açıklamalarda bulunulmuştur.
Muhammed
Abduh’ un, Ebrehe’ nin ordusunu kuşların mikroplar dökerek
bunu
başardıklarını söylemesi bunun bir örneğidir. Hz. Peygamber’ in suya
ihtiyaç
olduğu vakit ellerini bir miktar suyun üzerine koyduğunda
parmaklarından
sular fışkırdığı olayları anlatılmaktadır. Bu durum
Manastırlı
gibi düşünürler tarafından şaşırılmayacak bir olay olarak
görülmektedir.
Allah’ ın izni ile Hz. Peygamber elini suya değdirdiğinde
suların
yerden fışkırdığını ama ellerinden fışkırıyor gibi gözükebileceğini
söyleyerek
olayları akli bir zemine oturtmaya çalışmaktadır.242 Aslında bu
düşünürlerin
yapmış oldukları açıklamaların temelinde, mucizelerin
geçmişte
kalmış bir şey olduğu ve artık görülmeyecek olduğu düşüncesi
239
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 9, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.80, (17 Mart 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5663/10062,
(Erişim: 04.05.2019), s.23.
240
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 9, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.80, (17 Mart 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5663/10062,
(Erişim: 07.05.2019), s.23.
241
İsmail Kara, ‘‘İslam ve Pozitivizm’’, s.42
242
Cimri, ‘‘Risale-i Hamidiyye’’, s.50.106
bulunmaktadır.
İslam gelmeden evvel insanların imanlarının oluşmasını
sağlayacak
bir şeyler gerekmekteydi ve mucizeler bu amaç için
oluşmaktaydı.
Ancak İslam’ ın yaygınlaşması ile birlikte insanlar artık
ihtiyaç
duyulan iman hissine sahip olmuşlardır. Bu sebeple mucizelerin artık
insanların
imanına bir katkıda bulunamayacağını aksine mucizelerin
önemini
yitirmiş olduğu düşünülmektedir.243
Manastırlı
bu durumu Auguste Comte’ un üç hal konuna
benzetmektedir.
İslam dininin ilan edildiği ilk zamanları insanlığın çocukluk
dönemleri
olarak görmüştür. Bu dönemde çocukların bazı durumları
anlayabilmesi
için, onların duyularına hitap eden şekilde konuların
anlatılması
gerekir. Ama yaşları büyüdükçe artık duyulara dayalı olan değil
akla
dayalı olan şeyleri kavramak daha cazip gelmeye başlar. Gençlik
döneminde
de çocukluk çağındaki kadar olmasa da yine de duyulardan
etkilenme
oldukça yüksektir. Ancak insanlığın olgunluk çağı, şuan İslam
dininin
içinde bulunduğu dönemdir. Artık kendisini açıklamada belli bir
aşamaya
gelmiştir ve akli deliller daha tatmin edici olmaktadır. Bu sebeple
mucizelerin
hislere konu olanlarının insanlığın çocukluk zamanlarında
kaldığını,
bu sebeple akli mucizelere ağırlık verilmesi gerektiği düşüncesini
savunmuştur.
Buna
göre Manastırlı’nın Dozy ve onun gibi düşünürlere karşı
İslamiyet’
i akli deliller ile açıklamaya çalışması, mucize özelliği gösteren
bazı
olayların sanki yokmuş gibi anlaşılmasına sebep olmaktır.
Manastırlı’nın
yansıtmaya çalıştığı akla ve mantığa uygun mucizeleri
bulunan
bir peygamber tasavvuru vardır. Bu çizginin dışına çıkacağını
düşündüğü
olaylar karşısında bunları akla uygun şekilde açıklamaya
çalışması,
mucize niteliğinde olan olayların basitleştirilmesine ve değersiz
gözükmesine
sebep olmaktadır. Mesela Ebrehe’ nin ordusunu Ebabil
kuşlarının
yenmesi olayının ele alınışına bakalım. Kuran’ da Fil Suresi’ nde
yer eden
bu olayı aklın yardımı ile açıklamaya çalışmıştır.
‘’Rabbin
fil sahiplerine neler etti, görmedin mi? Onların kötü planlarını
boşa
çıkarmadı mı? Onların üstüne ebabil kuşları gönderdi. O kuşlar,
243
İsmail Kara, ‘‘İslam ve Pozitivizm’’, s.44.107
onların
üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyordu. Böylece Allah
onları
yenilip çiğnenmiş ekine çevirdi.’’244
Ebabil
kuşlarının Ebrehe’ nin ordusuna karşı hastalık yapan mikroplar
döktüğünü,
bu sebepten dolayı ordunun geri çekilmek zorunda olduğunu
söylemiştir.245
Kuran bu konu ile ilgili söylenilecek şeyleri zaten Fil
Suresinde
söylemiştir. Buna rağmen İslam’ ın ilerlemeye engel olduğu
düşüncesinin
benimsenmesinden dolayı İslam dini hakkında yeni deliller
sunulmaya
çalışılmış ve Kuran’ ın belirttiklerinin dışında yeni yorumlar
oluşturulmaya
çalışılmıştır.
2.4.3.
Histeri Hastası Olduğu İddiası
Dozy,
Hz. Peygamber hakkında histeri hastalığı iddiasında bulunurken
kendisine
Hz. Peygamber’ i en iyi anlatan kaynak olduğunu iddia ettiği
Sprenger
adında sözde doktor olan ama Hz. Muhammed’ in hayatını yazmış
olan bir
kişiyi düşüncelerine delil olarak göstermeye çalışmaktadır. Bunun
sebebi
olarak, Hz. Peygamber’ in hayatını Sprenger’ in en doğru ve en
güncel
şekilde yazmış olduğu iddiasını göstermiştir.
İslam
tarihi hakkında gerçeklerin anlatıldığı pek çok kaynak mevcut
iken
Dozy’ nin Avrupalı bir doktorun bilimsellikten uzak iddialarını
kendisine
referans alması kabul edilebilir bir durum değildir. Dozy,
Sprenger’
in düşüncelerinin hakikatleri anlatmasından dolayı onun
düşüncelerine
yer verdiğini söylese de Manastırlı, Dozy’ nin İslami
kaynaklara
başvurmamadaki sebebinin kendi amaçlarına ulaşmak
arzusundan
kaynaklandığının farkındadır. İslami kaynakları inceleyerek bir
İslam
tarihi kitabı yazacak olsa, İslam dini ve Hz. Peygamber hakkındaki
yanlış
iddiaları ortaya atabilmesi mümkün olmayacaktır. Bu amaçla hiçbir
ilmi
değeri olmayan Sprenger’in düşüncelerini kendisine referans olarak
almış ve
gerçek olmaktan çok uzak, kendi şahsi fikirlerinden oluşan Tarih-i
İslamiyet
kitabını yazmıştır.246
244 Fil
Suresi, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/105-fil-suresi, (Erişim:
17.05.2019)
245
Manastırlı, Hak ve Hakikat, s.152.
246 Manastırlı
İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 11, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.82, (30 Mart 1910 ),108
Amacı
gerçeklerin ortaya çıkartılması olan bir kişinin o gerçeklere en
yakın
olan kaynaklara başvuruda bulunması gerekir. İslamiyet ile alakası
olmamış,
uzaktan hastalık teşhisinde bulunmuş olan bir doktorun iddialarına
güvenerek
başka bir milletin hakiki tarihini yazıyor olmak akıl sahibi
insanlar
tarafından kabul edilebilir bir durum değildir.247 Dozy böyle bir
kitabı
yazarken Sprenger’in iddia etmiş olduğu hastalık durumuna, İslami
kaynaklardan
hiçbir delil gösterme yoluna gitmemiştir. Bu durum
Müslümanlar
açısından Dozy’nin maksadının ne olduğunu açık ve akli
deliller
ile ortaya koymaktadır. Gerçeklerin peşinde olsaydı, İslami
kaynaklarda
eksik bulduğu noktaları belirtmiş olması gerekirdi.
Dozy,
annesine çekmiş olabileceğini iddia ettiği asabi bir kişiliğe sahip
olduğu
iddiasından yola çıkarak Hz. Peygamber’ e bir çeşit hastalık durumu
atfetmeye
çalışmıştır.
“Validesine
çektiği zannolunan mizacı son derece asabi idi. Ekser
evkatte
mağmum, mütefekkir ve bi-aram idi. Az söylerdi ve bila-lüzum hiç
söylemezdi.
Kerih rayihalar kendisi için na-kabil-i lüzum idi. Hasta olduğu
vakit
ağlardı. Çocuk gibi hüngür hüngür ağlardı ve bununla beraber
şiddetli
bir hayale malikti”.248
Dozy,
Hz. Peygamber’ e ailesinden genler yolu ile böyle bir hastalığın
aktarılmış
olduğuna okuyucuları ikna etmeye çalışmaktadır. Kendi
fikirlerinden
oluşan bu iddiaları toplayıp bir kitap ortaya koyunca, hakiki bir
tarih
kitabı yazmış olarak ilan edilmiştir. Hz. Peygamber’ in hiçbir zaman
hüngür
hüngür ağladığı ya da titreme ve kendinden geçme gibi hastalık
belirtileri
görülmemiştir. Bu iddialar Hz. Peygamber’ in nübüvvetinin ilahi
boyutunu
şüpheli göstermek amacı ile ortaya atılmıştır. Manastırlı’ ya göre
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97633/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktor-dozynin-turkceye-mutercem-risalesine-karsi-reddiye-11
( 05.05.2019), s.57.
247
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 11, Sırat-ı Müstakim, C.4, S.82, (30 Mart 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97633/tarih-i-islamiyet-nami-musteariyla-doktor-dozynin-turkceye-mutercem-risalesine-karsi-reddiye-11
(Erişim: 05.05.2019), s.58.
248Manastırlı
İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 28, Sırat-ı Müstakim, C.5, S.105, (8 Eylül 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5688/10087
, (Erişim: 10.05.2019), s.6.109
böyle
asılsız iddiaları büyük cesaret ile dile getirmiş olmak yüksek bir
zekânın
değil olsa olsa akıl kıtlığının göstergesi olabilir.249
Dozy’
nin ortaya atmış olduğu iddialar içerisinde en dikkate değer olanı
Hz.
Peygamber hakkında ortaya atmış olduklarıdır. Çünkü peygamberlik,
İslam’ın
temel taşını oluşturmaktadır. Onda herhangi bir kusur bulmak, tüm
İslam
düşüncesini kusurlu görme anlamına gelecektir. Dozy gibilerinin
yapmaya
çalıştığı şeyi Manastırlı ‘güneşe balçık sıvamaya çalışmak’ olarak
betimler.
Dozy’
nin kendisine referans olarak göstermiş olduğu Doktor
Sprenger’in
yapmış olduğu gibi herhangi bir hastalığı ele alıp bunun
belirtilerini
anlatmak kolay bir iştir. Önemli olan Hz. Peygamber’ de bu
hastalıkların
görülmüş olduğuna dair deliller sunabilmesidir. Belki
gerçekten
bu hastalığa yakalanmış olan kişilerde bahsettiği belirtiler
görülüyordur.
Ancak Hz. Peygamber’ de bunların görüldüğüne dair deliller
sunması
gerekmektedir. Aksi takdirde kendisinden bin üç yüz yıldan fazla
süre
önce yaşamış olan birini herhangi bir inceleme olmaksızın sara hastası
olarak
ilan etmek aklıselim sahibi kimsenin yapacağı bir iş değildir.
Esasında
ilahi yaratıcıyı kabul etmeyen bu Avrupalı düşünürlerin nübüvveti
kabul
edebileceklerini düşünmekte büyük bir hata olacaktır.250
2.4.4.
Evlilikleri Hakkındaki İddialar
Hz.
Peygamber olgunluk yaşına geldiğinde sahip olduğu güzel ahlakı,
güvenilirlik
sıfatları ile tanınmakta ve insanlar arasında bu özellikleri
bakımından
özel bir konumda yer almaktadır. Her türlü kötülüğe uzak
olarak
yaşamış Hz. Peygamber insanlar arasında ‘el-Emin’ olarak
anılmaktadır.
Hz. Hatice’ nin evlenme isteği üzerine onun teklifini kabul
etmiş ve
evlenmişlerdir. Hz. Hatice’ nin vefatına kadar sadece onunla evli
249
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 28, Sırat-ı Müstakim, C.5, S.105, (8 Eylül 1910 )
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5688/10087
, (Erişim: 10.05.2019), s.5.
250
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 30, Sırat-ı Müstakim, C.5, S.111, (20 Ekim 1910 ),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5694/10093
(Erişim: 11.05.2019 ), s.115.110
kalmıştır.251
Bu konuda Dozy, Hz. Peygamber’ in Hz. Hatice ile olan
evliliğini
çıkar için yapılmış bir evlilik olarak görmektedir. Hz. Hatice’ nin
daha
evvel iki evlilik yapmış olmasını ve yaşını bir acizlik durumu gibi
göstermeye
çalışmıştır. Dozy, Hz. Muhammed’ in ihtiyaçlarını karşıladığı
ve
içinden geldiği kadar şeyleri ona verdiğini söyleyerek Hz. Peygamberi
maddi
imkânlar için evlilik yapmış biri gibi göstermeye çalışmaktadır. 252
Hz.
Peygamber’ in davasında başarıya ulaşmış olmasında Hz. Hatice’
nin
servetinin katkısı olduğu bir ölçüde doğrudur. Ancak her şey bir kenara
bırakılırsa
sahip olduğu faziletler ile o dönemde Peygambere eşlik
yapabilecek
olan en uygun insan Hz. Hatice’ den başkası olamazdı. Hz.
Hatice’
nin vefatı Hz. Peygamber’ de çok derin bir üzüntüye sebep
olmuştur.
Peygamberlik müjdesi geldiğinde Hz. Peygamber’ e ilk inanan
Hz.
Hatice olmuş, her türlü zorluğa Hz. Peygamber ile katlanmıştır. Bu
sebepten
ötürü Hz. Hatice’ nin Hz. Peygamber açısından çok kıymetli
olduğunu
görmekteyiz.253
251Manastırlı
İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 19, Sırat-ı Müstakim, c.4, S.91 , (2 Haziran 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5674/10073,
(Erişim: 07.05.2019) s.239.
252
Manastırlı İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin
Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 25 Sırat-ı Müstakim, c.4, S.101 , (11 Ağustos 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5684/10083,
(Erişim:10.05.2019 ), s.378.
253Manastırlı
İsmail Hakkı, Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'nin Türkçeye
Mütercem
Risalesine Karşı Reddiye 26 Sırat-ı Müstakim, c.4, S.102 , (81 Ağustos 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5685/10084,
(Erişim:12.05.2019 ), s. 403111
3. BÖLÜM
FİLİBELİ
AHMET HİLMİ
3.1.
Filibeli Ahmet Hilmi’ nin Hayatı ve Eserleri254
Filibeli
Ahmet Hilmi’ nin hayatı ile ilgili yapılan araştırmalarda elde
edilen
bilgiler çok kısıtlı kalmaktadır. Hatta öyle ki bu çalışma yapılırken de
incelenen
tüm kaynaklarda yer alan bilgilerde neredeyse birbirlerinin
aynısıdır.
Ahmet
Hilmi (D.1865-Ö.1914) yılında, günümüzde Bulgaristan sınırları
içerisinde
bulunan Filibe’ de doğmuştur. Eğitim hayatına doğduğu yer olan
Filibe’
de başlayan Ahmet Hilmi’nin daha sonra İstanbul’ a gelerek
Galatasaray
Sultanisini bitirdiği söylenmektedir. Daha sonra memur olarak
Beyrut’
a gitmiş, burada Jön Türkler hareketinden etkilenerek görevini
bırakıp
Mısır’ a geçmiştir. Burada yazın hayatına giriş yapmış ‘‘Çaylak’’
adında
bir gazete çıkartmıştır. 1901 yılında İstanbul’a dönüş yapan Ahmet
Hilmi,
yönetime karşı yönelttiği eleştirileri sebebiyle Fizan’ a sürgün
edilmiştir.
Bu yıllar içerisinde Ahmet Hilmi, içinde bulunduğu olayları iyi
tahlil
etmiş, çevresinde var olan gelişmeler ile alakadar olmuştur.
Meşrutiyet’in
ilan edilmesinden sonra (1908), İstanbul’ a tekrar geri dönen
Ahmet
Hilmi, yazın hayatına da tekrar geri dönmüştür. Bu dönemde
savunmuş
olduğu İslamcılık fikrini pek çok mecmuada yazmıştır. Arapça,
Farsça
ve Fransızca dillerini çok iyi bilen Ahmet Hilmi, sürgün yıllarından
sonra
birçok kitap, dergi ve gazetede yazarak vefatına kadar bereketli bir
ömür
geçirir.
254
Filibeli’nin hayatı ile ilgili bilgi için bkz. Şehbenderzade Filibeli Ahmet
Hilmi,
Spiritüalizm,
(1. Baskı), Akçağ Yayınları, 1996, ss.37-46; Şehbenderzade Filibeli Ahmet
Hilmi,
İslam Tarihi, İstanbul: Huzur Yayın-Dağıtım,2011, C.1, ss.11-28; Şehbenderzade
Filibeli
Ahmet Hilmi, İslam’ın Esası, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1996, ss.10-25;
Neşet
Toku, Türkiye’de Anti Materyalist Felsefe (Spiritüalizm) –İlk Temsilciler-,
İstanbul:
Umut
Matbaacılık, 1996, ss.75-78; Süleyman Hayri Bolay, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci
Görüşün
Mücadelesi,(3. Baskı), Ankara: Akçağ Yayınları, ss.194-197; İsmail Kara,
Türkiye’de
İslamcılık Düşüncesi 1, İstanbul: Dergah Yayınları, 1986, ss.3-4.112
İkinci
Meşrutiyet’ in ilanından sonra İstanbul’ a gelen Ahmet Hilmi,
Darülfünun’
da felsefe hocalığı yapıştır. Batı felsefesi ve tasavvufta hayli
derin
bilgilere sahip olan Ahmet Hilmi, Balkan Savaşı’nı ve Birinci Dünya
Savaşı’
nı önceden tahmin eden ileri görüşlü bir düşünürdür. Türkiye’ de
felsefe
alanında önemli katkıları olmuş olan düşünürlerimizdendir. Henüz
genç
denilebilecek bir yaşta bakır zehirlenmesi olduğu iddia edilen bir
sebepten
ötürü 1914 yılında vefat etmiştir.
Ahmet
Hilmi Türk- İslam düşüncesine aşırı bağlı olmasının yanı sıra
Batı’daki
bilimsel gelişmeleri de yakından takip eden bir düşünürümüzdür.
Ancak
kendisi hiçbir zaman yalnızca bir batı hayranı olmamıştır. Türk-
İslam
düşüncesinin çağın ilerlemesine ayak uydurabilmesi için, Batı’ nın
bilimsel
anlamda örnek alınmasının gerekli olduğu savunmuştur. Batı’dan
alınacak
olan gelişmeler her ne olursa olsun, bizim toplumumuza uygun
hale
getirilip o şekilde kullanılmalıdır. Kendimize yabancı olan hiçbir
unsurun
olduğu gibi kabul edilmesini ve uygulanmasını uygun bulmamıştır.
Filibeli
Ahmet Hilmi’ nin temel görüşlerine değinecek olursak, her
zaman
İslam dünyasının birlik ve beraberliğinin önemi üzerinde durduğunu
görürüz.
Birbirimizden koparsak yok olacağımızı söylemektedir. Osmanlı’
nın geri
kalışına sebep olan etkenlerin tespitini yapmaktadır. Bunlardan ilki
bizim
içerisine düşmüş olduğumuz ilerlemeye karşı çıkmak, yeni olan her
şeye
tepkiyle yaklaşmak, Batı’nın ilerlemesi karşısında hiçbir şey
yapmamaktır.
İkinci büyük sebep ise kötü bir taklitçilik alışkanlığı edinilmiş
olunmasıdır.
Batı’da var olan her şeyi direk olarak almak, sorgulamamak,
kendine
uygun hale getirmemektir. İçine düşülmüş olan bu durumları çok
sert
şekillerde eleştirmektedir. Bu durumdan kurtulmak için halkın bir
çabasının
bulunmayışı da Ahmet Hilmi’ nin en çok işlediği konulardan
birisi
olmuştur.255
3.2.
Filibeli’ nin Düşüncesine Etki Eden Dini Ve Felsefi Unsurlar
Osmanlı
Devlet’ i kuruluş ve yükselme yıllarında tüm dünyanın
karşısında
büyük bir güç olarak çıkmıştır. 17. ve 18.yüzyıllarda Osmanlı’da
255
Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, ‘‘İslam’ın Esası’’, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları,
1996, ss.14-15.113
çeşitli
kademelerde düzen bozulmuş, yaşanılan toprak kayıpları ve Karlofça
gibi
ağır antlaşmalar sonucunda gerileme dönemi başlamıştır. Yaşanılan
sosyal,
ekonomik sıkıntılar sonucunda Batı’daki gelişmeler karşısında zayıf
düşmüştür.
Batı’ da Rönesans ve Reform hareketlerinin başlaması ile
birlikte
bilim-teknik alanında ilerleme sağlamış, coğrafi keşifler sonucunda
ekonomik
güç elde etmiştir. Ekonomik olarak güçlenen Batı, kendilerine
yeni
kaynaklar bulmak amacıyla sömürgecilik faaliyetlerine başlamıştır.256
Batı’
nın güçlenmeye başlamasından sonra daha belirgin hale gelen
materyalist
düşünceler, Müslüman coğrafyalarda büyük tepkilere sebep
olmuştur.
Materyalist düşünceler ile mücadele etmek, İslam düşünürlerinin
en
önemli uğraşılarından biri olmuştur. Filibeli bu mücadelede en etkili
isimlerden
biridir. Osmanlı Devlet’ini, Batı’ nın etkili materyalist
düşünceleri
ve içinde bulunulan yıkılma sürecinden uzaklaştırabilmek için
düşünürler
bazı iyileştirmeler yapmak için yeni siyasi fikirler
oluşturmuşlardır.
Bunlar; Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük ve Batıcılık
akımlarıdır.
Bu bölümde konu edineceğimiz Filibeli Ahmet Hilmi, Batı
karşısında
başarısızlığın sebeplerini analiz etmiştir. Filibeli Ahmet Hilmi,
Doğu’ yu
da Batı’ yı da iyi bilen, Osmanlı’ nın önde gelen düşünürlerinden
biridir.
Eserlerinde döneminin problemleri ile her yönüyle alakadar
olmuştur.
İslamiyet aleyhinde çeşitli mesnetsiz eleştirinin yapıldığı bu
dönemde,
Filibeli özeleştiri yaparak sorunu çözmeye çalışmış ve bu
bağlamda
bazı tespitlerde bulunmuştur.257 Özeleştiriyi yaparken 19. yüzyıl
Osmanlı’
daki muhtelif düşünce yapılarının Filibeli’nin fikirlerine etkide
bulunmuş
olduğunu söyleyebiliriz.
Filibeli
Ahmet Hilmi’nin Osmanlıcılık fikirlerine bakacak olursak,
kendisi
Osmanlı Türkü olma fikrinden uzaklaşmamış ve her zaman bunu en
samimi
şekilde savunmuştur. “Osmanlı unvan-ı mefharetini hepimiz kabul
ediyoruz.
Şu kadar ki bu unvan bir Türk’ün derisi hükmündedir”258
256
Zekeriyya Uludağ, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi ve Spiritüalizm, Ankara:
Akçağ
Yayınları,
1996,s.60.
257Şehbenderzade
Filibeli Ahmet Hilmi, “Allah’ı İnkâr Mümkün Mü?”, sad. Necip TaylanEyüp Onart,
İstanbul: Çığır Yayınları, 1977, ss. 22-25.
258Filibeli
Ahmet Hilmi, Yine Türkler İtham Ediliyor, Hikmet, S:61, 2 Haziran 1327, s.2.114
şeklindeki
sözleri onun Osmanlıcılık fikri ile ilgili hissiyatını ifade
etmektedir.
Düşünürümüzdeki Osmanlıcılık fikri, sağlam ve kuvvetli bir
Osmanlı
toplumu oluşturmak amacına yöneliktir. Ancak bu dönemde ortaya
çıkan
Fransız ihtilali sonrası milliyetçilik hislerinin uyanması, çok uluslu bir
devlet
olan Osmanlı’ da çalkantılara sebep olmuştur. Her millet kendi
bulunduğu
bölgede, kendi dilinden kendi dininden olan kişiler tarafından
yönetilmek
istemeye başlayınca Osmanlıcılık fikri fiilen
uygulanamamıştır.259
Filibeli
İslamcılık fikrini açıklamadan önce içinde bulunduğu toplumu
tahlil
eder. Müslümanların içinde bulundukları fakirliği, mekteplerin hocasız
ve
öğrencisiz kalışını, evlerin ve köylerin olumsuz vaziyetini, insanların
neredeyse
açlıktan ölecek durumda olmalarına değinir.260 Kendisi bunu bir
durum
değerlendirmesi yanında içine düşülen durumun sebeplerini tespit
etmek
için yapmıştır. ‘‘Allah’ ımızın ve peygamberimizin emirlerini hem
dinlemez
ve hem de anlamaz olduk. Ahlaksız, cahil olduk! Hem kendi
nefsimize,
hem de kendi kardeşlerimize hem de bütün Allah’ın kullarına
zulmeder
olduk’’261 Ahmet Hilmi, Müslümanların artık Kuran’ ı
anlamadıklarından,
peygamberin emirlerini uygulamadıklarından
yakınmaktadır.
Bu sebeple Müslümanların zor zamanlar geçirmekte
olduğunu
söylemektedir. Eğer Kuran’ ı doğru anlayıp, hayatlarını onun
kuralları
ile yaşasalar onların dünya ve ahiretlerinin güzel olacağını
belirtir.262
Filibeli’
ye göre dinin yapılmasını emrettiği kurallardan uzaklaşmak,
insanlığı
içinde bulunduğu kötü duruma sürüklemiştir. Çözüm olarak
İslam’ın
özünü oluşturan kurallara geri dönmek ve Allah ile olan
bağlarımızı
tekrar sağlamlaştırmak gerekmektedir. Eğer bu tekrardan
http://katalog.idp.org.tr/sayilar/3525/61-sayi.
(Erişim: 05.01.2019)
259
Filibeli Ahmet Hilmi, Muhalefetin İflası, İstanbul: Nehir Yayınları, 1991,
s.26.
260 Şeyh
Mihr-i Din, Müslümanlar Dinleyiniz, Hikmet, S.31, 17 Kasım 1910, s.1.
http://katalog.idp.org.tr/dergiler/78/hikmet.
(Erişim: 05.01.2019)
261 Şeyh
Mihr-i Din, Müslümanlar Dinleyiniz, Hikmet, S.31, 17 Kasım 1910, s.2.
http://katalog.idp.org.tr/dergiler/78/hikmet.
(Erişim: 05.01.2019)
262
Mihri Din Arusi, Ramazan Hutbeleri, Hikmet, S.72, 18 Ağustos 1327, s.1.
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/57021/ramazan-hutbelerimiz.
(Erişim: 05.01.2019)115
sağlanamazsa,
Batılı devletlerin sömürgesi olmak kaçınılmaz bir sondur.
Filibeli
eserlerinde bu konuları işlemiş ve çözüm bulmaya çalışmıştır. İçinde
bulunulan
kötü durumdan kurtuluşunun, yine kendi köklerimizde
bulunduğunu
tespit etmiş ve bu kökleri İslam dininde aramıştır.263
Osmanlıcılık
ve İslamcılık fikirleri ile Osmanlı toplumunu bir arada
tutma
düşüncesine karşılık toplum içerisinde milliyetçilik fikirleri hızla
yayılmış
ve bunun sonucunda mezkûr düşünce amacına ulaşamamıştır.
Osmanlı
içinde bulunan halkın çeşitli milletlerden oluşması sebebiyle,
halkın
içinde milliyetçi isyanlar başlamıştır.
Filibeli
Ahmet Hilmi’ nin düşünce sisteminde milliyetçi ve İslamcı bir
yapı
vardır. Balkan Savaşları’ na kadar İslamcı düşüncesi ağır basarken
anılan
savaşlar sonrasında milliyetçi düşüncelerinin ağır bastığını
görmekteyiz.
Düşünürümüze göre din, milliyetçiliğe olumsuz etkide
bulunan
bir unsur değildir. Ahmet Hilmi’ nin hiçbir zaman Batı’yı gülü ve
dikeni
ile264 almak taraftarı olmamıştır. Bizim kendimize ait manevi
köklerimizin
bulunduğunu, bu sebepten dolayı herhangi bir milletin aynen
taklit
edilmesinin kendi köklerimize zarar vereceğini söylemektedir. Avrupa
medeniyeti
kendisini İslamiyet’ in karşıtı olarak konumlandırmıştır.
Varoluşundan
itibaren İslam’ a karşı olmuş bir milletin sahip olduğu her
şeyi,
Abdullah Cevdet’ in deyimi ile ‘‘gülüyle dikeniyle sahiplenmek’’
kendi
yok oluşunu kabullenmek demek olacaktır.
Avrupa
milletleri, bilimsel ve teknolojik alanda ilerleme gösteriyor olsa
da
manevi anlamda çöküş durumundadır. Mesela, Darwin’ in evrim
düşüncesi
o kadar çok benimsenmiştir ki, sanki mutlak doğru bu
şekildeymiş
gibi kabul görmüştür. Her şeyi mantıksal bir sistem ile
açıklamaya
çalışan Avrupa milletleri gittikçe makinaya benzeyen, ruhunu
263 Şeyh
Mihri-din Arusi, Ramazan Hutbeleri, Hikmet, S.72, 18 Ağustos 1327, s.4-5.
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/57021/ramazan-hutbelerimiz.
(Erişim: 05.01.2019)
264
Reinhart Pieter Anne Dozy, “Tarih-i İslamiyet”, “İfade-i Mütercim”, çev.
Abdullah
Cevdet,
Unıversıty Of Toronto Lıbrary, c.1, s.8.
ile:///H:/
/YL-Dozy%20Tarihi%20İslamiyet/KİTAP-Tarihi%20İslamiyet%201.%20cilt.pdf.
(Son
erişim tarihi: 07.12.2018)116
kaybetmiş
bir toplum durumuna gelmiştir.265Bu sebeplerden ötürü Ahmet
Hilmi,
Avrupa’ nın aynen taklit edilmesine karşı çıkmıştır. Ona göre Batı’
dan
alınması gerekli olan şeyler ile gerekli olmayanların iyi tespit edilmesi
gerekir.266
Nitekim kendisi dönemindeki diğer düşünürlere göre bu ayrımı
en iyi
yapabilmiş düşünürlerden biridir. Avrupa’ da meydana gelen
gelişmeleri
hayranlıkla takip eden ve takdir eden düşünürlerden birisi
olmasına
rağmen Avrupa’nın eksik yanlarını da görebilmiş ve manevi
çöküşlerinin
farkına varmıştır. Ancak Avrupa’ nın manevi çöküntü
içerisinde
olması sebebiyle, onların iyi yanlarını görmezden gelmeyi de
doğru
bulmamıştır.
Düşünürümüz,
bütün toplumların farklı fıtrat ve özelliklerde yaratılmış
olduğunu
belirtir. Bu durum, yaratılıştan beri süregelen bir özelliktir.
Yaratıcı
herkesin aynı olmasını isteseydi hepimiz bir diğerinin aynısı olarak
dünyaya
gelirdik. Bu sebeple bizler doğamıza uygun hareket edip
farklılıklarımızı
koruyarak fakat yeniliklere açık bir şekilde Avrupa’ yı
kendimize
örnek alabiliriz.267Ülkemizdeki düşünürler Avrupa’ daki her şeyi
bire bir
taklit etmeyi bilim ve felsefe yapmak zannettikleri için sahici ilim
yapabilmekten
uzaklaşmaktadırlar.268Müslüman ve Türk topluluklarının
içinde
bulundukları bu durumu Ahmet Hilmi hissizlik hastalığı olarak
görmektedir.
Var olan gelişmelerin görmezden gelinmesi ve bunlara karşı
kayıtsız
kalmak, Ahmet Hilmi’ ye göre derhal terkedilmesi gereken bir
265
Filibeli Ahmet Hilmi, Hikemiyat: Tasavvuf-i İslami ve Fünun-ı Cedide ve
Felsefe:
Mukaddime,
Hikmet, S.4, ss. 1-2.
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56001/hikemiyat-tasavvuf-i-islami-ve-funun-i-cedide-vefelsefe-mukaddime-i.
(Erişim: 08.01.2019)
266
Filibeli Ahmet Hilmi, İntikadat: Âlem-i İslam’ın Zaaf ve Kuvveti, Hikmet, S.15,
20
Temmuz
1910, ss.3-4.
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56147/intikadat-alem-i-islam-inzaaf-ve-kuvveti-iii.
(Erişim: 08.01.2019)
267İçtimaiyat,
Körü körüne Taklit Hakkında Bir Mütalaa, Hikmet, S.5, 20 Mayıs 1910, ss.
3-4.
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56018/ictimaiyat-korukorune-taklit-hakkinda-bir-mutala.
(Erişim:
08.01.2019)
268Anlamadan
Taklit Maymunlara Yakışır, Hikmet, S.61, 16 Haziran 1911, ss.3-4.
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56879/anlamadan-taklit-maymunlara-yakilir.
(Erişim:
08.01.2019)117
durumdur.
Zira bu durum devam ederse toplumsal çöküşün yaşanacağını
öngörmektedir.269
3.3.
Filibeli ve Vahdet-i Vücut Anlayışı
Filibeli
materyalizm karşıtı olup manevi değerleri savunan düşünürlerin
birçoğu
gibi vahdet-i vücut düşüncesini benimsemiştir. Bu düşüncesinin
izleri
eserlerinde de dikkat çekmektedir. Hatta A’mak-ı Hayal kitabında bu
düşüncesini
en basit şekilde anlatmaya çalışmıştır. Filibeli vahdet-i vücut
düşüncesi
sebebiyle, İslam düşünürlerinin bir kısmının kabul ettiği gibi
yoktan
var etme düşüncesine karşı olmuştur. Yaratıcının, var olan tüm
varlıkları
kendi içinde barındırması sebebiyle kendisinde herhangi bir
yokluktan
bahsetmeyi yanlış bulmuştur. Kendisinde olmayan bir şeyi Tanrı’
nın
sonradan meydana getirmesi düşüncesini Tanrı’ ya bir kusur atfetme
olarak
görmüştür. Filibeli’ ye göre vahdet-i vücut düşüncesi bizim
ulaşabileceğimiz
en yüce düşüncedir.270
“Vahdet-i
vücut demek, her ne şekil ve tecelli ile tasavvur edilirse
edilsin
vücudun, mahiyet itibariyle bir şeyden ibaret olduğu, renklerin ve
şekillerin
o bir şeyin tecelli, tezahür ve safhalarından başka bir şey
olmadığı
demektir.”271
Filibeli
için vahdet-i vücut yaratıcının herhangi bir kavram ile değil, var
olan her
şeyde olması şeklindedir. Âlemde meydana gelen bütün oluşumlar
ve yok
oluşlar, her şey O’nun iradesi ile meydana gelir. Vahdet-i vücut ve
tasavvufun
kaynağının Kuran-ı Kerim olduğunu söyleyen Filibeli, Kuran’
dan
ayetler göstererek bu düşüncesini ispat etmeye çalışmıştır.
“Doğu
da, Batı da (tüm yeryüzü) Allah' ındır. Nereye dönerseniz Allah'
ın yüzü*
işte oradadır. Şüphesiz Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla
bilendir.”272
269Türkler
ve Osmanlı Türkleri, Hikmet, S.71, 11 Ağustos 1327, s.2.
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/57012/turkler-ve-osmanli-turkleri.
(Erişim: 08.01.2019)
270 Ömer
Ceran, age, s.53.
271
Filibeli, “İslam Tarihi”, s.379.
272
Bakara Suresi, 115.Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara-suresi/292/285-286-
ayet-tefsiri.
(Erişim: 19.12.2018)118
Varlığın
meydana gelmesi, yaratıcının isteği doğrultusunda olmuştur.
Filibeli
yaratılmış olan varlıkların bulunduğu âlemi hakiki varlık âlemi
olarak
görmez. Ancak ezeli ve ebedi olan bir varlığın yansıması olarak
görmektedir.
O yüzden bu âlemdeki tüm çabamızın, hakiki âleme ulaşmak
amacında
olması gerektiğini düşünmektedir. Filibeli, insanın kendi iradesi
ile bir
şey yapmasını mümkün görmez. Yapmış olduğumuz tüm eylemleri
yaptıran
ancak Allah’ tır. Onun bilgisi ve izni dışında bizim irademizin bir
önemi
yoktur.273
Ahmet
Hilmi’ nin varlığı taksimi büyük ölçüde İbni Arabi’ nin vahdet-i
vücut
düşüncesi ile benzerlik göstermektedir. Varlığı iki bölüme ayırır ve bu
ayrımı
yaparken varlık hakkında sahip olduğumuz bilgi düzeyine göre
yapmaktadır.
Varlık
katmanının en üstünde mutlak varlık bulunmaktadır. Bu varlık
bütün
çoklukları kendisinde barındıran, ama kendisi onların hiçbirisi
olmayan
bir varlıktır. O’ nun varlığı bilinir ama ne olduğu kesin olarak
söylenemez.
Tüm varlığı kapsayan bir Allah kavramı vardır.274
Bir de
bu mutlak varlığın etkide bulunduğu varlıklar vardır. Bunlar çok
çeşitli
şekilde meydana gelmiştir. Ama özünde hepsi mutlak varlığı
yansıtmaktadır.
Filibeli
Ahmet Hilmi vahdet-i vücut düşüncesini, modern insanın
materyalist
ve pozitivist düşünceler etkisi ile girmiş olduğu çıkmazı çözmek
için bir
yöntem olarak görmektedir. Materyalizme ve pozitivizme yönelik
eleştirilerinin
temelinde vahdet-i vücut anlayışı bulunmaktadır.
Filibeli’
nin vahdet-i vücut anlayışı, tasavvuf anlayışı ile sıkı sıkıya
bağlıdır.
Tanrı’ nın varlığını evrendeki sebep sonuç ilişkisi etrafında
açıklamıştır.
En sıradan bir sanat eserini bile meydana getiren bir sanatçı
vardır.
Bu sebebi yok saymak sanat eserinin de yok saymaktır. O halde
evrendeki
düzenliliği ve uyumu meydana getiren bir sebebin var olması
*Allah'ın
yüzü" ifadesi, mecazî bir anlatım olup, burada "Allah'ın rahmeti,
rızası ve nimeti"
demektir.
Kul, tümüyle Allah'a ait olan yeryüzünün neresinde ve hangi cihetinde, ne tür
bir taat
ve işe girişse, Allah'ın lütuf ve rahmetini orada bulur.
273 Ömer
Ceran, age, 54.
274 Ömer
Ceran, age, 55.119
insan
aklında zorunlu olarak oluşacaktır. Çünkü bu mükemmel düzendeki
evrenin
başıboş ve kendiliğinden meydana geldiğini söylemek yanlış bir
sonuca
götürmektedir.275 Ancak buna karşın Filibeli evrenin yoktan var
edilmesi
fikrine de karşıdır.276
Vahdet-i
vücut anlayışı Allah’ ın varlığı ve birliği esasına dayanır. Onun
var
olması hiçbir sebebe ihtiyaç duymaz, varlığı zaman ve mekânın
ötesinde,
kendisi bizzat tüm sebeplerin sebebidir. Varlığı insanın sahip
olduğu
tüm özelliklerin ötesinde olduğu için insanın hayal edebilmesi
mümkün
olmayan bir varlıktır.277
İnsan
aklı, sınırlarını bilmediği kadar güçlü olan yaratıcıyı bilebilir mi?
Bu soru
felsefi görüşler arasındaki ayrılıkların ve yeni felsefi görüşlerin
ortaya
çıkmasına sebep olmuştur. Materyalizm, Kritisizm, Pozitivizm vb.
felsefi
görüşler insan aklının metafizik konuları bilmesini mümkün
görmemiş,
bu sebeple de inceleme alanlarının dışına çıkartmış
olduklarından
bahsetmiştik.
Filibeli,
yaratıcının bilinemeyeceğini söyleyen görüşleri çok aşırıya
gitmiş
bulmaktadır. Ancak bunun yanında yaratıcının bilineceğinin
söylenmesini
de aynı ölçüde aşırı bulmaktadır. Filibeli, Allah’ ın kesin
deliller
ile bilinemeyeceğini fakat bir şekilde var olduğu hakkında bilgi
sahibi
olduğumuzu söylemektedir. İnsanlığın ilk zamanlarından beri
zihinlerini
kurcalayan ‘Tanrı’ fikrinin olması ve her devirde ‘Tanrının
varlığı-yokluğu’
konusunun tartışılıyor olması, aslında Tanrı’nın bir şekilde
bilinebiliyor
olmasının ispatı olarak görmektedir.278
Vahdet-i
Vücut kavramı tasavvufta Allah’ ın varlığını ispat etmek için
çok sık
başvurulan bir yöntemdir. Filibeli, Tevhit inancının en iyi şekilde
anlatılmasını
sağlayan düşüncenin vahdet-i vücut olduğunu düşündüğü için
düşüncesinde
vahdet-i vücut düşüncesi önemli bir yer teşkil etmiştir.279
275
Zekeriya Uludağ, age, s.213.
276 Ömer
Ceran, age, s.53.
277 Filibeli,
İslam’ın Esası, s.21.
278
Filibeli, age, ss.22-23.
279
Süleyman Hayri Bolay, Osmanlılarda Düşünce Hayatı ve Felsefe, Ankara: Akçağ
Yayınları,
2005, 137- 138.120
Filibeli
‘Amak-ı Hayal’ romanı vahdet-i vücut düşüncesinin tüm
incelikleri
ile işlemiştir.
“ II.
Meşrutiyet devrinin önde gelen İslâmcı fikir adamlarından
Şehbenderzade
Ahmed Hilmi’nin eserleri arasında ayrı bir yeri olan A’mak-
ı Hayâl,
bu dönemde Osmanlı toplumunda yeni yeni görülmeye başlayan
materyalist
görüşe karşı kaleme alınmış tezli bir eserdir. Bütün eser boyunca
ruh ve
kâinatın sırrı, yaratılışın gayesi araştırılarak maddeci görüşün sığlığı
ve
insanı saadete ulaştırmakta yetersiz kaldığı ortaya konur.”280
Filibeli,
anlatılmak istenen manaları incelemeden gelişi güzel okunan
kitapların,
özelliklede felsefe kitaplarının insanın imanını sarsacak derecede
şüphe
duymasına sebep olacağını, bu durumunda insanı içinden çıkması
imkânsız
bir boşluğa iteceğini söyler. Bu düşünesini, A’mak-ı Hayal
romanında
felsefi-tasavvufi bir tarzda yazmıştır.
Kitabın
başkahramanı Raci, varlıklı bir ailede yaşamış iyi derecede dini
ve okul
eğitimi almış, oldukça yüksek insani değerlere sahip ve çalışkan bir
gençtir.
Öğrenmeye ve okumaya meraklı olan Raci çeşitli kitapları
incelemeye
ve okumaya başlamıştır. Bir zaman sonra öğrenmiş olduğu
maddi ve
manevi bilgiler arasında bir bunalıma düşmüştür. Bildiği her
şeyden
şüphe eder ve manevi olarak huzursuzluklar yaşar duruma gelmiştir.
Bunu
giderebilmek için birçok tarikatlara, ilim ehli insanlara gider ancak
aradığı
iç huzuru yakalayamaz. Sonunda bu duruma dayanamayan Raci,
yaşadığı
ıstırabı unutabilmek amacıyla farklı yollarda teselli bulmaya çalışır.
Sonunda
içki ve eğlence düşkünü bir genç haline gelir. Bu şekilde bir süre
içindeki
şüpheleri susturabilmeyi başarmıştır. Raci bu şüpheye düşen tek
genç de
değildir. İçki ve eğlencesinde kendisine eşlik eden arkadaşları da
kendisi
gibi iyi eğitim almış gençlerden oluşmaktadır. 281
Bir gün
şüphelerini unutmaya giderken, üstü başı değişik giyimli
değişik
iki adamın birbirleri ile varlık hakkında yapmış oldukları sohbete
denk
gelir. O kişilerden birisi, Raci’yi içindeki şüphelerden kurtaracak olan
Aynalı
Baba’dır. O zaman kadar unutmaya çalıştığı ne kadar şüphe varsa
hepsi
tekrardan aklından geçmeye başlar. Artık kendisini her gün bu adamın
280
Necat Birinci, “A’mak-ı Hayâl”, TDV İslam Ansiklopedisi,1989, C.2, ss.555-556.
281
Filibeli, A’mak-ı Hayal, İstanbul: Kaknüs Yayıncılık, 2017, s.11.121
yanında
bulmaktadır. Artık kaçmış olduğu şüphelere cevap bulmak için
Aynalı
Baba’nın fikirlerinden istifade etmeye çalışmaktaydı. Bir gün Aynalı
Baba’nın
yanında sohbet edip ney sesi dinlerken uykuya dalar ve görmüş
olduğu
rüyalar ile hayalin derinliklerine yolculuğu başlamıştır.282
Eserdeki
rüya ve hayal, tasavvufta önemli bilgi kaynaklarıdır.
Tasavvufta
müridin manevi durumu, görmüş olduğu rüyaların
yorumlanması
ile mürşidi tarafından tespit edilir. Görülmüş olan rüyalar
mahiyetine
göre şeytani yada rahmani rüyalar olarak yorumlanmaktadır.
İslam
dini açısından bakıldığında Hz. Peygamber’ in görmüş olduğu rüyalar
hakikat
olarak kabul edilmektedir. Bu noktada temiz kalpli olduğuna
inanılan,
toplumda ön plana çıkmış olan kişilerin rüyaları da bu anlamda yol
gösterici
olarak kabul edilmektedir. Bu anlamda görülmüş olan rüya, dinin
ritüellerine
aykırı bir rüya değil ise bir takım mesajlar içerebileceği
düşünülmüştür.283
Kur’ an’
da Hz. İbrahim ve Hz. Yusuf gibi bazı peygamberlerin
gördükleri
rüyaları anlatan ayetler yer almaktadır. Hz. İbrahim'e rüyasında
oğlunu
kurban etmesi emredilmiş, bu emri yerine getirecekken gökten bir
koç
indirilerek onu kurban etmesi emredilmiştir. Yine Hz. Yusuf rüyasında
on bir
yıldız ile güneş ve ayın kendisine secde ettiğini görmüş, babası
rüyasını
kardeşlerine anlatmamasını söylemiştir. Daha sonra Yusuf
aleyhisselam
kardeşleri tarafından kuyuya atılmış, kuyudan çıkarılıp köle
olarak
satılmış, vezirin hanımı kendisine meylettiremeyince onu zindana
attırmış
ve sonunda zindandan kurtulup vezir olmuş, kardeşleri ile baba ve
annesi
kendisine secde etmişlerdir. Böylece Yusuf aleyhisselamın yıllar
önce
gördüğü rüyanın tabiri bu şekilde çıkmıştır.284
İbn-i
Arabi’ ye göre, insanların rüyalarına etkide bulunan er-Ruh adında
bir
melek bulunmaktadır. Bu melek insan uyuduğu zaman onunla bağlantı
282
Filibeli, age, ss.23-34.
283
Abdullah Demir, Tasavvufta Rüya Tabiri, USBD Uluslararası Sosyal Bilimler
Dergisi,
C.1,
S.9, (2017),s.1.
http://www.sobider.net/FileUpload/ep842424/File/tasavvufta_ruya_tabiri_1.pdf
(Erişim:
10.08.2019)
284
Abdullah Demir, age, s.2.122
kurar ve
manevi alemden haberdar olduğu bilgiler insanın idrak etmesini
sağlar.
İnsanın uyanık olduğu zamanlarda duyularının etkisinde olması
sebebiyle
bu alem ile irtibata geçemediğini söyler. Tasavvufi düşünce de
insan
nefis terbiyesi ile kalbini temizleyip, daha sonra er-Ruh isimli melek
vasıtasıyla
manevi alemden haberdar olabilir.285
İlk gün
Bir Buda ile beraber Hiçlik Tepesi’ ne gitmiştir. Buda, görmüş
olduğu
şeylere aldanıp peşlerinden gitmemesi, nefsine sahip olması
gerektiği
uyarısında bulunmuştur. Fakat Raci şehvete yenik düşmüştü.
Buda’nın
söylemek istediği şeyler anlamış ama Buda’nın imtihanını
geçememiş
ve geri dönmüştü. İkinci gün yolculuk Zerdüşt’ün yanına
olacaktır.
Burada da zıtların birbirleri ile olan savaşı vardır. (iyilik-kötülük,
karanlık-aydınlık
vs.) Bu savaşta her iki tarafta kaybetmeden günlerce
devam
etmiştir. Sonunda ‘aşk’ gelmiş ve iki taraftan da üstün olduğu
kanıtlayarak
aralarındaki savaşı bitirmiştir. Dünya’ da kötülüğün yok
edilemeyecek
olduğunu anlamıştır.286
Bu
şekilde devam eden hayalin derinliklerine olan yolculuğun sonunda
Raci,
insanın duyularının gerçekleri görmekte ne kadar yetersiz olduğunu
anlamıştır.
Evrende var olan değişim ve dönüşümün hep ilahi olan, en
mükemmel
varlığa ulaşmak içindir. Filibeli, tarihte övülerek anılan
filozofların
çok çeşitli düşünceler ortaya koyduğunu fakat bu düşüncelerin
hiçbirisinin
insanları gerçek mutluluğa ulaştıracak hakikatlerden
oluşmadığını
kanaatindedir.287
Bu
eserde, insanın her zaman aklını meşgul etmiş olan; varlığın anlamı
nedir?
Ruh ölümsüz müdür? Dünyada var olan kötülüklerin sebebi nedir?
Tanrı’nın
kötülüğü yaratma sebebi nedir? İnsan hakikatlerin bilgisine nasıl
ulaşabilir?
Vb. sorulara cevap arayışında olan bir gencin durumundan yola
çıkarak
temsili figürler üzerinden aslında tüm insanlığın durumu izah
edilmeye
çalışılmıştır.
285
Abdullah Demir, age, s.44.
286
Filibeli, age, 35-55.
287
Süleyman Hayri Bolay, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, Ankara:
Akçağ
Yayınları, ss.243-244.123
Aynalı
baba figürü; insanın maddi akıldan sıyrılıp, manevi olan
hakikatlere
ulaşabilmesine yardımcı olacak bilgileri vermeye çalışmaktadır.
Sadece
akıl gücüne dayalı olarak bildiklerimiz, âlemin çok sınırlı bir alanını
bilmemizi
sağlamaktadır. Ancak insanın asıl olan gerçekleri bilebilmesi için
aklın
sınırlarının ötesindeki alana ulaşması gerekmektedir. Bunlar felsefe ve
tasavvufun
tarih boyunca anlamaya ve anlamlı kılmaya çalıştığı sorunlardır.
Bunlar;
iyilik-kötülük, hayatın anlamı, tanrı, ölüm ötesi, adalet, canlılık gibi
sorunlardır.
,Raci karakterinin çıkmış olduğu yolculuk, hakikat arayışıdır.
Bu
hakikati bulacak olan da ruhtur. Burada hakikatlerden kastedilen
Allah’ın
varlığının bilgisine ulaşmaktır. Bu bilgiye ulaştıktan sonra insan
artık
maddi âleminde manevi âleminde farkına varır. Bu aşamadan sonra
artık
insanın sahip olduğu hakikatlerin bilgisi ve maddi-manevi âlem
arasından
doğan çatışmalı fikirler ile kendisinin mücadele etmesi gerekir.
3.4.Filibeli
Ahmet Hilmi’ de Felsefi Bilgi Ve Metot
Filibeli’
ye göre felsefi bilgi, tüm bilgilerden önce var olmuştur. Âlemde
var olan
tüm bilgiler felsefeden sonra meydana gelmiştir.
Filibeli
gençlik yıllarında bir dönem Batı’dan gelen pozitivist ve
materyalist
düşüncelerin etkisine kapılmış ve buhranlı bir dönem
geçirmiştir.
Gençleri kendisinin tecrübe ederek öğrenmek zorunda kaldığı
bozuk
düşüncelerin etkisinden koruyabilmek için İslam dininin özüne ve
milli
değerlerine uyumlu olan felsefi yöntemlerin anlatılmasını gerekli
görmüştür.
Batı’ nın gençleri hedef alan bozuk düşüncelerinin kendilerine
verdiği
zararları ancak ihtiyarlık dönemlerinde fark edebileceklerini, bu
nedenle
gençlerin kendilerine sunulan her düşünceye karşı uyanık
olmalarının
önemine dikkat çekmiştir. Filibeli bu amaç ile felsefi bir sistem
ortaya
koymaya çalışmıştır. Batı’ dan gelecek bozuk düşüncelerin
etkisinden
korunmamızı sağlayacak felsefi bir metot önerisinde
bulunmuştur.288
288 Şehbenderzade
Filibeli Ahmet Hilmi, “Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz? :
Darü’l
Fünun Efendilerine Tahriri Konferans ”, sad. Kemal Kahramanoğlu- Ali Utku,
Konya:
Çizgi Kitabevi, 2016, s.129.124
Sağlam
bir metot ve amaçların olmaması sebebiyle pek çok genç
buhranlı
dönemler geçirmiş ve amaçsız bir hayat sürmüştür. Gençlerin bir
amacının
ve bu amacı gerçekleştirecek iradesinin olması, hem maddi hem
de
manevi bir doyuma ulaşmalarını sağlayacaktır. Filibeli, bozuk
düşüncelerin
zaman zaman herkesi etkisi altına alabileceğini söylemekle
beraber,
asıl önemli olan şeyin, içine düşülen durumun farkına varıp bu
durumdan
kurtulmanın yollarını aramak olduğunu söylemiştir. Bu çaba
insanı
hem içinde olduğu kötü durumdan kurtaracak hem de insana ebedi bir
mutluluk
sağlayacaktır.289
İnsan
hayatı fikirlerinden ve aktif olarak yapmış olduklarının
bütününden
meydana geliyor. İnsanın fikirleri de alelade şekilde değil,
planlı
bir çabanın ürünü olmalıdır. Filibeli’ nin tabiri ile “sağlam bir metot”
ile
oluşturulmuş olması gerekmektedir. Bu durum kişinin zarara uğramasını
engelleyecektir.
Aksi takdirde insan karşılaştığı her düşünceye aldanıp,
onların
peşinden gidecektir. Filibeli’ ye göre en iyi metot ‘tahlil’
yöntemidir.
Bu durum insanın gençlik yıllarında göremeyip, ihtiyarlık
yıllarında
tecrübeleri sonucunda fark edebildiği hakikatler gibidir. Eğer
tahlil
yöntemini iyi bir şekilde kullanabilirsek, karşımıza çıkan düşünceleri
birbirleri
ile iyi şekilde kıyaslayıp, hakikatlerin bilgisini elde edebiliriz.
Sağlam
bir analiz yeteneğine sahip olan insan, karşısına çıkan bozuk
düşünceleri
hemen fark edebilir. Duyguları ile değerlendirecek olursa
karşısına
çıkan her düşünceyi hakikat olarak görüp, hiçbir zaman
hakikatlere
ulaşamaz. Ancak Filibeli’ ye göre bizdeki en büyük eksiklik
sağlam
bir metoda olan ihtiyacımızdan çok, böyle bir ihtiyaç içerisinde
olduğumuzun
farkında bile olmayışımızdır. Bu durumu o kadar çok
kabullenmişiz
ki, kendimizi hayatın akışına bırakmış, tesadüfler ile yaşanan
bir
hayat sürmeye başlamışız. Bu durum toplumda büyük bir tembellik
meydana
getirmiştir ve hiçbir amaç ve çaba olmadan körelmeye mahkum
etmiştir.
İşin üzücü tarafı şudur ki; Filibeli bunun sadece avam tabakasında
değil,
kendisini ülkenin en aydın insanı olarak ilan eden, okumuş kesim için
de bu
şekilde olduğunu söylemiştir. Bu insanların düşünceleri de Batı’nın
289
Filibeli, age, s.145.125
birer
kötü taklidi olmaktan ileriye geçememiştir. Fakat bu durumun farkında
da
değildirler.290
Filibeli’
nin felsefe anlayışını incelediğimizde, dönemin felsefeye karşı
tutumları
hakkında da bilgi sahibi olmaktayız. Bu dönemde bazı İslam
düşünürleri,
batının İslam aleyhinde yapmış olduğu eleştiriler sebebiyle
felsefeye
karşıt bir tepki almıştır. Bu sebeple Filibeli’ nin felsefe hakkındaki
çalışmalarına
baktığımızda, felsefe kelimesi yerine hikmet kelimesini
kullandığı
görülmektedir. Ancak Filibeli’ nin hikmet olarak ele almış
olduğu
konulara bakıldığında felsefenin konularına tasavvufi bir boyut
eklenmiş
olduğu görülmektedir. Bu durumu dönemin düşünürlerinden
Elmalı
Hamdi Yazır, Filibeli’ nin bu yorumu ile birlikte felsefenin büyük bir
mertebeye
ulaşmış olduğunu söylemektedir. Tasavvufi alanın da felsefeye
dâhil
edilmesi ile birlikte, felsefe tarihte kullanıldığı en geniş anlamına
ulaşmış
olarak kabul edilmiştir.291
Felsefe
tüm ilimlerin kendisinden meydana geldiği en genel ilim olduğu
için,
herhangi bir ilmin felsefenin dışına itilmesi, Filibeli tarafından
imkânsız
görülmüştür. Mesela; metafizik alanın bilgisini felsefenin dışına
çıkartan
materyalist düşünürlerin yaptıkları aslında insanın bilmeye çalıştığı
ve insan
idrakine ait olan bir şeyi felsefenin dışına çıkartmak olacaktır.
Felsefe
esas itibari ile insanın merak ettiği sorulara cevap bulma çabası
olduğuna
göre aslında yapılan insan idrakini felsefenin dışına çıkartmak
olacaktır.
Bilimin konusu olan her türlü ilim felsefenin de inceleme alanı
içerisine
girmektedir. (Mesela; Tarih felsefesi, fizik felsefesi gibi). 292
İnsan,
diğer varlıklardan akıl sahibi bir varlık olması sebebi ile
ayrılmaktadır.
Kendimizin farkında olmaya başladığımız ilk andan itibaren,
bildiklerimiz
ile yetinmeyip hep yeni bilgilerin peşinde, varlığımızı
anlamlandırmaya
çalışmaktayız. Bu sebeple Filibeli, insanın bilimin
kendisine
sunmuş olduğu hakikatler ile yetinmeyip, hep başka ihtimaller ve
yeni
bilgiler peşinde olması gerektiğini düşünmektedir.293
290
Filibeli, age, ss.130-131-132.
291 Ömer
Ceran, age, s.20.
292
Filibeli Ahmet Hilmi, “ Allah’ı İnkâr Mümkün Mü?”, s.38.
293
Uludağ, age, s.128.126
Filibeli’
nin felsefe anlayışında İslami düşüncelerin de etkide bulunduğu
görülmektedir.
Filibeli felsefedeki tüm amacı mutlak varlığa ulaşma çabası
olarak
görmektedir. Bu sebeple de Filibeli’ nin düşüncesinde metafizik
öğeler
de bulunmaktadır. Batı’dan ülkemize doğru hızlı şekilde cereyan
eden
materyalist ve pozitivist düşünceler, Filibeli’nin eserlerinde metafizik
alanın
daha yoğun şekilde işlenmesine sebep olmuştur. Böyle bir amacın
oluşmasında,
İslam düşüncesini Batı’nın her şeyi maddeye indirgeyen
felsefi
düşüncelerinin, İslam düşüncesini de bozmasını engelleme amacı
taşıdığı
söylenilebilir.294
Pozitif
bilimlerin insana sunmuş olduğu bilgiler sadece var olan
durumlar
hakkında haber vermektir. İnsanın doğayı anlaması, varlıkları
meydana
getiren sebebi öğrenmesi, bu dünyada bulunma gayesini, ölümden
sonra ne
olacağı gibi soruların cevapları pozitif bilimler ile bilinemez. Bilim
bu
dünyaya nasıl gelmiş olduğumuz hakkında bize bilgi verebilir. Ancak bu
dünyaya
neden geldiğimiz konusunda bir açıklama yapamaz. Bu noktada
Filibeli’
ye göre felsefe mecburi olarak devreye girmektedir.295
“Felsefe,
konusu külli ilkeler olan genel bir ilimdir. İlk külli ilkeler, ilk
sebepleri
ve ilk hakikatleri ihtiva eder. Şu halde ilk sebepler tümel varlığın
ilkeleri
demek olduğu gibi, ilk hakikatler de tümel ilmin ilkeleri anlamını
içerir.”296
Filibeli’
nin yukarıdaki alıntıda felsefe hakkında söylemiş oldukları,
felsefe
anlayışının temelleri Eflatun, Descartes, Spinoza, İbn Rüşt ve
Aristoteles
gibi düşünürlerle dayandığını göstermektedir. Eflatun’ un ortaya
koymuş
olduğu idealar ve görünüşler âlemi tasavvurlarından örnek verecek
olursak,
akıl sadece görünüşler âlemini anlamakta yeterlidir. İdealar âlemini
anlayabilmek
için bu noktada felsefeye ihtiyaç duymaktayız. Ancak
Filibeli’nin
ideaların anlaşılması için gerekli olan şeyi sadece akıl olarak
değil de
Filibeli’ nin felsefe anlayışında hâkim olan akıl ve tasavvufi
294 Sare
Çetintaş, “Filibeli Ahmet Hilmi’nin Felsefi ve Ahlaki Görüşleri”, (Yüksek
Lisans
Tezi),
Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim
Dalı,
(Tez No: 146138), Elazığ, 2004, s.14.
295
Filibeli, “İslam Tarihi”, C.1, s.41.
296 Ömer
Ceran, age, s.18.127
düşüncelerin
birlikteliği olarak tarif edebiliriz. Tek başına aklın, bu
hakikatleri
anlamakta yeterli olmayacağını düşünmektedir.
Descartes,
“Filozof, bilmeye muktedir olduğumuz bütün şeylerin
sebeplerini
kendilerinden çıkarabileceğimiz ilk nedenleri ve gerçek ilkeleri
arayan
kişidir.”297
Aristotales,
“Felsefe adı bir ilme uygun gelir ki, bunun da ilk ilkelerin
ve ilk
sebeplerin teorik ilmi olması gerekir.”298
İbn
Sina, “İnsanın gücü yettiği kadar eşyanın hakikatine vakıf olmaya
çalışmasıdır.”299
İslam
filozofları tarafından da felsefe yapmaktaki amacın Allah’ ı ve
hakikatleri
bilmek şeklinde tasavvur edilmiştir. Düşünürümüz Filibeli’nin
felsefe
tasavvuru, bahsettiğimiz düşünür-filozofların hepsinin
düşüncelerinin
toplamından meydana gelmektedir. Filibeli’nin felsefeden
tasavvur
ettiği şeyin ilim-bilim-felsefenin birlikteliği ile insana ait olan her
şeyde
ilk sebeplerin300 incelenmesi şeklinde olduğu görülmektedir.
Filibeli,
İslam düşüncesinde bilimsel ilerlemeye, ilime ve felsefeye karşı
herhangi
bir engel görmemekle beraber Batı’da cereyan eden bu bozuk
düşüncenin
İslam düşüncesini korumak amacıyla İslam Tarihi kitabını
yazmıştır.
İslam Tarihi dışındaki tüm eserlerinde de aynı amacı
gerçekleştirmeye
çalışmıştır.
Toplum
olarak gelişmeye ve Batı’nın ulaştığı seviyeye ulaşmaya aşırı
talep
içinde olmakla beraber, Filibeli bu istekleri hayata geçirmeyi
sağlayacak
azim ve kararlılığın eksik olduğunu söylemektedir. Sağdan
soldan
duyulan yarım bilgiler ile kendisini aydın gören düşünürlerin Batı’yı
olduğu gibi
kuru bir taklit ile benimsemeye çalışması kendi sonumuzu
getirmemize
sebep olacaktır. Bu nedenle Filibeli düşünürlerin kibrini ve
297
Descartes, “Felsefenin İlkeleri”, çev. Mehmet Karasan, İstanbul: M.S.G.S.B.
Yayınları,
1988,
s.8.
298
Aristotales, “Metafizik”, çev. Ahmet Arslan, İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi
Yayınları,
1985, s.82.
299
Hasan Şahin, “İslam Felsefesi Tarihi Dersleri”, Ankara: İlahiyat, 2000, s.38.
300 Ömer
Ceran, age, s.21.128
kendini
beğenmiş tavırları bırakıp, sağlam bir analiz yöntemi ile Batı’nın
örnek
alınacak yanlarını değerlendirmeleri gerektiğini söylemektedir.
Kendimizi
geliştirebilmek için illa da kendimiz yeniden özgün
yöntemler
meydana getirmek mecburiyetinde değiliz. Filibeli tarihte
Japonya’nın
yaptığı gibi bizimde aynı şart ile Batı’yı örnek alma
imkânımızın
bulunduğunu söylemektedir. Ama bu Japonya gibi kendi
köklerimize
sadık bir şekilde yapılmalıdır.301 Körü körüne Batı’nın taklit
edilmesi
bizlere hiçbir fayda sağlamayacağı gibi kendi özümüzü de
kaybetmemize
sebep olacaktır.
İbn-i
Arabi’nin hümanist düşünceleriyle benzer düşüncelere sahip olan
Filibeli,
İslam inancına sahip olmasına rağmen, Amak-ı Hayal adlı eserinde
kimi
zaman bir Buda ile yolculuğa çıkmış, kimi zaman farklı bir milletten
olup
hakikatin peşine düşmüştür. Zaman zaman çeşitli dinlerin liderlerine ve
öğretilerine
göndermelerde bulunmuş ve o kişiler aracılığı ile hakikatin
peşine
düşmüştür. İbn-i Arabi düşüncesinde yaratılmış her varlığa karşı
duyulan
saygının Filibeli’nin Amak-ı Hayal kitabında da görmekteyiz. Bu
eserde
Filibeli, hakikatin tek ve mutlak olduğunu diğer tüm dinlerin ona
ulaşmada
birer yol olduğunu düşündüğünü görmekteyiz.
Filibeli,
insan duyularının hakikatini anlamakta yetersiz kaldığını
düşünmektedir.
İnsanın sahip olduğu ilimler, Allah’ ın sahip olduklarının
yanında
pek önemsiz ve kıymetsiz kalmaktadır. İnsan duyuları aracılığı ile
bilebildiği
hakikatlere yönelir, bunların asıl sebebi olan hakikatleri
görmezden
gelir ise işte o zaman hakikatin bilgisinden büsbütün uzaklaşmış
olur.
Filibeli’
nin Amak-ı Hayal kitabında esas çıkış noktası bilimsel olarak
elde
etmiş olduğu bilgilerin ona manevi bir doyum yaşatmamasıdır.
Filibeli’nin
bu eserinde hakikat arayışı içerisine girmiş olmasının temel
sebebi
de budur. Felsefe, fizik, kimya, biyoloji gibi pek çok bilim dalının
temelde
sahip olduğu hakikatleri görmezden geldiklerini, bu sebeple de
büyük
bir kibre kapılıp hakikatin bilgisinden mahrum kaldıklarını
301
Filibeli, Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz? , ss.136-137.129
düşünmektedir.
Bu anlamda bizi hakikatin bilgisine götürecek en iyi yolun
vahdet-i
vücud düşüncesi olduğunu savunmuştur.
Amak-ı
Hayal kitabında Raci bu dönemin genel düşünce yapısı
hakkında
ciddi anlamda bilgi vermektedir. Raci çok iyi ilim tahsil etmiş bir
gençtir
fakat öğrenmiş oldukları manevi anlamda zihnini meşgul eden
sorulara
cevap vermekte yetersiz kalmıştır. Bu sorulara cevap aramak için
ne kadar
çok ilim ehline yönelse de bir türlü zihnini meşgul eden sorulara
yanıt
bulamamıştır. Aklı ile bulduğu doğruları kalbi ile çelişiyor, kalbi ile
inanmış
oldukları da aklına ters düşüyordu. İçine düşmüş olduğu bu şüphe
durumu
manevi anlamda bir boşluğa düşmesine sebep olmuş, bunu
gidermek
için de kendisini alkolün ve eğlencenin pençesine atmıştır.
Madem
zihnini meşgul eden sorulara cevap bulamıyordu o halde zihnini
meşgul
eden soruları unutmayı ve kendinden geçmeyi tercih etmişti.
Varlığın
ve yokluğun ne olduğu sorusu Raci’ nin içini kemiren
şüphelerin
sebebidir. Kendisi gibi iyi eğitim almış bir kimsenin bu sorulara
cevap
bulamaması onun şüphelerini ve merakını daha da kamçılıyordu. Bu
amaçla
başvurduğu hiç kimse sorularına cevap bulamamıştır. Bu merakı
gidermek
için çıkmış olduğu yolculukta karşısına çıkan olgun insanların
hiçbirisi
Raci’ nin olmasını beklediği görüntülere sahip değildir. Her biri
tuhaf
giyimli hatta deli, meczup diyebileceği kılıklara sahiptir. Bu kişilerin
ağzından
dökülen sözler Raci’yi derinden şaşırtmıştır. Görünüşlerin ardında
bulunan
hakikatin farklı olabileceğini bu noktada idrak eden Raci, deli gibi
görünen
bu kişilerin sözlerine dikkat kesilmeye başlamıştır. Aynalı baba ile
yapmış
olduğu sohbetin ahengine kapılmış farklı bir hayal alemine doğru
gezintiye
çıkmıştır. Aynalı baba, olgun insanların dünyadaki görünüşlere
aldanmayıp
bu dünyanın gelip geçici heveslerinin farkında olduğunu Raci’
ye
anlatmıştır. Rüyalar gerçeklerden ne kadar bağımsız ise, zevk ve
heveslerinin
peşinden koşan kişi de hakikatin bilgisinden o kadar uzaktadır.
Buradan
sonra Raci uyanık iken rüya görmeye başlamıştır. Gözleri maddi
dünyadan
bir şey görmüyor ancak kendisini farklı ülkelerde görmeye
başlamıştır.
Raci
dalmış olduğu bu hayal âleminde kendisini hiç tanımadığı bir adam
ile
birlikte ilk önce Hindistan’da bulmuştur. Bu yolculuğun amacı ‘‘hiçlik’’130
zirvesine
ulaşmaktır. Bu zirveye ulaşmak istemek bile sıradan inşaların
yapmaya
kalkışacağı işlerden değildir. Bu yolculuğunda karşısında Buda
Gotoma
çıkmıştır. Raci’nin bu zirveye ulaşma yolunda rehberi de Buda
Gotoma
olacaktır. Bunları yapabilmek için sıradan insanlardan farklı olarak,
nefsinin
isteklerine karşı gelmeyi ve nefsini kontrol altında tutabilmeyi
öğrenmesi
gerekmektedir. Bu sebeple bu yolda kendisine her ne ikram
edilirse
edilsin her birisine karşı soğukkanlılığını koruması gerekmekteydi.
Bu
durumda epeyce zorlanan Raci, içten içe bu duruma kızmaktaydı.
Kendisine
ikram edilen bir kadehi almak üzereyken Buda tarafından ikaz
edilen
Raci, Buda tarafından önüne çıkan engellere aldanmaması konusunda
uyarılmıştır.
Bu yolculukta Raci, Buda’nın sözlerini unutup kendisine
ihtişamlı
görünen sarayın ve buradaki kadınların gösterişlerine kapılmıştır.
Fakat
yapmış olduğu hatayı, görmüş olduğu şeylerin tam zıddına dönüşmesi
ile anlamıştır.
Raci Buda’ ya vermiş olduğu sözü tutamamıştır. İstenilen
aşamaya
gelememiş, hiçlik zirvesine ulaşamamıştır.
Raci,
Aynalı Baba ile devam eden görüşmelerinde pek çok nasihatler
dinlemiştir.
Aynalı Baba bu alemde meydana gelen olayların hiçbirisinin
ezeli ve
ebedi olmadığı, insana elem ve kederden başka bir şey vermediğini
söylemiştir.
İnsanın kaderini değiştirmek için yapmış olduğu şeylerin
gereksizliğini
ve asıl önem verilmesi gereken hususun şimdiki zamanda
yaşanılanlar
olduğunu vurgulamıştır. Bu esnada Raci yeni bir hayale dalmış
ve
kendisini Temaşa Bayram’ında görmüştür. Bu bayram yerinde herkes
Zerdüşt
tarafından imtihana tabi tutulup, hakikatleri söylediği takdirde
cennetlik
olan kişilerden olacaktır. Raci’ de bu imtihandadır. Zerdüşt’ün
huzuruna
çıkmış ve sormuş olduğu sorulara istemsizce cevaplar vermiştir.
Verdiği
cevaplar Raci’nin bu imtihanı geçmesini sağlamıştır. Ve daha sonra
kendisini
iyilik ve kötülük arasında savaşın yapılığı bir alanda bulmuştur.
Kötülüğün
ve iyiliğin çarpıştığı bu savaşta Raci’ nin sahip olduğu
silahlar
alçakgönüllülük, sabır, ilim ve şükürden ibarettir. Buna karşılık
kötülüğün
elinde de kin, nefret, düşmanlık, şehvet gibi insanı çok çabuk
etkisi
altına alan ve hata yapmasına sebebiyet veren şeyler bulunmaktadır.
Raci
bunların hiçbirisinden korkmuyor ve sonuna kadar kötülüğe savaş
açıyordu.
Raci’ nin görmüş olduğu bu rüyada esasen insanın dünyadaki131
serüveni
karşımıza çıkmaktadır. İnsan sürekli olarak kötülüğe karşı iyi
olmaya
çalışır. Nefsini dizginlemesi ve kötülükten uzak durması gerekir.
Buda
ancak kendisindeki özelliklerin farkına varması ile olacaktır. Raci bu
savaştan
kaçamamaktadır. Eğer kaçarsa ebediyen cehennemde bulunacaktır.
Aynı
insanın dünyada ki kötülüklerden kaçıp gidemediği gibi Raci’ de bu
savaşa
girmek mecburiyetindedir.
Esasında
kitabın bütününde Filibeli’nin okuyucuya vermeye çalıştığı
düşüncede
aslında tam olarak budur. İnsanın geçici alemin zevklerinden
uzak
durması ve bu dünyada kendisine eşlik edecek bir rehbere ihtiyaç
duymasıdır.
Zira dünyada var olan tüm güzellikler insanın hakikatini
görmesini
engelleyecek türdendir. Bundan dolayı insanın hakikate
ulaşabilmesi
için hiç durmadan hakikatin yolunda olması gerekmektedir.
İnsanın
bunu başarabilmesi için nefsin düşmanı olan, insanı kötü huylara
sevk
edecek davranışlardan uzak durması gerekmektedir. Bunu yapabilmesi
için de
iradesine sahip bir varlık olması gerekmektedir.
Amak-ı
Hayal kitabının ilk bölümünden sonuna kadar anlatılanlara
baktığımızda
maddi aklın hakikat denilen şeyleri kavramada ne kadar eksik
kaldığı
konusu işlenmiştir. İnsan karşılaştığı durumları incelerken, yalnızca
duyuları
aracılığı ile elde etmiş olduğu bilgiler doğrultusunda hakikatleri
bildiği
fikrine kapılmaktadır. Bu durum hakikatte bambaşkadır.
Ey avare
yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici alemin zevkleri seni
Allah’a
kavuşmaktan alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin
hepsi
yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı ziyaretçi! Yürü! Durma,
yürü!
Yürü, kendi aslına kavuş. Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve
gösterişi
terk edip, yürü ki Allah’a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki,
yokluk
meydanında Allah’ın kudretini ve sırrını göresin.302
Bazı
durumlarda bizim bilgimizin ve algılamamızın dışında olaylar ile
karşılaşırız.
Bunlara getirmiş olduğumuz yorumlar yalnızca bizim
algılarımız
çerçevesinde şekillenmiştir. Bu durumda hakikat bizim
duyularımızdan
bağımsız olarak bulunmaktadır. Fakat insanın sahip olduğu
duyular
bu hakikatlere ulaşmada en büyük engeldir. Bu nedenle kavranması
ve
bilinmesi güç olan durumları bilemiyor olmak hakikatlerden şüphe
302
Filibeli, Amak-ı Hayal, s.28.132
etmeyi
gerektirmez. Şüphe edilecek tek şey, hakikate ulaşmada kullanmış
olduğumuz
duyularımızdır.
3.5.Filibeli’
nin Felsefî Akımlara Yaklaşımı
Filibeli’
nin felsefi düşüncesini incelerken onun Batı’daki felsefi
akımlara
dair düşüncelerinden bahsetmek gerekmektedir. Bu felsefi
akımların
değerlendirilmesinin yapılması Filibeli tarafından çok önemli
görülmüştür.
Uzun zamandır Batı’ da yapılmakta olan her türlü faaliyet,
bilimsellik
başlığı altında insanlara sunulmaktadır. Hatta bilimsellikten çok
uzak
olan şeyler bile bilimsellik iddiasında bulunmaktadır. İnsanlar
tarafından
bilime ve bilimselliğe rağbetin en çok olduğu, bilimselliğin
(scientism)
revaç bulduğu bu dönemde, yalan-yanlış bilgilerin
benimsenmemesi
için bu felsefî akımların iyi şekilde bilinmesi ve
değerlendirilmesi
gerekmektedir.
Filibeli,
Batı ’nın felsefi akımlarını değerlendirirken, her birine
eleştiriler
yöneltmiştir. Bu ekollerin hiç birinin, varlığı tam olarak
açıklayacak
seviyede olmadığını düşünmektedir. Varlığın hakikatlerini
açıklamada
hepsinin belli bakımlardan eksik bulunduğunu, bu sebeple bu
düşünce
akımları ile yapılacak olan hiçbir felsefi çalışmanın tam
olamayacağını
söyler.
“Mevcut
ekollerden hiçbiri kusursuz değildir. Hiçbirine ‘toparlayıcı
meslek’
denemez. Her birinde bazı hakikatler yanında ispat edilmemiş teori
ve
varsayımlar vardır… vd.”303
Filibeli
sahip olunan felsefi akımlar değerlendirildiğinde bunlardan tek
başına
hakikatler çıkmadığını, ancak bunların hep birlikte düşünülmesi
durumunda
eksikliklerin tamamlanacağını ve böylece sağlıklı bir felsefî
yaklaşıma
sahip olunabileceğini belirtmektedir. Bu sebeple mevcut olan bu
akımlardan
hiçbirinin tek başına kabul edilmesi gibi bir durumun mümkün
olmadığını
söylemektedir.304 Bu açıdan düşünürümüzün Batı’daki felsefî
akımları
eleştirme sebeplerini ve ilgili akımların temel iddialarını özet
olarak
sunmayı faydalı buluyoruz.
303
Filibeli, age, s.146.
304
Filibeli Ahmet Hilmi, age, s.146-147.133
Materyalizm
Madde ve
ruhu birbirlerinden ayırmayan, ikisini tek bir varlıkmış gibi
kabul
edip her şeyi maddeye bağlı olarak açıklayan felsefî düşünce akımıdır.
Metafizik
âlemi reddeden materyalizm, Tanrı, ruh, melek, cennet-cehennem
vb.
metafizik öğelerin hepsine karşı çıkmaktadır. Var olan şeylerin,
determinizmin
etkisi ile meydana gelmiş olduğunu kabul eder. Bu bakımdan
spiritüalizm,
rasyonalizm, idealizm gibi diğer felsefî düşüncelerden
ayrılmaktadır.305
Son
dönem Osmanlı fikrî tartışmalarında materyalizmin etkisinde
kalmış
düşüncelerin bulunduğu görülmektedir. Dozy’ nin ‘Tarihi İslamiyet’
kitabının
tercümesini yapan Abdullah Cevdet de bu düşünce akımının
etkisinde
kalmış biridir. Düşünürümüz Filibeli, materyalist düşünürler ile
fikrî
tartışmalarda bulunmuş ve materyalizme karşı bir duruş sergilemiştir.
Filibeli,
materyalizmi bilime ve bilimsel çalışmalara aykırı görmektedir.
Çünkü
materyalizmin kendini inşa etmiş olduğu prensipler, her türlü
ispattan
yoksun bulunmaktadır. Materyalizmin sahip olduğu iddiaların hepsi
dogmatik
unsurlardır. Bu nedenle bilimsel olarak değerlendirmeye kendini
kapalı
tutar.
Filibeli’
ye göre materyalist düşünürler, bilimi kullanarak metafiziğe
karşı
duruş sergilemektedirler. Ayrıca bilimi ve bilim insanlarını değersiz
göstermeye
çalışarak kendilerince bir metafizik oluştururlar. Bu durum
onların
yanlış ve tutarsız bir düşünce içerisinde olduklarının gösterir.306
Materyalistlerin
temel iddiaları olarak şunlar dile getirilebilir:
1. Madde
ve kuvvetin bizatihi mevcudiyeti
2.
Bunların ezeliliği ve ebediliği
3.
Tecrübenin yalnız duyumlara münhasır oluşu
4.
Tabiat kanunların değişmez oluşu
5.
Hayatın kendiliğinden oluşu
6.
Kâinat kendi kaideleri ve amilleriyle açıklanabilir olduğundan bir
Vacibü’l
Vücut (yaratıcı) fikrine hacet bulunmaması
7. Ruhun
beyne ve mevcut kuvvetlere indirgenmesi
305
Aydın Topaloğlu, Materyalizm, TDV Ansiklopedisi, C.28, 2003, ss.137-140.
306
Filibeli, Allah’ı İnkâr Mümkün Mü? s.174.134
8. İrade
ve benzeri ruhî hadiselerin, kanunların tesirine indirgenmesiyle
insan
özgürlüğünün bir vehim ve zandan ibaret gösterilmesi.307
Filibeli
materyalist düşüncenin yukarıda anılan iddialarına karşı çıkarak,
kendisi
bir anti materyalist sistem geliştirmiştir.308 Bunu yaparken dünyada
materyalist
düşüncenin savunuculuğunu yapan düşünürlere eleştirilerde
bulunmuştur.
Eleştirilerinin hedefinde olan isimlerin başınca Louis Büchner
ve onun
düşüncelerinin savunuculuğunu yapıp kitaplarını Osmanlıca’ ya
çeviren
Baha Tevfik ve Celal Nuri gelmektedir. Filibeli’ ye göre bu
düşünürlerin
fikirlerinin pek kıymeti yoktur. Ortaya koymuş oldukları
fikirlerin
İlkçağ fikirleri ile benzerlik gösterdiğini söylemektedir.
Anlayamadıkları
bir mesele olduğunda, kendilerince yeni bir metafizik
oluşturma
yoluna gittiklerini dile getirmektedir.309
Filibeli’
ye göre materyalizm insanlar üzerinde olumsuz etkilerde
bulunmakta,
maddecilik, ümitsizlik, üzüntü, ahlaki çöküntü gibi hisler
meydana
getirmektedir. Bu sebeple materyalizmin tüm iddialarına karşı
eleştirilerde
bulunmuş ve spiritüalizmi (ruhçuluk-maneviyatçılık)
benimsemiş
ve savunmuştur. Dönemin kelamcıları geleneksel bir sisteme
bağlı
olup düşüncelerini felsefi metot ve eleştiriden uzak, dikkate değer bir
yöntem
olmaksızın ortaya koymuştur. Filibeli, Batı’ da felsefî düşüncenin
gelişmiş
olması sebebiyle, Batı’ya karşı kendimizi müdafaa edebilmek için
onların
felsefî yöntemlerini çok iyi öğrenmek gerektiğini vurgulamıştır.
Geleneksel
düşüncenin etkisi ile yapılmış olan çalışmalar, Batı’ nın bu
yöntemli
eleştirileri karşısında yeterli olmayacaktır.310 Bu sebeple, Filibeli
her ne
kadar felsefe ile meşgul olmuş bir İslam düşünürü ise de asıl amacı
307
Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Huzur-ı Akl ü Fende Maddiyyün Meslek-i
Dalaleti,
Yayına Hazırlayanlar: Erdoğan Erbay –Ali Utku, Konya: Çizgi Kitabevi, 2012,
s. 174
308
Neşet Toku, Türkiye’de Anti-materyalist Felsefe (Spiritüalizm) –İlk
Temsilciler,
İstanbul:
Beyan Yayınları,1996.
309
Filibeli, age, s.189.
310
Uludağ, age, ss.127.135
Batı’nın
mesnetsiz eleştirilerine cevap verebilmek olmuştur. Bunu
yapabilmek
için felsefe öğrenimini gerekli görmüştür.311
Filibeli,
monizm (tekçilik, bircilik) için şunları dile getirir. Bu düşünce
evrende
var olan her şeyin tıpkı eşyalar gibi bir tek benzerinden meydana
gelmiş
olduğunu savunan düşüncedir. Bu düşünce akımı, materyalizm ile
aynı
şeylerden meydana gelir. Materyalizme ilave olarak maddeyi tek bir
öze
indirgemektedir. Çok önemli bir farkı olmamak ile beraber materyalist
düşüncenin
tüm özelliklerini taşıyan bir düşüncedir.312
Pozitivizm
Auguste
Comte tarafından oluşturulmuş bu düşünce akımı son dönem
Osmanlı
düşünürlerine en çok etkide bulunmuş felsefî düşüncelerdendir.
Pozitivist
düşünürler insan zihnini sınırlı bir yapı olarak kabul eder. Bunun
sebebi,
insan aklının yalnızca tecrübe edebildiği şeyler hakkında bilgi sahibi
olabilir.
Pozitivizm; deney ve gözlem dışında elde edilen bilgileri metafizik
alana
ait görmekte, metafiziği kabul etmediği için de metafizik alan ile ilgili
söylenilen
her şeyi uydurma kabul etmektedir.313
Filibeli,
Auguste Comte’un iki düşüncesini kıymetli görmüştür.
Birincisi
üç hal kanunu, ikincisi ise ilimler tasnifidir. Üç hal kanunu; insan
yaşamını
üç bölüme ayırmaktadır. Bunlar teolojik dönem, metafizik dönem
ve
pozitif dönemdir. Teolojik dönem insanların çocukluk dönemine
benzetilmektedir.
Bu dönemde, metafizik dönemde ve pozitif dönemde elde
edilen
bilgiler birlikte yer almaktadır. Metafizik dönem, insanın merak ettiği
sorulara
cevap aradığı dönemdir. Mesela varlığın ilk nedeni nedir? Ölümden
sonra
hayat var mıdır? Gibi sorulara soyut varlıklardan hareketle cevaplar
verildiği
bir dönemdir. Pozitif dönemde ise artık deney ve gözlem önem
kazanmıştır.
Deney ve gözlem sonucu elde edilmeyen bilgiler geçersiz
311
Mustafa Selim Güven, Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi ve Arusiyye Tarikatı,
Tasavvuf:
İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 2014, S. 33, s.58.
312 Ömer
Ceran, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin Dini ve Felsefi Görüşleri, s.37.
313
Süleyman Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Pozitivizm Maddesi, Ankara:
Akçağ
Yayınları,
1990, s.214.136
kabul
edilir. Bu aşama, insanlığın yetişkinlik çağı gibidir. Bu aşamada
metafizik
bilgiler değerini kaybetmiş, bilimsellik önem kazanmıştır.314
Auguste
Comte’ un ilimler tasnifine baktığımızda, en üste matematiği
yerleştirmiş
olduğunu görmekteyiz. Astronomi, fizik, kimya, biyoloji,
sosyoloji
gibi disiplinlerin matematikten sonra karmaşıktan basite doğru bir
sistemde
oluştuğunu söyler. Auguste Comte’ un bu tasnifinde matematik
diğer
disiplinleri meydana getiren ilk nedendir. Ondan sonra varlığa gelen
her şey
bir önceki, bir sonrakinin sebebi şeklinde oluşmuştur. Bu ilimler
birbirlerinin
nedeni şeklinde ve belli bir sıralamaya bağlıdır. Örneğin
astronomi
olmadan fizik olmaz şeklinde aralarında sıralı bir nedensellik
ilişkisi
bulunmaktadır.315
Filibeli,
Comte’ un ortaya koyduğu bu düşünceleri teorik olarak başarılı
bulmaktadır.
İnsanlığın tarihsel ilerleyişi bakımından üç hal kanununu doğru
bir
açıklama olarak görmüştür.316 Ancak Filibeli, bunu felsefî açıdan doğru
bulmamıştır.
Filibeli, Comte’ un bilim, din ve felsefî bilgilerin
birbirlerinden
farklı oluşunu anlayamadığını söylemektedir. Çünkü
düşünürümüze
göre bilimsel bilginin olması, insanların dine ve felsefeye
olan
ihtiyacı ortadan kaldırmaz. Dini bilgiyi reddeden Comte’ un ‘insanlık
dini’
adıyla yeni bir din tasavvuru sunması ayrı bir garabettir.317
“Pozitivizm
kesin olmayan varsayımları kabul etmeme iddiasıyla işe
başladığı
halde bütün nihai hükümlerini o kabil varsayımlara
dayandırdığından
ve nihayet aşırı şaibeyle dogmatizme eğilim
gösterdiğinden
o da eleştiriden ve itirazdan azade kalamaz.”318
Filibeli
bilim, din ve felsefeyi insan hayatının merkezinde olan üç
disiplin
olarak görmektedir. Pozitivizm düşüncesinde olduğu gibi birinin
kabul
edilmesi diğerlerinin inkâr edilmesini gerektiren bir durum değildir.
314 Ömer
Ceran, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin Dini ve Felsefi Görüşleri, s.38.
315
Auguste Comte, Pozitif Felsefe Dersleri, çev. Ümit Meriç, Dergi Park,
ss.232-233.
https://dergipark.org.tr/download/article-file/4828.
(Erişim: 30.03.2019)
316 Ömer
Ceran, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin Dini ve Felsefi Görüşleri, s.39.
317
Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, İslam’ın Esası, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları,
s.5.
318
Filibeli Ahmet Hilmi, Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz? s.147.137
Nitekim
Auguste Çöme, dini her ne kadar insanlığın çocukluk çağında
kalmış
bir şey olarak tarif etse de kendisinin bir din ortaya koyma çabasında
olması,
dinin insan hayatı için gerekliliğini göstermektedir. Bu sebeple
Filibeli,
pozitivist düşüncenin uygulanabilir bir düşünce olmadığını
belirtmiştir.319
Kritisizm
Kurucusu
Kant olan Kritisizm, doğru bilgiye ulaşmada sadece aklın
(rasyonalizm)
ya da sadece duyuların (ampirizm) yeterli olacağını söyleyen
düşünce
akımlarını eleştirmiştir. Akıl, deney ve gözlemin birlikte çalışması
sonucunda
doğru bilgiye ulaşır. Kant’ın eleştirel felsefesi, insan aklının
doğru
bilgiyi elde etmedeki sınırlarını, gücünü ve imkânlarını
incelemektedir.320
Filibeli,
Kant’ ın ortaya koymuş olduğu eleştirel felsefeyi, insanın
kendisinin
farkına varması açısından önemli bir adım olarak görmektedir.
Kant
insanlığın başlangıcından beri var olan bir takım sorulara hala cevap
bulunmamış
olmasının sebeplerini araştırmıştır.321 İnsan aklında zorunlu
olarak mevcut
olan fikirlerin (metafizik konular) farkında olan Kant, bu
fikirlerin
doğuştan mı yoksa sonradan mı insan aklında bulunduğunu
sorgulamaktadır.322
Filibeli,
insan aklının hakiki bilgiyi elde ederken sadece akıldan yola
çıkılabileceğini
kabul edenlerin yahut sadece deney ve gözlem yolu ile
hakiki
bilgiye ulaşılabileceğini kabul etmenin insanı yanlış bir yola
sokacağını
düşünmektedir. Çünkü bu şekilde farklı türden bilgileri aynı
yöntem
ile değerlendirmiş ve dolayısıyla yanlış bilgilere ulaşılmış olacaktır.
Örneğin
sadece aklı kıstas almak, insanın manevi yanını yok saymak
anlamına
gelecek, dolayısıyla mucizeler ve inançlar gibi konuların yok
sayılmasına
sebep olacaktır. Akıl veya duyulardan yalnızca birisinin kıstas
olarak
kabul edilmesinin bizleri yanlış noktalara götüreceğini düşünen
319
Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, İslam’ın Esası, ss.7-8-9.
320 S.
Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Ankara: Akçağ Yayınları,
1996,
ss.124-125.
321
Uludağ, age, s.156.
322
Filibeli, İslam Tarihi, s.81.138
Filibeli,
böyle bir zamanda Kant’ın insanın neyi bilebileceğini ya da bu
bilme
işini nasıl yapabileceği üzerinde sorular sormuş olmasını çok kıymetli
görmektedir.
Yani ilk önce bilmemiz gereken şeyin insanın idrak gücünün
nasıl
bilebileceğinin sorgulanmasıdır. Nihayetinde Kant’ın akıl, deney ve
gözlem
sonucunda doğru bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu söylemesi
Filibeli
tarafından takdir görmüştür.323
Ancak
Filibeli’ nin Kant’ ın fikirlerinde karşı olduğu hususlar
bulunmaktadır.
Mesela Kant’ın kabul ettiği gibi zaman ve mekân
kavramlarının
bizde sonradan oluşan hususlar olduğunu kabul etmez. Hatta
zaman ve
mekân kavramlarının bizim tarafımızdan eşyaya sonradan
atfedilen
kavramlar olduğunu söylemektedir. Dolayısı ile bizlerin gördüğü
ve
duyduğu şeyler eşyanın sahip olduğu hakikatler olmayıp yalnızca eşyanın
bizim
duyularımız tarafından algılanmasıdır.324 Kant, metafizik bir takım
öğelerin
insan zihninde bulunmasından yola çıkarak yapmış olduğu bu
incelemelerde
insan aklında mevcut olan bir takım bilgilerin aklî olarak
ispatını
yapamadığı için insan aklının açıklayabildikleri dışında bir
gerçekliğinin
bulunmadığı düşüncesine bağlamıştır. İnsanın metafizik
alanlar
ile ilgili bilgi edinebilmesi için doğuştan sahip olduğu hiçbir
yeteneğin
bulunmadığını, bu sebeple bu alanlar ile ilgili söylenecek hiçbir
şeyin
hakikat olmayacağını söylemektedir.325
Filibeli,
Kant’ ın ortaya koymuş olduğu bu sistemde, akılcılık ve ispat
yöntemlerini
de kullanarak bir eleştiri yapmış olduğunu söylemektedir.
Kant’ ın
başlangıçta yapmaya çalıştığı şeyi çok kıymetli görmüştür. Ancak
sonuçta
ortaya koymuş olduğu şey, var olan fikirleri tamamını yıkmış fakat
yerine
yeni bir düşünce koyamamış olmasından dolayı Kant’ ı
eleştirmiştir.326
Tekâmül
(Evrim) Felsefesi
323
Filibeli, age, C.1, s.18.
324
Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Allah’ı İnkâr Mümkün Mü? sad. Necip
TaylanEyüp Onart, İstanbul: Çığır Yayınları, 1977, s.65-66.
325
Filibeli, İslam Tarihi, s.82.
326 Ömer
Ceran, age, s.42.139
Bu
felsefî görüş, yaşadığımız evrende meydana gelmiş olan olayların bir
tanrı
tarafından değil, kendiliğinden meydana gelmiş olduğu fikrine
dayanmaktadır.
Bu düşüncenin en büyük savunucu olan Darwin, insanın var
olma
sürecini tesadüfi bir olaya dayandırmaktadır. Tesadüf eseri gelmiş
olduğumuz
hayatımızın başlangıçta bugün sahip olduğumuz şekli ile
olmadığı,
zaman içerisinde gelişerek bugünkü halini almış olduğu
düşünesini
savunmaktadır. Bu süreçte daha iyisine doğru gelişim
gösteremeyen
canlılar doğal seçilim yoluyla yok olmuştur.
“Tekâmül
nazariyesi, canlılar dünyasında basitten karmaşığa veya ilkel
olandan
mükemmele doğru bir oluşum ve gelişim meydana geldiğini kabul
eden
ekol tarafından ileri sürülmüştür”327
Filibeli,
evrim düşüncesi hakkındaki fikirlerine baktığımızda, teorik
olarak
evrim fikrinde bir yanlışlık bulunmadığını, aksine doğru tespit
olduğunu,
ancak uygulamada bir takım yanlışlıkların ortaya çıkmış
olduğunu
söylemektedir. Filibeli, evrim düşüncesinin tek başına insanı
Allah’
ın inkâr edilmesi noktasına götürmeyeceğini belirtmiştir.328
İnsan
yaşamına bakıldığında, başlangıçtan sona doğru devamlı bir
değişim
mevcuttur. İlk insandan bu yana insanlığın sahip olduğu kültür,
yaşam,
bilim, giyinme şekli bile sürekli olarak bir değişim yaşamıştır.
Filibeli
bu bakımdan evrim fikrinin mevcut olduğunu ve bilimsel
gelişmeleri
izah eden en iyi düşünce olduğunu kabul etmektedir. Ancak
evrim
düşüncesinin yorumlanmasından kaynaklanan bir bozulma yaşamış
olduğunu
söylemektedir. İlerleyen zamanlarda bu düşüncede insanı sadece
maddeden
ibaret bir canlı gibi değerlendirmekte ve metafizik alanı insanın
bilemeyeceği
bir alan olarak tasvir etmektedir. Filibeli eleştirici ve şüpheci
felsefe
anlayışlarına karşıt olarak oluşan bu felsefe disiplinini de insanı
sadece
maddi bir varlık olarak değerlendirmesi bakımından eleştirmiştir.329
Spiritüalizm
(Ruhçuluk)
Şimdiye
kadar açıklamış olduğumuz felsefi düşüncelerin tamamında,
insanın
maddi yanının yok sayıldığını gördük. Buna karşı olarak
327
Mehmet
Bayraktar, “Tekâmül Nazariyesi”, TDV Ansiklopedisi, C.40, 2011, ss.337-339.
328
Mehmet Bayraktar, age, ss.337-339.
329 Ömer
Ceran, age, s.44.140
spiritüalizm
insanın manevi yanını kabul esasına dayalı olarak oluşturulmuş
felsefî
düşüncedir.
İnsanlığın
düşünce faaliyetleri içerisinde ruha önem veren düşünürler
olmuştur.
Antik Yunan düşünürlerinden Eflatun, Sokrates gibi düşünürler
insanın
maddi varlığının dışında ruha sahip bir varlık olarak var olduğu
düşüncesini
savunmuştur. Eflatun’ un felsefe düşüncesi içerisinde ruha ayrı
bir yer
tahsis edilmiştir.
“Spiritüalizme
göre ruh, Tanrı tarafından yaratılmıştır. Bununla
birlikte
ruh için yok olmak söz konusu değildir. Ruh daima birliği, basitliği
ve
ayniyeti muhafaza etmektedir. Maddi olmayan bir mahiyete sahip olup
varlığı
maddeden müstakildir.”330
Ruhçuluğun,
bilimsel olarak ispat edilememe sebebiyle diğer felsefî
disiplinler
tarafından değersiz görülmüş ve yok sayılmıştır. Spiritüalizm ise
insanın
hem maddi hem de manevi yanını kabul etmektedir. Spiritüalizm ile
ilgili
bazı temel düşünceler şu şekildedir:
1.
Cenab-ı Hak akıl ve irade sahibi spritüal bir şahsiyettir.
2. Âlemi
“yok ”tan yaratmış olup, kendisiyle yaratılmışlar arasında
“varlık
bakımından” başkalık vardır.
3. İnsan
zekâsında “akıl ve temyiz” denilen bir yeti vardır ki, onunla
Cenab-ı
Hakk’ı ve asli şeyleri bilebilir.
4. İnsan
“irade özgürlüğüne” sahiptir.331
Spiritüalizm
düşüncesi, varlığı açıklarken ikili bir yapı gösterir. Tanrı ve
âlemi
farklı unsurlar olarak görmektedir. Filibeli, spiritüalizm düşüncesinin
varlığı
birbirinden ayrı gören bu ikili anlayışına karşı çıkmaktadır. Filibeli
Tanrı ve
âlemi birbirlerinden ayrı varlık olarak değil aksine bunları özleri
itibari
ile birbirinden farklı görmemiştir.332
Filibeli
diğer felsefî düşünceleri eleştirirken bu düşüncelerin bozuk
gördüğü
yönlerini eleştirmiştir. İddia etmiş oldukları temel düşünceler
bakımından
hepsinde belli başlı doğruluk payı bulunmaktadır. Ancak varlığı
330
Neşet Toku, Türkiye’de Anti-Materyalist Felsefe (Spiritüalizm), İstanbul: Beyan
Yayınları,1996,
s.97.
331
Filibeli Ahmet Hilmi, Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz? s.148.
332
Neşet Toku, age , s.82.141
değerlendirme
aşamasında, karşılaşmış oldukları sorunlara cevap
veremedikleri
zamanlarda, metafizik alanı yok sayma yoluna gitmişlerdir.
Buna
karşılık Filibeli bu felsefî düşüncelerin hepsinden yola çıkarak, ortaya
yeni bir
felsefî düşünce çıkartılması düşüncesinde olmuştur.
3.6.Filibeli’
nin Ruh Hakkındaki Düşünceleri
Filibeli’
nin ruh hakkındaki düşünceleri O’ nun vahdet-i vücut
düşüncesi
ile bütünleşmiştir. Ruhun yokluğu gibi bir durumun kimse
tarafından
düşünülmeyeceğini, ruhun var olduğunun herkes tarafından idrak
edilmesinin
zorunlu ve mümkün olduğunu söylemiştir. İnsanın varlığı onu
meydana
getiren beden ve bu bedende birbiriyle uyumlu şekilde çalışan
organlar
ile ruhtan meydana gelmektedir. Bu konuda herkesin hem fikir
olduğu
söyleyen Filibeli, ruh hakkındaki; bedenin yok olmasından sonra
ruhun
işlevinin ne olacağı? Bedenin dışında bir gerçekliğe sahip olup
olmayacağı
yönündeki soruları akli olarak açıklamaya çalışmıştır.333
Kant’ ın
bu konu hakkındaki düşüncelerine bakarsak, o, ruhun ve
Tanrının
varlığını kabul etmekle birlikte, insan aklının bu bilgilere
ulaşabilmesini
mümkün görmemiştir. Bu anlamda Filibeli’ de ruhun
mahiyetinin
ne olacağının insan aklı tarafından bilinmeyeceğini söylemiştir.
Fakat
Filibeli açısından, ruhun varlığı yâda yokluğu hakkında konuşabiliyor
olmamız
bakımından ruhun yok olduğu iddia edilemez. Çünkü eğer
gerçekten
yok olsaydı, ruh hakkında konuşmuyor olurduk. Yâda ruh
gerçekten
var olması imkânsız bir şey olsaydı, onun yokluğuna dair kesin
deliller
sunabiliyor olmamız gerekirdi. Bu bakımdan Kant’ tan farklı
düşünmektedir.
Aynı şekilde Tanrı hakkında da bilgilerimizin sınırlı olması
ve kesin
deliller ile ispat etmekten aciz oluşumuzu, Tanrı’nın insan idrakinin
üstünde
yüce bir varlık olmasının ispatı olarak görmüştür.334
Ruhun
varlığı ve mahiyeti konusunda farklı düşünceler ortaya atılmış
olsa da
genel kanaat, ruhun tek ve ölümsüz olduğu yönündedir. Filibeli,
333
Filibeli, “Allah’ı İnkâr Mümkün mü?”, s.79.
334
Filibeli, age, s.79-80.142
ruhun
varlığını nasıl kabul ediyorsak, onun ölümsüz olduğunun da aynı
şekilde
kabul edilmesi gerektiğini düşünmektedir.335
3.7.Filibeli’
nin “İslam Tarihi” Kitabını Yazma Gerekçesi
Osmanlı
Devleti içerisinde başlamış olan yenileşme hareketleri
sonucunda
Batı ile geçilen etkileşim sonucu düşünce ve fikir özgürlüğünün
oluşması
ve Batılı eserlerin tercüme edilmesi, Batı’ da etkin olan materyalist
ve
pozitivist düşüncelerin Osmanlı içerisinde yaygınlaşmaya başlamasından
dolayı
oluşan sıkıntı toplumda özellikle gençler arasında hızla
yaygınlaşmakta
idi.
Bu
yenileşme hareketi içerisinde bazı düşünürler vardı ki yapmış
oldukları
çeviriler toplumun düşünceleri ile bütünüyle zıt düşmekte idi.
Abdullah
Cevdet, Celal Nuri, Baha Tevfik bunlardan en belirgin olanlarıdır.
Yapmış
oldukları çeviriler toplumdan büyük tepkiler alıyordu. Üstelik
bunlar,
içinde bulunulan geri kalmışlık durumunun sebebi olarak İslamiyet’i
gösteriyor
ve bu durumdan kurtulmak için çareyi materyalizm olarak
gösteriyorlardı.
Özellikle Abdullah Cevdet’ in Dozy’ den yapmış olduğu
‘‘Tarihi
İslamiyet’’ kitabı çevirisi İslam’ın değerlerine ve İslam
Peygamber’ine
karşı iftira niteliğinde tezler içeriyordu. Abdullah Cevdet’ in
böyle
bir çeviri yapmasındaki amacı, İslam’ın ilerlemeye ve bilime karşı bir
din
olduğu fikri, bu inanç yerine biyolojik materyalizmi benimsetmekti.
Abdullah
Cevdet ve onun gibi düşünenlerin din hakkındaki düşünceleri
gerçekte
İslam’ın iş görmez bir din olduğu anlayışının benimsetilmesi,
bunun
yerine ilerleme ve gelişmenin sağlanabilmesi için biyolojik
materyalizmin
benimsenmesi fikrini taşımaktadır.336
Filibeli
Ahmet Hilmi’ nin tüm çabası toplumun inanç yapısını bozmaya
yönelik
bu düşüncelere karşı duruştur. Kitaplarındaki amacı materyalist
düşüncenin
çürütülebilmesi için ilmî deliller sunmak şeklindedir. İslam
Tarihi
kitabı da bu amaçla kaleme alınmıştır. Bu bağlamda Ahmet Hilmi ne
Dozy ne
Abdullah Cevdet ne de diğer Batılı düşünürlere kişisel olarak
335
Filibeli, age, s.80.
336
Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul:
Üçdal
Neşriyat, 1986, s. 325.143
eleştiride
bulunmuştur. Onun eleştirmekte olduğu şey bunların tümünün
ortak
olarak hareket ettiği düşünceye karşı durmaktır.337
“Bu
eserin Müslümanlar arasında intişarı, hayretle karışık bir hiddet,
nefretle
karışık bir hayreti mucip oldu. Hatta bu esere birçok reddiye yazdık.
Lakin
itiraf etmeliyiz ki, iman mahsulü olan bu reddiyelerin hiçbir ilmî
kıymeti
yoktu. Yalnız bir tanesinin bir dereceye kadar tarihi kıymeti var ise
de,
gayri ilmî olduğundan “Dozy” ilmen cerh ve reddedilmiş olmadı. Zaten
müsteşrikler
arasında ilk mevkilerden birini işgal etmemiş olan Dozy’ nin
tarihi,
artık kocamış sayılıp, ondan sonra İslamiyet hakkında birçok eserler
yazılmıştır.”338
Filibeli
Ahmet Hilmi, bu eserinde Dozy’ nin yazmış olduğu kitabı
bilimsel
bir tarih kitabı olmaktan uzak olması açısından eleştirmektedir. Bu
sebeple
Dozy’ nin kitabında ele aldığı konuları, ‘‘İslam Tarihi’’ kitabında
bilimsel
bir tarih anlayışı içerisinde ele almış ve eleştirmiştir. Filibeli aslında
felsefe
ile meşgul olmasına rağmen tarihi tenkit yöntemini başarılı bir
şekilde
uygulayan bir düşünür olduğu için tarihçi olarak da kabul
edilmektedir.
İslam Tarihi kitabı çok iyi bir tarih felsefesi kitabı olma
özelliğine
de sahiptir. Bu sebeple bu kitap içerisinde materyalizme karşı
bilimsel
nitelikte cevaplar verilmiştir.
“Biz,
şimdiye kadar milli hazinelerimizin mevcudiyetinden bile habersiz
kalacak
derecede cahil ve gaflet içinde vakit geçirdiğimizden, İslamiyet’ i
dahi
kendi dairesinde ve Musevilik ile Hıristiyanlığa tatbik ettikleri usullerle
tetkike
başlamışlar. Batılılar bu yolda birçok eser meydana
getirmişlerdir.”339
Düşünürümüze
göre Batılılar İslam karşıtı eserler kaleme aldıklarında,
bunu
bilimsellik iddiası ile yapmaktadırlar. Ancak görülür ki ortaya koymuş
oldukları
eleştiriler Hristiyanlık dininin eski Katolik inançlarından ibaret
kalmıştır.
Hristiyanlık aslını kaybetmiş bir dindir. Kendi içerisinde bile
bozulmalara
uğramış bir dinin bakış açısı ile başka bir dinin eleştirilmesi
yanlış
sonuçlar çıkartılmasına sebep olmuştur.
337
Süleyman Hayri Bolay, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, s.139.
338
Filibeli, İslam Tarihi, s.4.
339
Filibeli, age, s.4.144
Din
hakkında yazılmış olan kitapları anlayabilmek için bunların arka
planında,
yazarların düşüncelerinin asıllarını oluşturan felsefî temellerin iyi
bilinmesi,
kitaplardaki düşüncelerin anlaşılması açısından büyük öneme
sahiptir.
Pek çok felsefî düşünce, düşünürler üzerinde etkili olmuştur. Bu
sebeple
bunların tespit edilmesi önem taşımaktadır. Filibeli, Dozy’nin
rasyonalist
bir yöntem ile İslam dinine karşı eleştirilerde bulunduğunu
söylemektedir.340Dozy
sözde bilimsel yöntemler ile İslam dininin hakiki bir
din
olmadığını ispat etme yoluna gitmiştir. Ancak Filibeli’ ye göre İslam
dini bu
şekilde değerlendirilemez. Çünkü İslam dini maddeye değil
maneviyata
bağlı bir yapısı bulunmaktadır.
“Bu
kadar çok ve çeşitli eserlerin her birine reddiye yazmak muvafık ve
mümkün
olamaz. Bundan dolayı bu eserlerde esas olan felsefî usul
reddedildiği
ve bu usule uyularak tahrif edilen veya değiştirilen vakalar,
hakiki
haline irca olunduğu takdirde, Dozy’ nin tarihi de dâhil olmak üzere,
İslamiyet
hakkında yazılmış eserler de reddedilmiş olur”341
Dozy’
nin ‘‘Tarihi İslamiyet’’ kitabındaki İslam dinine yönelik
eleştirileri
o kadar ileri safhadadır ki ilmî olma özelliğini yitirip adeta iftira
etmekten
ibaret oldukları söylenebilir. Hakikatle asla alakası olmayan
bilgileri
(bunlara hurafeler demek yerinde olacaktır) bir araya getirip, bir de
bunlardan
bir hakikat meydana gelmesini beklemektedir. Dozy’ nin bu
yöntemi
ne o dönem için ne de günümüz şartlarında asla bilimsel bir metot
değildir.
Tarihi olayları ve gerçekleri tamamen kendi istekleri doğrultusunda
çarpıtıp,
hiç adil olmayan şekillerde yargılamaktadır. Dozy’ nin Tarihi İslam
kitabı
okunduğunda, anlattığı olaylar içerisindeki çelişki durumu çok açık
şekilde
ortaya çıkmaktadır. Filibeli, ne Dozy’nin ne de kendisini
desteklemek
amacıyla sıklıkla düşüncelerine yer verdiği Sprenger’in ortaya
atmış
olduğu iddiaların, bilimsel olarak kabul edilebilmesinin mümkün
olmadığını
söylemektedir.342
340Filibeli,
age, ss.41-42.
341
Filibeli, age, s.4.
342
Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz?
Darü’l
Fünun
Efendilerine Tahriri Konferans, Çizgi Kitabevi: Konya,2016, s.208.145
Dozy,
hem İslamiyet’ i anlatan bir tarih kitabı yazmış hem de bunu
yaparken
meseleye Müslümanlar açısından bakmamıştır. İçinde bulunulan
dönemde
İslamiyet hakkında oldukça fazla araştırmalar yapmıştır ancak
bunları
sadece yargılayan bir bakış açısı ile ve İslam’a zıt bir bakış açısı ile
ele
almıştır. Dozy ’nin, özellikle Hz. Muhammet hakkında asılsız iddiaları
ve
peygamberliğini yok saymak amacı ile ifade ettiği iddialar, Müslümanlar
açısından
yoğun tepki almıştır. Bu sebeplerden dolayı Dozy’ nin, Abdullah
Cevdet
tarafından Müslüman olarak ilan edilmesi ve hatta Müslüman
olanlardan
daha Müslüman olduğunun iddia edilmesi343 yoğun eleştiri ve
tepkilere
yol açmıştır.
Filibeli,
bilim ve teknik alanında Avrupa’ nın gerisinde kalındığı ve
bunun
telafi edilmesi gerekli bir durum olduğunun farkındadır. Ancak bu
telafi,
Avrupa’ nın birebir taklit edilmesi şeklinde olamamalıdır. İhtiyaç
duyulan
şeyin sadece ilerlemek-gelişmek fikri olduğunu, geri kalan kısmının
kendine
has yöntemler ile yapılması gerektiğini söylemektedir. Aksi
takdirde
kendi kültürümüzden ve şahsiyetimizden çıkıp kendimize
yabancılaşırız.
Bize ait olmayan bir sisteme uymaya çalışırken yok olup
gitmek
pek olasıdır. Bu gelişimi sağlayabilmek için felsefe gibi düşünsel
ilerlemeye
yardımcı olan ilimlerdeki geri kalmışlığın telafi edilmesi
gerekir.344
Aslında Filibeli’nin amacı felsefe yapmak ve tarih kitabı yazmak
değildir.
Onun asıl amacı Batı’ nın saldırgan tavrına karşılık toplumu
koruyacak
yöntemi bulmaktır. Bunu yapabilmek için Batı’nın kullanmış
olduğu
felsefenin metot ve yöntemlerinin iyi öğrenilmesi önemli bir
konudur.
Filibeli’ ye göre ilerlemek ne geleneksel yapıdan kopmak, ne de
Batı’yı
olduğu gibi taklit etmektir.
Filibeli,
kitabını yazarken ne İsmail Hakkı ve Fenni Ertuğrul gibi açık
şekilde
nede geleneksel bir tarih kitabı formatında bir reddiye yazmamıştır.
343
Reinhart Pieter Anne Dozy, Tarih-i İslamiyet, file:///H:/
/YLDozy%20Tarihi%20İslamiyet/KİTAP-Tarihi%20İslamiyet%201.%20cilt.pdf (Erişim:
05.04.2019),
s.5.
344
Filibeli, ‘’İslam Tarihi’’, s.28.146
Bilimsel
bir sistem içerisinde bir İslam Tarihi kitabı yazarak Dozy ve onun
gibi
Batılı düşünürlerin iddialarına cevap vermek amacında olmuştur.345
Bilim ve
teknik alandaki eksiklerin yanı sıra Filibeli, tarihçilik alanında
büyük
bir eksikliğin de tespitini yapmaktadır. İslam dünyasının kendisine ait
pek çok
hakiki tarih kitapları bulunmakla beraber, bunların genellikle
sistemsiz
bir şekilde yazılmış olmasını büyük eksiklik olarak görmektedir.
Bunun
dışına çıkmış, eserlerinde eleştiri ve iyi analizler yapmış olan İbn
Haldun,
Birunî gibi sistemli tarih yazanların sayılarının pek az olduğunu
söylemektedir.
Bu sebeple geri kalan kısmın birbirlerini tekrara düştüğünü
ve
İslam’ a yönelik ortaya çıkan eleştiri ve fikirlere karşı olabilecek bir
nitelikten
mahrum kaldığını söylemektedir. Tarihi gerçekliklerin hikâye gibi
anlatılması,
Avrupalı düşünürlerin sistemli eleştirileri karşısında zayıf
kalınmasına
neden olmuştur. Filibeli, tarihi kaynakları bu kadar bol olan
İslam
dünyasının bir an evvel zayıf kalmış yanlarını güçlendirmenin gerekli
olduğunu
düşünmektedir.346 İşin aslına bakılacak olursa, Osmanlı’da
tarihçilik
ihmal edilmemiştir. Hatta en çok çalışmaların yapıldığı alanlardan
biri
olmuştur denilebilir. Burada kastedilen şey geleneksel bir tarihçilik
yapılmakta
olduğudur. Batı’nın sistemli eleştirileri karşısında, kendileri
aleyhinde
yapılan eleştirilere geleneksel bir tarzda cevap vermek, gereken
başarının
elde edilememesine sebep olmuştur.
Fakat burada
unutulmaması gereken husus şudur ki; Abdullah Cevdet
İslam
alimlerini içinde bulunduğu dönemin yöntemlerine uygun şekilde
kitap
yazmamak ile suçlamaktadır. Bu noktada şu söylenebilir ki her
düşünür
kendi devrinin ilim seviyesinde eserler meydana getirebilecektir.
Kaldı ki
İslam alimleri meydana gelen her olayı kayıt altına alarak, bizim
bile
varlığından geç haberdar olduğumuz zengin bir kaynak bırakmışlardır.
Fakat
baktığımızda bizim kendi düşünürlerimiz tarafından sürekli olarak
değersiz
gösterilmeye çalışılan İslam düşüncesine ait kaynaklar, Batılı
düşünürler
tarafından erken zamanlarda fark edilmiş ve Hristiyan- Yahudi
inançları
ile kıyaslanarak itibarı zedelenmeye çalışılmıştır. Abdullah Cevdet
345
Filibeli, age, s.30.
346
Filibeli, age, s.30.147
tarafından
Türkçe’ ye tercüme edilmiş olan Dozy’ nin İslam Tarihi kitabı da
mu
minvaldedir.347
Bu
sebeplerden ötürü Dozy ve onun gibi Batılı düşünürlerin İslamiyet’ i
tahrip
etme çalışmalarına karşı, Osmanlı’nın önde gelen düşünürleri hep
birlikte
bir şeyler yapmak istemişlerdir. Ancak Filibeli, istediği gibi bir
çalışma
göremediği için kendisi bilimsel bir İslam Tarihi kitabı yazma
ihtiyacı
hissetmiştir. Kendisi, İslam’ın ilerlemeye engel oluşturmadığını
ancak
çağın gereklilikleri doğrultusunda yeniden düzenlenmeler yapılması
gerektiği
düşüncesini savunmaktadır. Bu doğrultuda materyalist düşüncelere
karşı
çıkmıştır.
Buna
göre Filibeli, Dozy’ nin İslamiyet hakkında yanlış iddialarda
bulunmasına
karşılık, tutarsızlıklarını tespit edip gerçekleri anlatma
çabasında
bulunduğunu görmekteyiz. Bunu yaparken bilimsel bir yöntem
kullanmıştır.
Bilimsel ilerlemenin sağlanabilmesi için bilimsel yöntemlere
sahip
olunmasının gerekli olduğunu belirten Filibeli, en güvenilir ve bilime
uygun
yöntemin tahlil (analiz) yöntemi olduğunu söylemektedir.
Filibeli,
Dozy’ nin ve Batılı düşünürlerin iddialarını eleştirirken ortaya
koymuş
oldukları iddiaları sırf Batılı düşünürler tarafından ortaya
koyulduğu
için reddetmiş değildir. İslam ve Peygamberi hakkında ortaya
atılan
iddiaları bilimsel yöntemler ve tarihi eleştiriler yaparak incelemiştir.
Ortaya
atılmış iddiaların durumuna göre Filibeli tarafından verilmiş
cevapların
farklılık arz ettiğini görmekteyiz. Dozy’ nin bazı iddiaları kendi
hayal
gücünden kaynaklanmakta olup varsayımlarından ibarettir. Filibeli,
böyle
durumlarda Dozy’ nin iddiaları arasındaki çelişki durumlarını tespit
etmiştir.
Tarihsel olayların çarpıtılıp kendi amaçları doğrultusunda
kullanılmaya
çalışıldığı zamanlarda ise gerçeklerin ortaya çıkartılması için
aklî
deliller getirmeye çalışmıştır. Aşağıda Dozy tarafından ortaya konulan
bu
yanlış iddialar ve Filibeli tarafından verilmiş eleştirel cevapları
inceleyeceğiz.
347
Filibeli, age, s.30.148
3.8.Filibeli’
nin İslam Peygamber’ ine Yöneltilen Eleştirilere
Karşı
Cevapları
3.8.1.
Hz. Muhammed’ in Doğumundan Peygamberliğine
3.8.2.
Araplar Hakkındaki İddialar
Dozy’
nin kitabının başlangıcından itibaren dikkat çeken Arap toplumu
üzerindeki
beyanları Filibeli tarafından eleştirilen konulardan biri olmuştur.
İslam
öncesi dönemde Arabistan’daki yaşama baktığımızda halkın dini
inançlara
düşkün olmadığı, daha doğrusu zihinlerinde manevi alan ile ilgili
soruların
pek yer işgal etmediği görülmektedir. Zihinleri daha çok maddi
olana
yöneliktir. Bunun dini inanışlarına yansıyan kısmını puta tapıcılığın
geniş
bir kısma yayılmış olması olarak gösterebiliriz. İslamiyet’ in henüz
ilan
edilmemiş olduğu zamanlara bakacak olursak, Arapların içe kapanık,
çevre
ülkeler ile iletişimde bulunmayan bir halk olduğu görülür. Bu
sebepten
ötürü hem bilimsel ve teknik anlamda diğer ülkelere göre daha
geride
olduklarını hem de toplum olarak ince bir ruha sahip olmadıklarını
Filibeli
de kabul etmektedir. Ancak bu geri kalmışlık durumunu edebiyat ve
Arap
dilinin gelişimi hakkında söyleyemeyiz. Bu alanlardaki başarıları
dönem
için benzersiz bir güzellikte ve seviyededir.348
Arap
toplumunun ahlaki olarak çok iyi olmaması, Dozy gibi
eleştiricilerin
kendi amaçları için kullanmaya çalıştıkları bir husus olmuştur.
Onlar bu
durumu İslamiyet’ i değersiz göstermek amacı için kullanmaya
çalışmaları
doğru olmaz. İslam dini neden bu toplum içinde zuhur etti? Hz.
Muhammed’
in gelip böyle bir dini tebliğ etmesine gerek var mıydı? Dozy,
Arapların
zaten bir dini kabul etme ihtiyacında olduklarını, bunun için Hz.
Peygamber’
in bir çaba göstermesini gereksiz göstermeye çalışmış ve İslam’
ın
kazanmış olduğu başarıyı basitleştirme amacı gütmüştür. Bunun aksine
Filibeli,
bu insanların sert mizaçları ve manevi düşüncenin çok gelişmemiş
olması
sebebiyle, İslamiyet’ i idrak ve kabullerinin zor olacağını, yeni bir
inancı
benimsemek konusunda direnç göstereceklerini söylemektedir.349
348
Filibeli, age, ss.120-121.
349
Filibeli, age, ss.125.149
Bundan
dolayıdır ki İslam’ın bu toplumda çok rahat kabul
edilebileceğini
gösteren herhangi bir sebep bulunmamaktadır. Kaldı ki bu
toplum
madem bir dini inanca mecburiyet hissediyordu, o halde İslamiyet’
ten önce
var olan Hristiyanlık, Yahudilik dinlerinin talep görmesi
beklenmez
miydi? Aksine, Hristiyan dini Arap coğrafyasına neredeyse hiç
girememiş,
Yahudi dini ise göç eden bazı kimseler ile gelip nadiren
görülmüştür.350İslam
düşünürleri, İslam’ ın Arap toplumunda ortaya
çıkmasının
bu toplumun iyileşmesini sağladığını kabul etmektedir. Hz.
Muhammet
bu toplumda doğmuştur ve büyümüştür. Hiçbir zaman cahiliye
adetlerine
ve inanışlarına uymamıştır. Peygamberliğinin ilanından sonra
Arap
toplumunu iyileştirmek ve İslam’ın güzelliklerinden faydalandırmak
için tüm
gücüyle çabalamıştır. Arap toplumu dünya üzerinde eşsiz bir
seviyeye
ulaşmıştır. Ancak görülür ki Hz. Peygamber’ in vefatından sonra
bu
toplum yine bir çöküntü yaşamıştır. O halde bu somut gerçeklikler
karşısında,
Hz. Peygamber’ in varlığının gereksiz olduğu nasıl
söylenilebilir?351
Dozy’
nin İslamiyet ile ilgili bir başka iddiası, İslam dininin Arap
toplumu
içerisinde önceden var olduğu şeklindedir. Dozy, Hz. Peygamber’
in var
olan bir dini yeniden insanlara sunmuş olduğunu söylemektedir.
Böyle
bir şey Müslümanlar için şu açıdan doğrudur ki; İslam dini
kendisinden
önce gelmiş geçmiş tüm dinleri kapsamakta ve onları kabul
etmektedir.
Filibeli de İslam dininin içerisinde diğer dinler ile aynı
anlatıların
bulunmasını bu anlamda kabul etmektedir. Ancak Dozy, bunu
İslam
dininin özgün olmadığı şeklindeki iddiasına kanıt olarak göstermeye
çalışmaktadır.
Filibeli
İslam’ın özgünlüğünün akıl ile ispat edilebilir olduğunu,
Allah’ın
varlığı ve birliğinin İslamiyet’te ve diğer dinlerde nasıl olduğunu
objektif
bir inceleme ile ortaya koyma çalışmaktadır. Örneğin Yahudi
dininde
birçok ilahın olması konusundan bahsedildiği ve bunlar içerisinde
en
önemli en önemsiz gibi kıstaslar yapıldığını söylemektedir. Diğer
350Murat
Sarıcık, İslam Öncesi Dönem: Cahiliye Kültürü, Isparta: Fakülte Kitapevi, 2002,
s.40.
351
Filibeli, age, ss.125-126.150
taraftan
sevdikleri ilahlar dışında kalanları günahkâr ve kötü olarak
nitelendirdiklerini,
ilahlarına bir takım yakıştırmalar yaptıklarına işaret
etmektedir.
İslam dini içerisinde hiçbir zaman Yaratıcıya karşı bunun gibi
benzetmeler
yapılamaz. Yaratıcı tektir ve tüm kötülüklerden münezzehtir.352
Filibeli,
Dozy’ nin Arap toplumu hakkında iddialarını incelerken,
Araplar
hakkında belli noktalarda yapılan eleştirilerin doğru olduğunu kabul
etmektedir.
Zaten Dozy’ nin bu kitabı yazmaktaki amacı Araplar değil
İslamiyet
ve Hz. Peygamber hakkında düşüncelerini belirtmektir. Ancak
Dozy’nin,
herkes tarafından doğruluğu kabul edilen bazı durumları ileride
ortaya
atacağı iddialarına zemin oluşturması amacıyla kullanmaya çalışması
Filibeli
tarafından eleştiriye konu olacaktır.
3.8.3.
Hz. Muhammed’ in Peygamberliği Hakkındaki
İddialar
İslamiyet’
in ilan edilmesinden önce ahlaki açıdan sorunlu bir dönemde
bulunan
bu halkın içerisinde Hz. İbrahim soyundan gelen ve Araplar
tarafından
saygı duyulan bir aile bulunmaktaydı. Bunlar Hz. Muhammed’in
dedeleridir.
Hz. Peygamber’ in ecdadından hiç kimse Arap toplumunda
yaygın
olan kötülüklere bulaşmamıştır. Filibeli bu düşüncesini, güzel
ahlakın
genler yoluyla aktarılan kalıtımsal özellikler gibi Hz. Peygamber’ e
atalarından
geçtiğini, kendisine göre bilimsel bir şekilde ifade etmektedir.
Hz.
Peygamber’ in güzel ahlakı ve peygamberliğinin anlaşılması ilmî olarak
da izah
etmek gerekir. Kâbe’ yi yıkmaya gelen Yemen valisi Ebrehe ve
ordusunun
helak edilmesi353 örneğinde olduğu gibi bazı hususların
fenni/ilmî
olarak izah edilmesi bazen mümkün olamasa da sözü edilen
olayların
yok sayılması da doğru bir tavır değildir.354
3.8.4.
Rahip Bahira Olayı
Hz.
Peygamber henüz doğmadan babasını, doğumundan altı sene
sonrada
annesini kaybetmiştir. Çok küçük yaşta hem öksüz hem yetim kalan
352
Filibeli, age, ss.131-132-133.
353
Mustafa Fayda, “Fil Vakası”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.13, 1996,ss.70-71.
354
Filibeli, age, ss.134-135.151
bu
çocuğa yaşlı dedesi Abdulmuttalib bakmıştır. Ancak onunda yaşının çok
büyük
olmasından dolayı iki yıl sonra dedesini kaybetmiştir. Bundan dolayı
amcası
Ebu Talib’ in yanında yaşamaya başlamıştır. Amcası kervancılık
işleri
ile meşgul olduğu için Hz. Peygamber’ de onunla beraber ticaret
yapmıştır.
Rahip
Bahira olayının İslami kaynaklarda nasıl geçtiği ile ilgili bilgileri
birinci
bölümde ortaya koyduğumuz için ayrıntılı olarak tekrar etmeyeceğiz.
Biz bu
olayların Dozy tarafından yorumlanmasına karşı Filibeli’ nin
eleştirilerine
değineceğiz. Mesele, Hz. Peygamber’in amcası ve kervanları
ile
birlikte Busra’ ya seyahatinde, Hristiyanlığı iyi bilen bir Rahip tarafından
Tevrat
ve İncil’ de bahsedilen, Arap toplumundan çıkacağı söylenen
Peygamberin
Hz. Muhammet’ in olduğunu fark etmiş ve bunu,
Muhammed’in
amcası Ebu Talip’e bildirerek onu güvenli bir yere
götürmesini
istemiştir. Müslümanlar için bu anlatılanlarda hiçbir sakınca
bulunmamaktadır.
Çünkü İslam dini kendisinden önce gelmiş olan hak
dinleri
bozulmamış halleri ile kabul etmektedir.355Dolayısıyla rahibin,
Muhammed’
in peygamberliğini fark etmesi ve ondaki ilahi izleri anlaması
Müslümanlar
açısından mümkün bir durumdur. Fakat Filibeli, aklî olarak
böyle
bir durumunun test edilmesi ya da tekrardan yaşanarak herkese
gösterilmesi
mümkün değildir. Tarihin farklı zamanlarında buna benzer
olayların
meydana geldiğini, bu olayların hepsinin tüm insanlık tarafından
bilinebilmesinin
mümkün olmaması sebebiyle ilgili hadisenin yaşanmamış
olduğunun
söylenmesinin de doğru bir tespit olmayacağını belirtir.356
3.8.5.
Sara Hastalığı İddiası
Filibeli,
Dozy’ nin dile getirdiği bu iddianın gerçek olmadığının
günümüzde
bilimsel olarak ispat edilmiş olduğunu belirtmiştir. Dozy’ nin
hastalık
iddiasının hiçbir bilimsel yanı olmamakla beraber, önceden beri
İslamiyet
ve Hz. Peygamber hakkında iddia edilen yanlış beyanlardan farklı
değildir.
Hz. Peygamberin annesin asabi ve sert bir yapıda olduğu357
355
Mustafa Fayda, “Bahira”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.4, 1991,ss.486-487.
356
Filibeli, age, s.137.
357
Dozy,
age, s.32.152
iddiasına
karşılık Filibeli bu durumu destekleyecek herhangi bir kanıtının
bulunmadığını,
bunları anlatırken olasılıklı cümleler kurmuş olmasından
dolayı
bu iddialarının asılsız kaldığını söylemektedir.358
Hz.
Muhammed’ e peygamberlik müjdesi birden bire gelmemiştir.
Gençlik
hatta çocukluk yıllarından itibaren rüyalarında değişik haller
görmekte,
ancak bunlara bir anlam verememektedir. Bu rüyaların sıkça
tekrarlanmış,
peygamberliğin yaklaştığı bir zamanda yalnız kalmak için
Hira
dağına çekilmiştir. Her şey orada gerçeklemiş, Cebrail (a.s) ile birlikte
‘‘Yaratan
Rabbinin adı ile oku…’’359Ayetleri nazil olmaya başlamıştır.
Böyle
bir durum karşısında bünyesi sarsılmış, korku ve heyecanla evine
gitmiş
ve şaşkınlığı geçtikten sonra durumu eşi Hatice’ye anlatmıştır.
Dönemin
önde gelen kabileleri, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kendi
çıkarlarına
ters geleceği için kabul etmeme yoluna gitmişlerdir. Hatta
kendisinin
böyle bir din uydurduğu iddiası bile ortaya atılmıştır. Zaten
zihinlerinde
din ile alakalı pek bir şey bulunmamaktaydı. Bu sebeple Hz.
Peygambere
karşı çeşitli iftiralarda ve yakıştırmalarda bulunmaktan
çekinmediler.
Kimileri makam ve mevki teklifinde bulunarak, kimileri onun
deli
olduğu iddiasında bulunarak Hz. Peygamber’ i yermeye çalıştılar.
Kuran’
ın Hz. Peygamber tarafından uydurulmuş bir kitap olduğunu,
anlatılanların
diğer dinlerde zaten bulunduğunu, üslubunun insanlara
bıkkınlık
verecek derecede sıkıcı olduğu şeklinde iddialar ileri sürdüler.
Gerçekte
Kuran’ ın üslubu o zamana kadar ne Hz. Muhammed’ in sahip
olduğu
üslup ile ne de herhangi bir şairin üslubu ile benzerliği olmadığı
dönemin
önde gelen şair ve hatipleri tarafından ifade edilmekteydi.360
Bu
iddialardan biri de Hz. Muhammed’ in sağlıklı bir aklı olmadığı
yönündedir.
Dozy bunu ‘‘Histeri’’ olarak isimlendirmiştir. Filibeli, bunun
sebebi
olarak sara hastalığı teşhisinin koyulabilmesi için buna somut deliller
sunmanın
gerekli olduğunu söyler. Sara hastalığı somut belirtileri olan bir
hastalıktır.
Ancak ‘‘Histeri’’ hastalığı daha çok psikolojik temelli bir
358
Filibeli, age, s.137.
359Alak
Suresi, 1. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/96-alak-suresi.
(Erişim:05.05.2019)
360
Filibeli, age, ss.150-151.153
rahatsızlık
olduğundan bunun ile ilgili somut deliller sunması
gerekmeyecektir.
Ancak yine de bu teşhisi yapabilmesi için herhangi bir
sebep
mevcut değildir. Dozy, iddiasını ispat açısından en basit şekli ile bu
hastalığa
sahip bir şairi ya da yazarı örnek gösterebilmesi gerekmektedir.
Aksi
takdirde Hz. Peygamber’ de var olan halleri bir hastalığa bağlamış
olmak,
akli olarak da vicdani olarak da kabul edilebilir bir husus
değildir.361Bu
konu hakkında ortaya koymuş olduğu düşüncelerin bilimsel
olduğunu
ortaya koyabilmek için kendi düşüncesinde olan Avrupalı bilim
insanı
Hotsma’ nın düşüncelerine de İslam Tarihi kitabında değinmiştir.
‘‘Cenab-ı
Muhammed’de zuhur eden vahiy halini hastalıkla ilgili bir
olay gibi
açıklamaya çalışanların fikri kabul edilemez. Gerçi İslami gelenek
ve
rivayetler, vahyin ilk zamanlarında ve sonraları da birkaç kere Cenab-ı
Nebi’de
asabi belirtiler zuhur ettiğini hikâye eder. Ve şüphe edilmez ki, bu
fevkalade
hallerde batıni varlığında olan tecellileri harici ve zahiri gibi
telakki
etmiştir.’’362
Filibeli’
ye göre Hz. Peygamber’ e vahyin gelişi, bünyesinde bir takım
hallere
sebebiyet vermekteydi. Ancak bunlar olağandışı durumlardır.
Bunları
herhangi bir hastalığın belirtisi olduğunu söylemek yanlış bir iddia
olacaktır.
İnsan en basit bir olay karşısında bile heyecanlanıp farklı
duygulara
kapılabilen bir varlıktır. Vahiy gibi bir hadisenin gerçekleşmesi
sırasında
Hz. Peygamber’ de bir takım hallerin meydana geliyor olmasında
şaşırılacak
bir durum yoktur.363 Eğer bu belirtiler bir hastalık sebebiyle
meydana
geliyor olsaydı, Hz. Peygamber’ in bildirmiş olduğu şeyler
arasında
çelişkiler ve tutarsızlıklar meydana gelirdi. Oysaki Kuran’ da kendi
iç
bütünlüğü ve tarihsel hadiseler açısından çelişki yoktur.
3.8.6.
Hz. Ömer Hakkındaki İddialar
İslam
dininin ortaya çıkışında Hz. Peygamber tek başına başladığı bu
işte, en
yakınlarından bazılarının desteğini alarak, çok az bir sayı ile bu
davayı
savunmuştur. Hz. Ömer’ in İslam’ a geçişi diğerlerine göre biraz
361
Filibeli, age, s.156.
362
Filibeli, age, s.156.
363
Filibeli, age, s.157.154
zorlu
bir süreçten geçmiştir. Hz. Ömer’ in fiziki ve manevi olarak güçlü bir
bünyeye
sahip olduğu Müslümanlar tarafından olduğu kadar Dozy gibileri
tarafından
da kabul görmüş bir gerçektir. Bu sebeple Dozy, Hz. Ömer’in
sahip
olduğu bu gücü, Hz. Peygamber’in acizlik durumu gibi göstermeye
çalışmıştır.364Hz.
Peygamber’in bu zorlu süreçte destekçileri elbette
olmuştur.
Hz. Ali’nin ilmi, Hz. Ebubekir’in güvenilirliği, Hz. Ömer’ in hem
fiziki
hem de manevi olarak güçlü bir yapıda olması Hz. Peygamber için
destek
mahiyetinde olmuştur.365 Hz. Ömer’ in Müslüman olmadan öncede
Mekkeli
müşrikler için saygı duyulan ve korkulan bir insan olması,
İslamiyet’
e ve Hz. Peygamber’ e olan düşmanlıklarının önünde engel
oluşturulmasını
sağlamıştı. Eğer Dozy’nin iddia ettiği gibi Hz. Peygamber,
Hz.
Ömer’ den güçsüz olsaydı, neden Hz. Ömer onu öldürmek üzere çıktığı
yolda
ona iman etmiş ve onun ardından İslam için savaşmıştır?
Dozy ve
onun gibi düşünenlerin iddia ettiği üzere Hz. Ömer İslam’ ın
kurucusu
olabilecek kadar güçlü olsaydı, kendisi de bu gücünün farkında
olup Hz.
Peygamber’ i kabul etmek yerine ona karşı düşmanlığı sürdürüp
onu alt
etmeye çalışmış olması gerekmez miydi? Hâlbuki o, hiçbir zaman
kendisini
Hz. Peygamber ile kıyaslama yoluna gitmemiştir.366Kureyş
kabilesi
içerisinde oldukça itibarlı ve saygın bir konumda olan Hz. Ömer,
Hz.
Peygamber’ in yüceliğine inanmamış olsaydı, İslam’ a inananların
sayısının
40 kişiye bile ulaşmadığı ve sıkıntılar içinde oldukları bir
zamanda,
neden İslam dinine geçmiştir? Zaten toplumda saygın bir yeri olan
Hz.
Ömer, Hz. Peygamber’ in ve Kuran’ ın gerçekliğinden emin olmasaydı,
toplumdaki
saygınlığını kaybetme ihtimali varken neden İslam dinine
geçmiştir?
Bu bakımdan, Hz. Ömer’ in İslam’a geçişişinde bir menfaat
ilişkisi
arayanların bunun ne olduğunu da açıklamaları gerekmektedir. Fakat
Dozy
tarafından böyle bir iddianın gerekçesinin ispat edilemediği
görülmektedir.
364
Dozy,
age, s.40.
365
Filibeli, age, s.161.
366
Fahri Sağlam, Hz. Ömer’in Hadis Anlayışı,(Yüksek Lisans Tezi), Aksaray
Üniversitesi,
Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Aksaray 2017, YÖK: Ulusal Tez Merkezi, (Tez No. 470295),
s.13.155
3.8.7.
Peygamberliğin İlanından Hicrete Kadar
Filibeli,
Batılı düşünürlerin İslam dini hakkında ortaya atmış
oldukları
iddiaları bilimsel olarak değerlendirmiştir. Bu değerlendirmeler
sonucunda,
bu iddiaların bilimsel bir değeri bulunmadığı yönünde fikirlerini
beyan
etmiştir. Bu düşünürlerin yapmış olduğu en büyük hata, İslam dini
dâhil
olmak üzere tüm dinlere, tarihi bir olayı değerlendiriyormuş gibi bir
yaklaşımda
bulunmalarıdır.
3.8.8.
Kuran Hakkındaki İddialar
Filibeli,
Hz. Peygamber zamanında Kureyşliler İslam dinine karşı hangi
kaygılar
sebebiyle tepkili olmuş ise bugün Batılı düşünürlerinde aynı
kaygıları
taşıdığını söylemektedir. Kuranı dönemde edebî bakımdan eşsiz
bir
konumda olan Kureyşliler için bile hayranlık uyandıracak derecede güzel
bir
üsluba sahip idi. Bu hayranlık duygusuna rağmen sahip oldukları
ekonomik
çıkarlarını ve güçlerini kaybetmek korkusundan İslamiyet’ in
etkisine
girmemek için tüm güçleri ile çabalamışlardır.
Dozy,
Tarihi İslamiyet kitabında Kuran’ın içeriği ile ilgili eleştirilerde
bulunmuştur.
Kuran’ ın Hz. Peygamber tarafından uydurma şekilde
yazılmış,
diğer dinlerin kitaplarından aşırmalar yolu ile oluşturulmuş bir
kitap
olduğunu iddia etmektedir.367Filibeli’ ye göre bu yaklaşımın temelinde
pozitivist
düşüncelerin etkisi ile Kuran’ ın ilahi bir kaynağa değil de insanın
kendi
aklının ürünü olarak gösterme çabası bulunmaktadır. Oryantalist
düşünürlerin
büyük çoğunluğu bir dini inanca sahip ve kendi dinlerinin ilahi
olduğunu
düşünürken, Kuran’ ın ilahi bir kitap olmasını kabul
etmemektedirler.
Her ne sebeple oluyorsa, kendi dinlerini bilimsellikten
uzak
olmak noktasında eleştirmezken İslam’a ve Kuran’a karşı katı bir
pozitivist
materyalist bakış açısına sahip olduklarını görüyoruz.
3.8.9. Mucize
ve Miraç Hadisesi
İslam
tarihi kitaplarında geleneksel olarak bir Miraç hadisesi
anlatılmaktadır.
Dozy ve onun gibi düşünen Batılı düşünürler tarafından
367
Dozy,
age, s.104.156
sıklıkla
değinilmiş olan bu konu, Filibeli tarafından da incelenmiştir. Bir
gece
Cebrail’in Hz. Peygamber’ e eşlik ederek onu Burak adında bir
vasıtaya
bindirdiği ve Kudüs’e Mescid-i Aksa’ ya götürdüğü, daha sonra
Hz.
Peygamber’i Sidretül Müntehara’ya götürdüğü, oradan Hz. Peygamber’
in
Allah’ ın nurunu görmek için bir başka yere gittiği şeklinde
anlatılmaktadır.368
Miraç hadisesi ile ilgili tartışmaların temelini bu
hadisenin
fiziki olarak mı ruhani olarak mı gerçekleştiği konusu oluşturur.
Bazı
İslam filozofları bu olayı bir rüya hali gibi kabul etse de büyük bir
çoğunluk
bu olayın fiziki olarak yaşanmış olduğu görüşünü savunmaktadır.
Bunun
sebebi olarak bu olay eğer bir rüya olarak yaşanmış olsa idi Kureyş
halkı
tarafından bu kadar çok eleştirilere maruz kalmazdı. Bir rüya
durumudur
diyerek geçiştirilmesi pek muhtemel olurdu. Miraç hadisesinin
fiziksel
olarak gerçekleşmiş olduğunu kabul eden İslam filozofları bu
durumun
imkânını ispat edebilmek için bazı akli deliller sunmuşlardır.
Mesela
Cebrail gibi manevi bir varlığın fizik âleme gelmesi nasıl
garipsenmeyen
bir olay ise Allah (c.c) dilediğinde bir insanı manevi âleme
yükseltmiş
olmasının mümkün olabileceği savunmaktadırlar.369
Mucizeler
konusu, Dozy tarafından İslam dininde bir eksiklik durumu
olarak
gösterilmeye çalışılmıştır. Öncelikle İslam dininin mucizelerden
yoksun
bir din olduğunu, içerisinde var olduğu söylenen mucizelerin
esasında
diğer dinlerin mucizelerinden etkilenilerek kurgulanmış olduğunu
söylemektedir.370
Filibeli, İslam Tarihi kitabında miraç hadisesini
değerlendirmiştir.
Ancak Filibeli’nin değerlendirmelerine baktığımızda
İslam
filozoflarının yaygın görüşünden farklı bir düşünce savunduğunu
görmekteyiz.
Miraç hadisesinin fiziksel manada gerçekleşmiş bir olay kabul
edilmesinin
İslam düşüncesinin temellerine aykırı bir durum olacağını
söylemekte
ve bunu eleştirmektedir.371 Hz. Peygamber’ in ashabından çok
kişinin
bu olayın fiziksel olarak gerçekleşmemiş olduğuna inandıklarını
söylemektedir.
Hz. Ayşe ile birlikte ashaptan bazı kimselerin miracın
368
Filibeli, age, s.167.
369
Salih Sabri Yavuz, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 30, 2005,
ss.132-135.
370
Dozy, age ss.115.
371
Filibeli, age, s.167.157
manevi
bir hal olduğuna inandıklarını delil olarak göstermektedir.372İslam
düşünürlerinin
çoğunluğu tarafından Miraç hadisesi uyanık ve fiziksel bir
ortamda
gerçekleşen bir hadise olarak kabul görmektedir. Bu noktada
Filibeli’
nin ispatı mümkün olmayan olaylar hakkında deliller sunma
çabasına
girmemiş olduğunu söyleyebiliriz.
3.8.10.
Hz. Muhammed’ in Hayatı ile İlgili İddialar
Müslümanlar
tüm peygamberlerin günahsız ve temiz olduklarına inanır.
Hz.
Muhammed’ in son peygamber olduğunu kabul edip ondan önce gelmiş
olan tüm
peygamberlerde aynı derece kabul edilmektedir. Bu
peygamberlerin
her birisi farklı toplumlara gönderilmiş, içinde bulundukları
devrin
şartları gereği farklı problemler ile mücadele etmek mecburiyetinde
kalmışlardır.
Bu sebeple bu peygamberlerin yapmış oldukları davranışların,
ilmî
olmanın bir gereği olarak, kendi devirlerinin şartları içerisinde
değerlendirilmesi
gerekmektedir.
Filibeli,
Dozy’ nin kendi zihnindeki yargılar ile Hz. Peygamber’ in
hayatını
değerlendirmeye çalıştığını, dolayısıyla ilmî olmaktan uzaklaştığını
belirtir.373Dozy,
hiçbir bilimsel niteliği olmayan, tamamen kendi
düşüncelerinden
meydana gelen eleştirilerde bulunarak, bunları bilimsellik
adı
altında sunmaya çalışmaktadır. Hz. Peygamber’ in kişiliği ve şahsına
yönelik
yapmış olduğu bu ağır ve yanlış eleştirilere Filibeli’ nin vermiş
olduğu
cevapları değerlendirmeye çalışacağız.
3.8.11.
Hz. Peygamberin Ahlakı:
-Merhametsiz
Olduğu İddiası
Dozy,
Hz. Muhammed’ in inanan inanmayan herkes tarafından takdir
edilen
güzel ahlakını ve kişiliğini kötülemek, insanların zihinlerine şüphe
düşürmek
amacıyla, Peygamberi vicdansız, merhametsiz birisi olarak
göstermek
için çeşitli yollara başvurmaktadır. İslamiyet’in bütününe zarar
verebilmek
için önce Hz. Peygambere olan güveni sarsmaya çalışmıştır.
372Muhammed
Hamidullah, İslam Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), İstanbul: İrfan Yayınevi,
C.
1,1990, s.123.
373
Filibeli, age, ss.193.158
Eğer
Peygamber’ e olan güven sarsılırsa, Kuran ve İslamiyet’in sahip
olduğu
değerleri daha kolay sarsabileceğini düşünmüştür. Bu amaçla Dozy,
olayları,
kendi amaçları doğrultusunda, gerçeklerden uzaklaştırarak hayali
bir
şekilde kurgulayarak anlatmaktadır.374
Dozy,
İslam Tarihi kitabında, toplum içerisinde fitne çıkartarak
Müslümanlara
ve Hz. Peygamber’ e zarar vermeye çalışan şair Ebu Afk ve
şaire
Asma’ nın öldürülmeleri meselesini İslam Peygamberinin gaddar ve
merhametsiz
gösterilmesi amacıyla kullanmıştır. Bedir zaferinden sonra Hz.
Muhammed’in
galip olmanın verdiği güçle kendisine karşı olan herkese
eziyetler
ettiğini ve öldürttüğünü iddia etmekte, İslam’a zarar vermeye
çalışan
bu kişilerin cezalandırılmasını merhametsizlik olarak
değerlendirmektedir.375Dozy,
Hz. Peygamberin şair bir kadının ölümüne
izin
verdiğini ve bunu kendi nefsi için yapmış olduğunu
söylemektedir.376Oysaki
Hz. Peygamber İslam davasını her türlü çıkardan
üstün
tutmuştur. İnanmış olan Müslümanların imanlarına bir zarar
gelmemesi
ve inanacak olanların güvenlerinin sarsılmaması adına kötü
propagandalar
yapan, inananlara hakaretler ve aşağılamalarda bulunun bu
şaire
kadını durdurmak için toplumsal icbar karşısında böyle bir yola
gidilmişti.
Buna rağmen olayların yalnızca bir boyutundan bakarak sadece
eleştirmek
adına bu işi yapan Dozy yanlış yapmaktadır. Aynı şekilde Dozy,
İslamiyet
ile ilgili aşırıya kaçan hicivler yazan şair Ebu Afk adında birinin
sırf
eleştiride bulunduğu için Hz. Peygamber tarafından öldürtülmüş
olduğunu
söylemektedirler.377Ancak bu konuda Hz. Peygamber’ den
nakledilen
sözlerden anlaşılacağı üzere kendisinin bir emri olmadan bu yaşlı
şairin
öldürülmüş olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekler incelenecek olursa, Hz.
Peygamber’
in savaş zamanlarında dahi mecbur kalınmadıkça hiç kimsenin
öldürülmemesini
emrettiği göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Eğer
Dozy’
nin iddia ettiği gibi insanlara karşı merhametsiz ve gaddar olsaydı,
374
Filibeli, age, ss.194-195.
375
Dozy,
age, s.49-50.
376
Dozy,
age, s.51.
377
Dozy,
age, s.65.159
kendisine
inanmayı reddetmiş, işlerini zorlaştıran herkesi öldürmesi
gerekmez
miydi?
Hz.
Peygamber, Medine’ ye hicret ettikten sonra Müslümanların sayıca
artmaya
başladığı Medine döneminde burada bulunan kabileler ile
Müslümanlara
zarar vermemek şartı ile kendilerine dokunmama, diledikleri
inancı
yaşamakta özgür olacaklarına dair antlaşma yapmıştır. Ancak bu
kabileler
fırsat bulduklarında verdikleri sözlerden caymış ve Müslümanlara
karşı
yapılan saldırılarda düşman safında yer almışlardır. Bunun karşılığında
Hendek
Muharebesinde düşmanı yendikten sonra bu kabilelere yapmış
oldukları
antlaşmaya sadık kalmadıkları için kuşatma yapılmıştır. Eğer Hz.
Peygamber
Dozy’ nin kastetmiş olduğu gibi merhametsiz ve hoşgörüsüz
olsaydı,
en başta onlara güvenmez, inançlarını yaşamalarına müsaade
etmezdi.
Siyasi olarak aralarında yapılmış olan antlaşmaya sadık kalmayan
bir
kabileye, o dönemin şartları içerisinde yapılması gerekenler
yapılmıştır.378
3.8.12.
Garanik Hadisesi
Bu olay
İslam düşünürlerinin büyük bir kısmı tarafından yaşanmamış
bir olay
olarak kabul görmüş olsa da Hz. Peygamber’ i karalamak etmek
isteyen
bazı Batılı düşünürlerin sıklıkla öne sürdüğü bir iddia olmuştur.
Garanik
hadisesinin ne olduğunu birinci bölümde anlatmıştık. Filibeli
tarafından
bu olayın nasıl değerlendirildiğini ele almaya çalışacağız.
Düşünürümüz
Filibeli, Garanik hadisesinin yaşanmamış olduğunu kabul
etmektedir.
Aksini ispat eden delillerin kimse tarafından sunulamadığı, bu
sebeple
Oryantalistlerin iddia ettiği şekilde bu olayın var olduğunu iddia
etmeyi
mümkün görmez.
‘‘Onlar
(putlar), sizin ve babalarınızın koydukları birtakım isimlerden
başka
bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir.
Rableri
tarafından kendilerine doğru yolu gösterici geldiği halde onlar buna
uymayıp
sadece zanna ve nefislerinin alçak heveslerine uyuyorlar.’’379Böyle
378
Mustafa Fayda, “Bedir Gazvesi”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.5,1992, ss.325-327.
379 Necm
Suresi, 23. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/necm-suresi. (Erişim:
18.12.2018)160
bir
hadisenin bulunmadığı yine Kuran’ın bizzat kendisi tarafından
açıklanmaktadır.
Eğer Hz.
Peygamber putları öven bir açıklama yapmış olsaydı,
devamında
yukarıdaki ayetin okunması ile birlikte inanmayanlar tarafından
itirazlar
yapılırdı. Fakat kimse tarafından böyle bir itirazın yapıldığı bilgisi
bulunmamaktadır.
Gelen ayetin ardından müşriklerinde Hz. Peygamber ile
birlikte
secdeye gitmiş olmasını kendi düşüncelerine delil olarak
kullanmaya
çalışanlar bulunmaktadır. Hz. Peygamber kendisine gelmiş
bulunan
secde ayetine binaen Allah’a (c.c) secde etmiştir. Belki farklı bir
ayette
‘‘Lat, Uzza ve Menat vd.’’ putların isimlerinin geçmesinden dolayı
müşriklerinde
secde etmiş olabilecekleri ihtimalinden bahsedilmektedir.380
Tüm
hayatını putlara ve hurafe inanışlara adamış olan Hz. Peygamberin
böyle
sözleri kendi nefsi için ve iradesi dâhilinde söylemesi mümkün
değildir.
Şeytanın, Hz. Peygambere müdahale edip böyle sözler söyletmesi
de
mümkün değildir. Hiçbir insana şeytanın böyle bir müdahalede
bulunduğu
bir durum olmamıştır. Üstelik bahsedilen sure381 incelendiğinde,
bu
surenin başlangıcından son ayetine kadar putlara karşı yergi
yapılmaktadır.
Bir anda yergiyi bırakıp putların övülmesi, sonra tekrar
yergiler
yapılması gibi bir durum söz konusu olamaz. Buna benzeyen bir
çelişki
Kuran içerisinde hiçbir zaman mevcut olmamıştır.
Garanik
hadisesinin gerçek olabilmesini ihtimal dışı gören Filibeli, yine
de
Peygamberlerin insan olmaları bakımından hata yapabilmelerinin
mümkün
olduğunu belirtmiştir. Ancak şu da ifade edilmeli ki, İslam dini ile
ilgili
olarak Hz. Peygamber’ in herhangi bir yanlışta bulunması söz konusu
değildir.
Yanlış bir davranışta bulunsa bile bu kendi şahsı ile alakalı
konularda
olmuştur. İslam dini ve Kuran, Hz. Peygamber’ in iradesi dışında
bir
durumdur. Çünkü İslam dini ve Kuran, Allah tarafından korumaya
alınmıştır.382
380Filibeli,
age, s.244.
381 Necm
Suresi, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/necm-suresi, (Erişim:
18.12.2018).
382
Filibeli, age, s.245.161
3.8.12.
Hz. Peygamberin Evlilikleri Hakkında İddialar
Dozy’nin,
Hz. Peygamber’in evlilikleri hususunda ortaya atmış olduğu
iddialar
pek çok bakımdan Müslüman coğrafyada eleştirilen konulardan biri
olmuştur.
Hatta Dozy dışında pek çok Batılı düşünür tarafından evlilikleri
eleştirilere
maruz kalmıştır. Hz. Muhammed’in yapmış olduğu evlilikleri
sanki
kendi nefsi istekleri doğrultusunda yaptığı, beğendiği her kadını
nikâhına
aldığı şeklinde bir görüntü oluşturulmaya çalışılmaktadır.383
Hz.
Peygamber henüz genç bir yaşta iken bile nefsinin istekleri
doğrultusunda
hareket etmediği halde peygamberliğinin tebliğinden sonra
ilerleyen
yaşlarında evliliklerinin nefsi istekler için olduğunu söylemek
saçma
görülecektir. Ahmet Hilmi, Batılı toplumların doğulu toplumlarda
yaygın
olan çok eşlilik durumunu hiçbir zaman tam olarak anlamaya vâkıf
olamadıklarını
söylemektedir. Hz. Peygamber’in evliliklerinin her birisinde
bir
sebep ve hikmet bulunmaktadır. Kimi zaman evlilikleri kendisi için bir
imtihan
olmuştur. İlk hanımı da dâhil olmak üzere, hanımlarının ikinci,
üçüncü evlilikleri
olması dikkate alınırsa onun nefsi istekleri üzerine evlilik
yapmadığı
anlaşılır.384
İslamiyet
esasında tek evliliği önemser. Ancak bazı hallerin olması
durumunda
birden çok evliliğe izin verir. ‘‘Maddi ve manevi bir mecburiyet
halinde
bir Müslüman namus dairesinde ikinci karı alabilir ve kadınlığın
haysiyetini
çiğnemeye lüzum görmezken bir Avrupalı, bir kadını fahişe
ederek,
bir kadını baştan çıkartarak, oğullarını isimsiz ve çok kere aç ve
sefil
bırakarak tabii ve manevi ihtiyacını tatmin ediyor.’’385
Müslüman
kişilerin yapmış oldukları evlilikler nikâhla resmi bir form
alırken,
Batılı ve medeni olduğu iddia edilen kişilerin gayri resmi evlilikler
yaşamakta
olduklarını, bu şekilde çirkin ilişkiler içerisinde olduklarını
söyleyen
Ahmet Hilmi, Avrupalıların bu durumuna anlam veremediğini
söylemektedir.
Hz. Peygamber açısından bu hususa bakılacak olursa,
evliliklerin
yapılmasının üç sebebi bulunabilir:
383
Muhammed İbn İshak, Hz. Muhammed’in Hayatı, İstanbul: İstanbul Matbaacılık, 2012,
s.320.
384
Filibeli, age, s.159.
385
Filibeli, age, s.70.162
1.Maddi
veya şehvet arzusu için
2.Maddiyat
veya makam hırsı için
3.Bu
sebeplerden farklı, daha manalı sebepler için.
Hz.
Peygamberin evliliklerini yaptığı hanımlar genellikle yaşlı ve dul
hanımlardır.
Eğer herhangi bir şehvet arzusu ile evlenmiş olsaydı şüphesiz
daha
genç ve güzel hanımlarla evlenmeyi tercih ederdi. Bu bakımdan Dozy
böyle
düşünmemiş olsa da Batılı düşünürlerden bir kısmı evliliklerinde
böyle
bir ihtimalin bulunmadığını düşünmektedir. Diğer hususa bakacak
olursak,
evliliklerinin makam veya maddi sebepler ile yapıldığını söylemek
yanlış
olacaktır. Çünkü Hz. Hatice hariç diğer hanımlarının hiçbirisi varlıklı
değildi.
Bundan dolayı bu ihtimal de pek olası gözükmemektedir. Dozy, Hz.
Peygamber’
in ilk eşi Hz. Hatice hakkında çok ileri giden iddialarda
bulunmamakla
birlikte, yine de kafa karışıklıkları oluşturmaya
çalışmaktadır.
Hz. Peygamber’in Hz. Hatice’nin mallarının idare edilmesi
işleri
ile meşgul olması, onun servetinden sadece ihtiyaç duyulduğu kadar
ücret
aldığı iddialarında bulunmaktadır. Kitabının başlarında Hz. Hatice ile
birbirlerini
sevmiş oldukları için evlendiklerini söylemesi, Filibeli açısından
da
onaylanmıştır ancak Dozy’ nin ikinci iddiası Filibeli tarafından kesinlikle
reddedilmektedir.386
Ahmet
Hilmi’ nin eleştirilerine maruz kalan hususlardan birisi de Hz.
Ayşe’
nin yaşı ile ilgili ortaya atılan iddialardır. Hz. Ayşe’ nin Hz.
Peygamber
ile evlenmiş olduğu yaş konusunda türlü iftiralarda bulunmaktan
çekinmeyen
Dozy, hem yaşının çok küçük olduğu yönünde eleştirilerde
bulunuyor
hem de Hz. Ayşe’ nin Hz. Peygamber’ e etkide bulunabilecek
güçte
olduğunu belirtiyor.387 Eğer Hz. Ayşe, Dozy’ nin bahsetmiş olduğu
gibi 10
yaşlarında henüz oyuncaklar ile oynayan bir kız çocuğu olsaydı,
düşünceleri
Hz. Peygamber üzerinde etkide bulunabilir miydi? Hz.
Peygamber
eşini sevmiş ve ona karşı derin bir muhabbet beslemiştir. Zira
sonuçta
o da bir insandır ve insana ait duygulara sahip olmaktadır.388
386
Filibeli, age, ss.103-104
387
Dozy,
age, ss.58.
388
Filibeli, age, s.200.163
Hz.
Peygamberin evliliklerinde en büyük imtihanlardan birisini yaşadığı
kölesi
iken azat ettiği ve ilgili ayetler gelmeden önce evladı olduğunu
söylediği
Zeyd’ in evlenmiş olduğu Zeynep ile olan evliliğidir. Bu evlilik
Hz.
Peygamber’ in isteği ile yapılmış bir evliliktir. Ancak Zeynep, Hz.
Peygamber’in
akrabası olması dolayısıyla eski bir köle ile evlenmeyi hiçbir
zaman
kendisine yakıştıramamış ve bu evlilikten ne kendisi mutlu olmuş ne
de eşini
mutlu etmiştir. Zeyd bu durumdan pek çok kez Hz. Peygamber’ e
bahsetmiş
olsa da her zaman sabırlı olması istendiği için evliliğini devam
ettirmiştir.
Zaman içerisinde Hz. Peygamber’ e Zeynep ile evleneceği haberi
verilmişse
de Hz. Peygamber böyle bir şey için ancak ilgili ayetler geldikten
sonra
harekete geçmiştir.389Ahmet Hilmi, bu olay üzerine Hz. Peygamber’
in
Zeynep’ i beğenmiş olmasında ayıplanacak bir durum olmadığını, medeni
olduğunu
iddia eden Avrupalılar gibi gizliden yasak ilişkiler yaşamayıp
Zeynep’
i nikâhı altına almış olmasından dolayı Hz. Peygamber’ de bir
kusur
aramanın yanlış olduğu fikrini beyan etmektedir.390
Dozy’
nin, Hz. Peygamber’ in evlilikleri hususunda ortaya koymuş
olduğu
iddiaların birbirleri arasındaki zıtlıklar Filibeli tarafından tarihsel
yönteme
uygun olarak tespit edilmiştir. Hatta Filibeli, Dozy’ nin bazı
iddialarını
uzun uzadıya tartışılmaya gerek duymamıştır. Dozy ’nin, Hz.
Muhammed’
in evlilikleri hakkında ortaya koymuş olduğu iddiaların esas
amacının
var olan bir yanlışın tespit edilmesi için değil, Hz. Peygamber’ in
insanlar
nazarındaki manevi değerini eksiltmek amacıyla yapmış olduğunun
açık
şekilde belli olduğunu söylemektedir.391
389
Filibeli, age, ss.198.
390
Filibeli, age, s.197.
391
Filibeli, age, s.105.164
SONUÇ
Bugün
Dünya’nın genel kanaatine bakıldığında, İslamiyet ve
Müslümanlara
yönelik derin bir tepkinin bulunduğunu görüyoruz. Gerek bu
tez
kapsamında yapmış olduğum araştırmalarda gerek Müslüman
coğrafyalarda
yaşanmakta olan savaşlar bu durumu açık şekilde ortaya
koymaktadır.
Bu tez kapsamında daha çok düşünce alanında meydana
gelmiş
olan olayları incelenmiştir.
İslam
dinine yönelik olan eleştiriler ve tepkiler Hz. Peygamber
zamanından
beri olmuş ve günümüzde halen canlılığını devam
ettirmektedir.
Dünyada hiçbir dine yapılmayan ön yargı ve eleştiri ne yazık
ki İslam
dinine ve Müslümanlara yönelik yapılmaktadır. Bu tez kapsamında
sistemli
eleştirilerin yapılmaya başlandığı Aydınlanma Dönemi sonrasında
ortaya
çıkan Materyalist ve Pozitivist düşüncelerin etkisi ile ortaya çıkmış
olan
düşünceler felsefi açıdan incelenmiştir.
Batı’da
yeni fikir ve düşüncelerin ortaya çıkmasının hem olumlu hem de
olumsuz
anlamda etkileri olmuştur. Osmanlı’nın son dönemine
bakıldığında,
Batı’ dan gelen düşüncelere yabancı olunması ve
taklitçilikten
öteye gidilememesi sebebiyle düşünce alanında sıkıntılı
dönemler
yaşanmıştır. Fakat bu durumun, Batı tarafından İslam dininin
sebep
olduğu bir durum gibi gösterilmesi Osmanlı’nın bazı düşünürleri
tarafından
tepkiyle karşılanmıştır. Bu anlamda Filibeli Ahmet Hilmi gibi
düşünürler,
hatalı olanın İslam dini değil, Onu anlamada ve uygulamada
eksik
kalanın insanlar olduğu düşüncesine sahiptir.
Bu
dönemde Batılı düşünürler tarafından İslam dini aleyhinde yapılan
çalışmalardan
birisi olan Dozy’nin “Tarih-i İslamiyet” kitabı da yine
bahsettiğimiz
anlamda İslam düşüncesine yönelik hareketler içermektedir.
Kitabın
içerisinde İslam dinine ve özellikle Hz. Peygamber’e yönelik
yapılmış
olan eleştiriler gerçekte Batı’ da var olan Oryantalist düşüncenin
delillerinden
sadece birisidir.
Tezde
ele alınan Osmanlı son dönem düşünürleri; İsmail Fenni Ertuğrul,
Manastırlı
İsmail Hakkı ve Filibeli Ahmet Hilmi’nin düşüncelerine etki
eden
unsurlara baktığımızda her birisinin iyi eğitim almış, felsefi düşünceye
hakim
kişiler oldukları görülmektedir. Toplumun içinde bulunduğu durumu165
yakından
takip etmiş, eksikliklerini tespit etmiş ve ihtiyaç duyulan düşünce
yapısın
oluşması için çalışmıştırlar. Bunu yaparken kimi zaman savunmacı
bir
tutum kullanılırken, kimi zaman eleştirel bir tutum ile yaklaşımda
bulunmuşturlar.
Osmanlı
toplumunda yetişmiş olan Abdullah Cevdet’ in, Batılı bir
düşünür
olan Dozy tarafından yazılmış “Tarih-i İslamiyet” kitabına derin
bir
bağlılık hissetmesi ve kendi düşünceleri doğrultusunda toplumu
yönlendirmeye
çalışması, Abdullah Cevdet’ e yönelik büyük bir tepkinin
oluşmasına
sebep olmuştur. Toplumun sahip olduğu manevi değerlere
oldukça
uzak bu düşüncelerin insanlara aktarılmaya başlaması, manevi
hassasiyete
sahip olan İsmail Fenni, Manastırlı ve Filibeli gibi düşünürler
tarafından
reddiyeler yazılmasına sebep olmuştur.
Müslümanlara
yönelik olan tepkilere baktığımız zaman esasında
tepkilerin
asıl sebebinin Müslümanlar değil İslam dininin kendisi olduğu
görülmüştür.
Batı’nın tepkilerinin esas nedeni İslam dinini kendi başına bir
din
olarak görmek istememeleridir. İslam dinine dair yapmış oldukları
açıklamalarda
sanki Hristiyanlık ya da Yahudiliğin kötü bir taklidi olarak
ortaya
çıkmış bir düşünce gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Dozy’ nin iddiaları
da yine
bu minvaldedir. İslam dinine yönelik ortaya atmış olduğu
düşüncelerin
arka planında Hristiyanlık ile yapmış olduğu kıyaslar
bulunmaktadır.
Bu düşüncelerini desteklemek amacıyla Hz. Peygamber’in
nübüvvetine
yönelik eleştirilerde bulunmuştur. Çünkü eğer Peygamberliğe
yönelik
bir şüphe oluşursa, İslam dininin temelini derinden sarsacağını
düşünmektedir.
Bu amaç
doğrultusunda yapılmış çalışmalara baktığımızda bunların
sistemden
uzak, hiçbir dayanağı olmadan ortaya atılmış düşünceler olması
dikkat
çekicidir. Özellikle Ortaçağ’ da bu minvaldeki düşüncelere
baktığımızda,
bireysel eleştiriden öteye gidemeyecek düşünceler karşımıza
çıkmıştır.
Ortaçağ’ın karanlıklarında meydana gelen çeşitli şiddet ve baskı
unutulmuş
gibi, sürekli olarak İslamiyet’in baskıcı ve şiddet yanlısı bir din
olduğu
imajı oluşturulmaya çalışılmıştır. Üstelik bu doğrultuda tüm
Müslümanlar’
a hatta bütün bir Asya kıtasına bu ön yargı ile
yaklaşılmaktadır.166
Batı
düşüncesinde metafizik alanın yok sayılması ve bu alana dair
söylenen
her şeyin değersiz görülmesinden dolayı İslam düşüncesi sert
eleştirilere
maruz kalmıştır. İsmail Fenni Ertuğrul gibi düşünürlere
baktığımızda
felsefe anlayışları metafizik alanı da içerisine almaktadır.
Hatta
felsefenin elinde olan en önemli hususun metafizik alan olduğu
düşüncesi
hâkimdir. Felsefenin ilk zamanlarında tüm alanları kapsarken,
bilimlerin
gelişmesi ile birlikte elinde kalan tek alan metafizik olmuştur.
Bu
konuda dikkat çekici hususların başında metafizik alan ile alakalı
konuların,
akla dayandırılarak açıklanmaya çalışılması gelmektedir.
Örneğin;
mucizeler konusunda Dozy’nin ve Oryantalist düşünürlerin
müşterek
olarak akla dayalı yorumlar geliştirme çabası mucizeleri geçersiz
gösterme
çabasına dönüşmüştür. Bu anlamda Manastırlı İsmail Hakkı’nın
getirmiş
olduğu açıklamalar önemli bir yer teşkil etmiştir. Ona göre
mucizeler,
her dönemde farklılık göstermekle birlikte, gerekçeleri sadece o
dönemde
anlaşılabilen olaylardır. Bu olayların dışarıdan açıklanmaya
çalışılması
beyhude çabalar olmaktan öteye geçemeyecektir.167
KAYNAKÇA
ALATLI,
Erdinç, “Şakkı Sadr”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.38, 2010,
ss.309-310.
“Ahzab
Suresi”, 4-5-10-11. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/suatyildirim/ahzab
suresi. (Erişim: 19.12.2018)
AKBULUT,
Ahmet, Nübüvvet Meselesi Üzerine, Ankara, 1992.
“Ala
Suresi”, 6-7. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/ala-suresi,
(Erişim:
20.12.2018)
“Alak
Suresi”, 1. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/96-alaksuresi,
(Erişim: 05.05.2019)
“Araf
Suresi”, 158. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakara
suresi/292/285-286-ayet-tefsiri,
(Erişim:15.05.2019)
ARİSTOTELES,
Metafizik, (çev. Ahmet Arslan), İzmir: Ege Üniversitesi
Edebiyat
Fakültesi Yayınları, 1985.
BİRİNCİ,
Necat, “A’mak-ı Hayal”,TDV Ansiklopedisi, C.2, 1989,
ss.555-556.
BAKİ,
Süleyman, Manastırlı İsmail Hakkı ve Telhisul Kelam Eseri,
Üsküp:
Logosa, 2006.
“Bakara
Suresi”, 285. Ayet,
https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Bakarasuresi/292/285-286-ayet-tefsiri.
(Erişim: 19.12.2018)
BAL,
İsrafil, Şakkı Sadr Hadisesine Dair Rivayetlerin Kritiği, İSTEM,
2013.168
BİLMEN,
Ömer Nasuhi, İnsanların Birer Kalbe Sahip Oldukları ve
Karı
Kocalık Meselesi, Evlilikten Doğan Akrabalık, Kuran-ı
Kerim’in
Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri, C.6, İstanbul: İpek
Yayın
Dağıtım.
BOLAY,
Süleyman Hayri, Pozitivizm Maddesi, Felsefi Doktrinler
Sözlüğü,
Ankara: Akçağ Yayınları, 1990.
Bolay,
Süleyman Hayri, Osmanlılarda Düşünce Hayatı ve Felsefe,
Ankara:
Akçağ Yayınları, 2005.
BOLAY,
Süleyman Hayri, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün
Mücadelesi,
İstanbul: Nobel Yayın Dağıtım, 1979.
BOLAY,
Süleyman Hayri, “İsmail Fenni Ertuğrul”, TDV Ansiklopedisi,
C.23,
2001, ss.98-100.
BAYRAKTAR,
Mehmet, “Tekâmül Nazariyesi”, TDV İslam
Ansiklopedisi,
C.40, 2011, ss.337-339
BAYRAM,
İbrahim, “İslam Düşüncesinde Nübüvvetin VehbiliğiKesebildiği Meselesi”,
Gaziosmanpaşa İlahiyat Fakültesi
Dergisi,
C.3, S.1,2015.
BURSALI,
Mustafa Necati, Hayâ ve Edep İncisi Hz. Osman (r.a),
İstanbul:
Çelik Yayınevi, (15. Baskı).
CERAN,
Ömer, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin Dini ve Felsefi
Görüşleri,
Ankara: Akçağ Yayınları, 1990.
COMTE,
Auguste, Pozitif Felsefe Dersleri, (çev. Ümit Meriç), Dergi
Park,
https://dergipark.org.tr/download/articlefile/4828, (Erişim:30.09.2019)
ÇETİNKAYA,
Bayram Ali, “ Batı’ da Hz. Muhammed (S.A.V) Üzerinden
İslamofobi’
nin Yansımaları- İslamofobi’ nin Felsefi Kökenleri-”,169
Din ve
Hayat, S.38, 2019,
http://webdosyasp.diyanet.gov.tr/muftuluk/UserFiles/istanbul/UserFi
les/Files/Din%20ve%20Hayat%20Dergisi%20Say%C4%B1%2038
%20Y%C4%B1l%202019%20-
%20%C4%B0slamofobi%20mi%20Din%20D%C3%BC%C5%9Fm
anl%C4%B1%C4%9F%C4%B1%20m%C4%B1_compressed_44bfe
a73-006a-4ef1-b136-dc41158928cc.pdf,
(Erişim: 10.08.2019)
DESCARTES,
Felsefenin İlkeleri, (çev. Mehmet Karasan), İstanbul:
M.S.G.S.B
Yayınları, 1988.
DOZY,
Reinhart Pieter Anne, İslam Tarihi(çev. Vedat Atila), İstanbul:
Gri
Yayınevi, 2006.
“Enam
Suresi” 33-109. Ayet, https://kuran-ikerim. org/ meal/ diyanet/
enam-suresi,
(Erişim:20.12.2018)
ERDEM,
Hüsameddin, Problematik Olarak Din- Felsefe Münasebeti,
. Konya:
Sebat Ofset Matbaacılık, 1999.
ERTUĞRUL,
İsmail Fenni, Hakikat Nurları, İstanbul: Kâğıt ve Basım
İşleri,
A.Ş, 1949.
ERTUĞRUL,
İsmail Fenni, Şüpheleri Giderme Kitabı,(çev. Ahmet
Çapku),
Konya: Çizgi Kitapevi, 2017.
ERTUĞRUL,
İsmail Fenni, Materyalizmin İflası ve İslam, sad. Abdulhalim
Kılıçsoy,
İstanbul: Sebil Yayınevi, C.2, 1996.
ERGÜVEN,
Şehabettin, “Arap Dilinde Lah’ın Ortaya Çıkışı ve İlk
Görüntüleri”,
Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
C.6,
2007.
“ZÜMER
Suresi”, 9. Ayethttps:/ /kuran. diyanet. gov.tr/ tefsir/Z
%C3%BCmer-suresi
/4066/8-9-ayet- tefsiri. (Erişim:13.05.2019).
FATİŞ,
Emrullah, “İbn’ül Hümam’ın Peygamber Gönderme170
Konusundaki
Görüşleri”, Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi
Dergisi, C.2, S.2, 2005, https://dergipark.
org.tr/download/article-file/286385,
(Erişim: 20.12.2018)
FAYDA,
Mustafa, “Bedir Gazvesi”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.5,
1992,
ss. 325-327.
FAYDA,
Mustafa, “Bahira”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.4, 1991,
ss.486-487.
FAYDA,
Mustafa, “Fil Vakası”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.13, 1996,
ss.70-71.
“Fil
Suresi”, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/sure/105-fil-suresi,
(Erişim:
17.05.2019)
“Furkan
Suresi”, 53. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/furkansuresi.
(Erişim:13.05.2019)
“Fussilet
Suresi” 6-41. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Fussiletsuresi/4259/41-42-ayet-tefsiri.
(Erişim: 19.12.2018)
GAZALİ,
İmam, El Munkız Mined Dalal: Dalaletten Çıkış Yolu, (çev.
Osman
Arpaçukuru, Ankara: Beyan Yayınları, 2015.
GÖKBERK,
Macit, Felsefe Tarihi, İstanbul: Remzi Kitapevi, 1980.
GÜVEN,
Mustafa Selim, “Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi ve
Arusiyye
Tarikatı”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma
Dergisi,
2014.
“Hac
Suresi”, 52. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Hac
suresi/2647/52-55-ayet-tefsiri.
(Erişim: 18.12.2018)
“Hakka
Suresi”, 44. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/hakkasuresi. (Erişim:
18.12.2018)171
HAMİDULLAH,
Muhammed, İslam Peygamberi, (çev. Salih Tuğ),
İstanbul:
İrfan Yayınevi, C.1, 1990.
HANİOĞLU,
Şükrü, Bir Siyasal Düşünür Olarak Abdullah Cevdet ve
Dönemi,
İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1986.
HİLMİ,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet, İslam Tarihi, İstanbul: Huzur
Yayın
Dağıtım, 2011.
HİLMİ,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet, İslam’ın Esası, Türkiye
Diyanet
Vakfı Yayınları.
HİLMİ,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet, A’mak-ı Hayal, İstanbul: Kaknüs
Yayıncılık,
2017.
HİLMİ,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet, Huzur-ı Akl-ü Fende Maddiyyün
Mesleki
Dalaleti, yayına hazırlayanlar: Erdoğan Erbay- Ali Utku,
Konya:
Çizgi Kitapevi, 2012.
HİLMİ,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet, Muhalefetin İflası, İstanbul:
Nehir
Yayınları, 1991.
Hilmi,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet, Hangi Meslek-i Felsefe’ yi Kabul
Etmeliyiz?
: Darü’l Fünun Efendilerine Tahriri Konferans, sad.
Kemal
Kahramanoğlu- Ali Utku, Konya: Çizgi Kitabevi, 2016.
HİLMİ,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet, Allah’ı İnkâr Mümkün Mü? sad.
Necip
Taylan- Eyüp Onart, İstanbul: Çığır Yayınları, 1977.
HİLMİ,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet, “Yine Türkler İtham Ediliyor”,
Hikmet,
S:61, 2 Haziran 1327,
http://katalog.idp.org.tr/sayilar/3525/61-sayi.
(Erişim: 05.01.2019).172
HİLMİ,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet, “Müslümanlar Dinleyiniz”,
Hikmet,
S.31, 17 Kasım 1910.
http://
katalog.idp.org.tr/dergiler/78/hikmet. (Erişim: 05.01.2019).
Hilmi,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet, “Ramazan Hutbeleri”, Hikmet,
S.72, 18
Ağustos 1327.
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/57021/ramazan
hutbelerimiz,
(Erişim:05.01.2019)
HİLMİ,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet, “Hikemiyat: Tasavvuf-i İslami
Ve
Fünun-ı Cedide ve Felsefe: Mukaddime”, Hikmet,S.4.
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56001/hikemiyat-tasavvuf-i-islamive-funun-i-cedide-ve-felsefe-mukaddime-i
( Erişim: 08.01.2019)
HİLMİ,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet, “İntikadat: Âlem-i İslam’ın Zaaf ve
Kuvveti”,
Hikmet, S.15, 20 Temmuz 1910, ss.3-4.
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56147/intikadat-alem-i-islam-in-zaaf-vekuvveti-iii
(Erişim: 08.01.2019)
HİLMİ,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet “İçtimaiyat”, Körü körüne Taklit
Hakkında
Bir Mütalaa”, Hikmet, S.5, 20 Mayıs 1910, ss. 3-4
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56018/ictimaiyat-korukorune-taklithakkinda-bir-mutala,
(Erişim: 08.01.2019)
HİLMİ,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet, “Anlamadan Taklit
Maymunlara
Yakışır”, Hikmet, S.61, 16 Haziran 1911,
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/56879/anlamadan-taklit-maymunlara-yakilir.
(Erişim:
08.01.2019)
HİLMİ,
Şehbenderzade Filibeli Ahmet, “ Türkler ve Osmanlı Türkleri”,
Hikmet,
S.71, 11 Ağustos 1327, s.2.
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/57012/turkler-ve-osmanli-turkleri.
(Erişim:
08.01.2019)
İSHAK,
İbn Muhammed, Hz. Muhammed’in Hayatı, İstanbul: İstanbul
Matbaacılık,
2012.173
“Isra
Suresi”, 12-89. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/isra-suresi.
(Erişim:10.12.2018)
“İsrafil
Suresi”, 76. Ayet,
https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/%C4%B0sr%C3%A2-
suresi/2105/76-77-ayet-tefsiri.
(Erişim: 18.12.2018)
İYAZ,
Kadı, Şifa-i Şerif, (çev. Prof. Dr. Yaşar Kandemir), İstanbul:
Tahlil
Yayınları, c.3.
KARAKUŞ,
Mehmet, “İhvan-ı Safa Risalelerinde Peygamber ve
Filozofa
Verilen Değer”, Sosyal Bilimler Dergisi, C.8,
2018,
https://dergipark.org.tr/kilissbd/issue/37729/421720,
(Erişim:10.05.2018)
KAYADİBİ,
Fahri, “Kuran-ın Eğitim, Bilim ve Araştırmaya Verdiği
Önem”,
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
2012,https://dergipark.org.tr/iuilah/issue/978/11002
(Erişim:
10.02.2019)
“Kehf
Suresi”, 110. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/kehf-suresi.
(Erişim:15.05.2019)
KELDANİ,
Peter David Benjamin, Kutsal Kitaplarda Hz. Muhammed
Gerçeği,
İstanbul: Ara Kitap, 2008.
“Kıyamet
Suresi” 3-4. Ayet,
https://www.suleymaniyevakfimeali.com/Meal/K%C4%B1yame.ht
m
(Erişim:13.05.2019)
KÖKSAL,
Mustafa Asım, “Ceatani’ye Reddiye”, İstanbul: İz
Yayıncılık,
C.1, 2015.
KUTLUER,
İlhan, “Gaiyyet”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.13, 1996, ss.292-
295.174
“Lokman
Suresi”, 25-29. Ayet
https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Lokm%C3%A2n-suresi/3494/25-
29-ayet-tefsiri.
(Erişim: 10.05.2019)
Manastırlı
İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet”, Sırat-ı Müstakim, c.3,
S.73,(20Ocak1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5655/10054.
(Erişim:03.05.2019)
Manastırlı
İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3,
S.75,(11
Şubat 1910),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97502/tarih-iislamiyet-namiyla-nesr-olunan-risale-i-mufteriyanenin-cerh-veintikadina-dair-2,
(Erişim: 03.05.2019)
Manastırlı
İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namıyla Neşr Olunan Risale-i
Müfteriyanenin
Cerh ve İntikadına Dair 2”, Sırat-ı Müstakim, c.3,
S.73,
(27 Ocak 1910), http://katalog.idp.org.tr/pdf/5656/10055,
(Erişim:
03.05.2019)
Manastırlı
İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor
Hakkı,
Manastırlı İsmail, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla
Doktor
Dozy'nin Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 10” ,
Sırat-ı
Müstakim, C.4, S.81, (24 Mart 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5664/10063,
(Erişim: 04.05.2019)
Manastırlı
İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor
Dozy'nin
Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 12” , Sırat-ı
Müstakim,
C.4, S.83, (6 Nisan 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5666/10065
, (Erişim: 04.05.2019)
Manastırlı
İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor
Dozy'nin
Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 11”,Sırat-ı
Müstakim,
C.4, S.82, (30 Mart 1910),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97633/tarih-i-islamiyet-namimusteariyla-doktor-dozy-nin-turkceye-mutercem-risalesine-karsireddiye-11,
(Erişim: 05.05.2019)
Manastırlı
İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor
Dozy'nin
Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 9” , Sırat-ı
Müstakim,
C.4, S.80, (17 Mart 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5663/10062,
(Erişim: 04.05.2019)175
Manastırlı
İsmail Hakkı, ‘‘Tarih-i İslamiyet’’, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 ,
(3 Mart
1910),
http://katalog.idp.org.tr/yazilar/97573/tarih-iislamiyet-nami-musteariyla-doktor-dozy-nin-turkce-ye-mutercemrisale-i-menhusesine-dair-7,
(Erişim: 03.05.2019)
Manastırlı
İsmail Hakkı , “Tarih-i İslamiyet”, Sırat-ı Müstakim, c.3, S.75 ,
(10 Mart
1910), http://katalog.idp.org.tr/pdf/5662/10061, Erişim:
03.05.2019,
C.4, s.1.
Manastırlı
İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor
Dozy'nin
Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 19”, Sırat-ı
Müstakim,
C.4, S.91 , (2 Haziran 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5674/10073,
(Erişim: 07.05.2019)
Manastırlı
İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor
Dozy'nin
Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye” , Sırat-ı
Müstakim,
C.4, S.80, (17 Mart 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5663/10062,
(Erişim: 04.05.2019)
Manastırlı
İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor
Dozy'nin
Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 28”, Sırat-ı
Müstakim,
C.5, S.105, (8 Eylül 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5688/10087
, (Erişim: 10.05.2019)
Manastırlı
İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor Dozy'
nin
Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 30”, Sırat-ı
Müstakim,
C.5, S.111, (20 Ekim 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5694/10093,
(Erişim: 11.05.2019)
Manastırlı
İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor
Dozy'nin
Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 25”, Sırat-ı
Müstakim,
c.4, S.101 , (11 Ağustos 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5684/10083,
(Erişim:10.05.2019)
Manastırlı
İsmail Hakkı, “Tarih-i İslamiyet Namı Müstearıyla Doktor
Dozy'nin
Türkçeye Mütercem Risalesine Karşı Reddiye 26”, Sırat-ı
Müstakim,
c.4, S.102 , (81 Ağustos 1910),
http://katalog.idp.org.tr/pdf/5685/10084,
(Erişim:12.05.2019)
“Maide
Suresi”, 71. Ayet,
https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/M%C3%A2idesuresi/740/71-ayet-tefsiri,
(Erişim:10.05.2019)176
Özdemir,
Mehmet, “Dozy”, TDV Ansiklopedisi, C.9, 1994, ss.512-514.
MERAL,
Yasin, Yahudi Geleneğinde Kuran ve İbranice Kuran
Çevirileri,
Ankara: Divan Kitap, 2016.
“Necm
Suresi”, 3-5-23. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/necmsuresi.
(Erişim: 18.12.2018)
“Neml
Suresi”, 88. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/neml-suresi,
(Erişim:10.05.2018)
“Nisa
Suresi”, 136-150-151-152.Ayet,
https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Nis%C3%A2-suresi/643/150-152-
ayet-tefsiri,
(Erişim: 17.05.2019).
OKUMUŞ,
Namık Kemal, Tahrif Edilen Hakikat, Ankara: Araştırma
Yayınları,
2016.
ÖNAL,
Recep, “Muhammed Murtaza ez- Zebidi’nin Nübüvvet Anlayışı”,
Uludağ
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C.17, S.2, 2008,
https://www.academia.edu/34226014/Muhammed_Murtaz%C3%A2
_ezZeb%C3%AEd%C3%AEnin_N%C3%BCb%C3%BCvvet_Anlay%
C4%B1%C5%9F%C4%B1
, (Erişim:10.05.2018)
ÖZTÜRK,
Mustafa, Kıssaların Dili, Ankara: Ankara Okulu Yayınları,
2006.
ÖZTÜRK,
Yaşar Nuri, Asrısaadet ’in Büyük Kadınları: Hz. Ayşe,
İSTANBUL,
Yeni Boyut Yayınevi, 2013.
“Saf
Suresi”, 6. Ayet, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Saf-suresi/5168/5-9-
ayet-tefsiri.
(Erişim:
SAĞLAM,
Fahri, “Hz. Ömer’in Hadis Anlayışı”,(Yüksek Lisans Tezi),
Aksaray
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Aksaray,
2017,
YÖK: Ulusal Tez Merkezi, (Tez No: 470295).177
SAĞLAM,
Hadi ve Selahattin Tuz, “Din ve Şeriat Sorunsalı Üzerine
Bir
Tahlil”, Universal Journal of Theology 2 (4).
SARICIK,
Murat, İslam Öncesi Dönem: Cahiliye Kültürü, Isparta:
Fakülte
Kitapevi,2002.
ŞAHİN,
Hasan, İslam Felsefesi Tarihi Dersleri, Ankara: İlahiyat, 2000.
“Şems
Suresi”, 34. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/sems-suresi.
Munise
Şimşek, “DünyaBizim”,
https://www.dunyabulteni.net/avrupa/islamofobinin-kokenleri-798-yiloncesine-dayaniyor-h429805.html,
(Erişim: 26.07.2019).
“Taha
Suresi”, 133-134. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/tahasuresi.
TOKU,
Neşet, Türkiye’de Anti Materyalist Felsefe (Spiritüalizm),
İstanbul:
Beyan Yayınları,1996.
TOPALOĞLU,
Aydın, “Materyalizm”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.28,
2003.
TOPALOĞLU,
Bekir, “Hudus”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.18, 1998.
ULUDAĞ,
Süleyman, “A’yan-ı Sabite”, TDV Ansiklopedisi, C.4, 1991, ss.
198-199.
ULUDAĞ,
Zekeriya, Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi ve
Spiritüalizm,
Ankara: Akçağ Yayınları, 1996.
ULUTAŞ,
Yasin, “Mucize ile Delailü’n Nübüvvet Kavramları ve
Kaynakları”,
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi
İlahiyat
Fakültesi Dergisi, S.30, 2017,
https://dergipark.org.tr/download/articlefile/391844(Erişim:12.12.2018).178
VURAL,
Mehmet, İslam Felsefesinin Özgünlüğü, editör: Mehmet
Vural,
Ankara: Elis Yayınları, 2009.
YAVUZ,
Salih Sabri, “Miraç”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.30, 2005,
ss.132-135.
YAVUZ,
Yusuf Şevki, “Nübüvvet”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.33,
ss.286-291.
YILDIRIM,
Muhammet Emin, “Hz. Aişe Validemizin Evlilik Yaşı”, Siyer
Vakfı,
https://www.siyervakfi.org/hz-aise-validemizin-evlilik-yasi/
(Erişim:
04.12.2018)
YÖRÜK,
İsmail, “İslam’ da Ruh Tasavvuru”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi,
Dergipark, https://dergipark.org.tr/en/download/articlefile/30955, (Erişim:
10.10.2019).
“Zuhruf
Suresi”, 21-22. Ayet, https://kuran-ikerim.org/meal/diyanet/zuhrufsuresi,
https://kuran-ikerim.org/kuran-i-kerimin-uslubu.
(Erişim: 7.12.2018)
https://sorularlaislamiyet.com/peygamberimiz-asm-benden-sonrapeygamber-gelseydi-omer-olurdu-diyor-hz-ebu-bekir-icin-ise-butun.
(Erişim:
07.12.2018)
https://medium.com/@turkibeg/hz-muhammed-histerik-ve-sarahastas%C4%B1-m%C4%B1yd%C4%B1-6520040b01f4.(Erişim:
07.12.2018)
http://www.filozof.net/Turkce/nedir-ne-demek/12541-faruk-ne-demekfaruk-isminin-anlami-kuranda-faruk-ismi.html
(Erişim: 06.12.2018)
T.C.
NECMETTİN
ERBAKAN ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL
BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL
İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
TEFSİR
BİLİM DALI
ORYANTALİSTLERİN
KUR’AN
VAHYİ VE
KUR’AN’IN
KAYNAĞINA YÖNELİK İDDİALARI
HATİCE
ER
YÜKSEK
LİSANS TEZİ
DANIŞMAN:
YRD.
DOÇ. DR. HAKAN UĞUR
KONYA-2016iii
Özet
Özellikle
19. ve 20. yüzyılda ivme kazanan oryantalist çalışmalar
incelendiğinde,
oryantalistlerin Hz. Peygamber’e gelen vahyi reddetmek için
çeşitli
iddialar ortaya attıkları görülür. Bunlardan biri ve en önemlisi, O’na
gelen
vahyin kaynağının ilahi olmadığı ve Kur’an’ın kendi ürünü olduğu
yönündedir.
Bu nedenle de Kur’an için çeşitli kaynaklar arama yoluna
gitmişlerdir.
Bir taraftan kaynak olarak Hz. Muhammed’in çevresinde yaşayan
Yahudi
ve Hristiyanlara ya da Haniflere ve Sabiilere işaret ederken, diğer
taraftan
O’nun halk fikirlerinden aldığını iddia edenler olmuştur. Veyahut Hz.
Peygamber’e
sara gibi çeşitli hastalıklar isnat etmişler ve bunların O’nun
peygamber
olduğuna inanmasına yol açtığını söylemişlerdir. Buna gerekçe
olarak
da vahyin gelişi esnasında Hz. Peygamber’de meydana gelen ruhsal
değişiklikleri
göstermişlerdir.
Oryantalistlerin
Kur’an vahyini tanımlarken de dini inançlarının
etkisinin
olduğunu söylemek mümkündür. Kendi dinî bakış açılarına göre
çoğunlukla
vahiy müessesini kabul etmekle birlikte söz konusu Kur’an vahyi
olduğunda
bunu reddederek, Hz. Peygamber’in vahiy alma sürecini açıklamak
için
farklı izahlar getirmeye çalışmışlardır. Bu konuda İslam dininin temel
kavramlarının
kökenini, kendi dinlerinde ve Arapça dışındaki diğer dillerde
aramayı
metot edinmişlerdir. Bunu yaparken de herhangi bir delil
göstermeksizin
iddialarını ileri sürmüşlerdir. Zaman zaman ortaya koydukları
görüşler
sebebiyle birbirlerini tenkit etmekte, hatta bir oryantalistin kendi
eserleri
içerisindeki görüşlerinde dahi tezatlara rastlanabilmektedir. Bu sebeple
biz bu
çalışmada, Batı’da Kur’an vahyine dair ileri sürülen görüşleri ve
Kur’an’ın
kaynağına yönelik tartışmaları tasnif ederek değerlendirmeye
çalıştık.iv
Abstract
When
orientalist studies that were accelerated in especially centuries 19
and 20
are examined, it is seen that orientalists alleged various arguments to
reject
divine inspiration of Prophet Mohammed. One of them and also the most
important
one of them is about no resource of divine inspiration and the Koran
is his
product. Therefore they attempted to find various resources for Koran.
On the
one hand, they pointed out Jews and Christians or Khanifs and Sabiis
living
around of Prophet Mohammed and on the other hand some of them
claimed
that Prophet Mohammed took it from folk ideas. Or they referred
various
diseases like epilepsy for Prophet Mohammed and they said that such
diseases
caused him to believe that he was prophet. They showed spiritual
changes
of Prophet Mohammed during divine inspiration as justification of
their
claim.
It is
possible that there is affection of their religious beliefs while defining
Koran
divine inspiration. They agree divine inspiration organization subject to
their
religious view but when it is Koran divine inspiration, they reject this and
so they
tried to explain differently the period of taking divine inspiration of
Prophet
Mohammed. In this point, they followed the method, looking for roots
of
Islamic Religion basic concepts in their languages and Arabic, they rejected
to
search in other languages. While performing this, they alleged their claims
without
showing any evidence. They criticized each other due to their thoughts
occurred
in time to time even an orientalist may have contradiction with
thoughts
in his works. Therefore, we tried to assess discussions and alleged
views
about Koran Divine inspiration in Western through classifying them.v
İÇİNDEKİLER
ÖZET…………………………………………………………………………....
iii
ABSTRACT
…………………………………………………………………… iv
İÇİNDEKİLER
………………………………………………………………... v
KISALTMALAR
……………………………………………………………… vii
ÖNSÖZ
………………………………………………………………………..... viii
GİRİŞ
A.
Araştırmanın Amacı ve Önemi ………………………………………………. 1
B.
Araştırmanın Yöntemi ……...………………………………………................ 2
C.
Araştırmanın Sınırlılıkları ……………………………………………………. 3
D.
Araştırmanın Kaynakları ……………………………………………………... 4
E.
Oryantalizmin Tanımı ...………………………………………………............. 4
F.
Oryantalizmin Doğuşu ve Tarihî Gelişimi ...……………………….................. 8
1.
Oryantalizmin Doğuşu………………………………………................... 8
2. Orta
Çağ’da Oryantalizm ...……………………………………………... 11
3. Tercüme
Faaliyetleri ...………………………………………………….. 12
4. İlmî
Oryantalizm Dönemi ………………………………………………. 14
BİRİNCİ
BÖLÜM
ORYANTALİSTLERE
GÖRE KUR’AN VAHYİ
A. Vahiy
Doktrini ………………………………………………………………... 20
B. İlk
Vahiy …………………………………………………………………….... 26
1.Hz.
Peygamber’in Tahannüsü …..……………………………….............. 26
2.İlk
Vahyin Gelişi ………………………………………………………… 29
3.“İkra’”
ve “Kur’an” Lafızları ……………………………………… ……. 34
C. Hz.
Peygamber’in Vahiy Tecrübesi ………………………………………...… 39
D. Hz.
Peygamber’in Samimiyeti Meselesi …………………………………….... 48
İKİNCİ
BÖLÜM
ORYANTALİSTLERİN
KUR’AN’IN KAYNAĞINA
YÖNELİK
İDDİALARI
A.
Haricî Kaynaklar …………………………………………………………......... 54
1. Ehli
Kitap’tan Aldığı İddiası …………………………………………….. 54
a. Mekke
ve Civarında Yaşayan Ehli Kitap’tan Aldığı İddiası ……… 55
b.Yaptığı
Seyahatlerde Ehli Kitap’tan Aldığı İddiası ………………... 67
c. Rahip
Bahira’dan Aldığı İddiası………………………………….... 70
d.
Medine’de Yaşayan Ehli Kitap’tan Aldığı İddiası ………………... 74
e.
Kitab-ı Mukaddes’ten Aldığı İddiası ……………………………… 78
2. Halk
Fikirlerinden Aldığı İddiası ………………………………………... 84
3. Bazı
Haniflerden Aldığı İddiası ……………………………………...….. 87
a.
Varaka b. Nevfel…………………………………………………… 92
b. Zeyd
b. Amr ……………………………………………….............. 95vi
4.
Birtakım Şairlerden Aldığı İddiası ………………………………………. 97
a.
İmruü’l-Kays ………………………………………………………. 97
b.
Ümeyye b. Ebi’s-Salt ……………………………………………… 99
5. Hz.
Ömer’den Aldığı İddiası ……………………………………………. 102
6.
Sabiîlerden Aldığı İddiası ……………………………………………….. 106
B.
Dahilî Kaynaklar………………………………………………………………. 109
1. Kâhin
Olduğu İddiası ………………………………………………….....110
2. Şair
olduğu İddiası ………………………………………………………. 114
3. Bazı
Hastalıklara Sahip Olduğu İddiası………………………….…….... 117
a. Ruh
Hastası Olduğu İddiası……………………………………….. 117
b. Sara
Hastası Olduğu İddiası …………………………………….… 119
c.
Halüsinasyon Gördüğü ve Histeriya Olduğu İddiası ……………... 124
4. Diğer
Bazı İddialar…………………………………………….……….... 127
a.
Liderlik Arzusunun Vahiy Uydurmaya Sevk Ettiği İddiası ………. 127
b.
Reform Amacıyla Sözlerini Allah’a İsnat Ettiği İddiası …… …….. 130
c.
Bilinçaltındaki Arzularının Dışa Yansıdığı İddiası …………….…. 132
d.
Kolektif Bilinçaltının Eseri Olduğu İddiası ……………………..... 135
e.
Gördüklerinin Şiddetli Üzüntü ve Korku Sonucu Olduğu
İddiası
………………………………………………………………... 140
f. Eksik
Bir Mistik Makamın Ürünü Olduğu İddiası ………..………. 142
SONUÇ
...………………………………………………………………………....145
KAYNAKÇA
…………………………………………………………………….149vii
KISALTMALAR
a.g.e. :
Adı geçen eser
a.g.m. :
Adı geçen makale
a.s :
Aleyhisselam
AÜİF :
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
AÜİFD :
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
bkz. :
Bakınız
c. :
Cilt
çvr. :
Çeviren
DİA :
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
DİB :
Diyanet İşleri Başkanlığı
DEÜİFD :
Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
İLAM :
İlmî Araştırmalar Merkezi
İÜİFD :
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
MEB :
Milli Eğitim Bakanlığı
s. :
Sayfa
s.a :
Sallallahu aleyhi ve sellem
SAÜİFD :
Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
SÜİFD :
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
sy. :
Sayı
thk. :
Tahkik eden
trc. :
Tercüme eden
ts. :
Tarihsiz
UÜİFD :
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
v. :
Vefatı
vb. : Ve
benzeri
yay. :
Yayınlarıviii
ÖNSÖZ
Alemlerin
Rabbi olan ikram ve izzet sahibi Allah’a hamd ve senalar,
Peygamberi
Hz. Muhammed’e salât ve selam olsun.
Allah
Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur:
“… Onlar
eğer güçleri yeterse, dininizden döndürünceye kadar size karşı
savaşa
devam ederler. Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların
yaptıkları
işler dünyada da ahirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada
devamlı
kalırlar.” (Bakara 2/217)
Yukarıda
geçen ayetin de ifade ettiği gibi Hz. Peygamber (s.a)’in
nübüvvetinden
itibaren her dönemde İslam’ın düşmanları olmuştur. Özellikle Yahudi
ve
Hristiyanlar’ın İslam’a karşı mücadeleleri geçmişte olduğu gibi günümüzde de
devam
etmektedir. Oryantalizm de bu mücadelenin önemli bir parçasını
oluşturmaktadır.
Yahudi ve Hristiyan asıllı oryantalistler Müslüman halkın
çoğunlukta
bulunduğu Afrika, Orta ve Uzak Doğu ülkelerinin güç kaynağı olan
manevî
değerlerine yönelerek, bunları tarafsız bir görünüm altında çeşitli yönlerden
incelemişlerdir.
Ancak ele aldıkları bütün konuları bir yandan istedikleri gibi
yorumlamışlar,
diğer yandan son derece ustalıkla sokuşturdukları fikirlerle saptırarak
işlemişlerdir.
İslamiyet’i temelinden sarsmak, Müslümanların zihinlerine Kur’anları
ve
Peygamberleri ile ilgili şüphe ve tereddütler sokmak için İslam’a yönelik
birçok
isnat ve
iftirada bulunmuşlardır.
Oryantalistlerin
İslam dünyasının Kitabı ve sünneti hakkında ortaya koymuş
oldukları
bu çeşitli iddialar, istesek de istemesek de günümüz İslam düşüncesi
üzerinde
olumlu veya olumsuz etkiler bırakmıştır. Bu nedenle, oryantalistlerin
yöntemlerinin
bilincinde olarak bu iddiaları doğrudan doğruya ele alıp, çözüme
ulaşmaktan
başka çaremiz yoktur.
Batılıların
Kur’an-ı Kerim ile ilgili yapmış oldukları çalışmalar, daha çok
Kur’an’ın
kaynağı, vahiy, Kur’an-ı Kerim’in tespiti, toplanması, kıraat, kıssalar,
tekrarlar,
Mekkî ve Medenî sureler, nesh gibi konularda yoğunlaşmıştır. Buix
meyanda,
biz de pek çok asılsız iddiaya sahip olan oryantalistlerin Kur’an vahyine
dair
ileri sürdükleri görüşleri ele alan bu çalışmayı yaptık. Bununla, elbette ki
konunun
tüm yönlerini ele aldığımıza dair bir iddiamız yoktur. Ancak Türkiye
genelinde
bu alanda yapılan araştırmaların sınırlı oluşu bizi bu konu üzerinde çalışma
yapmaya
yönlendirmiştir.
Bu
çalışmayı hazırlarken, bizden yardımlarını esirgemeyen, kıymetli
görüşlerini
bizimle paylaşan bütün hocalarımıza, özellikle de danışman hocam Sayın
Yrd.
Doç. Dr. Hakan UĞUR’a; ayrıca yüksek lisans eğitimi sürecinde bize burs
imkanı
sağlayan ve bizi destekleyen TÜBİTAK Bilim İnsanı Destekleme Daire
Başkanlığı’na
teşekkürü bir borç biliriz.
Gayret
bizden, tevfik Allah’tandır. Rabbim sa’yimizi faydalı kılsın.
HATİCE
ER
KONYA-20161
GİRİŞ
A.
Araştırmanın Amacı ve Önemi
Kur’an’a
ve Hz. Peygamber’e yöneltilen isnat ve iftiraların temeli, Kur’an’ı
Kerim’in
ilk indiği döneme dayanır. O dönemden itibaren Kur’an-ı Kerim günümüze
kadar
pek çok iftiraya uğramıştır. Özellikle 19. ve 20. yüzyılda hız kazanan
oryantalist
çalışmalar sonucu bu iftiralar, daha sistematik ve daha büyük siyasi,
sosyal
ve ekonomik amaçları da taşır hale gelmiştir. Bu amaçla İslamiyet üzerinde
yapılan
çalışmalarda oryantalistler, Hz. Peygamber (s.a)’e nazil olan vahiy hakkında
değişik
görüşler ileri sürmüşler; fakat hemen hemen hepsi inkarında ısrar etmişlerdir.
Vahyin
nüzulü esnasında Rasûlullah (s.a)’ta görülen halleri izah için tutarsız yorum
ve
tevillerde bulunmuşlardır. Adeta Allah kelamı olan Kur’an’ın ilahî kaynaklı
olmadığını
gösterebilmek için seferber olmuşlardır ve halen de bu yolda
çalışmaktadırlar.
Bu amaçla güç yetirebildikleri kadar, kaynağının sayılı dahili ve
harici
amiller olduğunu gösterme çabasında bulunmuşlardır.
Oryantalistlerin
ortaya koyduğu bu çalışmalar içerisinde vahiy konusu büyük
bir önem
arz etmektedir. Onların vahiy hakkındaki iddialarını temelde birkaç noktada
ifade
etmek mümkündür. Kur’an’ın vahyini tanımlarken kendi dini inançlarının
etkisinin
olduğu görülmektedir. Bu konuda temel kavramların kökenini kendi
dinlerinde
ve Arapça dışındaki başka dillerde aramışlardır. Kur’an için kaynak olarak
özellikle
Hz. Muhammed’in çevresinde yaşayan Yahudi ve Hristiyanlara ya da
Haniflere
ve Sabiîlere işaret etmişlerdir. Bir kısmı onun halk fikirlerinden aldığını
söylemiştir.
Veyahut Hz. Peygamber’e çeşitli hastalıklar ya da arızlar isnat etmişler
ve
bunların O’nun peygamber olduğuna inanmasına yol açtığını söylemişlerdir. Bunu
yaparken
de herhangi bir delil göstermeden, muhtemel ifadeler kullanarak iddialarını
ileri
sürmüşlerdir. Hatta kendi eserleri içerisinde bile tezatlara
rastlanabilmektedir.
İslamiyet
ile ilgili yapılan oryantalist çalışmalar ve yorumlarla ilgili, Batı’nın
Hz.
Peygamber’e karşı olumsuz tavırları hemen dikkat çekmektedir. Bu durum hem
klasik
oryantalistler için, hem de metot ve üslup bakımından onlardan ayrılan son
dönem
oryantalistler için geçerlidir. Bu çalışmaların altında yatan temel amaç ise2
İslamiyet
hakkında zihinlere şüphe sokmaktır. Yapmış olduğumuz araştırmaların
sonucu
olarak Kur’an ve Hz. Peygamber hakkında pek çok iddia sahibi olan
oryantalistlerin,
Kur’an vahyi ve Kur’an’ın kaynağı hakkındaki iddialarını bir araya
getiren
müstakil bir çalışmanın eksikliği görülmüştür.
Çalışmamızın
iki önemli amacı vardır. İlki oryantalistlerin Kur’an vahyi
hakkındaki
açıklamaları, ilk vahiy ve Hz. Peygamber’in vahiy tecrübesi ile ilgili
ortaya
attıkları iddiaları ele almaktır. Diğeri ise onların Kur’an için ileri
sürdükleri
dahilî
ve haricî kaynakları bir araya getirip değerlendirerek, bunların asılsız
iddialar
olduklarını
ortaya koymaktır.
Ayrıca
bu çalışma, oryantalistlerin iddialarından yola çıkarak, genel anlamda
oryantalizminin
karakterini ve fikrî yapısını da anlamaya bir vesile olacaktır.
Böylelikle
bu tür çalışmaların varlığının, İslam dünyasının bu oryantalistlerin
düşünce
ve hedeflerini anlayarak, kendini daha iyi ifade etmesini sağlayacağı
kanaatini
taşımaktayız.
B.
Araştırmanın Yöntemi
Konumuzun
işlenmesinde, takip edilen yöntem kaynak taraması/bilgi
taraması
olmuştur. Çalışmamızla ilgili temel bilgiler verildikten sonra oryantalizmin
tanımı
ve tarihçesi hakkında kısaca bilgi verilmiştir. Konuyla ilgili Türkiye’de
yapılmış
çalışmalara ve ansiklopedik bilgilere müracaat edilmiştir. İmkan dahilinde
ulaşılan
İngilizce, Arapça ve Osmanlıca kaynaklar incelenerek, gerekli kısımlar
tercüme
edilmiştir. Ayrıca konuyla ilgili olan Siyer ve İslam Tarihi alanı ile ilgili
gerekli
çalışmalardan da istifade edilmiştir. Bütün bunlar yapılırken konu ile ilgili
temel
kaynaklara müracaat edilmiş, bilgiler tasnif edilerek değerlendirilmiştir.
Çalışmamız
reddiye değil, değerlendirme niteliğindedir. Ancak iddiaları ele
alırken
gerek Müslüman alimlerin görüşlerine, gerekse şahsî görüşlerimize
dayanarak
ortaya koyduğumuz birtakım itirazlara da yer verilmiştir.
Çalışmamız
giriş ve iki bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde konumuzun
amacı ve
önemi ile ilgili bilgilerle birlikte çalışmanın metodu, sınırı ve kaynakları
ile3
oryantalizmin
tanımı ve tarihçesi hakkında bilgi verilmiştir. Birinci bölümde,
“Oryantalistlere
Göre Kur’an Vahyi” başlığı altında; öncelikle oryantalistlerin
Kur’an
vahyi ile ilgili izahlarına yer verilmiştir. Daha sonra ilk vahiy, Hz.
Peygamber’in
vahiy tecrübesi ve O’nun samimiyeti meselesi ile ilgili iddialar ele
alınmıştır.
İkinci bölümde ise, oryantalistlerin Kur’an’ın kaynağına yönelik iddiaları,
haricî
ve dahilî kaynaklar olmak üzere iki başlık altında ele alınmıştır. Sonuç
bölümünde
ise gerekli değerlendirmeler yapılarak çalışmaya son verilmiştir.
Oryantalistlerin
eserlerinin incelenmesi sonucu ulaşılan veriler, mümkün
olduğu
kadar formuna sadık kalarak sunulmaya çalışılmış; gerektiğinde kendi
ifadelerinden
birebir alıntılar yapılmıştır. Ayrıca oryantalistlerin görüşlerine yer
verilirken,
vefat tarihleri esas alınarak sıralanmasına dikkat edilmiştir. Bunun yanı
sıra
İslam’ın vahiy anlayışı hakkında da gerekli yerlerde açıklamalar ve
karşılaştırmalar
yapılmıştır. Ayrıca bu görüşlerin ardından Müslüman alimlerin
görüşleri
ve araştırmacı olarak kendi yorumlarımız da yer almaktadır.
C.
Araştırmanın Sınırlılıkları
Çalışmaya
dair iki sınırlılıktan bahsedilebilir. Bunlardan ilki, oryantalistlerin
İslam
üzerine yaptıkları araştırmaların konu ve içerik açısından çok geniş bir alana
yayılmasıdır.
Nitekim oryantalizmin tarihi çok eskilere dayandığı için bu alana dair
geçmişten
günümüze kadar gelen pek çok birikim bulunmaktadır. Bu nedenle bu
birikim
içerisinden konuyla ilgili ulaşma imkanına sahip olunan kaynaklardan
yararlanılmaya
gayret edilmiştir. Ayrıca bu durum bütün oryantalistlerin görüşlerini
ortaya
koymayı mümkün kılmamaktadır. Dolayısıyla Kur’an vahyi ve Kur’an’ın
kaynağı
ile ilgili çalışmaları ile ön plana çıkmış olan, özellikle 19. ve 20.
yüzyıllarda
yaşamış
oryantalistlerin iddiaları ele alınmaya çalışılmıştır.
Araştırmanın
bir diğer önemli sınırlılığı ise dil yetersizliğidir. Batı
dünyasında
bu alanda pek çok dilde eser bulunmakla birlikte, söz konusu
yetersizlikten
dolayı yalnızca İngilizce, Arapça, Osmanlıca ve Türkçe eserler4
üzerinde
araştırmalar yapılmıştır. Bu konuyu kapsayan özellikle Fransızca ve
Almanca
pek çok önemli eser olmasına rağmen bunları inceleme imkanı olmamıştır.
D.
Araştırmanın Kaynakları
Çalışmada
kaynak olarak faydalanılan eser sayısı seksendir. Bunlar
içerisinde,
yukarıda da ifade edildiği gibi Türkçe kaynakların yanı sıra İngilizce,
Osmanlıca
ve Arapça eserler de bulunmaktadır. Nicelik olarak belirtmek gerekirse
altı
İngilizce, dokuz Arapça ve üç Osmanlıca kaynak kullanılmıştır. Bunların dışında
kullanılan
diğer eserlerin dili ise Türkçe’dir.
Bunun
yanı sıra vahiy ve oryantalizm başlıkları altında Türkiye’de telif
edilmiş
kitap, makale, dergi ve tez gibi dokümanlardan faydalanılmıştır. Ayrıca
oryantalistlerin
Türkçe’ye tercüme edilmiş eserleri taranmıştır. Diyanet İslam
Ansiklopedisi
ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırladığı İslam Ansiklopedisi’nden
konuyla
ilgili olan maddeler incelenmiştir.
E.
Oryantalizmin Tanımı
Oryantalizm
ve din arasında, oryantalizmin başlangıcından günümüze kadar
devam
eden bir ilişki söz konusudur. Bu sebeple, tezimiz konu ve içerik itibariyle
İslam
tarihi ve Kur’an ilimleri ile oryantalizmin manası, gelişim süreci ve günümüze
kadarki
durumu ile alakalıdır. Bu da bizi öncelikli olarak oryantalizm konusu
üzerinde
durmaya sevk etmektedir.
Türkçede
oryantalizm şeklinde yazılan orientalisme kelimesi, Latince
“orient”
kelimesinden türetilmiştir. Orient kelimesi, bilinen dört yönden Güneş’in
doğuş
yönüne ad olarak verilmiş olup, genelde doğu anlamında kullanılmaktadır. İlk
harfi
büyük yazılınca terim haline gelir ve “doğu ülkeleri” anlamında kullanılır.1
Bazıları
bu kelime için Türkçe karşılık olarak “Doğubilim” ifadesini kullanmaktadır.
1
Selahattin Sönmezsoy, Kur’an ve Oryantalistler, Fecr Yay., Ankara, 1998, s.
25.5
Arapça’da
ise “iştişrâk”, bu işle meşgul olana da “müsteşrik” denir. Türkiye’de
“şarkiyatçılık”
tabiri de kullanılmaktadır.2
Oryantalizm
doğululuk, doğu beğenisi, doğu bilimleri, şarkiyat anlamlarına
gelip,
doğu tarih, dil ve edebiyatıyla uğraşan ilim kollarına toplu olarak verilen
isimdir.3
Fakat bizi, bu geniş anlamdan ziyade Müslüman doğunun edebiyatıyla,
tarihiyle,
inançlarıyla, hukuk yapısıyla ve genel olarak medeniyetiyle ilgilenen Batı
araştırmaları
anlamındaki oryantalizm ilgilendirmektedir. İslam dünyasında
oryantalizm
veya oryantalist dendiği zaman ilk akla gelen ve oryantalistlerin kendi
çalışmalarında
yaygın olarak anlaşılan mana da budur.4
Oryantalizm,
bir düşünce biçimi ve uzmanlık alanıdır. Bu sebeple ilk olarak
Avrupa
ve Asya arasında değişken tarihsel ve kültürel ilişkiyi, ikinci olarak 19.
yüzyılın
ilk yarısından itibaren çeşitli Doğu kültürlerinin ve geleneklerinin
incelenmesinde
uzmanlaşmayı ifade eden Batı’daki bilimsel disiplini, üçüncü olarak
da
dünyanın Doğu olarak isimlendirilen bölgesi hakkındaki ideolojik varsayımları,
imgeleri
ve hayalî resimleri içerir.5 Oryantalizmin kökleri yaklaşık olarak geçen bin
yılın
derinliklerine kadar uzanmasına rağmen, kavram olarak Avrupa’da ancak 18.
yüzyılın
sonlarında ortaya çıkmıştır. İlk defa 1779’da İngiltere’de, daha sonra
1779’da
Fransa’da kullanılmaya başlanmıştır. “Oriantelism” kelimesi Fransız Dil
Akademisi’nin
sözlüğüne ise 1838’de kaydedilmiştir.6
“Oryantalizm:
Sömürgeciliğin Keşif Kolu” isimli meşhur kitabın müellifi
Kudüs
asıllı Hristiyan yazar Edward Said (v. 2003), oryantalizme farklı bir bakış
açısı
getirmiştir. Said, Batı’da yapılan şarkiyat çalışmalarının eserinin adından da
anlaşılabileceği
gibi masum bir bilgiden ziyade Batı’nın Doğu üzerindeki hegemonya
arzularına
hizmet ettiği düşüncesindedir. Bu amacın gerçekleştirilmesi için tarih
2 Suat
Yıldırım, Oryantalistlerin Yanılgıları Oryantalistlerin İslam Araştırmaları
Üzerine Düşünceler,
Da Yay.,
İstanbul, 2003, s. 19.
3
Sönmezsoy, a.g.e., s. 25.
4 M.
Hamdi Zakzuk, Oryantalizm veya Medeniyet Hesaplaşmasının Arka Planı, trc.
Abdülaziz Hatip,
Nil
Yay., İzmir, 1993, s. 8.
5 Yücel
Bulut, “Oryantalizm”, DİA, İstanbul, 2007, XXXIII/428.
6
Zakzuk, a.g.e., s. 10.6
boyunca
olumsuz bir Doğu imajı ortaya konmuş, ilahiyattan filolojiye, resimden
güzel
sanatlara kadar bu imaj tutarlı ve birbirini tamamlayacak şekilde işlenmiştir.7
Said’e
göre Fransızlar, İngilizler hatta bir ölçüde Ruslar, Portekizliler,
İtalyanlar
ve İsveçliler uzun süre “Doğubilim” ile ilgilenmişlerdir. Bütün bu ülkeler
Doğu’yu,
Batı Avrupa’nın gördüğü şekilde düşünmüş ve onunla öylesine
anlaşmışlardır.
“Oryantalizm” ise bu anlaşmanın adıdır. Doğu, Avrupa’nın maddi
kültürünün
ve uygarlığının ayrılmaz bir parçasıdır. “Doğubilim” ise bu uygarlığın
kültürel
ve ideolojik açıdan değişik bir anlatım şekli, kelime hazinesi, bir eğitim ve
öğretim,
kurumlar beraberliği, hayaller ve düşünceler toplamı, doktrinler ve hatta
sömürgeler
yönetimi için gerekli bürokrat kadrolar ve yerli yönetim elemanlarıdır.8
Oryantalizm,
Doğu’yu konu edinen kurumların tamamı, yapılan açıklamalar,
gösterilen
tavırlar, bir tür öğreti, yönetim biçimi veya hükümet şeklidir. Kısaca
söylemek
gerekirse, bu tür oryantalizm, Batı’nın üstünlük sürdürme taktiği, Doğu
üzerinde
otorite kurma çabası,9 Doğu üzerinde gerçekleştirilecek sömürge
faaliyetidir.
Said bu durumun, oryantalizmin uzayıp giden bilimsel konuşmalardan
çok,
daha ileri ölçüde Avrupa ve Atlantik güçlerinin Doğu üzerindeki kuvvet
denemeleri
olduğu düşüncesindedir.10
Oryantalist
(orientaliste) kelimesine gelince, doğu dilleri ve doğu bilimleri
uzmanı,
müsteşrik anlamına gelmektedir. Oryantalizmin genel anlamı
düşünüldüğünde
Doğu topluluklarının tarihini, dinini, dilini, edebiyatını, folklorunu
ve diğer
bazı hususlarını araştırıp, tespite çalışan Batılı ilim adamı demektir.11 Bir
bütün
olarak Yakın, Orta ve Uzak Doğu’yu dili, edebiyatı, uygarlığı ve dinleriyle
incelemeye
çalışan Batılı bilim adamları için kullanılan bir isimdir.12
Oryantalistler
daha çok, aralarında Müslüman halkın çoğunluğu oluşturduğu
bazı
Asya ve Afrika ülkelerinin din, inanç, kültür ve folklor gibi bir millete vücut
7 Ali
Şükrü Çoruk, “Oryantalizm Üzerine Notlar”, Sosyal Bilimler Dergisi, c. XI, sy.
2, s. 193.
8 W. Edward
Said, Oryantalizm: Sömürgeciliğin Keşif Kolu, çvr. Nezih Uzel, İrfan Yay.,
İstanbul,
1998, s.
12.
9 Said,
a.g.e., s. 14.
10 Said,
a.g.e., s. 18.
11
Sönmezsoy, a.g.e., s. 26.
12
Zakzuk, a.g.e., s .8.7
veren,
onu diğer milletlerden ayıran, daha da mühimi halkın yaşayışına, manevî
hayatına
ve düşüncelerine tesir eden faktörler üzerinde çalışırlar. Doğu hakkında ders
veren,
yazı yazan, araştırma yapan kimselerdir. Ayrıca genel veya özel anlamda,
etnolog,
sosyolog, tarihçi ve filologları da kendi bilimsel disiplinleri ile birlikte
oryantalist
sınıfına katmak mümkündür.13 Ancak Batı’da oryantalist kelimesi artık
kullanım
dışı kalmakta ve buna alternatif olarak İslami araştırmalar yapan kişileri
ifade
etmek için İslamog (Islamologist) kelimesinin kullanımı da kabul edilir
görülmektedir.14
Doğu
çalışmaları öncelikle Arapça’yı ve İslamiyet’i araştırmakla başlamıştır.
Zamanla,
bu çalışmaları hızlandıran dinî ve siyasî sebeplerle oryantalistlerin bugüne
kadar en
fazla dikkatini çeken konular, İslamiyet ve Arap edebiyatı olmuştur. Batı
sömürgeciliğinin
Doğu’da gelişmesinden sonra ise oryantalizm, bütün Doğu dillerini,
örf ve
adetlerini, medeniyetlerini, Doğu ülkelerinin coğrafyasını, buralarda
yaşayanların
gelenek ve göreneklerini, konuştukları dillerin en meşhur lehçelerini
araştırma
şekline girmiştir.15 Dolayısıyla tarihî süreçle birlikte parçadan bütüne
doğru
gelişen bir araştırma sahası oluşmuştur.
Oryantalistlerin
çalışmaları İslam tarihini araştırmak, İslam tarihine ait
gerçekleri
saptırmakla kalmayıp, Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi İslam ilimlerine kadar
uzanır.
Şu var ki, bütün bu ilimlere ait metinleri yeri geldiğinde tahrif etmişler,
tahrif
imkanı
bulamadıkları zaman yanlış anlaşılmalarını sağlamışlardır. İşin en üzücü
tarafı,
bugün için Tefsir, Hadis, Fıkıh, İslam Edebiyatı, İslam Medeniyeti, İslam
Kültürü
ve benzeri gerek İslamiyet’le gerekse Müslümanlarla ilgili konuları ele alan
kitapları
çeşitli milletlerarası üniversite ve yüksekokullarda ihtisas eğitimi yapan
öğrencilerin
elinde ana kaynaklar olarak görülür.16
İslamiyet
üzerine çalışma yapan oryantalistlerin hemen hemen hepsi
eserlerinde
iki ana tema işlemişlerdir. Bunlardan biri Hz. Peygamber’in nübüvvetinin
13 Said,
a.g.e., s. 13.
14
William Montgomery Watt, “Oryantalistlerin İslam Araştırmaları”, çvr. Talip
Küçükcan, DEÜİFD,
VII/413.
15
Mustafa es-Sibaî, el-İstişrak ve’l-Müsteşrikûn, Mâ Lehüm ve Mâ Aleyhim,
el-Mektebetu’l-
İslamiyye,
Beyrut, 1979, s. 7.
16
es-Sibaî,
a.g.e., ss. 19-20.8
sıhhati;
diğeri ise, Kur’an’ın kaynağı ve onun bir vahiy ürünü olup olmadığı
konusudur.17
Özellikle Kur’an’ın ilahî vahiy mahsulü olmadığı şeklinde sahip
oldukları
ön kabuller, İslam dinine bakış açılarını belirlemekte ve çalışmalarının
temelini
bu husus oluşturmaktadır. Hz. Peygamber ile ilgili yapılan oryantalist
çalışmaların
büyük çoğunluğunda, bahsettiğimiz ön kabullerle doğrudan bağlantılı
olarak
Hz. Peygamber’e karşı olumsuz bir tutumun olduğu açıkça görülmektedir.
F.
Oryantalizmin Doğuşu ve Tarihî Gelişimi
Tarihî
gelişim süreci açısından incelendiği zaman oryantalizmin geçmişini
çok
eskilere götürmek mümkündür. Oryantalistlerin çalışmalarındaki tekamülü
görebilmek
açısından oryantalizm kavramından sonra oryantalizmin başlangıcından
günümüze
kadarki tarihî seyri ele alınacaktır.
1.
Oryantalizmin Doğuşu
Doğu
araştırmalarıyla ilgilenen ilk Batılı ilim adamının kim olduğu ve bu işin
ne zaman
başladığı bilinmemektedir. Fakat Batı kiliselerine bağlı ruhbanlardan bir
kısmının,
şan ve şeref dolu günlerinde Endülüs’e gelerek, buradaki medreselerde
eğitim
gördükleri, Kur’an-ı Kerim’i ve bazı Arapça kitapları kendi dillerine
çevirdikleri,
başta Felsefe, Tıp ve Matematik olmak üzere çeşitli ilimlerde Müslüman
alimlere
talebelik ettikleri bilinmektedir.18
Nitekim
Necib el-Akikî’nin oryantalistler hakkında yazdığı, oryantalistlerin
tabakâtı
sayılabilecek “el-Müsteşrikûn” isimli üç ciltlik kitabında belirttiğine göre,
Fransız
Rahip Jerbert de Oraliac (v. 1003) Endülüs’e gitmiş, Ribol, İşbiliye ve
Kurtuba
medreselerindeki hocalardan ders almış, sonunda kendi döneminin
17
İsmail Cerrahoğlu, “Oryantalizm ve Batı’da Kur’an ve Kur’an İlimleri Üzerine
Araştırmalar”,
AÜİFD,
XXXI/115.
18
es-Sibaî,
a.g.e, s. 34.9
Avrupası’nda
Arapça, matematik ve astronomiyi en iyi bilen insan olmuştur.19 M.
999
yılında Endülüs medreselerinden birinden mezun olup memleketine döndükten
sonra,
Roma Kilisesi’ne papa seçilen Fransız Rahip Jerbert, Muhterem Peder Pierrele
Aénéré
(v. 1156), Gerard de Crémone (v. 1187) gibi bazı rahipler, vatanlarına
döndükten
sonra Arap kültür eserlerini ve meşhur İslam alimlerinin kitaplarını arka
arkaya
neşretmeye başladılar. Daha sonra Arapça üzerinde araştırmalar yapmak için
Padua
Medresesi gibi enstitüler kurdular. Çok geçmeden, manastırlarda ve Arapça
öğreten
medreselerde, o zamanlar Avrupa’nın her tarafında ilim dili kabul edilen
Latince’ye
çevrilmiş Müslüman alimlerin kitapları okutulmaya başlandı. Yaklaşık
altı
asır boyunca Batı üniversiteleri, Müslümanların kitaplarından faydalandıkları
gibi,
eğitim-öğretimlerinde de bu eserleri esas aldılar.20 Dolayısıyla bu dönemde
gerçekleştirilen
söz konusu ilmî faaliyetlerden hareketle, oryantalizmin başlangıcını
10. asra
kadar dayandıranlar mevcuttur.
Bir grup
araştırmacı ise oryantalizmin doğuşunu, Batı’nın özellikle
Endülüs’teki
Müslüman alimlerden aldığı eğitime dayandırmaktan ziyade, burada
yaşayan
Müslümanlarla bölgedeki Hristiyanlar arasında çıkan kanlı savaşlara
götürmektedir.21
Diğer taraftan özellikle Haçlı Savaşları da Avrupalıları, İslam’ın
kural ve
geleneklerini öğrenmeye itmiştir. Bu nedenle oryantalizm tarihinin ilk
aşaması,
Orta Çağ Hristiyan Batı dünyasıyla Müslüman Doğu dünyası arasındaki
dinî ve
ideolojik çarpışmanın tarihi olarak kabul edilebilir.22
Alman
şarkiyatçı Rudi Paret (v. 1983) ise Avrupa’da İslam ve Arap
araştırmalarının,
Kur’an’ın ilk defa Latince’ye çevrildiği ve ilk defa Latince-Arapça
sözlüğün
çıkarıldığı 12. yüzyılın, oryantalizmin başlangıcı olduğunu ifade eder.
Paret’in
bu görüşünü daha önce Gustav Dogat, geçtiğimiz asrın 60’lı yıllarında “12.
asırdan
19. asra kadar Avrupa’da müsteşriklerin tarihi” anlamına gelen
“Tarihu’lMüsteşrikîn fi Avrupa mine’l-Karni’s-Sanî Aşera Hatte’l-Karnı’t-Tasia
Aşera” adlı
eserinde
dile getirmiştir.23 Bazıları ise, Katalanlı Rahip Raymond Lulle’ü Batı
19 Necib
el-Akîkî, el-Müsteşrikûn, Daru’l-Mearif, Mısır, 1964, I/120.
20
es-Sibaî,
a.g.e., ss. 34-35.
21
Sönmezsoy, a.g.e., s. 29.
22
Zakzuk, a.g.e., s. 11.
23
Zakzuk, a.g.e., s. 9-10.10
oryantalizminin
kurucusu olarak nitelendirirler. Çünkü 1231-1315 arasında yaşamış
olan bu
şahıs, Hristiyan din bilgini olmanın yanı sıra felsefe, edebiyat ve tabii
ilimlerle
de ilgilenen biriydi. O, Müslümanlara karşı yapılan mücadelede, “onlara
Hristiyanlığın
gerçekliğini göstermek için barış içinde görüşme ve aklî deliller
getirme”
taraftarı idi. Geleceğin Hristiyan misyonerlerini yetiştirmek için Mayorka
Adası’nda
Arapça öğreten bir okul kurdu ve bu okul 1276-1294 yılları arasında
öğretime
devam etti.24
Bazı
araştırmacılar ise Hristiyan Batı’da, oryantalizmin resmen ortaya
çıkışını,
1312’de toplanan Viyana Konsülü’nün çeşitli Batı üniversitelerinde birkaç
Arap
Dili kürsüsünün kurulmasına dair karar çıkarmasıyla başlatıldığına işaret
etmektedirler.25
Fakat burada “Kilise Oryantalizmi”ne işaret edilmesi, bu tarihten
önce
gayri resmi bir oryantalizmin bulunduğunu göstermektedir.26
Pierro
Martino (v. 1953) ise, 1906’da yazdığı oryantalizmin yükselişi ile ilgili
kitabında
oryantalizmin doğuşu olarak 1453’e işaret etmiştir. Çünkü Martino’ya
göre,
İstanbul’un fethi ile birlikte burada yaşayan Grek kökenlilerin Avrupa’ya
gidişi
oryantalizm
çalışmalarını hızlandırmıştır.27
Hilmi
Yavuz’a göre ise oryantalizmin başlangıç tarihi, Avrupa’nın kendi
kimliğini
inşa etmesinin tarihi ile örtüşür. Ona göre David Morley ve Kevin
Robins’in
“Kimlik Mekanları”nda bu tarihle ilişkili olarak 1492 yılını yani
Amerika’nın
keşfedildiği yılı öne çıkarmalarında başka bir anlam vardır.
Hobsbaum’un
(v. 2012), Stuart Hall’un (v. 2014) ve Todorov’un belirttikleri gibi
1492
yılı, sadece Amerika’nın keşfedildiği yıl değildir: 1492, aynı zamanda İspanyol
Yahudiler’in
İspanya’dan kovulmalarının da tarihidir.28 Maxime Rodinson’a (v.
2004)
göre ise insanlar başlangıçta sadece ideolojik amaçlarla dilleri araştırmaya ve
materyal
toplamaya başlamışken; Orta Çağ İspanya’sında Arapça araştırmalar,
misyonerlik
faaliyetinin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yapılmıştır. Bu
24
Yıldırım, a.g.e., s. 21.
25 Said,
a.g.e., s. 79; Zakzuk, a.g.e, s. 8.
26
Zakzuk, a.g.e, s. 8.
27 Ahmet
Davutoğlu, “Batıdaki İslam Çalışmaları Üzerine”, Marife, sy. 3, s. 41.
28 Hilmi
Yavuz, Modernleşme, Oryantalizm ve İslam, Büke Yay., İstanbul, 2000, s. 55.11
araştırmalar,
1492’de Gırnata’nın düşüşü ve sadece İspanyolca konuşan Morisko
azınlığının
hayatta kalmasıyla birlikte ilgi ve önemini kaybetmiştir. Doğu ile Batı
arasında
Orta Çağ’daki mücadelenin arkasından bir arada olma ve yeni bir yaklaşım
sonucunda
düşman olarak görülen İslam dünyası artık bir ortak olarak görülmeye
başlamış,
zamanla objektiflik de gündeme gelmiştir. Bu süreçte de oryantalizm
ortaya
çıkmıştır.29 Burada bahsedilen oryantalizm, kurumsallaşmaya başladığı
süreçteki
oryantalizmdir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki her ne kadar objektif
bakış
açısıyla İslam araştırmalarını sürdürme gündeme gelse ve oryantalistler bunu
çok defa
dile getirse de realitede bunu gerçekleştirememişlerdir.
2. Orta
Çağ’da Oryantalizm
Orta
Çağ’da yaşamış olan Hristiyan din adamları, İslamiyet ve İslam
Peygamberi
(s.a) aleyhinde iftira ve uydurma sözler yaymaya başladılar. Onlara göre,
Hz.
Muhammed bir sihirbazdı, sahtekar, ikiyüzlü ve yalancı bir peygamberdi. O’nun
taraftarları
putperestti ve Hz. Muhammed’e tapıyorlardı. Onlara göre İslam, saldırgan
ve
yıkıcı bir dindi. İslam’ın esas itibariyle Arapların bir sapkınlığı, göz
boyayıcı bir
hurafesi
ve deccalin habercisi olduğu ve Hz. Muhammed’in yalancı peygamber
olduğu
iddiaları ilk defa Aziz John tarafından dile getirilmiş ve bu iddialar Orta Çağ
Avrupa’sının
İslam tasavvurunu belirlemiştir.30
O çağda
sözde, İslamiyet’i tanıtmak için yazılmış, bütünüyle o günün
yazarlarının
hayal ve sapıklıklarının ürünü olan birtakım uydurma hikayeler vardı.
Müslümanları
putperest olarak niteleyen, onların Tervagan, Muhammed ve Apollo
diye üç
ilaha taptıklarını ileri süren meşhur Roland Destanları ve benzeri eserler
bunlara
örnek olarak verilebilir.31 Nitekim tanınmış Batılı yazar Henry de Castro (v.
29
Maxime Rodinson, “Oryantalizmin Doğuşu”, çvr. Ahmet Turan Yüksel, Marife, sy.
3, s. 171.
30 Hakan
Uğur, “Osmanlının Son Döneminde Oryantalistlerin Kur’an Hakkındaki İddialarına
Karşı
Osmanlı
Ulemasının Yaptığı Çalışmalar -İsmail Fennî Ertuğrul Örneği-” Osmanlı Toplumunda
Kur’an
Kültürü ve Tefsir Çalışmaları II, İstanbul, 2013, s. 508.
31
Zakzuk, a.g.e., s. 12.12
1913)
İslam ve Müslümanlar hakkında Avrupa’da yaygın olan, gerçekle ilgisi
olmayan
yalan propagandalardan yakınıyor ve şöyle diyordu:
“Orta
Çağ’da Avrupa’da dinleri hakkında ortaya atılan hurafe ve efsaneler
Müslümanlara
ulaşsaydı acaba ne derlerdi? Çünkü o çağa hakim olan cehalet,
apaçık
düşmanlık ve rezil bağnazlık yoluyla bu uydurma masalları ortaya
çıkarıyordu.
Sonra da şöyle diyordu: “Avrupa’da bugüne kadar İslam ve
Müslümanlar
hakkında yaygın olan kötü niyet, o dönemde yayılan bu hurafelerin
kalan
izinden başka bir şey değildir. O çağda bütün Hristiyan şairler, Müslümanları
putperest
olarak tasvir ediyor ve şöyle diyorlardı: ‘Onların üç dereceli üç tane
ilahları
vardır: Mahon, Oplin ve Tarmakan.’ Avrupalı bu yazarlar şöyle iddia
ediyorlardı:
‘Muhammed kendisinin Tanrı olduğunu ilan ettiği bir din ortaya
çıkardı.’
Bundan daha çirkini ve daha garibi, putperestliği yıkıp kökünü kazıyan,
yapılan
putları kıran ve onları yok eden Muhammed (s.a)’i, insanları altından
yapılan
kendi heykeline tapmaya zorlayan bir adam olarak tanımaları idi.”32
Bu ilk
dönemde oryantalizmin İslamiyet karşısında iki ayrı eğilimi vardır.
Birincisi
efsane ve hurafelerden oluşan kalın bir sis tabakasının ardından İslamiyet’e
bakan,
taraflı ve subjektif bir mücadele yolu izleyen dini eğilimdir. İkincisi ise
birincisine
oranla objektif ve bilimselliğe bir derece daha yakın olan ve İslam dinini
tabiat,
tıp ve felsefe ilimlerinin beşiği olarak gören eğilimdir. Ancak, hurafelerden
ibaret
olan birinci eğilim ta 17. yüzyıl ve sonlarına kadar yaşamaya devam etmiştir.
Ancak bu
eğilim günümüzde bile, bir kısım oryantalistlerin eserlerinde
görülebilmektedir.33
3.
Tercüme Faaliyetleri
1130
tarihinden itibaren Hristiyan bilginler tarafından, Avrupa’da yoğun bir
şekilde,
felsefe ve doğa ilimleriyle ilgili Arapça kitaplar tercüme edilmeye başlandı.
32
Muhammed Zahid el-Kevserî, “Min İberi’t-Tarih (Yarım Asır Öncesinden
Oryantalizme Bakış)”,
çvr.
Seyit Bahçıvan, SÜİFD, XXIII/186.
33
Zakzuk, a.g.e., ss. 15-16.13
İlk
dönemde Toledo keşişlerinin başkanı ve diğer bazı ilim adamları, birtakım
Arapça
ilmî kitapları tercüme ettiler. Çünkü klasik ilmî kültürün büyük kısmının
Müslüman
Arapların elinde bulunduğuna inanıyorlardı.34 Zira o dönem İslam
alimlerinin
ilmî ve bilimsel olarak tasnif edebileceğimiz eserleri göz önünde
bulundurulduğunda,
onların bu tespitinde çok da haksız sayılmadıkları görülür.
12.
yüzyılda da, İslamiyet’i bir bakıma objektif olarak anlamaya yönelik bazı
girişimler
de, kendilerince dinsizlik saydıkları İslam ve ilkelerine karşı açık bir
şekilde
mücadele etme amacına yöneliktir. Bu yüzden Cluny Ruhbanlarının başkanı
Pierre
le Vénérable (v. 1156), İslam dinine dair bilimsel ve objektif bilgiler edinmek
amacıyla
İspanya’da tek grup halinde çalışacak bir Tercüme Kurulu oluşturmuştur.35
Batı
dillerindeki ilk Kur’an tercümesi, tamamen kilisenin denetiminde yapılmıştır ve
bir
papaz olan Robertus Retinensis tarafından tercüme edilmiştir. Bundan sonra
asırlar
boyunca yapılan tercümeler hep bu ilk tercümeyi kaynak olarak almışlardır.
Batılılar,
Kur’an’ı Arapça aslından tercüme etmeyerek, bu ilk Latince tercümeyi
kendi
dillerine çevirmeyi tercih etmişlerdir.36
13.
yüzyılda Batı’da İslam’ın inanç esaslarını çürütmek amacıyla, İslam’ı
daha iyi
tanımak için dil bilmenin gerekli olduğu anlayışından yola çıkılarak, pek çok
şehirde
dil okulları kurulması karara bağlanmıştır. Fakat bu kararın hayata
geçirilmesi,
biraz zaman almıştır. 13 ve 14. yüzyıllardaki teşebbüsler oryantalizmin
ön
hazırlığı olarak değerlendirilmiştir.37
1586
yılında, Büyük Toscana Dükü Kardinal de Medici’nin (v. 1609)
kurduğu
matbaalar aracılığıyla Avrupa’da Arapça kitapların basımı kolaylaştı. O
zaman,
içinde İbn Sina’nın (v. 1037) tıp ve felsefe ile ilgili kitaplarının da
bulunduğu
çeşitli
Arapça eserler de basıldı.38 Batı’nın değişik üniversitelerinde, bu sahada yeni
bölümler
açılıp, kürsüler kuruldu. 1587 yılında Paris’teki College de France’da,
1634’te
Hollanda’nın Leiden Üniversitesi’nde, 1632’de de Cambridge’te muntazam
34
Zakzuk, a.g.e., s. 13.
35
Zakzuk, a.g.e., s. 14.
36
Hidayet Aydar, Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi Meselesi, Yeni Zamanlar Yay.,
İstanbul, 2014, s. 147.
37 Uğur,
a.g.m., s. 508.
38
Zakzuk, a.g.e., ss. 19-20.14
bir
şekilde Arapça eğitimi başladı. 1634’te Oxford’da Arapça ve İslamî eğitim-
öğretim
için hocalık kürsüsü kuruldu.39 Günümüzde bu faaliyetleri, üniversitelerde,
kurdukları
enstitü ve çeşitli kurumlarda halen devam etmektedir.
Son
olarak, Batılı mütercimler, yaptıkları Kur’an tercümelerinde, çoğu zaman
kasıtlı
olarak yanlışlıklar yapmış, ayetlerin manalarını tahrif etmişlerdir. Bu
tercümelerin
mukaddimelerinde Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in görüş ve
düşüncelerinden
ibaret olduğunu, O’nun vefatından sonra Kur’an’ın cem ve istinsahı
esnasında
orijinalliğinin kaybolduğunu, bazı kısımlarının sonradan çıkarıldığını iddia
etmişlerdir.
İslam, Kur’an ve Hz. Muhammed (s.a) hakkında tarihî ve ilmî gerçeklere
ters
düşen, yanlış ve maksatlı bilgiler vermişlerdir. Bazıları ise tercümelerinde
Kur’an
surelerinin sıralanışındaki sıralamaya uymamış, nadir rivayetlere dayanarak
kendince
sıralama yapmıştır.40 Bu bakımdan onların yapmış oldukları tercümelerin
çoğu
zaman ilmî kaygı ile hazırlanmadığı görülür.
4. İlmî
Oryantalizm Dönemi
Açıkça
Hristiyanlaştırmaya yönelik, karakteri itibariyle de İslam’a düşman
olan
hedeflerine rağmen, 17. yüzyıl sonlarından 18. yüzyıla kadar devam eden bir
eğilim
ortaya çıkmıştır. Bu eğilim sahipleri, İslam’a biraz da sempati içeren objektif
ve
tarafsız bir gözle bakmaktaydılar. Bu durumu, o zamanın Avrupa’sına egemen
olmaya
başlayan ve genel anlamda kiliseye karşı olan rasyonalizm akımının ortaya
çıkması
da teşvik etmiştir.41
18.
yüzyılda saldırgan tutum, nispeten hafifleyip zayıflamaya başlamıştır.
Fakat
bu, dönemin düşünürlerinin İslam hakkında insaf ve hakperestliğinden değil,
hürriyetçi
olanından dinsiz ve materyalist olanına kadar çeşitli inançtaki bu
düşünürlerin,
Hristiyanlığa olan düşmanlığından kaynaklanmaktaydı. Bu düşmanlık,
İslam’ı
daha titiz ve nezih bir şekilde araştırmaya, İslam’ı daha iyi anlamaya sevk
39
Sönmezsoy, a.g.e., s. 30.
40
Aydar, a.g.e, ss. 145-146.
41
Zakzuk, a.g.e., s. 21.15
etmiştir.
Hatta bunlardan, resmî Katolikliği çürütmek için Müslümanlığı savunanlar
bile
olmuştur.42
İslam’ı
tanımak konusunda yapılan ilk ciddi bilimsel girişimler, Hollanda
Utrecht
Üniversitesi’nde Doğu Dilleri Profesörü olan Hadrian Reland (v. 1718)
tarafından
gerçekleştirilmiştir. 1705 yılında iki cilt halinde Latince olarak
“edDiyânetü’l-Muhamediyye” isimli bir kitap yayımlamıştır. Eserin büyük bir
rağbet
görmesi,
yazar hakkında İslam’ın propagandasını yapıyor ithamıyla çeşitli şüphelerin
meydana
gelmesine sebep olmuştur. Oysa onun tek amacı, İslam dinini doğru bir
şekilde
anlamak, böylece eskisinden daha etkili bir metotla Hristiyanlığın İslam’la
mücadele
etmesini sağlamaktır. Fakat Katolik Kilisesi bu kitabı, okunması ve
bulundurulması
yasak olan kitaplar listesine almıştır. Buna rağmen kitap, İngilizce,
Fransızca,
Almanca, Hollandaca ve İspanyolcaya çevrilmiştir.43
Modern
Oryantalizmin başlangıcı, Fransız İnkılabı’ndan sonra, Cumhuriyetçi
hükümetin
29 Nisan 1795’te Paris’te “L'Ecole Superieur des Langues Orientales
Vivantes”in
(Yaşayan Şark Dilleri Okulu) tesisi ile başlamıştır. Sylvestre de Sacy (v.
1838) bu
okula ilk Arapça öğretmeni olarak seçilmiş, 1824’te ise bu okulun direktörü
olmuştur.
Bu mektep, bütün Avrupa’ya ve doğuya diplomatik çevrelerde görev
alacak
tercümanları ve bilim adamlarını yetiştirmiştir. 1830’da Fransızlar Cezayir’e
çıktıklarında,
resmi bildiriyi Arapça’ya tercüme eden Sacy olmuştur. 1822’de kendisi
“Societe
Asiatique (Asya Derneği)”in ilk başkanı olmuş ve doğu ilmi ile genel fayda
arasında
akılcı bir yol bulmuştur. 1312 Viyana Konsili’nden beri Avrupa, ilk defa
Sacy’nin
eserlerinde bir metodoloji prensibi ile bir bilimsel prensibin başbaşa
faaliyet
gösterdiğine şahit olmuştur.44 Sacy, Modern Oryantalizmin babası kabul
edilmiş,
19. yüzyıl Avrupa’sının ileri gelen otoritelerini yetiştirmiştir. Fransız
üniversitesi
ve akademisi, İspanya, Norveç, İsveç, Danimarka, ve özellikle Alman
okulları,
onun aracılığı ile dünyaya gözlerini açan öğrencilerle dolmuştur.45
42
Abdülaziz Hatip, Kur’an ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar, Nesil
Yay, İstanbul,
1997, s.
23.
43
Zakzuk, a.g.e., ss. 22-23.
44
Cerrahoğlu, a.g.m., s. 103.
45
Cerrahoğlu, a.g.m., s. 104.16
Almanca’nın
egemen olduğu ülkelere gelince, buralardaki üniversiteler, o
zamana
kadar hala Hristiyan din adamlarının kontrol ve tasallutu altında kalmaya
devam
etmekteydi. Bu yüzden Almanya ve Avusturya’da laik müsteşriklik ilk defa,
başta
Joseph Won Hammer Purgstall’ın (v. 1856) bulunduğu bir grup gönüllünün
eliyle
ortaya çıkmıştır. Böylece müsteşriklik ilk defa 19. asırda bir ilim olarak
şekillenmeye
başlamıştır.46
19.
yüzyıl, dünya üzerinde egemenliğini kesinleştirmesine paralel olarak,
Avrupa’nın,
bu yeni konumuna uygun bir şekilde yeniden şekillendiği bir yüzyıl
olmuştur.
Yeni kurumların, antropoloji, sosyoloji vb. yeni bilim dallarının ortaya
çıkışı
da bu yüzyılda olmuştur. Oryantalizmin akademik bir disiplin olarak
kurumsallaşması
ve modern Batılı sosyal bilimlerden destek alarak gelişmesi bu
dönemde
gerçekleşmiştir. Önceki yüzyıllarda Avrupa’da yaygın olan İslam ve Doğu
hakkındaki
imaj, yeni geliştirilen söylemler, yöntemler ve bilim ışığında daha
akademik
bir çerçevede üretilmeye başlanmıştır.47 Büyük oryantalizm cemiyetleri de
bu asrın
ilk yarısından itibaren kurulmaya başlamıştır. Bu cemiyetlerden bazıları ise
şunlardır:
1786’da Asiatic Society of Bengal ( Bangladeş Asya Cemiyeti)
1822’de Paris’te Société Asiatique (Asya Cemiyeti)
1823’te Londra’da Royal Asiatic Society ( Asya Kraliyet Cemiyeti)
1845’te Deutshe
Morgenlandische Gessellchaft ( Alman Şark Cemiyeti)48
Kısa
zamanda bu cemiyetler, çeşitli dergi ve yayınlar çıkarmak için faaliyete
geçmişlerdir.
Hammer, Avrupa’da ilk özel oryantalizm dergisini çıkaran kişi
olmuştur.
Bu dergi “Yenâbiu’ş-Şark (Şark Kaynakları)” adıyla 1805’den 1818’e
kadar
Viyana’da yayınlanmıştır. Paris’te 1895’te İslam Dergisi, 1906’da ise, daha
sonra
Mecelletü’d-Dirasâti’l-İslamiyye adını alan Mecelletü’l-Alemi’l-İslamî,
46
Zakzuk, a.g.e., s. 29
47 Yücel
Bulut, “Oryantalizmin Tarihsel Gelişimi Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Marife,
sy. 3, s.
25.
48
Sönmezsoy, a.g.e., ss. 30-31.17
1912’de
Petersburg’ta ömrü kısa süren Mir İslam dergileri yayın hayatına girmiştir.
1911’de
de, Orta Doğu misyonerlerinin başkanı olan S. Zwemer (v. 1952)’in eliyle
el-Alemü’l-İslamî
isimli dergi çıkarılmıştır.49
Yine 19.
asırda, oryantalistlerin ilk milletlerarası kongreleri yapılmaya
başlanmıştır.
Bu kongreler, farklı bölgelerde yaşayan müsteşriklere, aralarındaki
organizasyonu
ve irtibatı kuvvetlendirmek, doğrudan doğruya birbirlerinin
çalışmalarından
haberdar olmak ve faaliyetlerini birleştirmek suretiyle fikir ve enerji
israfına
sebep olan mükerrer çalışmalardan sakınma fırsatını vermiştir. İlk
milletlerarası
kongre ise 1873 yılında Paris’te yapılmıştır. O günden itibaren bu tür
kongreler,
muntazam bir şekilde gerçekleştirilmeye devam etmiştir.50
Bu asrın
sonunda, Arabiyât ve İslamiyât alimlerinin birçoğu, aynı zamanda
umumî
manada Samiyât alimleri vasfıyla veya İbranî araştırmaları ya da Kitab-ı
Mukaddes
incelemelerinde mütehassıs olmakla meşhur olmuşlardır. Nitekim Julius
Wellhausen
(v. 1918), Ignaz Goldziher (v. 1921) ve Theodor Nöldeke (v. 1930)
bunlardandır.51
1980’li yıllardan itibaren İslam’ın medeniyet birikimini incelemeye
yönelik
faaliyetlerden ziyade, doğrudan İslam toplumlarının siyasal ve sosyal
dinamiklerini
incelemeye yönelik bir oryantalist çizgi başlamıştır.52
Oryantalizm,
en parlak dönemini 19. asrın ikinci yarısı ile 20. asrın ilk
yarısında
yaşamıştır. Bu dönem, çalışmalarıyla öne çıkmış bazı isimler yetişmiştir.
Halen
onları takip eden pek çok oryantalist yetişmektedir.
Günümüzde
de Amerika ve Avrupa üniversitelerinin birçoğunda, İslam
araştırmaları
yapan akademik birimler bulunmaktadır. Müsteşriklerin 19. asrın ortası
ile 1960
arasında 60.000 kadar kitap yayınladıkları tespit edilmiştir. Büyük
ansiklopediler,
sözlükler, fihrist ve indeksler hazırlamışlardır.53 Bu çalışmalar hala
birbiriyle
sımsıkı sarılı, güçlü ve sistemli bir şekilde sürdürülmeye devam
ettirilmektedir.
Çeşitli oryantalist dernekler ve kongreler halen faaliyetlerini
49
Sönmezsoy, a.g.e., s.31.
50
Zakzuk, a.g.e., s. 32.
51
Zakzuk, a.g.e., s. 30.
52
Davutoğlu, a.g.m, s. 43.
53
Yıldırım, a.g.e., s. 29.18
sürdürmekte,
oryantalist çalışmalarıyla meşhur pek çok enstitü, Avrupa ve Amerikan
üniversitelerinde
faaliyetlerine devam etmektedir.54 Kurmuş oldukları bu enstitü ve
derneklerde
yaptıkları faaliyetlerin değerlendirilmesi, tahkik edilmesi, İslam aleyhine
yapılan
çalışmalarla ilgili onların bakış açılarını düzeltmek ve ortaya attıkları
iddiaları
cevaplamak ise bize düşen önemli bir görevdir.
Özetle
söylemek gerekirse, Avrupa’nın pek çok ülkesinde farklı tarihlerde
başlayan
ve farklı sebeplerle ortaya çıkan oryantalizm faaliyetleri, Orta Çağ din
algısından
zamanla kurtularak, İslam dünyasındaki eserlerin tercüme edilmesiyle
birlikte
bütün Avrupa ülkelerinde hız kazanmış ve akademik özelliğe bürünmüştür.
Bunun
sonucunda kurumsallaşmalar başlamış, kitap ve dergi yayınları çoğalmıştır.
Batı
dünyasındaki ilmî gelişimin yanı sıra bilimsel ve teknik gelişmeler, sömürge ve
emperyalist
faaliyetler ve misyonerlik hareketleri de bu çalışmaların
yoğunlaşmasında
etkili olmuştur.
54
Bulut, a.g.m., s. 34.BİRİNCİ BÖLÜM
ORYANTALİSTLERE
GÖRE
KUR’AN
VAHYİ20
A. Vahiy
Doktrini
Yahudi
ve Hristiyan oryantalistler vahiy müessesini kabul etmekle birlikte,
kendi
kutsal kitaplarında, özellikle Yeni Ahit’te vahyin mahiyeti ve kaynağı
konusunda
ittifak halinde olamamışlardır. Söz konusu Kur’an vahyi olduğunda ise,
kendi
bakış açıları doğrultusunda Kur’an’ın ilahi vahiy mahsulü olduğunu neredeyse
tamamı
reddetmektedir. Dolayısıyla bu çizgide Kur’an vahyinin izahını yapmaya
yönelmişlerdir.
Çünkü onlara göre Müslümanların kutsal kitabı olan Kur’an, vahiy
mahsulü
değildir. Buna dayanarak oryantalistler genellikle yapmış oldukları
çalışmalarda
Kur’an vahyi meselesini temel almışlardır. Bu bakımdan onların
çalışmalarından
vahiy doktrinine dair örnekler sunularak, muhtelif açıklamalar
yapılacaktır.
“Vahiy”
kelimesi, Kur’an nazil olmadan önce Cahiliye devri edebiyatında
sıkça
kullanılan bir kelimedir. Bu durum, “vahiy” kelimesinin hem Kur’an öncesi
döneme
ait hem de Kur’an'ın indirilişi ile kazanmış olduğu semantik anlamlarını
tespit
etmeyi kolaylaştırmaktadır.55 Vahiy, bir fikir veya emrin Allah tarafından bir
peygambere
ilham olunmasıdır. Kelime kök bakımından Arapça’ya akraba olan Sami
dillerden
Aramîce’de “acele etmek”, Habeşçe’de “etrafını dolaşmak, gitmek, teşhis
etmek”
anlamlarına gelmektedir. Arapça’da ise süratle işaret etmek, bir işte sürat
göstermek,
yazı yazmak, elçi göndermek, gizlice bir şey söylemek manasını
taşımaktadır.56
Vahiy
olarak tercüme edilen “evhâ” fiili, Hz. Muhammed’in peygamberlik
tecrübesini
ifade etmekte, Kur’an’ın birçok yerinde teknik bir terim olarak
kullanılmaktadır.
Bununla birlikte, kelimenin teknik bir terim olmadan kullanıldığı
yerler
de vardır. Nitekim Meryem Suresinin 11. ayetinde Zekeriya Peygamber’in
mabetten
çıkarak “halkına, sabah akşam hamd etmeleri gerektiğini” vahyettiği ifade
edilmektedir.
Buradaki vahiy kelimesinin anlamı, el veya başla işaret etmektir.
Cahiliye
döneminde “vahiy” yazı anlamına gelmekte olup, ancak daha çok taş
üzerine
yazılmış olan yazılar için kullanılmaktaydı. “Gözlerin vahyi, onların
55
Toshihiko Izutsu, Kur’an'da Allah ve İnsan, çvr. Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar
Neşriyat, İstanbul,
ts., s.
195.
56 A.
J., Wensinck, “Vahiy”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1986,
XIII/142.21
konuşmasıdır”
sözünde geçen vahiy kelimesi, onun bir başka dikkat çekici
kullanışını
göstermektedir.57
Müfessirlerin
çoğu, Kur’an’da geçen vahiy kelimesini teknik terim olarak
kabul
etmekle birlikte Richard Bell (v. 1952), bu kelimenin Kur’an’da teknik terim
olarak
kullanılmadığını düşünmekte ve onun “fikir vermek”, “ima etmek”
anlamlarına
geldiğini söylemektedir.58 W. Montgomery Watt’a (v. 2006) göre ise
genel
olarak “haberleşme (communication)” anlamında olup, “konuşma”
kelimesinde
görülen ifade tamlığından mahrum bulunmaktadır.59
Toshihiko
Izutsu (v. 1993), vahiy kelimesinin asıl semantik şartlarını üç
noktada
toplamaktadır:
Vahiy her şeyden önce haberleşmedir.
Bu haberleşmenin
sözlü olması zorunlu değildir. Kullanılan işaretlerin
dil
işaretleri olması şart değildir.
Bu haberleşmede daima bir sırlılık, gizlilik ve özellik vardır.60
Oryantalistlerin,
İslamî terimlerin çoğunun kökenini araştırırken, İbranice,
Süryanice,
Habeşçe gibi dillerle irtibat kurmaları, bir tür gelenek haline gelmiştir,
diyebiliriz.
Bu durum, görüldüğü üzere vahiy kavramı için de geçerli olmuştur.
Elbette
bunun nedeni, Kur’an’ın kaynağının Yahudilik veya Hristiyanlık olduğunu
ispat
etme çabasıdır.
Köken ve
anlam itibariyle vahiy kavramına ilişkin oryantalistlerin izahlarını
ele
aldıktan sonra onların vahiy olayını nasıl algıladıklarına dair açıklamalarına
bakıldığı
zaman, 20. yüzyılda yaşamış oryantalistlerden Macar müellif Ignaz
Goldziher’in,
vahyi üstün özelliklere sahip insanlara isabet eden bir hastalık şeklinde
açıkladığı
görülmektedir. Ona göre peygamberlerin ve havarilerin gayretleri bu
hastalıktan
ibarettir.61 Ancak onun vahyi bir hastalıktan ibaret görmesi, mahiyet
57
Montgomery Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, çvr. Mehmet S. Aydın, Hülbe Yay.,
Ankara,
1982, s.
33.
58 Watt,
a.g.e., s. 33.
59 Watt,
a.g.e, s.34.
60
Izutsu, a.g.e., ss. 196-197.
61 Ignaz
Goldziher, el-Akide ve’ş-Şeria fi’l-İslam, trc. Muhammed Yusuf Musa ve
diğerleri, Daru’lKütübi’l-Hadise, Mısır, ts, s. 12.22
itibariyle
anlaşılması zor olan bir vakıayı izahta çok basit kalmaktadır. Zira bu tür
hastalıklara
maruz olan insanların hiçbiri peygamberlik iddiasında bulunmamışlardır.
Richard
Bell ise vahyi bir fikrin muhataba çok hızlı bir şekilde ulaştırılması
olarak
yorumlamaktadır. Bunu da yanıp sönen bir lambaya benzetir. Bell, Hz.
Peygamber’in
uzun meditasyonlardan sonra ansızın meydana gelen bir aydınlanma
veya
ilhamla karşı karşıya gelmekte olduğunu söylemektedir. Hatta Hz. Peygamber,
düşüncenin
daha açık ve duru olduğu gece vakitlerini vahiy zamanı olarak
seçmektedir.
Bell, bu yaklaşımla vahyi Hz. Peygamber'in kontrolü altında
varsaymaktadır.62
Bell’in,
vahyi ilham olarak açıkladığı yaklaşıma benzer bir başka anlayış
Hristiyan
teolog Paul Tillich’te (v. 1965) görülmektedir. Tillich, kendi dini bakış
açısıyla
vahyi bir vecd hali olarak görmektedir. Ona göre, vahiy, “huşu içinde
hayret”i
davet eden bir olayın meydana gelmesidir. Bu tecrübe, içerisinde aklın kendi
normal
suje-obje yapısını aştığı bir hali olan vecd halidir. Vecd halindeki akıl, bir
halin
subjektif yanı olup, burada bu hali davet eden bir olay vuku bulur. Bütün bu
halin
meydana gelmesi, vahiydir. Vahyin bilgisi, varlığa ait sırrın vahyinin
bilgisidir;
yoksa
varlıkların mahiyeti ve onların birbirleriyle olan münasebeti hakkındaki bilgi
değildir.63
Vahyi
“kolektif bilinçaltı” ya da “yaratıcı hayal” nazariyesiyle izah eden64
Montgomery
Watt ise, vahiy teriminin yorumlanmasındaki güçlüğü, ayeti de referans
göstererek
şu şekilde açıklamaktadır:
“Allah
bir insanla (doğrudan doğruya) konuşmaz. Ancak vahiyle veya perde
arkasından
konuşur yahut bir elçi göndererek izni ile dilediğini vahyeder… İşte sana
da
böylece emrimizden bir ruh vahyettik.”65 Bu, vahyin çeşitli şekillerde olduğunu
göstermektedir.
‘Örtünün ardından’ ifadesi, muhtemelen vahiyle birlikte bir
görüntünün
bulunmadığı anlamına gelmektedir. Bütün bu söylenenlere rağmen,
vahiy
bir aracı kanalıyla geldiği zaman bir görüntünün olduğu, bunun ise bir melek
62
İsmail Albayrak, “Richard Bell, Kur’an Çalışmaları ve Kur’an Vahyi Hakkındaki
Görüşleri”,
SAÜİFD,
sy. 3, s. 277.
63 J.
Heywood Thomas, “Paul Tillich”, çvr. Mehmet Dağ, AÜİFD, XXII/209.
64 Watt,
Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 148.
65 Şûra
42/51.23
olduğu
düşünülebilir. Fakat melek görüntüsü ile ilgili herhangi bir tasvir ve
açıklamanın
yokluğu, bu şekilde düşünmeyi zorlaştırmaktadır. Hz. Muhammed bir
meleğin
varlığını belki de dolaylı olarak fark etmekteydi. Kur’an’ın ifadelerine bağlı
kalındığı
sürece, vahiy konusunda bu söylenenlerden daha fazlasını söylemek
mümkün
görünmemektedir.”66
Bu
söylemlerden de anlaşıldığı üzere, İslam’daki vahiy anlayışı ile
oryantalistlerin
Kur’an’a ilişkin vahiy anlayışı birbirinden tamamen faklıdır. Zira
oryantalistlerin
çoğuna göre Kur’an’ın ilahiliği söz konusu değildir. Kur’an Hz.
Muhammed
(s.a)’in eseridir. Bunu da pek çok oryantalist eserinde açıkça dile
getirmiştir.
Nitekim
İngiliz oryantalistlerden Sir William Muir’in (v. 1905) “Vahiyler
apaçık
O’nun kendi esinlenmesi, telkinidir.” diyerek Kur’an-ı Kerim’in vahiy
olmadığını
ve Hz. Muhammed (s.a.) tarafından yazıldığını kabul ettiği açıkça
anlaşılmaktadır.67
Bir diğer İngiliz oryantalist Margoliouth (v. 1940) de Kur’an-ı
Kerim’in
Hz. Muhammed’in kendi eseri olduğu teorisini aynen kabul etmiştir. Zira
O,
“Kur’an Muhammed’in kendi eseridir” fikrine tüm kitaplarında yer vermiştir. Hz.
Muhammed’in
yirmi üç yıl konuşarak misyonunu anlattığını, gruplar halinde onun
dinine
dönenler olduğunu, ikna olmayanlara ise kılıcını çektiğini ve yüzlerce
binlercesini
kılıçla kazandığını ifade etmektedir.68
Alfred
Guillaume (v. 1965) da “Islam” adlı eserinde bugün dünyadaki
milyonlarca
insan tarafından sevilen ve sayılan Hz. Muhammed’in hafızasının ürünü
olan
Kur’an söz konusu edildiğinde objektif olmanın fazla zor olmayacağını, fakat
O’nun
hayatı hakkında yazmanın son derece zor olduğunu, bazı Batılı
araştırmacıların
da bu konuda aceleci davrandıklarını69 söylerken, yine diğer
oryantalistler
gibi Kur’an’ın Hz. Muhammed (s.a)’in eseri olduğunu dile
getirmektedir.
66 Watt,
a.g.e., s. 34.
67 Esma
Atay, “İlk Dönem İngiliz Oryantalistlerin Kur’an Çalışmaları W. Muir ve D. S.
Margoliouth
Örneği”,
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi),
Ankara,
2006, s.
38.
68 Atay,
a.g.e., s. 89.
69
Alfred Guillaume, Islam, Penguin Books, England, 1956, s. 20.24
Gibb,
(v. 1971) ise Hz. Muhammed doktrininin kaynakları meselesinin,
Batıdaki
Yahudi ve Hristiyan alimlerini geniş bir şekilde ilgilendirdiğini açık bir
şekilde
ifade ederek şöyle söylemektedir: “İslam geçmiş dinlerin fikirleriyle bir
birlik
teşkil etmekte idi… Unutmamak gerekir ki Kur’an, dini sezgi esasları üzerine
temellenmiş
veya onunla uygun halde bulunan, umumî aklın felsefi bir tefsiri olan
ilahi
bir eser değildir… Hakikattir ki, İslam’da muahhar bir teolojik sistemin
tekâmül
edişi, çok eski alimler tarafından hazırlanmıştır.”70 Gibb’in Kur’an’da
herhangi
ilahi bir vasıf bulunmadığını söylemesinden ziyade İslam’ın kaynağını
Kur’an
olarak görmeyip, bu dini İslam alimlerine münhasır kılması dikkat çekicidir.
Ayrıca
Guy Monnet 1978 senesinde Journal Asiatique mecmuasının 264.
cildinin
361-362. sayfalarında yaptığı bir kitap tanıtımında, John Burton’un şu
sözleri
cesaretle söylediğini zikretmektedir: “Biz sadece Muhammed’i, Kur’an
metinlerini
neşirden alıkoyan sebep üzerinde durduk. Bu anlayışa göre sonuç olarak,
Muhammed’in
bu konudaki fonksiyonu inkar edilemez görünmektedir. Bugün
elimizde
bulunan Kur’an metni, Muhammed’in telif ettiği Mushaftır.”71
Fakat
şunu ifade etmek gerekir ki, Kur’an’ın Hz. Muhammed (s.a) tarafından
ortaya
konulduğunu iddia etmek için, hiç tahsil görmemiş ümmi bir adamın böyle
yüksek
bir kitabı ve hiç olmazsa ona benzer bir şeyi vücuda getirebildiğine bir başka
misal
gösterebilmek gerekir. Halbuki Dünya tarihinde böyle bir misal bulmak
mümkün
değildir.72 Müslümanlara göre Kur’an-ı Kerim’in ilahî vahiy olması,
dogmatik
bir gerçektir. Bu bakımdan Kur’an ne Hz. Peygamber ne de bir başkasının
zihin
ürünü olabilir.
Bütün
bunların yanı sıra azınlık bir grup olsa da oryantalistlerin bazılarının
Kur’an’ın
Allah tarafından gönderilmiş bir vahiy olduğunu ifade ettikleri
görülmektedir.
Mesela İngiliz tarihçi Thomas Carlyle (v. 1881), Kur’an-ı Kerim
hakkında
şu ifadeleri kullanmaktan kendini alamaz: “Bu kitap bütün yasa ve
uygulamaların
temeli olmuştur. Düşünce ve davranışların rehberidir. Tanrı
tarafından
verilen bir ilham, bir vahiydir. Ona bütün dünyanın uyması ve ona göre
70
Cerrahoğlu, a.g.m., s. 125.
71
Cerrahoğlu, a.g.m., s. 122.
72
İsmail Fennî Ertuğrul, Hakikat Nurları, Sebil Yay. İstanbul, 1994, s. 31.25
davranması
gerekir.”73 Ancak birkaç paragraf sonra şunları ilave eder: “Şunu
belirtmek
zorundayım ki, benim en zahmet çekerek okuduğum kitaplardan biri de
budur.
Karışık, bıkkınlık verici bir düzensizlik, anlaşılması güç, bitmez tükenmez
tekrarlar,
insanın soluğunu kesen uzunluklar, karmakarışık ifadeler; çekilmez bir
saçmalık!74
Dolayısıyla Kur’an’ı ilahi vahiy ürünü olarak görseler dahi bu durum,
onların
bu Kitabı tamamen kabullendikleri anlamına gelmemektedir.
İngiliz
muharriri Kennedy tarafından “Şark Din ve Felsefeleri” adıyla
yayınlanan
kitabın 132. sayfasında bulunan şu ifadeler dikkat çekmektedir: “Bütün
Dünya
üzerinde iki yüz milyon Müslüman’ın dini Kur’an üzerine müessestir. Bu bir
kitaptır
ki, onun hakkında pek az yüksek tenkit icra edilebilir. Ondaki vahiyler
doğrudan
doğruya Allah’tan Muhammed (s.a)’e gelmiştir. Bu vahiyler Muhammed
(s.a)’in
yüzlerce muasırı tarafından tasdik ve uzun bir Arap ananesiyle teyit
olunmuştur.
İhtimal ki Kur’an, Müslümanların onun en fazla okunan kitap olduğu
hakkındaki
iddialarına salahiyet verir. Çünkü Mukaddes Kitap İngiltere gibi bir
memlekette
ve Avrupa Kıtası’ndaki memleketlerde ahalinin hayatına ne kadar girmiş
ise
Kur’an bundan daha ziyade olarak girmiştir. Bundan başka Kur’an’ın dikkate
değer
bir adamın ruhanî inkişafına rehber olmak haysiyetiyle, bizim dikkatimizi
çekmeye
daha çok hakkı vardır.75
Kısacası,
oryantalistlerin çoğu, vahiy müessesesini kabul etmekle birlikte
Kur’an’ın
ilahilik vasfının bulunduğunu kabul etmezler. Eserlerinde Kur’an vahyini
kendi
kendine oluşturup, istediği zaman istediği değişikliği yapma tasarrufuna sahip
bir
peygamber imajı ortaya koyarlar. Halbuki Yahudilik, Hristiyanlık ve
İslamiyet’in
en önemli
ortak özelliği, bu dinlerin Allah tarafından vahyedilmiş olmasıdır. Kur’an
ise en
son vahyedilen kitaptır.
Vahiy,
Allah’ın iradesinin peygamberler aracılığıyla bildirilmesidir.
Dolayısıyla
kaynak unsur Allah, alıcı ise insanlardır. Vahyin tebliğ edilmesi için
peygamberler
ancak bir aracıdır. Oryantalistlerin çoğunun ortaya koyduğu iddialarda
olduğu
gibi Kur’an, Hz. Peygamber’in eseri değildir; bilakis Allah Teala tarafından
Hz.
Peygamber’e verilmiş en büyük mucizedir.
73
Thomas Carlyle, Kahramanlar, çvr. Behzat Tanç, Beyaz Balina Yay., İstanbul,
2000, s. 86.
74
Carlyle, a.g.e., s. 86.
75
Ertuğrul, a.g.e., s. 451.26
B. İlk
Vahiy
Oryantalistlerin
detaylı olarak üzerinde durdukları mevzulardan biri de ilk
vahiy
meselesidir. Dolayısıyla burada, Hz. Peygamber’e vahiy gelmeden önceki
inzivaya
çekilme durumu, ilk vahyin gelişi ve ilk vahiy olan “ikra” kelimesiyle
alakalı
yaptıkları izahlar ele alınacaktır.
1. Hz.
Peygamber’in Tahannüsü
Hz.
Peygamber (a.s)’in nübüvvetle görevlendirilmeden önce Hira
mağarasındaki
tahannüsü tarihî bir gerçektir. Ancak oryantalistler bu konu üzerinde
durarak,
kendi görmek istedikleri şekilde hadiseyi yorumlamışlardır.
Öncelikle
Reinhart Dozy’nin (v. 1883) konuyla ilgili ortaya koymuş olduğu
efsanevî
tarzdaki sahneyi mutlaka zikretmek istiyoruz. Kendisi bu olayı şöyle
anlatmıştır:
“Mekke’den bir saat mesafede Hira Dağı’nın üzerinde belli olmayan bir
devirde
ailesiyle beraber yaşıyordu. Ruhunun zaten altı aydan beri azgın azgın
kopan
fırtınaları, köpürüp coşmaktan vazgeçmemişti. Çoğunlukla namaz kılar, oruç
tutardı.
Bu keyfiyet ise bilindiği üzere keşfî visionairelerin yeteneklerini son derece
harekete
geçirir ve uyarır.
Bu yerde
hiç yeşillik görülmez. Görülen ancak yalçın kayalar, sarp inişler,
dehşetli
uçurumlardır. Burada sesiyle kulağı sakinleştirecek akarsu yoktur. Burada
ayak
hiçbir latif çimen üzerine basmaz. Burada göz, bâsıraya canlılık verebilecek
çiçekler
hiç bulamaz ve yorgun seyyah altında dinlenmek için burada ağaç gölgesine
rast gelmez.
Derelerde, dağların başlarında yuvarlanmış cisim taşlar ve kaya
kütleleri
yatar. Güneşin pek keskin ışığını, bulundukları yöne bakan gözleri adeta
yakacak
bir surette akseder ve üzerlerinde yürüyenlerin ayaklarında kabarcıklar
olacak
derecede ısınırlar. Keşflere hakikaten çok müsaittir.”76
76
Reinhart Pieter Anne Dozy, Tarih-i İslamiyet, çvr. Abdullah Cevdet, Matba-i
İçtihad, İstanbul,
1928,
ss. 41-43.27
Dozy’nin
bu ifadelerini aynen nakletmek istedik. Çünkü Dozy, Hira
mağarasının
çevresinden öyle bir bahsetmiştir ki, böyle bir ortam en sonunda da
ifade
ettiği gibi kişiye keşif ve ilham vermesine ve onun hayale kapılmasına yol
açar.
Böylece
Dozy, Hz. Muhammed (s.a)’in burada, gördüklerinin, ancak hayalden ibaret
olabileceğini
ortaya koymak istemiştir.
Sir
William Muir de Hz. Muhammed’in ilk vahiy tecrübesinden bahsederken
şunları
söylemiştir:
“On beş
yılını göze çarpan herhangi bir olay ya da onu diğer kişilerden
ayıran
hiçbir şey olmadan, sessiz bir biçimde ailesinin yanında geçirmiştir. Kırk
yaşları
civarında Hz. Muhammed’in ruhunda yeni bir hayat canlanmıştır. Şehre
birkaç
kilometre uzaklıkta bulunan Hira Dağı’nda yalnız kalmaya ve derin
düşüncelere
dalmaya başlamıştır. Kendinden geçiren hayallere düşmüş ve sonunda
kendini
doğruluğa çağıran bir peygamber ve reformcu olarak adlandırmıştır.”77
Görüldüğü
üzere Muir, Dozy gibi bu konuda detaylı izahlara gerek duymasa da söz
konusu
iki oryantalistin ortak kabulü, Hz. Muhammed’in burada gördüklerinin hayal
ürünü
olduğu şeklindedir.
Tor
Andrae (v. 1947) ise Hz. Peygamber’in inzivasını, inzivaya çekildiği yer
ve
zamanları şu şekilde aktarmıştır:
“Allah’ın,
Hz. Muhammed’i elçisi yapmak isteyeceği zaman yaklaştıkça,
kutsal
öge ve onun çağrışımları ilk kez Hz. Muhammed’in rüyalarında kendini belli
etmeye
başladı. Şafak vakti kadar net rüyalar görüyordu. Gittikçe yalnızlığı çok
sevmeye
başladı. Şehirden uzakta dağ vadilerinde ve patikalarında dolaşıyordu.
Taşlar
ve ağaçlar bile onu “Esselamu aleyke ya Rasulallah” selamı ile
selamlıyorlardı.
Sık sık sesin nereden geldiğine bakıyor, ama ona seslenenin kim
olduğunu
keşfedemiyordu. Yılda bir kere bir aylığına ibadet için Hira mağarasına
çekiliyordu.
Görünmezin çağrısı insanı yalnızlık ve sessizliğe iter. Peygamberler ve
zalim
kâhinler bile geçici bir süreliğine ormanda ya da dağ tepelerinde kalmayı ve
77
Gülbahar Özan, “Sir William Muir’in Kur’an’a Bakışı”, Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler
Enstitüsü,
(Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2016, s. 10.28
orada
ruhun çağrısını beklemeyi severler.”78 Andrae, bundan sonra Hira
mağarasında
Hz. Peygamber’in yaptığı ibadetlerin daha çok Suriye Hristiyanlığının
çileli
uygulamalarına benzediğini, Suriye dindarlığında manastırdaki hayatın ideal
sayıldığını,
keşiş olmayan Hristiyanlar’ın bile zaman zaman inzivaya çekilmeyi
sevdiklerini
söyler. Ayrıca çok tanrılı dinlerde de aynı ibadet şeklinin örneklerinin
olduğunu
ifade ederek, Arbelalı Keşiş Habel’in, henüz bir putperest olduğu
zamanlarda
bile bir mağarada oturup, dünyanın hiçliği ve değersizliği üzerine
düşünmesi
örneğini verir.”79 Böylece Tor Andrae, Hz. Muhammed’in inzivaya
çekilmesini,
Hristiyanlıktaki ve bazı çok tanrılı dinlerdeki uygulamalara
benzetmiştir.
Fransız
oryantalist Maxime Rodinson da diğer oryantalistlerin izinden
giderek
bu olayı şöyle ele almıştır: “Mekke’nin birkaç kilometre kuzeydoğusundaki
bir
mağaraya kapanma alışkanlığının ne zaman başladığını bilmiyoruz. Hira,
Charles
Huber’in ölümünden kısa bir süre önce betimlediği gibi, “tüm güzelliklerden
yoksun”,
“kirli açık sarıdan kirli açık kahverengiye ve çamurlu bir griye” düşen
“sıkıcı
ve tekdüze renklerden” oluşan sarp ve kayalık bir yükseltiydi. Burada aklını
derin
düşüncelere yöneltmekten başka kesinlikle yapacak hiçbir şey yoktu.” Bu
ifadelerden
sonra Rodinson, bu alışkanlığın ilham kaynağının, Yahudi ve Hristiyan
çileciler
olabileceğini, birkaç Hanif’in de onları örnek alarak kendilerini gece
tefekkürlerine
vermiş olabileceğini iddia eder.80 Ancak böyle bir iddiayı ortaya
atarken
herhangi bir dayanağı olmadan muhtemel ifadeler kullanmaktadır. Ayrıca
böyle
bir alışkanlığın Yahudi ve Hristiyanlar’da var olduğunu ve Hz. Muhammed’in
onlardan
ilham aldığını iddia ederken, Hz. Peygamber’in bu dinlerin etkisinde
kaldığını
göstermeyi amaçlamıştır.
Devamında
da Rodinson, Hz. Muhammed’in bu mağarada ne istediğini, ne
aradığını,
ne yaptığını kendi kendine sorguluyor ve bu konuda sağlam bilgi veren
hiçbir
güvenilir kaynağın bulunmadığını ve muhtemelen Allah ve emirleri hakkında
söylenenlerden
altüst olup, tanrısal alem konusundaki gerçeği aradığını ifade
78 Bekir
Armağan, “Tor Andrae’nin Eserlerinde Hz. Muhammed”, Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler
Enstitüsü, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2012, s. 55.
79
Armağan, a.g.e., s. 55.
80 Maxime
Rodinson, Muhammed, çvr. Atilla Tokatlı, Doruk Yay., İstanbul, 2008, s. 97.29
ediyor.81
Ancak Rodinson’un bu konuda güvenilir bilgi olmadığı şeklindeki ifadesi,
Müslüman
kaynaklara büyük bir haksızlıktır.
Verdiğimiz
örneklerden de anlaşıldığı üzere oryantalistler genellikle, Hz.
Peygamber
(s.a)’in vahiy almadan önce bu şekilde inzivaya çekilmesini, keşişlerin ve
Hristiyanların
uygulamalarıyla kıyaslayarak, bunu onlardan öğrenmiş izlemini
vermektedirler.
Ayrıca Hira mağarası için yapmış oldukları betimlemeyle, oranın
hayal
kurmaya ve keşfe uygun bir mekan olduğunu ortaya koymaya çalışırlar. Ancak
bu
ifadeler, asılsız olmaktan öteye geçemezler.
2. İlk
Vahyin Gelişi
Oryantalistlerin
eserlerinde, ilk vahyin gelişi ile ilgili klasik anlatım
genellikle
yer almakla birlikte konuyu uzatmamak için burada yer verilmeyecektir.
Burada
önemli olan, bu vakıayı onların nasıl algıladığıdır. Bu nedenle onların bu tür
açıklamalarına
daha çok yer verilecektir.
İlk
vahiy süreci, İngiliz oryantalist William Muir’e göre şöyledir:
Arap
dünyasında İslamiyet’ten önce dinî, sosyal ve politik anlamdaki sıkıntı
ve
zorluklar yaşanmaktaydı. Ona göre Muhammed (s.a) bu problemleri, savaş ve
yağmacılığı
da içeren çeşitli taktiklerle halletmiştir. Hatta kendisi, VI. ve VII.
yüzyıllarda
Arap Yarımadası’nda yaşayan Hristiyanlık ve Yahudiliğin bu sorunlarla
başa
çıkamadığını kabul eder. Fakat Muir, Hz. Muhammed’i bunun için övgüye layık
bulmaz.
Çünkü Muir’e göre Hz. Peygamber, düşüncelerinin çoğunu zaten
Hristiyanlık
ve Yahudilik’ten almıştır. Ona göre Hz. Muhammed, sara nöbetleri
geçirir
gibi düşlere, hayallere dalıp, sonunda doğruluğa davet edici olduğuna kendini
inandırmış
ve emir getiren bir meleği gördüğünü zannetmiştir.82
81
Rodinson, a.g.e., s. 98.
82 Atay,
a.g.e., s. 40.30
Tor
Andrae ise Hz. Peygamber’i Kur’an’ın müellifi olarak görmesi sebebiyle
O’nun
Kur’an’da iki yerde ilk vahye gönderme yaptığını ve bunu bazılarının
iddialarıyla
mücadele için icra ettiğini ifade etmektedir:
“Bir cin
ya da ruh tarafından ele geçirildiği iddialarıyla mücadele etmek
için,
Hz. Muhammed kulağına ya da kalbine Allah’ın sözlerini konuşan bir varlığı
kendisinin
bizzat gördüğünü ifade eden bir görünmeye iki farklı yerde gönderme
yapar.
Bu görüntüyü Necm suresinde şöyle tasvir eder: “Battığı zaman yıldıza
andolsun
ki, arkadaşınız sapmadı ve batıla inanmadı; o, arzusuna göre de konuşmaz.
O
(bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir. Onu güçlü kuvvetli ve üstün
yaratılışlı
biri öğretti. Sonra en yüksek ufukta iken asıl şekliyle doğruldu. Sonra
yaklaştı,
derken daha da yaklaştı. O kadar ki iki yay arası kadar, hatta daha da yakın
oldu.
Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi.”83 Aynı görüntünün kısa bir
tasviri
Tekvir Suresi’nde de vardır: “O, şüphesiz değerli, güçlü ve Arş’ın Sahibi’nin
katından
itibarlı bir elçinin getirdiği sözdür. O orada sayılan, güvenilen (bir
elçi)dir.
Arkadaşınız
da mecnun değildir. Andolsun ki, onu apaçık ufukta görmüştür.”84 Hz.
Muhammed
için kesin olan çağrı görüntüsü, böylece açık havada gördüğü bir
görüntüydü.
Görkemi ve ihtişamı, kendisine konuşan şeyin cin taifesinden
olmadığına
kanaat getirten, içini titreten bir korkuyla dolduran bir varlık gördü.
Semavi
elçi aşağıya uçtu ve çok yaklaşınca geleceğin peygamberine içeriği tabi ki
saygıyla
gizli tutulan, fakat muhtemelen Allah’ın elçisi ve peygamberi olması
yönünde
bir emri teşkil eden bir mesaj verdi.”85
Andrae’nin
ardından Brockelmann (v. 1956) ise Hz. Muhammed (s.a)’in ilk
vahiy
tecrübesini hads nazariyesiyle açıklamakta ve diğer oryantalistler de olduğu
gibi
gördüklerinin hayalden ibaret olduğunu şu sözlerle açıkça ifade etmektedir:
“İlk
defa
Hira dağındaki şahsına has bir hads, şüphesini giderdi. Orada bir gün,
kendisinin
sonradan melek Cebrail kabul ettiği bir hayal göründü. İçindeki,
kendisinin
Tanrı’nın elçisi olduğuna dair beliren sesi, buna dayandırdı. İlk defa
ailesi
onun peygamberliğine inandı ve kendini ilahî sesin çağırdığı nöbetler daha sık
83 Necm
53/1-10.
84
Tekvir 81/19-23.
85
Armağan, a.g.e., s. 63.31
tekerrür
edince, son şüpheleri de silindi. Bu hallerde işittiğine inandığı şeyler,
kaybolur
kaybolmaz, vahiy olarak bildirmeyi adet edindi.”86
Rodinson
da Hz. Peygamber’in ilk vahiy tecrübesini şu sözlerle anlatır:
“Muhammed
düşünceye dalıyor ve kendisini aydınlatması için Allah’a yalvarıyordu
ve sonra
bir gün bir şey oldu. Bu konuda elimizde bulunan en güvenilir kaynak,
bizzat
Muhammed’in sevgilisi Aişe’ye anlattıklarını aktaran söylentidir. Bu
söylentiye
göre Aişe şunları söyler: “Allah’ın Elçisi için buyruğun başlangıcı gerçek
keşif
şeklinde oldu ve günün birden gelişi (felak es-sabh) gibi geldi.” Bu Arapça
tamlama,
şafağın birden sökmesini belirtir. Güneşin yükselişiyle birlikte şafağın veya
akşamın
alacakaranlığının olmadığı bu topraklarda karanlığın birdenbire
parçalanması
Varlık’ın görüntüsü, belki de birinin varlığının olduğu hissi tıpkı böyle
geldi.”
Bütün bunların ardından Rodinson şöyle bir soru sorar: “Yoksa o hayal ürünü
bir
görüntü müydü?” 87 Muir ve Brockelmann’ın ifade ettiği gibi Hz. Muhammed’in
gördüklerinin
hayal ürünü olduğunu açıkça ifade etmeyen Rodinson, bu konuda
ancak
şüphe uyandırmak istemiştir.
Montgomery
Watt ise Hz. Muhammed’in dönemin Mekke’sinin sorunları
karşısında
duyduğu endişelerin onu inzivaya çekilmeye yönlendirdiğini, çevredeki
çorak,
kayalık tepelerden birine, yalnız kalmak, dua etmek ve düşünmek için birkaç
geceliğine,
zaman zaman gittiğini belirttikten sonra şöyle devam eder: “Bu ıssız gece
ibadetleri
esnasında tuhaf deneyimlere sahip olmaya başladı. Her şeyden önce canlı
rüyalar
ve uyanık halde bazı rüyalar görüyordu. Bunlardan özellikle ikisi özel bir
önem arz
ettiği için diğerlerinden ayrılıyordu. İlk önce ona gökyüzünde, ufka yakın,
çok
parlak bir varlık, çok yakın bir şekilde dimdik duruyor göründü. Ardından bu
muazzam
ve kudretli varlık, onunla arasında iki ok atımı veya daha az bir mesafe
kalıncaya
kadar aşağıya doğru hareket etti ve ona bir vahiy, yani Kur’an’dan bir
parça
iletti. İkinci defasında da aynı parlak varlık bulunuyordu fakat bu sefer
varlık,
bir
bahçenin yakınındaki bir ağacın yanındaydı ve ağacı tuhaf ve olağanüstü bir
86 Carl
Brockelmann, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, çvr. Neşet Çağatay, AÜİF
Yay., Ankara,
1964,
I/14.
87
Rodinson, a.g.e.,, s. 98.32
biçimde
kaplamıştı.”88 Görüldüğü üzere Watt, diğerlerinden farklı olarak Hz.
Peygamber’in
ilk vahiy tecrübesini, rüya olarak nitelendirmektedir.
Watt’a
göre Hz. Muhammed, ilk önce bu parlak varlığın Allah’ın kendisi
olduğunu
düşünmüştür. Daha sonra bu varlığın melek Cebrail olduğunu teşhis
etmiştir.
Bu yorum değişikliğinin sebebini ise Watt, Hz. Muhammed’in Allah’ın
görülemeyeceğine
dair Yahudi öğretisinden haberdar olması ihtimaliyle açıklamıştır.
Ancak bu
olaylarla ilgili yorumun kesin olarak nasıl olduğunun önemli olmadığı
kanaatindedir.
Çünkü ona göre burada önemli olan, bunların, Hz. Muhammed’in
kendisine
Allah tarafından özel bir görev verildiğine dair inancına sağlamış olduğu
destektir.89
Hz.
Muhammed’in gördüğü şeylerden dolayı korkmasını ve örtünün altına
saklanmasını
Watt, Eski Ahit’te de örnekleri olan, ilahî olana karşı hissedilen
tehlikeli
bir şeye karşı duyulan türden kadim semitik korku olarak açıklar. Bununla
beraber
örtüyü, vahyin gelmesini sağlamak maksadıyla üzerine almış olabileceğine
de
ihtimal verir. Ona göre bu korku, devrin Arap fikirlerine göre ruhlar veya
cinler
tarafından
ele geçirilme korkusu olabilir. Bu düşüncesine, Mekkeli birçok kişinin,
O’na
vahiy gelmesini bu şekilde açıkladığını delil gösterir. Hz. Muhammed’in de
zaman
zaman bu insanların haklı olup olmadığı konusunda şüpheye düştüğünü de
söyler.90
Watt’a
göre Hz. Muhammed’in görüp yaşadıklarının otantik bir anlatımı
olmalıdır.
Geriye dönüp baktığı zaman, ona görünüşü de böyledir. Hz.
Muhammed’in
yaşadığı şeyler, O’nun Allah’ın elçisi olduğu şeklinde bir düşünceye
inanması
için en önemli kanıttır. Bu olayların, Hz. Muhammed’in Allah’tan vahiy
aldığı
şeklindeki iddiasının bir vehim ya da uydurma olmadığını ve nesnel geçerliliğe
sahip
olduğunu teyit etmek için Kur’an’da yer aldığından bahseder. Ayrıca Watt,
işler
yolunda gitmediği zaman ve gelecek hakkında Hz. Muhammed karamsarlığa
düştüğünde,
O’nun, yaşadığı bu olayları hatırlayıp, ilahî görevine olan inancını
88
Montgomery Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, çvr. Erdem
Türközü, İletişim
Yay.,
İstanbul, 2015, ss. 23-24.
89 Watt,
a.g.e., ss. 24-25.
90 Watt,
a.g.e, ss. 31-32.33
tazelediğini
söyler.91 Ancak Watt, bu olayın her ne kadar Kur’an’da yer aldığından
bahsetse
de, onun Kur’an’ı Hz. Muhammed’in eseri olarak kabul ettiğini unutmamak
gerekir.
Bu durumda ona göre Hz. Peygamber, vahyin gelişine dair anlattığı
hususlarda
kendini desteklemek için eserinde de bu olaya yer vermiştir.
Bütün bu
ifadelere rağmen şunu söylemek gerekir ki, vahiy gelmeden hemen
önce
bile Rasûlullah’ın düşüncesinde peygamber olacağına dair herhangi bir düşünce
yoktu.
Peygamberliğe talip olmak ve onu beklemek bir yana, onun ne olduğunu bile
bilmiyordu.
Vahyin nüzulü ve melekle karşılaşması, bir kişinin hiç beklemediği
halde
büyük bir olayla karşılaşması ve onun etkisi altında kalması gibi bir şeydi. Bu
nedenle
O, İslam’a davete başladığında Mekkeli müşrikler her türlü itirazı
yönelttikleri
halde, hiç kimse “Biz böyle şeyi Muhammed’den bekliyorduk; çünkü O
bunun
planlarını yapıyordu.” diyememiştir.92
Her ne
kadar oryantalistler, Hz. Peygamber’in ilk vahiy hadisesine eserlerinde
yer
verseler de bu durum, onların böyle bir vakıayı kabul ettiği anlamına
gelmemektedir.
Nitekim onlar bu olayı, Hz. Peygamber’in hayali, keşfi veya
peygamberlikle
görevlendirildiği şeklinde kapıldığı bir zan olarak açıklamaktadırlar.
Ancak bu
söylemleri, herhangi bir delil sunmaksızın ortaya atılmış iddia ve iftiradan
başka
bir şey değildir.
Fransız
bir Müslüman olan Paris Tıp Akademisi üyelerinden tanınmış Dr.
Maurice
Bucaille (v. 1998), Batı’nın bu saplantısını ve bunun doğurduğu bakış
açısını
şöyle dile getirmektedir:
“Nice
kuşaklara asırlardır onların (Batılıların), insanlığın dinî meseleleri
hakkında
ne şekilde bilgi verildiğini, onların İslam dini ile alakalı her şeyde ne kadar
cahil
bırakıldıklarını bilmekteyiz. İslam dini için ‘Muhammedî din’ veya
‘Muhammedîler’
diye verilen isimlerin –hem de günümüze kadar- kullanılışına özen
gösterilmedi
mi? Gaye, bu İslamî inançların bir insanın eseriyle yayıldığını,
dolayısıyla
bu inançlarla Allah’ın (Hristiyanların anladıkları manada) hiçbir ilgisi
91 Watt,
a.g.e, s. 24.
92 Ebu’l
A’la Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, trc. Yusuf Karaca ve diğerleri, İnsan Yay.,
İstanbul,
VII/176-177.34
olamayacağı
şeklindeki yanlış bir kanıyı zihinlerde devam ettirmek olmuştur. Çağdaş
bilginlerimizin
çoğunu, İslam’ın felsefî, toplumsal ve siyasal yönü ilgilendiriyor.
İslam’ın
asıl önemli tarafı olan Kitabı, gerekli şekilde düşünülmüyor. Hz.
Muhammed
(a.s), kendinden önceki peygamberlerin getirdikleri kitaplardan
yararlanmıştır
görüşü, bir hakikatmiş gibi ileri sürülüp, böylece asıl Kur’an’ın vahiy
mahsulü
olduğu bir kenara itiliyor.”93 Bucaille’in de ifade ettiği üzere
oryantalistler,
asırlardır
“Kur’an, Hz. Muhammed’in eseridir” söylemini devam ettirmişlerdir.
Ancak
onların bu ithamı, Kur’an’ın, Allah tarafından vahyedilen son ilahî kitap
olduğu
gerçeğini asla değiştiremez.
3.
“İkra’” ve “Kur’an” Lafızları
Oryantalistlerin,
vahye isim olan Kur’an ve ilk vahiy olan Alak Suresi’nin ilk
ayetinde
geçen ikra’ kelimeleriyle ilgili muhtelif iddiaları bulunmaktadır. Bu
iddiaların
temelinde ise söz konusu iki lafzın köken itibariyle Yahudilik ya da
Hristiyanlık’tan
geçtiğini kanıtlamak vardır.
Mesela
Hollandalı şarkiyatçı Dozy, Kur’an kelimesinin, Yahudilerden
alındığını
iddia eden oryantalistlerdendir ve ona göre Yahudiler “kara’e” fiilini,
Kitab-ı
Mukaddes’i mütalaa etmek için kullanırlar.94
Hartwing
Hirschfeld (v. 1934) de ikra’ (oku) diye başlayan ayetlerin
Mukaddes
Kitab’ın (Tevrat’ın) yardımı olmaksızın, bunun ihtiyarî tefekkürün sonucu
olmasını
büsbütün ihtimal dışı görmektedir. Ona göre bu ifade, Mukaddes Kitap’taki
ibarenin
harfiyen tercümesinden başka bir şey değildir. Hirschfeld, bu ibareyi
Yahudiler’in
“Wayy iqrâ b’shém a donary” ve Âsurî Hristiyanlar’ın “Waqrâ bash’
méh
d’mârya” diye okuduklarını, bunu Muhammed (s.a)’e Yahudiler’in yahut Âsurî
Hristiyanlar’ın
tedarik etmiş olmasında herhangi bir fark olmadığını söyler.95
93
Maurice Bucaille, Müspet İlim Yönünden Tevrat, İnciller ve Kuran, çvr. Mehmet
Ali Sönmez, DİB
Yay.,
Ankara, 1991, s. 9.
94 Dozy,
a.g.e, s. 148.
95
Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 63.35
Kur’an
ve ikra’ kelimelerinin, özellikle Süryani Hristiyanlığından geçtiğini
kanıtlamak
amacıyla oryantalistlerin bazıları, söz konusu iki lafzın “qeryana”dan
geldiğini
iddia etmektedirler. Nitekim bunlardan biri olan Andrae, Süryani
Hristiyanlığından
Hz. Muhammed’in bu kelimeyi aldığını ve kendi ilhamına başlık
olarak
kullandığını söyler. Aynı şekilde tümünü olduğu gibi, her bir ayrı vahyi de
Kur’an
olarak nitelendirdiğini, böylelikle her dinî ibadette okunan vahyin parçasını
adlandırmış
olduğunu iddia eder.96 Bu tür ifadelerden anlaşıldığı üzere Andrae’ye
göre
Kur’an’ı Hz. Muhammed (s.a) yazmış ve vahyine Kur’an adını,
Hristiyanlar’dan
etkilenerek koymuştur.
R.
Bell’e göre kara’e ve Kur’an kelimeleri Andrae’nin de ifade ettiği gibi
Hristiyanlığın
Arabistan’a soktuğu dinî literatüre aittir. Kara’e okumak ya da kutsal
metinleri
huşu ile ezbere okumak anlamına gelmekte olup, Kur’an da kutsal kitap
dersi
veya okumak anlamında kullanılan Süryanice qeryanadan gelmektedir. Ona
göre
kelime daha sonraları “oku” anlamına gelmişse de, Alak Suresi’nde belki de
“ezberinden
oku” yani “olağanüstü bir şekilde bildirilen, hafızanda tuttuğun şeyden
oku”
anlamına gelmiştir.97 Bell, kara’e ve Kur’an kelimelerinin Hristiyanlar’ın
kelime
hazinesine ait olduğunun üzerinde durmaktadır. Çünkü Süryani kilisesi, ilahi
kitabı
okuma ya da mütalaa etmeyi qeryana kelimesiyle açıklamaktadır. Böylece
Bell, bu
kelimelerin sadece kelime olarak değil, semantik örgüsünün de
Süryanice’den
geldiğini belirtmektedir. Bu anlayışa göre Hz. Peygamber (s.a)
Hristiyanlar’ın
dinî metinleri nasıl okuduğunu görmüş, sonra da kendisi namaz
ibadetiyle
Kur’an-ı Kerim’i okumayı ortaya çıkarmıştır.98
Watt ise
bu konuyu ele alırken şöyle bir soru ile başlar: “Hz. Muhammed
kime ve
neden okuyacaktı?” Hadislerde açıkça tartışılan bu sorunun en doğal yorum
şeklinin
ibadetin bir parçası olarak gelen şeyi okuması olduğunu ifade eder. Ona göre
bu
anlam, Süryanice’deki kullanışa ve Müslümanların hala namazlarında veya
96
Armağan, a.g.e., s. 75.
97
Richard Bell, The Origin of Islam in Its Christian Environments, Macmillan
& Company Ltd,
London,
1926, s. 90.
98 Bell,
a.g.e., s. 91; İsmail Albayrak, “Kur’an-ı Kerim Ayetlerinin Tertibi Hakkındaki
Oryantalist
Söyleme
Genel Bir Bakış”, Marife, sy. 3, s. 160.36
ibadette
sure ya da surelerin okuyuşuna kıraat demeleri gerçeğine uygundur.99 Watt,
“oku”
şeklinde çevrilen ikra’ sözcüğünün “Kur’an” ile aynı kökten geldiğini ve
Kur’an’ın
“ezbere okuma” (zikr) olarak çevrilebileceğini söyler. Ancak bu sözcüğün
Süryanice
kelime kiryanadan (qeryana) geldiğinin açık olduğu ve Hristiyanlar’ın
toplu
ibadetlerinde Kutsal Kitap’tan metinler okumalarına veya ezbere terennüm
etmelerine
atıfta bulunulduğundan bahseder. Bu durumda “oku” emri, ibadetlerin
Süryanice
konuşan Hristiyanlarınkine benzer şekilde oluşturulacağını ima eder.
Çünkü
Müslümanlar Kitab-ı Mukaddes’ten ders yapmak yerine bu ayetleri
okuyacaklardır.
Daha sonra gelen vahiyler de zikredilmiş yani ezberden okunmuş ve
“Kur’an”
sözcüğü hem birbirinden bağımsız ayetleri hem de bunların toplamını
belirtir
hale gelmiştir. Ona göre genel olarak ilk önce inzal edildiği kabul edilen
ayetler
kesinlikle mantıksal bir önceliğe sahiptir.100 Dolayısıyla bu konuda Watt’ın
da diğer
oryantalistlerin söylemlerini aynen devam ettirmiş olduğu görülmektedir.
Daha
önce de ifade ettiğimiz gibi oryantalistlerin İslamî kavramların
Yahudilik
veya Hristiyanlık’tan alındığını kanıtlamaya yönelik eğilimleri
bulunmaktadır.
Burada şunu söylemek gerekir ki, başka bir dilden veya dillerden
etkilenmemiş
bir dilin varlığından söz edilemez. Birbiriyle ilişki içerisinde olan
milletlerin
dillerinin birbirinden etkilenmeleri olağan bir vakıadır. Üstelik söz konusu
Sami iki
kardeş dilin birbiriyle benzerlik göstermesi de tabiidir. Ortak kökene sahip
olan iki
dilde benzerliklerin bulunması, onların birbirlerine kaynak teşkil ettiği
anlamına
gelmez. Ancak oryantalistlerin böyle bir çaba içerisine girmesinde art niyet
aramamak
mümkün gözükmemektedir. Çünkü onların gayeleri, bu dinin Yahudilik
veya
Hristiyanlığın etkisi sonucu ortaya çıktığını göstermektir.
Bu
açıklamanın ardından oryantalistlerden Dozy ve Watt’ın, ikra’ lafzını nasıl
anladıklarını
inceleyeceğiz.
Dozy
Alak Suresinin ilk kelimesi olan ikra’ lafzının tefsiriyle ilgili şu
ifadeleri
kullanmıştır:
99
Montgomery Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, AÜİF Yay., çvr. M. Rami Ayas ve Azmi
Yüksel,
Ankara,
1986, s. 54.
100
Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, ss. 30-31.37
“Bu
kelimenin anlamıyla ilgili pek çok tartışma vardır. Müslümanların
birçoğu
“Oku!” manasıyla alır. Bu keyfiyet ise Ruhu’l Mukaddes elinde ipekten
mamul ve
Muhammed’in okuması lazım gelen kelimelerle mestur bir perde
tutuyordu,
demeye onları mecbur eder. Bu iddianın ise hiçbir müspet delili yoktur.
Bir
Alman alim ise bunun Yahudi ve Hristiyanların Kitab-ı Mukaddeslerini oku
anlamında
olduğu fikrindedir… Başka bir tefsir var ki daha kuvvetli ve akl-ı selim
üzerine
tesis edilmiş olduğundan “oku” kelimesini “vaaz et, nasihat et” manasıyla
tercüme
eder. Bu tarz tefsir ve telkini kabul etmemiz lazım geldiği inancındayız.
“Ben
okuma bilmem” cevabını da “Ben vaiz değilim” olarak anlamak gerekir.”101
Dozy’nin
bir müfessir edasıyla ayeti açıklama gayreti hayret vericidir. Ancak burada
dikkat
çeken bir başka husus vardır ki, o da, ayeti İslam kaynaklarından ziyade diğer
oryantalistlerin
görüşlerine dayandırarak izah etmeye yönelmesidir.
Watt ise
Müslüman bilginlerin kabul ettiği gibi bunun, Kur’an’ın vahyedilen
ilk
ayetleri olduğu şeklindeki görüşü kabul eder. Ona göre, Kur’an’ın asıl
çağrısının
genel
akışı göz önünde tutulursa, ilk gelmesi beklenen şey, ancak ibadet için bir
emir
olmalıdır.
“Oku” kelimesinin de yalnız Hz. Muhammed’e yöneltildiğini ve bunun
onu
takip edenleri de kendisini taklit etmeleri için hiçbir güçlük olmasa da, o
ayet ilk
vahyedildiğinde,
kendisini takip edecek kimselerin olacağı düşüncesinin aklına
gelmediğini
düşünmüş olabileceğini iddia eder.102 Yani ona göre bu, başkalarına
vaaz
etmeye başlamasından önceki bir safhaya pekala ait olabilir. Bu konuda bir
başka
iddiası da, Hz. Muhammed’in Kur’an’ın bir parçası olarak görmediği başka
tebliğleri
de daha önce almış olduğu şeklinde bir ihtimalin olmasıdır.103
İlk
olarak nazil olan Alak Suresi’nin değerli ayetleri, Allah’ın kullarına
lütfettiği
ilk rahmet ve onlara ihsan ettiği ilk nimeti ifade etmektedir. Bu ayetlerde
Allah
Teala’nın, insana bilmediği şeyleri öğrettiğine, böylece ilme nail olduğuna
işaret
edilmektedir. İlim ise bazen zihinlerde, bazen dilde, bazen de yazı da olur. Bu
bakımdan
ilim zihnî bilgi, lafzî bilgi ve resmî bilgi olarak ayrılır. Bu sebeple Allah
101
Dozy, a.g.e., ss. 43-44.
102
Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, s. 54.
103
Watt, a.g.e., s. 55.38
Teala
“Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir.” buyurmuştur.104 Bu emir, ilk
inmesinde
hem yaratıcı bir mahiyette Hz. Peygamber’i okumaz iken okur yapmış,
hem
öğretici bir şekilde nazmı ile okunanı belirtmeye başlamış, hem de manası ile
ilk
vazifenin
Allah’ı tanımak ve O’nun ismiyle okumaya başlamak olduğunu yükümlü
tutmak
şeklinde anlatmıştır.105
Kur’an’ın
doksan altıncı suresi olan Alak Suresi, vahiy bilgisinin insanı
olgunlaştırmadaki
önemini belirtmektedir. Buna göre Yaratan’ı tanımak, ilmin ve
dinin
temelini teşkil eder. İlk emrin ikra’ (oku) ile başlaması ve bu emrin ilk beş
ayet
içerisinde
iki defa tekrar etmesi, okumanın insan hayatında ne kadar önemli
olduğunu
göstermektedir. Buradaki birinci emrin Yaratan’ı, ikinci emrin ise kalem
karinesiyle
yaratılanları tanımaya işaret ettiği de ifade edilmektedir.106 Ayrıca ikra’
lafzının
Kur’an okuma (kıraat) anlamında kullanıldığını düşünen alimler de vardır.
Bu
durumda bu ilk ayeti “Rabb’inin adıyla yardım umarak, Kur’an oku!” şeklinde
anlamaktadırlar.107
Bazıları da ilk ayetteki ikra’ emrini “Önce kendin için oku!”;
ikinci
ikra’ emrini ise “Tebliğ için oku!” şeklinde açıklamışlardır.108
Allah
Teala bu surede, insana bilmediğini öğreterek ona büyük bir ihsanda
bulunduğunu,
onu diğer varlıklara üstün kıldığını ve kendisine daha fazla değer
verdiğini
zikretmektedir.109 Buna göre bu ilk inen vahiy, Watt’ın iddia ettiği gibi
sadece
Hz. Peygamber’e değil, O’nun şahsında bütün Müslümanlara hitap
etmektedir.
Ayrıca
Mevdudi’nin belirttiğine göre melek vahyi yazılı olarak getirmiştir ve
Rasûlullah’ın
bunu okumasını istemiştir. Çünkü eğer meleğin maksadı, kendi
söylediğini
Rasûlullah’ın sadece tekrar etmesi olsaydı, Rasûlullah “Ben okuma
104
Ebu’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, thk. Muhammed Hüseyin
Şemsüddin, Daru’lKütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, VIII/421.
105
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Feza Yay., İstanbul, ts.,
XI/322-323.
106 Emin
Işık, “Alak Suresi”, DİA, İstanbul, 1989, II/334.
107
Fahreddin er-Razî, Mefâtîhu’l-Ğayb, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabî, Beyrut, 2000,
XXXII/215.
108
er-Razî,
a.g.e., XXXII/216.
109 İbn
Kayyim el-Cevzî, Bedâiu’t-Tefsir, thk. Salih Ahmed Şamî ve Seyid Muhammed, Daru
İbn
Cevzî,
Suudi Arabistan, 2007, III/341-342.39
bilmem”
demezdi.110 Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi Dozy, bu konuda hiçbir
müspet
delil olmadığı gerekçesiyle bu görüşü kabul etmemiştir.
C. Hz.
Peygamber’in Vahiy Tecrübesi
Hz.
Peygamber’e ilk vahyin nazil olmasına ilişkin oryantalistlerin bakış
açılarına
yer verdikten sonra bu başlık altında da genel olarak O’nun vahiy
tecrübesini
nasıl değerlendirdikleri ele alınacaktır.
Nitekim
Reinhart Dozy, Hz. Muhammed (s.a)’in peygamberliği hakkında şu
ifadeleri
kullanmıştır: “Din hakikatinin izini aramak maksadıyla seyahatler ihtiyar
etmişti.
Şimdi Hira dağı üzerinde menfiyen yaşıyordu. Çok geçmeden Muhammed
(s.a)
Haniflerin dinine yaklaştı. Putların varlığı konusunda tereddüt etti ve onları
inkara
vardı. Bununla birlikte bu tarz görüş Hz. Muhammed’e mahsus değildi.
Hemşerilerinden
bazıları onun gibi düşünüyordu. Hz. Muhammed bir noktada
hemşerilerinden
ayrılmıştı. Allah’ın kendisini görevlendirdiğine inanıyor ve
kendisini
o sıfatla takdim ediyordu.” 111
Bu
ifadelerin ardından Dozy, Hz. Peygamber’in nübüvvetine dair şüphe
uyandırmak
maksadıyla şöyle bir sonuca da varmıştır:
“Bundan
şu netice çıkar ki hayatının son devrinde- çünkü hayatının ilk
devirlerinde
peygamberliğine iman ettiği şüphesizdi- peygamberliğine hala inanıyor
muydu
yoksa inanmıyor muydu? Bunu bilmek muhaldir. Bunu nefyeden deliller
mevcut
olduğu gibi tasdik eden deliller de mevcuttur. Bu iki çeşit deliller kuvvetçe
hemen
hemen eşittir.”112
İsmail
Fenni Ertuğrul (v. 1946), Dozy’nin bu iddialarına yer verdikten sonra
şu
değerlendirmeyi yapar: “Dozy bu menfi delillerin ne gibi şeyler olduğunu açıkça
belirtmeliydi.
Çünkü bunlar, yazarın, Hz. Muhammed’in üzerine aldığı vazife için
son
derece gerekli olduğunu 49. sayfada itiraf ettiği kalbî inancın, sarsılmaz
imanın
ortadan
kalkmasını gerektirici olacağından bunların izahı çok önemliydi. Ve eğer
110
Mevdudi, a.g.e., VII/179.
111
Dozy, a.g.e., ss. 35-36.
112
Dozy, a.g.e., s. 39.40
kendisi
bunlarda biraz ikna gücü görmüş olsaydı, bu hususta müsamaha göstermesi
mümkün
değildi. Biz kesin olarak eminiz ki böyle deliller yoktur ve Hz.
Muhammed’in
kendi peygamberliğine inancına hiçbir vakit halel gelmemiştir.”113
Avusturalyalı
şarkiyatçı Sprenger (v. 1893) ise kendinden sonra gelen
oryantalistlerin
görüşlerini de etkileyen bir iddia ortaya koymaktadır. Ona göre
İslam,
bir Batılı mantığıyla, düz bir çizgi şeklinde ilerleyen ve sürekli olarak
“gelişim”
içinde olan tarihi sürecin tabii bir sonucudur. Dolayısıyla İslam, Yahudi,
Hristiyan
veya Arap toplumunun bir sonucudur ve bir geçişi sembolize etmektedir.114
Buna
göre Sprenger, Hz. Peygamber’in getirdiği dinin, farklı unsurların etkisiyle
tekamül
sonucu oluştuğunu kabul etmekte ve ilahilik vasfını reddetmektedir.
Muir ise
Hz. Peygamber’in vahiy tecrübesini şöyle aktarır: Hz. Muhammed
kendinden
geçiren hayallere düşmüş ve sonunda kendini doğruluğa çağıran bir
peygamber
ve reformcu olarak adlandırmıştır. Böyle durumların birinde kendisine
emir
veren bir melek hayalini görmüştür.”115 Daha sonra hayallerini dikkat çeken bir
dönem
izlemiştir. Fetret adı verilen bu süre boyunca daha başka vahiy gelmemesi
üzerine
Hz. Muhammed derin bir depresyona düşmüştür. Kendini yüksek bir yerden
atmak
istemiş, ancak aynı ilahi haberci tarafından engellenmiştir. Bundan hemen
sonra
örtüsüne bürünmüş ve melek kendisine şu kelimelerle seslenmiştir: “Ey
bürünüp
sarınan (Rasûlüm)! Kalk ve (insanları) uyar. Sadece Rabbini büyük tanı.
Elbiseni
tertemiz tut. Kötü şeyleri terk et. Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma.
Rabbinin
rızasına ermek için sabret.”116 Bundan sonra Hz. Muhammed artık tebliğ ile
görevlendirilmiştir
ve Tanrı’nın peygamberi olmuştur. Vahiyler sıklıkla birbirlerini
izlemişlerdir.117
Muir’in ortaya koyduğu bu genel tablo, esas itibariyle
oryantalistlerin
çoğunun söylemi ile paralellik göstermektedir.
113
Hatip, a.g.e., s.150.
114
Bekir Kuzudişli, “Oryantalizm ve Hadisle İlgilenen Bazı Oryantalistler”, İÜİFD,
sy. 7, s. 149.
115
Özan, a.g.e., s. 10
116
Müddesir 74/1-7.
117
Özan, a.g.e., s. 11.41
Ancak
Muir, Kur’an’ın Hz. Muhammed’in gerçek ve değişmemiş eseri
olduğunu
kabul etse de Von Hammer’ın ifadelerine yer vererek, şöyle bir itirafta
bulunmuştur:
“Biz
Kur’an’ı Muhammed’in sözü olarak alırken, Müslümanlar onu
Tanrı’nın
sözü olarak alırlar. Kur’an İslam’ın esasıdır ve İslam’ın kaynağına ve
kurucusunun
karakterine dair soruların cevapları ondadır. Sahip olduğumuz şey,
Muhammed’in
hayatı boyunca dinî görüşlerine, halk arasındaki durumuna ve özel
hayatına
dair kaydedilmiş sözleridir. Bunlar sayesinde hayatını, düşündüklerini ve
yaptıklarını
doğru bir şekilde yargılayabiliyoruz. Kur’an, Muhammed’in
karakterinin
doğru bir aynasıdır. İlk Müslümanlar arasında meşhur olan bir söylem
şöyledir:
O’nun ahlakı Kur’an’dır”118 Muir’in herhangi bir itiraza yer vermeden
Hammer’in
ifadelerini nakletmesi, bunları tasdik ettiği anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla
Muir, her ne kadar Kur’an’ı ilahi vahiy olarak kabul etmese de, onu
tamamen
bir kenara bırakıp, dikkate almayan oryantalist zihniyeti de
benimsememektedir.
Zira ona göre bu Kitap, Hz. Muhammed’in nübüvveti hakkında
pek çok
ipucu barındırmaktadır.
İslam’ın
başta Yahudilik ve Hristiyanlık olmak üzere pek çok kaynaktan
beslenerek
doğduğunu iddia eden Goldziher ise Hz. Peygamber (s.a)’in risaletini şu
sözleriyle
açıklamıştır:
“Hz.
Peygamber’in yaydığı, dinî görüş ve bilgilerden seçilmiş bir karışımdır.
Bu
bilgileri de derin bir şekilde etkilendiği Hristiyanlık ve Yahudilik
unsurlarıyla
iletişim
kurarak almış veya öğrenmiştir ve kendi ülkesinde gerçek bir din hissi
uyandırmayı
uygun bulmuştur. Bu yabancı unsurlardan aldığı öğretilerin O’nun
görüşü
olması, istediği ilahi iradeye rehberlik etmesi ve hayattan bir parça olduğunu
kabullendirmesi
için zorunluydu. Bu fikirlerden ruhunun derinliklerine varan bir
etkiyle
etkilenmiştir. Dış tesirlerdeki gücünü bulundurarak bu fikirleri almış, sonuçta
da bu
öğretileri ilahi vahiy olarak gördüğü gibi kalbinin boyun eğdiği bir inanç
oluşmuş
ve kendisini vahyin bir aracı olduğuna inandırmıştır.”119 Böylece
118
Özan, a.g.e., s. 37.
119
Goldziher, a.g.e., s. 12.42
Goldziher,
Hz. Peygamber’in, Yahudilik ve Hristiyanlık’tan veya bunların dışındaki
öğrendiği
veya aldığı dinî örf ve görüşlerden derin bir şekilde etkilendiğini ve bunlar
kalbinde
yer ettikten sonra bu fikirlerin ilahî bir vahiy olduğuna inandığını iddia
etmektedir.
“Annali
dell’Islam” adlı eserin müellifi olan Leone Caetani (v. 1935) ise Hz.
Peygamber’in
vahiy tecrübesi ile ilgili pek çok iddia ve iftirada bulunan isimlerden
biridir.
Ona göre Hz. Muhammed (s.a)’in cinlerin icra ettikleri ilhamların etkisiyle
kişinin
günlük hayatına sürekli müdahale ettiklerine inandığını, onun bu itikadında
bile
tabiatından itibaren Yahudi ve Hristiyan tesiri olduğunu, tabiatüstü ilhama
maruz
kaldığına
dair kanaati bulunduğu için sahip olduğu hissiyata ve zihnini şiddetle
karıştıran
fikirlere tabiatüstü bir kaynak atfettiğini iddia eder. Müşrik kâhinlerin
cinsinden
bir ilham ile kendisinin hiç münasebeti olmadığını şiddetle temin etmekle
beraber,
ilhamlarının verdiği amilin cinlere benzer bir çeşit varlıklara mensup
olduğuna,
fakat daha yüksek derecede bulunduğuna, kendisine ilham veren kuvvetin
insanları
aldatma ve sapıtmaya çalışmayıp, onların ahlaklarını temine, günahın kötü
sonuçlarından
ve cehennemin ebedi azabından kendilerini kurtarmaya çalıştığına
inandığını
ve bunu alenen temin ettiğini söyler ve şöyle devam eder: “Muhammed bu
fikrinin
İncillerden gelen telakkilerle de teyit edildiğini görüyordu. İncillerde,
yeryüzünde
insanlar arasında kendisine tesir edilmiş olarak kaynağını Allah’tan
almak
üzere Ruhü’l-Kudüs’ten bahsedilir. Muhammed kendisine Ruhü’l-Kudüs’ün
ilham
verdiğini zannetti. Herhalde bu iddiada bulundu.”120 Yani Caetani, diğer
oryantalistlerin
izinden giderek, Hz. Peygamber’in dini fikirlerinin kaynağını
Yahudilik
ve Hristiyanlık olarak görürken, kâhinlerinkine benzer bir ilham aldığı
iddiasını
açıkça ifade eder.
Caetani,
Hz. Peygamber’in vahiy tecrübesini tıpkı Sprenger gibi bir
tekamülden
ibaret görür. Ona göre Allah tarafından özel bir görevi taşıyor olmak, bir
Rasûlullah
olmak Hz. Muhammed’in zihninde ilk zamanlarda yoktur. Bu düşünce,
uzun bir
manevi tekamülün sonucu oluşmuştur. Müslüman ananesi ise her haberi
tahrif
ederek, hiç gerçekleşmemiş şeyleri gerekirse icat ederek, Allah tarafından
120
Leone Caetani, İslam Tarihi, çvr. Hüseyin Cahit Yalçın, Tanin Matbaası,
İstanbul, 1924, II/64-65.43
gönderilmek
fikrini ilk zamanlara çıkarmıştır. Hz. Muhammed’in zihnindeki gelişimi
anlamadıkları
veya kabul etmek istemedikleri için dinî faaliyetle beraber risalet
faaliyetinin
de başladığını iddia etmişlerdir. Sonunda Hz. Muhammed’in edebî
telifleri,
bütün hikmetleri, zamanla ve azar azar birer vahiy eseri haline gelmiştir.121
Ayrıca
Caetani, Müslüman alimlerin anlattığı gibi bir vahiy sürecinin olmadığını
herhangi
bir delil göstermeksizin söyleme cüretkarlığını göstermiştir. Dolayısıyla
hem Hz.
Peygamber’e iftira etmiş hem de Müslüman ananesini hiçe saymıştır.
Kendisi,
bu tekamül iddiasını ortaya koyarken delil olarak vahiylerdeki üslup
ve
içerikteki değişiklikleri göstermiş ve şöyle söylemiştir: “En eski (vahiy)ler
üslup
ve
içerik itibariyle sonra meydana getirdiklerinden açıkça farklıdır. Sayıca o
kadar
az, o
kadar eksik, tamamlanmamış ve bağlantısızdırlar ki tam bir vahiy gibi bile
düşünülemezler.
Büyük bir kısmı unutulmuş ya da kaybolmuş daha uzun vahiylerin
birer
parçası gibidirler… İlk zamanlarda Muhammed’in dini fikirlerinin bütün
ifadesini
bunlardan ibaret zannetmek pek mantıksız olur. Sonradan gelen o
surelerdeki
bütün içeriği bilmeseydik, birincilerin manası ve hikmeti bizim için adeta
kabul
edilemez bir anlayış olurdu…”122
Oryantalist
H. Lammens (v. 1937) ise Hz. Muhammed (s.a)’in otuz yaşına
erişince,
boğucu dini bir krize maruz kaldığını ve bundan dolayı yalnızlık ve uzlete
çekildiğini
iddia eder. Bunu da, sarsıcı rüyaların ve düşler merhalesinin takip ettiğini
söyler.
Onun belirttiğine göre Hz. Muhammed bu aşamada, Kureyş’in maddeci
hayatından
sıkıntı duyup, putlara tapmalarından nefret etmiştir. Sonra Vahdaniyeti
benimsemiş,
yeniden diriliş ve hesap gününe inanmıştır. Lammens, bu inançlarda
Hz.
Muhammed’in kendisini Yahudi ve Hristiyanlarla müttefik bulduğunu, Allah’tan
başka
ilah olmadığına ve dolayısıyla ilahî vahyin kaynağının da bir olduğuna
inandığını
iddia eder. Ona göre daha sonra Hz. Peygamber Arapların da bu çerçeveye
dahil
olması gerektiğini düşünerek, bu hakikatleri soydaşları arasında yaymaya
çağrıldığına
inanmıştır. Bunu da onların diliyle yapması gerektiğini düşünmüştür.123
Lammens’in
ifadelerine bakıldığında, bu konuyla ilgili diğer oryantalistlerden çok da
121
Caetani, a.g.e., II/76.
122
Caetani, a.g.e., II/75-76.
123
Sönmezsoy, a.g.e., s. 85.44
farklı
bir bakış açısına sahip olmadığı görülmektedir. Onun ifadelerinden, İslam’ın
Hz.
Peygamber’in kendi iradesi sonucu aşama aşama oluşmuş bir din olduğu
şeklinde
bir netice ortaya çıkmaktadır.
Ancak
Andrae, Lammens ve onun gibi düşünen oryantalistlerden farklı
olarak,
Hz. Peygamber’in vahiy almayı hiç beklemediği halde vahye muhatap olduğu
gerçeğini
ikrar eder. Kendisi Hz. Peygamber’in, vahyini tamamen bir tasarlama ile
olmasa
da, tasarlamasız da sayılamayacak bir şekilde aldığını, sebep-sonuç ilişkisi
içerisinde
şöyle izah etmektedir: Hz. Muhammed, bu kitabın kendisine verilmesini
beklemiyordu.
Hristiyanlarla Yahudiler’in sahip olduğu gibi Araplar’a kutsal bir
metin
sunmak ya da kendi halkına peygamber olmak gibi cesurca bir isteği içerisinde
herhangi
bir zamanda barındırdığının bile farkında değildi. İlk kez kulağına kutsal bir
şeyler
fısıldayan meleğin sesini duyduğunda bu onun için beklenmedik ve akıl almaz
bir
mucizeydi. Çağrısının tüm garantisi, onca eziyetin ve alayın ortasında
kendisine
destek
olan, hem insanlara hem şeytanlara Kur’an’ın mucizevîliğine benzer bir kitap
oluşturma
konusunda meydan okuma cesaretini veren imanının kaynağı bu
şaşkınlıklarına
dayanır. Bu sözlerin ardından Andrae, bu olgunun, peygamberlerin,
medyumların
ve vecd olmuş kişilerin tecrübelerinden dolayı çok iyi bilindiğini ifade
etmektedir.124
M.
Rodinson’un bu konudaki görüşlerine gelince, kendisi, Hz. Muhammed’e
gelen
vahiylerin nasıl bir düzen ve hangi kronolojik sıra içinde indiğini bilmenin
imkanı
olmadığını ifade etmektedir. Rodinson, zaman geçtikçe bunların çok daha
belirgin
bir hale geldiğinden şüphe etmemektedir. Bunun ardından olağanüstü
varlığın
duyumları, belli belirsiz görüntüleri, basit cümleleri işitmesi, bir anlam
taşıyan
düzenli söz dizileri devam etmiştir. Yine kendisi, arada kesintilerin ve geriye
dönüşlerin
olduğundan da şüphe etmemektedir.125
Rodinson,
vahiy sorununu önce gizli tuttuklarını, ancak daha az şaşkınlık ve
dehşete
sebep olan emirlerin sürekli yenilendiğini ifade eder. Ona göre Hz.
Muhammed,
ilk başta onların çoğunun kelimelerle ifade edilemeyen, kendi içinden
124
Armağan, a.g.e., ss. 72-73.
125
Rodinson, a.g.e., s. 99.45
gelen
esinler olduğunu düşünmüştür. Daha sonra kriz geçtiğinde aldığı esine tam
karşılık
geleni, kelimelere dökmüştür. Rodinson bu durumu Katolik mistiklerin
“zihinsel
vahiy” dedikleri şeyle açıklamaktadır ve buna “zihinsel görüntüler”in eşlik
ettiğini
ifade etmektedir.126
Daha
sonra Hz. Muhammed’in daha sık şekilde, Katolik mistiklerin “vizyon”
olarak
adlandırdıkları şeyleri görmeye başladığını, kendisine hitap eden bir melek
görüp,
bu görüntülerin ve meleğin söylediği kelimelerin algısının, Hz. Peygamber’in
kendi
içinden geldiğini iddia eder. Rodinson, yavaş yavaş Hz. Muhammed’in,
kendini
buna belli bir tarzda almaya alıştırdığını, bazen bunları çağırmayı,
kışkırtmayı
bile denediğini ileri sürer.127 Dolayısıyla Rodinson, Cebrail (a.s)’ı ve
onun
getirdiği vahiylerin Hz. Muhammed’in zihnî faaliyeti olarak
değerlendirmektedir.
Rodinson,
daha sonra dönüp ilahî vahyin gerçekliği konusunda kuşku
duyduğunu
söyleyerek şunları ilave etmektedir: “Daha sonraları endişe verici
çizgilerin
belirdiği kesindir: Hz. Muhammed artık, günü gününe kararlar almak
zorunluluğuyla
karşı karşıyadır. Ve bunlar gereklerinin Tanrı tarafından
fısıldanmasını
beklemeyecek kadar acil, siyasal, pratik veya idari kararlardır.
Binlerce
soru karşısındadır artık peygamber. İnananlar her şeyi ona danışmakta, her
konuda
ondan öğüt beklemekte ve yol göstermesini istemektedir. Bütün bu sorulara
vereceği
cevapların Tanrı tarafından ilham edilmiş bir karakter taşıması, hiç şüphe
yok ki,
inandırıcılıklarını bir kat daha arttıracaktır. Acaba peygamber zaman zaman
da olsa,
gerçeği bir parça zorlama gereğini duymuş mudur? Çünkü bazı vahiylerin,
Muhammed
tarafından son derece insanî bir güdülemeyle, arzu ve hesap edilebilecek
çözüm
şekillerine tıpatıp uygun düştüğünü görürüz. Yoksa burada işe gene Hz.
Peygamber’in
bilinçaltı mı el atmıştır? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.”128 Hz.
Peygamber’in
nübüvvetine dair pek çok şey söyleyen Rodinson, genellikle yaptığı
gibi
burada da net bir şekilde görüşünü belirtmekten uzak durmuş ve Hz.
126
Rodinson, a.g.e, s. 103.
127
Rodinson, a.g.e., ss. 103-104.
128
Rodinson, a.g.e, s. 107.46
Muhammed’in
getirdiği vahyin, O’nun bilinçaltının bir ürünü olduğu konusunda
şüphe
uyandırmaya çalışmıştır.
Rodinson
ile aynı dönemde yaşamış olan Watt ise kendi kendine sorduğu
“Muhammed
(s.a) peygamber miydi?” sorusuna da şöyle cevap verir: “O yaratıcı
muhayyilenin
derin düzeylerde işlediği ve insanın var oluşunun en önemli
meseleleriyle
ilgili fikirler ürettiği, böylece dini, sadece zamanında değil, daha
sonraki
asırlarda da yaygın bir çekiciliğe sahip olan bir insandı. Onun ortaya
koyduğu
bütün fikirler doğru ve sağlam değildir; fakat Allah’ın lütfuyla milyonlarca
insana,
daha önce sahip olduklarına göre daha iyi bir din sağlamaya muvaffak
kılındı.
Onlar da Allah’tan başka tanrı olmadığına ve Hz. Muhammed’in de O’nun
elçisi
olduğuna şahitlik ettiler.”129
Watt,
vahiy tecrübesinin tek tip olmadığını, zaman zaman değişiklik
gösterdiğini,
fakat daha sonra tek bir tarza inmiş olabileceğini ileri sürer. Hz.
Muhammed’in
kalbinde veya şuurunda birtakım kelimelerin varlığından haberdar
olduğu
şeklindeki inanca itiraz ederek, bunları bir yerden duymuş olabileceğini iddia
eder.
Daha sonra Watt, vahyin en önemli özelliklerini kendince üç ana maddede
toplar:
Hz. Muhammed’in zihninde bulunan kelimeler;
Hz. Peygamberin (bu kelimelerle ilgili) kendi düşüncesinin yokluğu;
Bu kelimelerin Allah’tan geldiğine inanma.130
Bu üç
maddede, Watt’ın benimsediği kolektif bilinçaltı nazariyesinin etkisi
görülmektedir.
Zira onun ileri sürdüğü bu görüş, Hz. Peygamber’in vahiy tecrübesine
ilişkin
diğer görüşlerini de şekillendirmiştir.
Bir
taraftan bugün elimizde bulunan Kur’an’ın ayetlerinin Hz. Muhammed’in
şuurunda
esrarengiz bir şekilde ortaya çıkmakla beraber, bunların, kesinlikle O’nun
düşüncesinin
mahsulü olmadığını131 söyleyen Watt, diğer taraftan Hz.
Muhammed’in,
Kur’an ayetlerini yeniden düzenleme, atlama ve eklemeleri tashih
etme
tasarrufuna sahip olduğunu iddia eder. Kur’an’da geçen nesh ayetini de buna
129
Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 272.
130
Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 35.
131
Watt, a.g.e., s. 37.47
delil
olarak gösterir. Ona göre muhtemelen, Hz. Muhammed gerekli olduğunu
düşündüğü
vahiyleri dinliyordu ve tashih edici bir vahiy aldığı takdirde metni
düzenliyordu.132
İlginçtir ki bunu söyleyen Watt, bir başka yerde eskiden bazı
Avrupalı
ilim adamlarının, Hz. Muhammed’in Kur’an’ı revizyona (yeniden gözden
geçirme)
tabi tuttuğunu söylemelerini üzücü bulmakta ve böyle bir iddianın, Hz.
Muhammed’in
tecrübesindeki önemli “fenomenolojik” özellikleri dikkatten uzak
tuttuğu
için, ilme aykırı kabul etmektedir.133
Bütün bu
görüşlere yer verdikten sonra oryantalistlerin, Hz. Peygamber’in
vahiy
tecrübesine dair iddialarını şu üç maddede özetleyebiliriz:
1. Almış
olduğu vahiyler, Hz. Muhammed’in zihnî faaliyetinin ürünüdür ve
bunların
Allah’tan geldiğine kendini inandırmıştır.
2. Hz.
Peygamber’in vahiy süreci bir tekamülden ibarettir; yani zamanla
gelişme
göstermiştir.
3. Hz.
Peygamber, bu vahiyleri kendiliğinden değiştirme ve düzeltme
tasarrufuna
sahiptir.
Ancak
vahiy, insanlara tebliğ edilmek için Allah’ın peygamberlere özel
kıldığı
ruhî bir haldir. Dolayısıyla diğer insanların idrakinin bu olayın mahiyetini
anlamaya
gücü yetmemektedir. Oryantalistler de Kur’an vahyini reddettikleri için bu
tarihî
gerçeğe kendilerince açıklama getirmeye çalışmışlardır. Ancak görülüyor ki
onlar
iddialarında mesnetsiz ve tutarsızdırlar.
M.
Hamidullah bütün bu iddialara şöyle itiraz etmiştir: “Bir Müslüman’a
Peygamberinin
bu kitabın yazarı olduğunu söylemekten daha büyük bir hakaret
olmaz.
Zira Hz. Muhammed sadece Kur’an’a kendiliğinden bir şey ilave etmeyen, bir
nakil
olup her ne şekilde olursa olsun kendi arzu ve isteğine göre herhangi bir şeyi
de ondan
çıkarmış, nesh etmiş değildir. Durum böyle olunca kendisi nasıl olur da
bunun
(haşa) yazarı olabilir.”134 Nitekim Kur’an ve Hz. Peygamber (a.s)’in hayatı
tarafsız
bir şekilde incelendiği zaman açıkça görülecektir ki, azabından korktuğu
132
Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 27.
133
Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 37.
134
Muhammed Hamidullah, “Kur’an Müslümanların Mukaddes Kitabı”, çvr. Ahmet Salih
Ocak,
İslam
Medeniyeti Dergisi, c. 1, sy. 1, s. 3.48
Rabb’ine
kendi sözlerini isnat etmesi mümkün değildir. Dolayısıyla Allah Teala’nın
izni
olmadan vahiy üzerinde herhangi bir değişiklik yapması da imkansızdır.
D. Hz.
Peygamber’in Samimiyeti Meselesi
Orta Çağ
polemik ve hiciv yazılarındaki yanlış tanıtımlardan, Voltaire’in
“Mahomet”
adlı eserinde nitelenen laik şahsa kadar, Batı’da bir Hz. Muhammed
efsanesi
mevcuttu. Batı’da Orta Çağ Mahound’u, başlangıçta Apollon ve Termagant
ile
birlikte kutsal olmayan bir üçlü olarak ibadet edilen bir tür şeytan ya da
sahte bir
ilah
kabul edilmekteydi. Daha sonra ise Hz. Muhammed önemli bir Rafizî haline
gelmiştir.
Dante ona “rezalet ve Rafizilik yayıcısı” sıfatıyla cehennemde özel bir yer
ayırmıştır.
Ancak reform hareketinden sonra O, kurnaz ve menfaatçi bir sahtekar
sayılmıştır.
Bu dönemdeki efsanelerden biri de, Hz. Muhammed’in papa
seçilemediği
için yalancı peygamber sıfatıyla kendine başka bir hayat yolu çizmiş
hırslı
ve kırgın bir Roma kardinali olmasıdır. Batılı din düşmanlığının izlerine, bazı
modern
bilginlerin eserlerinde halen rastlanmaktadır.135
17.
yüzyılda İngiltere’nin ilk Orta Doğu uzmanlarından olan Humphrey
Prideaux’un
(v. 1724) yazdığı “Muhammed’in Yaşam Öyküsü” adlı eserde “The
True
Nature of Imposture/Sahtekarlığın Gerçek Doğası” başlığı gibi Hz.
Peygamber’e
hakaret içeren birçok kelime bulunmaktadır. Aynı yüzyılda bir başka
oryantalist
Barthelémy d’Herbelot (v. 1695), yazmış olduğu “Bibliotheque
Orientale/Şark
Kitaplığı” adlı ansiklopedik mahiyetteki eserinin “Muhammed”
maddesinde
Hz. Peygamber’e verilen bütün adları sıralamış ve sonra, O’nun, din
adını
alan, ancak kendilerinin Muhammetçilik dedikleri sapkın bir ekol kurduğunu
söyleyerek,
İslam Peygamberine, “sahtekar” damgasını vurmuştur.136
Dolayısıyla
Orta Çağ Avrupa’sında, onun sahte bir peygamber olduğu
anlayışı
yaygındır. Orta Çağ savaş propagandasının bu ve benzeri tahrifatı,
Avrupa’nın
ve Hristiyanlığın zihninden çok yavaş silinmektedir.137 19. asra kadar da,
Hristiyan
Avrupa’nın, Hz. Muhammed (s.a)’e samimiyetsizlik isnat ettiği
135
Bernard Lewis, The Arabs in History, Oxford University Press, Newyork, 1993,
ss. 45-46.
136
Seyfullah Kara, “Hz. Peygamber’e Karşı Oryantalist Bakış ve Bu Bakışın
Kırılması”, AÜİFD, sy.
23, ss.
153-154.
137
Watt, Kur’an’a Giriş, çvr. Süleyman Kalkan, Ankara Okulu Yay., Ankara, 1998, s.
31.49
görülmektedir.
Ancak İngiliz tarihçi, biyografi yazarı ve eleştirmen olan Thomas
Carlyle’ın
konferanslarından sonra ilk defa Hz. Peygamber’in samimiyetine
inanmanın
yerinde olacağı kanaati doğmuştur. Onun görüşüne göre, inancı uğruna
bunca
zulümlere tahammül edişi, kendisine inançla bağlanan insanların yüksek
karakterleri
göz önünde bulundurulunca, bu yüce şahsiyete yalancılık asla isnat
edilemezdi.138
Carlyle, dünyanın büyük dinlerinden birinin kurucusu olması
dolayısıyla
“Peygamber Olarak Kahraman: Muhammed” başlıklı konferansında
O’nun
(s.a) bir sahtekar olduğu düşüncesini reddetmiştir:
“Hz.
Muhammed’in entrikacı bir sahtekar, hatta şeytanın ta kendisi olduğu
ve dininin
bir şarlatanlık ve ahmaklık yığınından ibaret olduğu şeklindeki teorizmin
artık
kimse için tutarlı tarafı kalmamaya başlamıştır. İyi niyetli çabalar sonucu bu
adamın
çevresine yığılan yalanlar sadece bizim için utanç verici olmaktan öteye
gidemez.
Zira bu adamın söylediği sözler bin iki yüz yıldan beri yüz seksen milyon
insana
hayat rehberi olmuştur. Bu yüz seksen milyon insan da, tıpkı bizim gibi, Tanrı
tarafından
yaratılmıştır. Şu anda Hz. Muhammed’in sözlerine inanan Tanrı’nın
yaratıkları,
başka sözlere inananlardan sayıca daha fazladır. Her şeye gücü yeten
Tanrı’nın
bunca yaratığının uğrunda yaşayıp öldükleri bu inancın sefil bir manevi
düzenbazlık
olduğunu nasıl düşünebiliriz.139
Biz
Muhammed’i asla bir batıl, bir göstermelik, zavallı ve haris bir entrikacı
olarak
görmek istemiyoruz. O’nu bu şekilde düşünmemiz imkansızdır. Getirdiği o
basit
mesaj da gerçekti; bilinmez derinliklerden gelen ciddi ve belirsiz bir ses!
Onun
ne
sözleri ne de eserleri sahteydi. Batıl ve taklit değillerdi.”140
Daha
sonra gelen oryantalistlerin bir kısmı, zaman zaman onun akıl hastası
olduğunu
belirtseler de, Hz. Muhammed’in samimiyetini kabul etme girişimleriyle
bu
yolları izlemişlerdir. Ancak Gustav Weil (v. 1889), O’nun saralı olduğunu ispat
etmek
için çalışmış, Dr. Aloys Sprenger daha da ileri gitmiş ve Hz. Muhammed’in
saraya
ilaveten histeriyaya da tutulduğunu iddia etmiştir. Sir William Muir ise sahte
peygamber
düşüncesine benzer bir düşünceyi muhafaza etmiş ve Hz. Muhammed’i
Mekke’de
dürüst ve yüce ruhlu bir rasul ve vaiz iken, Medine’ye gittikten sonra
138
Yıldırım, a.g.e.,, s. 172.
139
Carlyle, a.g.e., s. 63.
140
Carlyle, a.g.e., s.66.50
dünyevi
başarılar uğruna şeytanın oyunlarına teslim olan bir kişi olarak tasvir
etmiştir.
Margoliouth, O’nu bile bile halkın kafasını karıştıran birisi olarak
suçlamaktan
çekinmemiş ve ruhçuluk tarihinin, olağan dışı güçleri olan insanların
nasıl
kolayca sahtekarlığa yönelebileceğini gösterdiğine işaret etmiştir. Theodor
Nöldeke
ise Hz. Muhammed’in peygamberî ilhamının gerçekliği üzerinde ısrar
ederek,
O’nun saralı olduğu düşüncesine karşı çıkmış ve kendisinin ilahi güçlerin
etkisi
altında olduğunu düşünmüştür. Son dönem yazarları ise bütün olarak daha
insaflıdırlar
ve Hz. Muhammed’in kesinlikle samimi olduğu ve tümüyle iyi niyetle
hareket
ettiği görüşündedirler. Nitekim Frantz Buhl (v. 1932), O’nun başlattığı dini
hareketin
uzun-erimli tarihsel önemini vurgularken, Richard Bell, bir peygamber
olarak
dahi O’nun faaliyetinin, oldukça faydalı olduğunu belirtmiştir. Tor Andrae ise
Hz.
Peygamber’in tecrübesini psikolojik açıdan incelemiş ve onu sağlam bulmuş,
ayrıca
O’nun kendi çağı ve kuşağı için peygamberî bir mesaj taşıdığı görüşüne
varmıştır.141
Andrae, O’nun samimiyetine olan inancını şu cümlelerle aktarmıştır:
“Hz.
Muhammed’in samimiyetle davrandığı, vahiy psikolojisini bilen herhangi biri
tarafından
tartışılamaz. İlan ettiği mesajının kendisinden, kendi fikir ve
görüşlerinden
kaynaklanmadığı, onun dininin bir öğretisi olduğu gibi gerçekliğini
kendisinin
hiç sorgulamadığı bir tecrübedir.”142
Hz.
Peygamber’in samimi olduğuna inananlardan biri olan Alfred Guillaume
da Hz.
Peygamber hakkındaki yalancılık ve benzeri iddiaları reddetmektedir. Bunun
için de
İsrailoğullarına göre bir peygamberde dışa yansıyan işaretlere vurgu yaparak,
bütün bu
belirtilerin, Hz. Muhammed (a.s)’de de mevcut olduğunu ifade etmektedir.
Bu
belirtileri ise Guillaume şöyle sıralamıştır: (a)ateşli bir söylem, (b)şiir,
(c)Allah
ve
ahlakî konular hakkında aşırı kaygı ve (d)Allah’ın sözünü ilan etmesine
kendisini
sevk
eden bir yükümlülük duygusu.143
Rodinson
ise Hz. Muhammed’in samimiyeti sorununu şöyle ele alır: “Dini
bir
mesaja karşı takınılan şüpheci ve inanmaz tavrın, insanları, bu mesajı
getirenlerin
birer yalancı ve sahtekar gibi görmeye sürüklediği çağda değiliz artık.
Yani
Muhammed (s.a)’i tam bir sahtekar olarak gören Hristiyan ilahiyatçıları kadar
141
Watt, Kur’an’a Giriş, ss. 31-32.
142
Armağan, a.g.e., s. 65.
143
Guillaume, a.g.e., s. 28.51
18.
yüzyılın akılcı (rasyonalist) filozofları da geride kalmıştır.” Dolayısıyla
Rodinson,
Hz. Peygamber’i sahtekar, sihirbaz hilelerine başvuran, dolandırıcı,
yalancı
olarak niteleyen bazı Batılıların iddialarını reddetmiştir. Ayrıca Hz.
Muhammed
(s.a)’i ıslahatçı olarak gören bazı müsteşriklerin düşüncelerini de kabul
etmemiştir.144
Ayrıca
Rodinson, Hz. Peygamber’in Mekke ve Medine’de samimiyet
açısından
farklılık gösterip göstermediği tartışmasıyla ilgili şu değerlendirmeleri
yapmıştır:
“Hz.
Muhammed’in ilk mesajlarının dikkatle incelenmesine, bu ilk mesajları
önceleyen
ya da eşlik eden şüphe ve umutsuzluk buhranlarıyla ilgili söylentiler de
eklendiğinde
bu, onlarda soğukkanlılıkla hesaplanmış ve tutku ya da insan sevgisinin
etkisiyle
amansızca uygulanmış bir planın tezahürlerini gören anlayışa karşı en
azından
şüpheci kalmamız gerekiyor. Bu söylentiler gerçekte de samimi görünüyor.
Peygamber
(a.s)’in krizlerini anlatan metinlerin gerçeği dile getirdiğine
inanmaktayız.
Çünkü bizce Hz. Muhammed’e daima doğaüstü alemde bir yer bulmak
için
çırpınan bu metinler, O’nu bu derece doğa içi ve insanî gösteren çizgileri icat
ettirmiş
olamaz. Kısaca bugün samimi bir Muhammed’i açıklamak, sahtekar bir
Muhammed
(s.a)’i açıklamaktan çok daha kolaydır.” 145
Hz.
Peygamber’in samimi olduğunu dile getiren Watt da, saralı veya histerili,
hatta
kontrol edilemeyen coşku nöbetleri olan bir kişinin, askeri seferlerin aktif
lideri
ya da
bir şehir devletinin ya da büyümekte olan dini cemaatin sakin, uzak görüşlü
rehberi
olabilmesinin inanılmayacak bir şey olduğunu; ancak Hz. Muhammed’in
bütün
bunları başardığını kabul etmektedir. Watt, O’nda açık bir hastalık belirtisi
olsaydı,
bunun mutlaka duyulacağını, bu nedenle Orta Çağ anlayışlarının bir yana
bırakılması
gerektiğini söylemiştir.146
“Samimiyet
olmaksızın, Ebubekir ve Ömer gibi güçlü ve dürüst karakterli
insanların
bağlılığını ve hatta adanmışlığını nasıl kazanabilirdi? Deistler için bir
soru
ise, Tanrı’nın İslam gibi büyük bir dinin yalan ve aldatmaca üzerinde
gelişmesine
nasıl izin verdiğidir. Bu da Hz. Muhammed’in samimi olduğunu
144
Rodinson, a.g.e., ss. 104-105.
145
Rodinson, a.g.e., ss. 106-107.
146
Watt, a.g.e., s. 32.52
savunmak
için güçlü bir kanıttır. Bazı açılardan hatalıysa, hataları kasıtlı yalanlar
ya da
sahtekarlıktan kaynaklanmamaktaydı.”147 diyen Watt, diğer taraftan Hz.
Muhammed’in
samimi olduğunu söylemenin, inançlarında doğru olduğunu ifade
etmek
anlamına gelmediğini de vurgulamıştır. Bir insanın samimi fakat aynı
zamanda
yanılıyor olmasının muhtemel olduğunu, modern Batılıların, Hz.
Muhammed’in
nasıl yanılıyor olduğunu göstermekte zorlanmayacaklarını ifade
etmiştir.148
Halen
hayatta olan Amerikalı tarihçi Bernard Lewis ise modern bir tarihçinin,
İslamiyet
gibi büyük ve anlamlı bir hareketin menfaatçi bir sahtekar tarafından
başlatıldığına
kolay bir şekilde inanmayacağını ifade eder. Ona göre Hz. Muhammed
yeni bir
hareket ortaya koymaktan ziyade, kendi döneminde yaşayan Araplar
arasında
var olan akımları canlandırıp, bunlara başka bir yön vermiştir.149
Son
dönemlerde daha çok benimsenen Hz. Peygamber’in samimi olduğu
görüşüne
dikkatle bakıldığı zaman, onların Hz. Muhammed’in samimiyetini kabul
etmelerinin,
O’nun getirmiş olduğu vahyi kabul ettikleri anlamına gelmediği görülür.
Bir
kısmı O’nun peygamber vasfıyla yaptığı işlere veya O’nun üstün özelliklerine
saygı
duymaktadırlar. Ancak bunu kabul etmelerinden yola çıkarak, O’na gelen
vahyin
ilahiliğini tasdik ettikleri söylenemez. Ayrıca bu düşünceye sahip olanlar,
oryantalistlerin
sadece belli bir kısmını oluşturmaktadır. Halen eski bakış açısını
sürdüren
oryantalistlerin var olduğunu söylemek mümkündür.
147
Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 263.
148
Watt, a.g.e., s. 27.
149
Lewis, a.g.e., s. 46.İKİNCİ BÖLÜM
ORYANTALİSTLERİN
KUR’AN’IN KAYNAĞINA
YÖNELİK
İDDİALARI54
İslam
dini üzerine araştırma yapan müsteşriklerin çoğu, Kur’an-ı Kerim’in
ilahî
kaynaklı olmadığını kabul etmektedirler. Bu nedenle Kur’an’a kaynak aramak,
onların
çalışmalarının genel özelliği olmuştur. Kur’an’ın bir vahiy ürünü olduğunu
kabul
etmeyen bir kimsenin de Kur’an’a ve Kur’an merkezli bir dine ön yargılı
davranması
tabiidir.
Çalışmamızın
bu bölümünde oryantalistlerin Kur’an’a kaynak olarak ortaya
attıkları
iddiaları sınıflandırarak ele alacağız. Ancak yapmış olduğumuz bu tasnifi
kesin
hatlarla birbirinden ayırmanın mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü bir
oryantalist
aşağıda verilen başlıklarda ifade edilen birden fazla görüşe sahip
olabilmektedir.
Oryantalistlerin
Kur’an’ın kaynağı ile ilgili tartışmalarını haricî ve dahilî
kaynaklar
olmak üzere iki başlık altında inceleyeceğiz. Haricî kaynaklar ile
kastettiğimiz,
onlara göre peygamberlik iddiasıyla çıkmadan önce ve peygamberlik
görevini
yerine getirdiği süreçte, Hz. Peygamber’i etkileyen dış unsurlardır. Dahilî
kaynaklar
ise yine onlara göre kendisinin peygamber olduğuna inanmasına sebep
olan ve
Hz. Peygamber’in şahsından kaynaklanan unsurlardır.
A.
Haricî Kaynaklar
1. Ehli
Kitap’tan Aldığı İddiası
Oryantalistler
arasında Kur’an’ın kaynağı meselesiyle ilgili en meşhur görüş,
Hz.
Peygamber (s.a)’in kendisine gelen vahyi, Yahudilik veya Hristiyanlık’tan almış
olmasıdır.
Bu iddiaya sahip olanların bir kısmı Yahudilik’ten, bir kısmı ise
Hristiyanlık’tan
aldığını iddia ederken, bazıları da hem Yahudilik’ten hem de
Hristiyanlık’tan
aldığını ileri sürer. Bir kısmı ise bu iki dine mensup olan bazı
şahıslara
işaret ederek, Hz. Peygamber’in bir öğreticisi olduğunu iddia ederler. Biz
de bu
iddiaları muhtelif başlıklarla ele alacağız.55
a. Mekke
ve Civarında Yaşayan Ehli Kitap’tan Aldığı İddiası
İslamiyet
öncesi Arabistan’daki dinî durum, birçok Batılı yazarın ilgisini
çekmiş
ve bunlardan İslam’ın doğuşuyla ilgilenenler için bu bölgedeki dinî durum,
açıklayıcı
olmuştur. Ancak onların asıl gayesi, kendilerince Kur’an’ın kaynaklarını
bulmaktır.
Bu konuda aralarında büyük görüş ayrılıklarının çıkmasının nedenlerinden
biri,
Mekke’de ve civarında Yahudi veya Hristiyanlar’ın bulunup bulunmadığı
konusudur.
Yine eğer böyle dinî topluluklar varsa, ne kadar etkili oldukları ve bu
etkilerin
sonuçları konusunda da fikir ayrılığına düşmüşlerdir.150 Bell, Watt gibi bazı
oryantalistler
ise Mekke’de öyle önemli ölçüde Ehli Kitap bir toplumun olmadığını,
ancak bu
bölgede etkili olduklarını iddia ederler.151
Danimarkalı
oryantalist Buhl, Mekke’de yaşayanların Yahudi ve Hristiyanlar
ile
münasebetini ortaya koymak için şöyle söyler: “Birçok delil, ilk devirlerde
çeşitli
tesirlerin,
bilhassa Hristiyan mezheplerinin, daha sonraları da Yahudiler’in tesirinin
altında
kalmış olduğunu gösterir. Suriye’ye veya Fırat boylarına giden kervanlar,
deniz
yolundan Habeşistan ile kurulan münasebetler, büyük pazar yerlerine giden
yabancı
tacirler vasıtasıyla, Arabistan’da her iki din hakkında malumat edinmek
mümkün
idi. Hristiyanlık yalnız Güney Arabistan’ın medenî kısmında değil, birçok
bedevî
kabileler arasında da iyice yerleşmiş, Medine ve bunun kuzey tarafındaki
çöllerde
ise Yahudi kolonileri teşekkül etmiş bulunuyordu. Özellikle Mekke’de
oturanlar
Hristiyan ve Yahudilerle her vakit münasebette bulunma imkanına
sahiptiler.”152
Gibb de Arabistan’ın kuzey, güney ve doğusuna yerleşen topluluklar
arasında
Yahudi ve Hristiyan topluluklarının olduğunu ve çölde yalnız yaşayan
münzevilere
dair eski Arap şiirinde çok başvuru kaynağının bulunduğunu iddia
etmektedir.
153
Watt,
Yahudi ve Hristiyan fikirlerinin Arabistan toplumunda özellikle
Mekke’de
yaygın olduğunu ifade etmektedir. Ona göre Araplar arasındaki
tektanrıcılık
fikri, Yahudi ve Hristiyan etkilerinden ileri gelmektedir. Zira Arapların,
150
Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, çvr. Alparslan Açıkgenç, Ankara Okulu
Yay., Ankara,
2000, s.
223.
151
Fazlurrahman, a.g.e., s. 224.
152
Frantz Buhl, “Muhammed”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1960,
VIII/455.
153
Hamilton Gibb, Mohammedanisme An Historical Survey, A Galaxy Book, Newyork,
1962, s. 38.56
Hristiyan
ve Yahudilerle birçok temas fırsatları vardır. Watt, bu temaslarla ilgili
olarak
Bizans İmparatorluğu ve Habeşistan’ın Hristiyan olduğunu, Pers
İmparatorluğu’nda
bile Hristiyanlığın güçlü olduğunu, hatta Arapların sıkı ilişkisi
bulunan
Perslere tâbi devlet olan el-Hira’nın, Doğu Suriye yani Nasturi Kilisesi’nin
ileri
karakolu olduğunu söyleyerek, bu durumun Arapları büyük çapta etkilemiş
olduğunu
ileri sürer.154
Ayrıca
Arapların Yahudilerle temas fırsatlarının Hristiyanlarla olduğu kadar
çok
olmadığı, ancak bunların bazılarıyla daha sıkı ve yakın temaslar olduğundan
bahseder.
Birtakım Yahudi kabileler, Arabistan çöllerinde ve Güney Arabistan’ın
verimli
bölgelerinde yerleşmişlerse de Mekke’de hemen hemen hiç Yahudi
olmadığını
söyler.155
Oryantalistlerin
geneline göre esas itibariyle bölgede nerede ve ne kadar Ehli
Kitab’ın
yaşadığı çok da önemli değildir. Burada onlar için önemli olan, Arabistan
üzerinde
Yahudi ve Hristiyan tesirinin ne kadar olduğunu ve bu bilgilerin Hz.
Peygamber’e
nasıl ulaştığını göstermektir.
Bu
konuda ileri sürülen bir başka iddia ise Kur’an’ın tamamen Yahudilik ve
Hristiyanlık’tan
alındığı ve hiçbir orijinalliğinin bulunmadığı şeklindedir.
Oryantalistlerin
çoğu İslam’ın, Yahudi ve Hristiyan örf ve adetlerinin yaygın olduğu
bir
bölgede ortaya çıktığı ve Hz. Muhammed (s.a)’in de dinini bu örf ve
geleneklerden
faydalanarak kurduğu iddiasını taşımakla birlikte bir kısmı İslam’ı
yeni bir
din değil de, sapık bir Yahudi veya Hristiyan mezhebi olarak görmek
istemiştir.156
Ancak
Watt, Kur’an’ın, Yahudilik ve Hristiyanlık’tan aldığı fikirleri içeren,
kendisine
has fazla bir özelliği bulunmayan ve herhangi bir yeniliğe sahip olmayan
bir
kitap olarak kabul edilmesinin, yirminci yüzyıl başlarında geçerli bir görüş
olduğunu,
bu görüşün de Haçlı seferlerinden sonra savaş propagandasının bir devamı
olduğunu
söyler. Çünkü bu savaşlarda Batı Avrupa, Müslüman ordusundan korkmuş,
İslam’ı
gerçeğe aykırı bir şekilde anlatarak, kendisini savunmak zorunda kalmıştır.
Ancak
Hz. Muhammed de Ahd-i Atik peygamberleri gibi daha önceki
154
Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, ss. 33-34.
155
Watt, a.g.e., s. 34
156
Salih Akdemir, “Müsteşriklerin Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed (s.av)’e
Yaklaşımları”,
AÜİFD,
XXXI/197.57
peygamberlerin
tebliğlerine aşina olan ve kendi halklarının dinî tarihi hakkında bir
şeyler
bilen insanlara hitap etmiştir. Daha önceki birçok fikre aşina olan her
peygamberin
yeni ve orijinal olan tebliği, bu fikirler açısından ifade edilmiş ve söz
konusu
tebliğ nazil olduğu derin problemlerini öylece ele almıştır.157 Dolayısıyla
Watt,
artık Kur’an’ın tamamen alıntı olduğu ve orijinal herhangi bir fikir taşımadığı
görüşünün
geçerli olamayacağını ifade etmektedir.
Bu
görüşe sahip olan oryantalistlerden biri olan Goldziher’e göre Hz.
Peygamber
(s.a), Allah’ın insanların hidayeti için gönderdiği Peygamberlerle alay
edip onlara
karşı gelen geçmiş milletlerin uğradıkları akıbetleri, uyarı ve temsil
yoluyla
hatırlatmak için -çoğu zaman enbiya kıssaları şeklinde- Ahd-i Kadim’in
tarihinden
istifade etmiştir. Böylece Hz. Muhammed (s.a) peygamberlerin sonuncusu
sıfatıyla
geçmiş peygamberler zincirine katılmıştır.158 Yine o, Rasûl’ün Medine’deki
tutumunun
Mekke’dekinden farklı olduğunu, Mekke’de peygamberlerin izinden
gittiğini
söylerken, Medine’de bu prensipten ayrıldığını kaydetmiştir. Böyle söyleyen
Goldziher,
Hz. Muhammed (a.s)’in, Hz. İbrahim’in dinini düzelttiğini, onun dinine
davet
ettiğini, yeni bir din ortaya koymadığını söylemek suretiyle de çelişkiye
düşmektedir.159
Brockelmann’a
göre Hz. Muhammed’in dini, tabiatıyla ancak Kur’an’a göre
muhakeme
edilebilir. Kendisi için gerçek bir sistem söz konusu olamaz. İnce
hikmetler
ve mantık asla O’nun iktidarı değildir. O’nun ruh dünyasının çok az bir
kısmı
kendisine ait olup, o bilgileri çoğunlukla Yahudilik’ten ve Hristiyanlık’tan
almıştır.
Fakat O bunları mahir bir şekilde kavminin dinî ihtiyaçlarına
uydurmuştur.160
Hz.
Muhammed (s.a)’in, Yahudi veya Hristiyanlar’dan sistematik bir eğitim
almadığını
ifade eden A. Jeffery (v. 1959) ise O’nun sahip olduğu bilgileri, daha çok
söylentiler
yoluyla şifahî olarak aldığını iddia eder. Bu bakımından Jeffery, O’nun
çok
sayıda öğretmeninin bulunduğunu, peygamber kıssaları konusundaki Kitab-ı
Mukaddes
bilgisinin de daha çok Rabbinik hikayelere dayandığını, bunun sonucu
157
Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 70.
158
Goldziher, a.g.e., s. 15; Sönmezsoy, a.g.e.., s. 81.
159
Süleyman Ateş, İslam’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar, Kılıç Yay.,
Ankara, 1972, ss.
28-29.
160
Brockelmann, a.g.e., s. 33.58
olarak
da Kur’an’daki birçok kıssada çeşitli bilgi yanlışlıklarının bulunduğunu iddia
etmektedir.161
Rodinson
ise Yahudi ve Hristiyanlar’ın Hz. Muhammed’e aynı Tanrı’dan,
Arapların
da başka tanrıları ekleyerek tapındığı Allah’tan söz ettiğini, O’nun da
bunları
büyük bir dikkatle dinleyip, bu bilgiler ışığında, kafasında yavaş yavaş,
dünyanın
ve tarihinin bir tasvirinin canlandığını162 iddia ederek şunları ilave eder:
“Yahudilerle
Hristiyanlar, güçlü ve zengin örgütlenmeler de dahil olmak üzere,
dünya
çapında imparatorluklar tarafından destekleniyorlardı. İddiaları, eski
zamanlarda
gökten inmiş ve geçerlilikleri mucizelerle ispatlanmış kutsal kitaplara
dayanıyordu
üstelik. Allah’ın sırlarını tanıyorlar; insanlara yardım için nasıl
tapınılmak
istediğini, ne türlü dualar, kurbanlar ve ayinler arzu ettiğini biliyorlardı.
Oysa
Araplar bütün bu sırların hiçbirine sahip değillerdi. Uzak kalmışlardı
Allah’tan.
Şimdi bilen kişilerden, Kitab’ın adamlarından öğrenim görmeleri,
böylelikle
de Allah’a yaklaşmaya çabalamaları gerekiyordu.”163 Bu bakımdan
Rodinson’un
da diğer oryantalistlerin iddialarında olduğu gibi Hz. Muhammed’in
sahip
olduğu fikirleri, Yahudi ve Hristiyanlar’dan edindiği şeklindeki görüşü
benimsediği
anlaşılmaktadır. Ancak bunu alenen dile getirmekten de uzak durduğu
görülmektedir.
M. Watt,
bu konuyu diğerlerinden daha farklı bir boyuta taşıyarak,
Yahudilik
ve Hristiyanlık etkilerinin Hz. Peygamber (s.a)’e nasıl ulaştığını
tartışmakta,
Hz. Peygamber (s.a)’in okur-yazar olmadığını ve dolayısıyla Kitab-ı
Mukaddes’i
hiçbir zaman okumadığını kabul etmektedir. Jeffery’nin kabul ettiği gibi
o da,
Hz. Muhammed (s.a)’e Yahudi ve Hristiyan kavramlarına dair her türlü
bilginin,
şifahî kültür sayesinde ulaşmış olabileceği ihtimali üzerinde durur.164
Watt
vardığı sonucun doğruluğunu göstermek için çeşitli ihtimallerden
bahsetmektedir:
a) Hz.
Peygamber (s.a) bazı Yahudi ve Hristiyan din adamlarıyla karşılaşıp
onlarla
dinî konularda müzakere etmiş olabilir.
161
Mesut Okumuş, “Arthur Jeffery ve Kur’an Çalışmaları Üzerine”, AÜİFD, XLIII/22,
s. 135.
162 Rodinson,
a.g.e., s. 89.
163
Rodinson, a.g.e., s. 91.
164
Montgomery Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 51.59
b)
Hristiyan Araplar ve Habeşistan ile Yemen’den Habeşliler, ticaret
gayesiyle
veya köle olarak Mekke’ye geliyordu.
c)
Medine ve diğer yerlerde oturan Yahudi topluluklar vardı.
Watt,
Hz. Peygamber’in bunlarla kesinlikle konuşma fırsatı bulduğunu ifade
ederek,
şunları ilave etmiştir: “Gerçekten de Hz. Muhammed’in, Hatice’nin
Hristiyan
kuzeni Varaka’yla bazı konuşmalar yaptığı rivayet edilir ve Hz.
Muhammed’in
hayatı boyunca, hasımları onun bazı temaslarını, almış olduğu
vahiylerin
kaynağı olarak gösterme gayretkeşliği içinde olmuştur.”165 Ayrıca Kitab-ı
Mukaddes’in
mahiyeti hakkındaki bilgisini arttırmak için, O’nun Yahudileri ve
Hristiyanlar’ı
sorgulayarak, bu tür fırsatlardan yararlanmış olması ihtimalini ileri
sürmüştür.166
Ancak Watt, bu görüşlerinin hepsini muhtemel ifadeler kullanarak
ortaya
koymuş ve bu iddiaları ispatlayacak hiçbir delil göstermemiştir. Watt’ın, Hz.
Peygamber’in
bazı temaslarını, düşmanlarının vahyin kaynağı olarak gösterdikleri
iddiasına
gelince, bu iddianın hiçbir mesnedi bulunmamaktadır.
Oryantalistlerin
bir kısmı, İslam’ın oluşumunda hem Yahudilik hem de
Hristiyanlığın
etkisinden bahsederken, bazıları daha çok Yahudiliğin etkisi üzerinde
durur.
İslam’ın Yahudilik’ten alınmış bir din olduğu fikri ise çok eskilere
dayanmaktadır.
Mesela, Sa’diye (v. 944), Musa b. Meymun (v. 1204) Semmun b.
Devran
(v. 1444) Orta Çağ’da bu görüşü savunan isimlerdendir. 19. asırda bu görüşü
savunan
ise Abraham Geiger (v. 1874) olmuştur. Geiger, “Was hat Muhammed aus
dem
Judenthume Aufgenommen, 1833” adlı eserinde, Kur’an-ı Kerim’in Yahudi
unsurları
ihtiva ettiğini iddia etmiştir. Onu bu konuda, Hartwig Hirschfeld, Sidersky,
Horovitz
(v. 1931), Shapiro, Katsh (v. 1998), Funkel gibi birçok oryantalist de takip
etmiştir.167
Nitekim
Goldziher’e göre İslamiyet, Mekke’nin Yahudileştirilmiş dinî
adetleridir,
ancak Yahudiliğin kendisi de değildir. Bunun nedenini ise, İslam’ın
kaynaklarından
biri Yahudilik olmakla birlikte başka kaynaklarla desteklenerek
oluşturulduğu
şeklinde açıklar.168
165
Watt, a.g.e., s. 51-52.
166
Watt, a.g.e., s. 52.
167
Akdemir, a.g.m., s. 193.
168
Tahsin Görgün, “Goldziher, Ignaz”, DİA, İstanbul, 1996, XIV/105.60
İslam’ı
Yahudiliğin daha sonraki sapkın bir biçimi olarak kabul edenlerden
biri de
Clair Tisdall (v. 1928)’dır. Ona göre Hz. Muhammed’in döneminde Yahudiler
sadece
sayıca çok değillerdi. Arabistan’ın birçok yerinde çok da güçlülerdi.
Yahudilerin
Kutsal Kitab’a sahip olmaları ve şüphesiz Kureyş ve diğer kabilelerin de
ataları
olduğunu iddia ettikleri Hz. İbrahim’in soyundan gelmeleri, Yahudiler’e
büyük
bir saygınlık kazandırıyordu. Bu nedenle doğal olarak yerli efsaneler,
Yahudiler’in
tarihini ve adetlerini özümsemiştir. Bölgeye özgü törenler ise,
Yahudiler’in
efsanelerinden uyarlamalarla biraz değiştirilmiştir. Tisdall,
Arabistan’daki
Yahudi etkisini kendince bu şekilde ifade ettikten sonra Hz.
Muhammed’in
böyle bir ortamda ortaya çıktığını, bütün yarımadanın kabul
edebileceği
şekilde halkına yeni bir ruhsal sistem duyurusu yaptığını iddia eder.169
Tisdall
ile çağdaş olan Brockelmann’ın da Hz. Peygamber’in almış olduğu bilgileri
halkına
uyarladığı görüşünü benimseyerek,170 Tisdall’ınkine benzer bir iddiayı
savunduğu
görülür.
Tisdall’a
göre Hz. Peygamber (a.s) ortaya çıktığında Hristiyanlığın, Arapların
üzerinde
büyük bir etkisi yoktur. Gençliğinde bazı Hristiyanlarla karşılaştığı anlatılsa
da kilise
hakkında duydukları ve gördükleri O’nda kalıcı bir etki bırakmamıştır.171
Çünkü
Hz. Muhammed, İncil’deki saf Hristiyanlıkla hiç karşılaşmamış, o dönemde
Hristiyanlıkta
mevcut olan yanlış inançlar nedeniyle Hristiyanlık karşıtı yeni bir din
kurmak
zorunda kalmıştır.172
Ona göre
Hz. Muhammed dinî uygulamaları ve efsaneleri çok farklı
kaynaklardan
almış olsa da az çok tutarlı bir bütün halinde birleştirmiş ve İslam
dinini
oluşturmuştur. Bunların bir kısmı iyidir ve Müslümanlıkta başka din
sistemlerinden
alınmış büyük gerçekler vardır. Bu da, Müslümanlığın dünyada
varlığını
sürdürme nedenini ortaya koymaktadır.173
Bu
konuda Tisdall’ın görüşlerine benzer iddialara sahip olan Torrey (v. 1956)
ise
İslam’ın temel kaynağının Yahudilik olduğunu ispat etmeye çalıştığı “The Jewish
Foundation
Of Islam” adlı eserinde İslam’ın eklektik bir din olduğunu, Hristiyan
169 W.
St. Clair Tisdall, The Original Sources Of The Qur'an, Society for Promoting
Christian
Knowledge
(S.P.C.K.), London, 1911, s. 15.
170
Brockelmann, a.g.e., s. 33.
171
Tisdall, a.g.e., s. 39.
172
Tisdall, a.g.e., s. 40.
173
Tisdall, a.g.e., s. 84.61
unsurun
ise nasıl yaygın ve nasıl önemli olduğunun şu an tartışma konusu olduğunu,
onun
kaynaklarının Yahudi öğretiminden daha problemli olduğunu iddia
etmektedir.174
Henüz başında ve daha sonraki gelişim döneminde İslam’ın temel
malzeme
kaynaklarının büyük kısmının Yahudi kaynaklar olduğunu, Yahudiliğin
İslam’ın
önemi ve karakterinde karşı konulmaz derecede önemli olmasıyla birlikte
Hz.
Peygamber’in geniş ve özel bir bilgiye sahip olduğuna kanıt göstermek için çaba
sarf
edeceğini ifade etmektedir.175
Torrey’nin
diğerlerine göre daha az makul olan bir görüşü vardır ki, kendisi
hiçbir
delile dayandırmadan Mekke’de büyük bir Yahudi toplumunun bulunduğunu
ileri
sürmektedir. Ancak onun bu tezi için Mekke’deki Yahudi toplumu hakkında
herhangi
bir bilginin bulunmaması ciddi bir güçlük teşkil etmektedir. Mesela Medine
ve
Hayber gibi şehirlerde bulunan büyük Yahudi toplumlarının akıbetlerinin ne
olduğu
detaylı olarak bilindiği halde, ne Kur’an’da ne de Müslüman tarihçilerin
kitaplarında
Mekke’de bulunan büyük Yahudi toplumu ve bunların akıbetleriyle ilgili
hiçbir
bilgi bulunmamaktadır. Eğer varsa da bunlarla ilgili bazı haberlerin bize
ulaşması
gerekirdi. Halbuki bu konuda hiçbir bilgiye rastlamamaktadır.176
B. Lewis
ise Hz. Peygamber’in Yahudilik ve Hristiyanlık tesirlerine maruz
kaldığını,
Tevrat’taki birçok unsurun Kur’an’da var olmasının bunu tasdik ettiğini
iddia
eder. Fakat ona göre Hz. Muhammed Tevrat’ı okumamıştır. Dolayısıyla Lewis
diğerlerinden
farklı olarak, Kur’an’da Tevrat hikayelerinin anlatılış tarzı itibariyle
Hz.
Muhammed’in Tevrat bilgisini dolaylı bir şekilde Mithra dini ve Sahtiyan
tacirleri
ve seyyahlarından elde etmiş olabileceğine işaret eder.177 Lewis’e göre Hz.
Muhammed,
tek tanrılı bir dine inanmaları sebebiyle, Yahudiler’in başta İslamiyet’i
oldukça
büyük bir sempati ve anlayışla kabul edeceklerini düşünmektedir. Hatta Hz.
Muhammed
bu maksatla Kippur orucu ve Kudüs’e doğru namaz kılmak gibi bazı
Yahudi
adetlerini benimsemiştir. Ancak Yahudiler yeni Peygamber’e itibar
174
Charles Cutler Torrey, The Jewish Foundation Of Islam, Jewish Institute Of
Religion Press, Bloch
Publishing
CO., Newyork, 1933, s. 3.
175
Torrey, a.g.e., s. 8.
176
Fazlurrahman, a.g.e., s. 224.
177
Lewis, a.g.e., s. 35.62
göstermemiş
ve O’na muhalefet etmişlerdir. Onların desteğini kazanamayınca,
Yahudi
adetlerinden bir süre sonra vazgeçmiştir.178
Kısaca
özetlemek gerekirse, bu görüşü savunan oryantalistlerin, genellikle
İslam’ın
birden fazla unsurun etkisiyle meydana geldiği, ancak Yahudiliğin
diğerlerinden
daha fazla etkili olduğu görüşünü benimsedikleri görülmektedir. Hatta
Lewis
gibi bazı oryantalistler tarafından Yahudiler’in sempatisini kazanmak için Hz.
Peygamber’in
onların ibadetlerinden aldığı, fakat başarılı olamayınca bu
uygulamaları
terk ettiği şeklinde iddialar da ileri sürülmüştür.
Hz.
Muhammed (s.a)’in vahiy kaynağının Hristiyanlık olduğunu iddia
edenlere
gelince, bu görüşü benimseyenlerin başında 19. yüzyılda yaşamış
oryantalistlerden
Sir William Muir’i zikredebiliriz. Muir’in, Hz. Peygamber’in aşina
olduğu
şeyin, Hristiyanlığın bir çeşit sapık öğretileri olduğu ve bunların da
Kur’an’da
yansımalarının görüldüğü şeklinde bir iddiası vardır.179
Andrae
ise Hristiyan sofular ve keşişlerin dinî heyecanları uyandıran
vaazlarının
Hz. Peygamber’in kalbinde yer ettiğini ve O’nun üzerinde büyük bir etki
yaptığını
iddia eder. Ona göre Hz. Muhammed Hristiyanlık’tan etkilenmiş ancak
Hristiyan
olmamıştır. Bunun sebebi Andrae’ye göre Kutsal Kitaplar ve Arapça
konuşan
bir halkın olmasıdır. Onun belirttiğine göre, Hz. Muhammed Yahudiler’in
ve
Hristiyanlar’ın kitaplarını kullanamamıştır. Çünkü onlar başka bir dilde
yazılmışlardır.
Bu kitapların çevrilebileceği de Hz. Muhammed’in aklına
gelmemiştir.
Bu sebeple kendisi ve taraftarları için Arapça olan kutsal bir metin
ortaya
koymuştur.180 Ayrıca Andrae, Hz. Peygamber’in vahiy öğretisini
Yahudilik’ten
veya Ortodoksluk’tan almış olmasının mümkün olmadığı
görüşündedir.181
Bu
görüşü savunan en önemli isimlerden biri de İngiliz şarkiyatçı Richard
Bell’dir.
Kendisi adından da anlaşılacağı üzere “The Origins of Islam in its Christian
Environment”
adlı eserinde, İslam’ın kökenini Hristiyan çevrelerde aramıştır. Her ne
kadar
Bell'in bu eseri yazmasının amacı, Kur’an’da Hristiyan etkisini göstermekse
de,
Yahudilik’ten gelen sözde etkileri de göz ardı etmemiştir. Bell, Hz.
Peygamber’in
178
Lewis, a.g.e., s. 39.
179
Hıdır, a.g.m., s. 144.
180
Armağan, a.g.e., s. 74.
181
Armağan, a.g.e., s. 75.63
özellikle
peygamberliğinin ilk dönemlerinde Yahudi ve Hristiyan kaynaklarını ilk
elden
kullanmadığını, hatta Hz. Peygamber’in bu sıralarda Yahudi ve Hristiyanlar
arasında
bir ayrım yapmadığını ya da olası bir ayırımın farkında olmadığını ifade
etmektedir.182
Hz. Peygamber’in kullandığı materyallerin Yahudi ve Hristiyan
ifadeleri
ve fikirlerini hatırlatsa da, gerçek Arap malzemeleri olduğunu, bu fikirlerin
aslında
Arabistan dışında türetilip, Hz. Muhammed’in zamanına kadar Arap zihninin
parçası
haline gelmiş olabileceğini söyler. Ona göre Yahudilik veya Hristiyanlığın
Hz.
Muhammed’in temel fikirlerinin oluşumunda en çok hangisinin rolü olduğunu
sormak,
gerçekten bizzat Arabistan üzerine en çok etkisi olan iki dinin hangisi
olduğu
sorusunu sormaktır.183
Bell’e
göre İslam, Hristiyanlığın bozulmuş ve tahrif edilmiş bir şeklidir ve
ondan
pek çok şeyi almıştır. Bell bu eserini, kendisinden önceki yıllarda İslam'ın
Yahudilik’ten
kaynaklandığı ile ilgili eserlerin karşıtı olarak kaleme alarak İslam'ın
kökeninin
Yahudilik’te değil, Hristiyanlık’ta olduğunu ispat etmeye çalışmıştır.184 Şu
an
elimizdeki Kur’an Bell’e göre, Hz. Peygamber’in zihnî gücüyle birlikte fıtrî ve
dinî
eğilimini de kullanarak, çevre kültürler kadar gelişmemiş olan Arap kültürünü
zenginleştirmek
için yabancı olan kaynaklardan bazı değişikler yaparak ve
olabildiğince
açık taklitten kaçınarak aldığı bilgiler bütünüdür.185 Bell, Kur’an’ın
İslam
öncesi Arap şairlerinin yazmış oldukları şiirlerde Hristiyanlardan
bahsetmesinin,
Hristiyan etkisini Arap Yarımadası’nda gösteren önemli bir delil
olduğunu
da ifade eder.186
Hamilton
Gibb ise Hz Muhammed’in daha sonraki dönemlerde ortaya
koyduğu
fikirlerin –ki bunlardan en önemli olanı Son Yargı (Last Judgement)
idikesinlikle Arap geleneğinden türemediğini, Hristiyan kaynaklardan geldiğini
ifade
ettikten
sonra özellikle yeniden diriliş, ahiret hayatı, kıyamet süreci, Cennet
sevinçleri
ve Cehennem azabının tasviri ile ilgili ayrıntıların Süryani Hristiyan
182
Albayrak, “Richard Bell, Kur’an Çalışmaları ve Kur’an Vahyi Hakkındaki
Görüşleri”, s. 271.
183
Bell, a.g.e., s. 69.
184
Özcan Hıdır, “XX. Yüzyıl Oryantalist Çalışmalarda Hz. Peygamber İmajı”, İLAM
Araştırma
Dergisi,
c. 3, sy. 2, s. 145.
185
Albayrak, a.g.m., s. 271.
186 bkz.
Richard Bell, The Origin of Islam in Its Christian Environments, Macmillan
& Company Ltd,
London,
1926, 43-50.64
rahiplerin
yazılarıyla paralellik gösterdiğini iddia eder.187 Gibb, Süryani
Hristiyanlığına
işaret ederek, Hz. Peygamber’in etkilendiği alanı sınırlandırmıştır.
Ancak
Bell’in benimsediği temel görüşlerin, Gibb tarafından da kabul edildiği
anlaşılmaktadır.
Gibb,
bir başka yerde Kur’an’daki dini fikirlerin kaynakları ve gelişimini
izlemeye
çalışırken, halen birçok çözülmemiş problemle karşı karşıya kalındığını
ifade
eder ve kendince bu konudaki izlenimlerini ortaya koyar: “Daha önce alimler,
bazı
Hristiyan eklemelerle birlikte bir Yahudi kaynağı varsayıyorlardı. Daha sonra
yapılan araştırmalar
kesin bir şekilde Eski Ahit malzemeleri de dahil olmak üzere
temel
harici etkilerin Süryani Hristiyanlığına kadar dayandığını kanıtlamıştır.”188
Fransız
müsteşrik Regis Blachére (v. 1973) gibi bazı oryantalistler de Kur’an
kıssaları
ile Yahudi-Hristiyan kıssaları arasındaki benzerlikten yola çıkarak,
Kur’an’ın
kaynağı ile ilgili söz konusu iki dine işaret etmektedir. Blachére, kıssalar
arasındaki
bu benzerliğin, Kur’an’ın dış amillerden etkilendiği yolundaki iddiaya
kuvvet
kazandırdığı görüşündedir. Kendisi bu konuda özellikle Hristiyanlığın
etkisinden
söz etmektedir. Bunu da, Mekkî ilk sureler ile Hz. Peygamber (s.a) ve
Mekke’deki
fakir Hristiyanlar arasındaki ilişkiden çıkarmaktadır.189
Alan C.
Bouquet (v. 1976) ise Hz. Muhammed’in on iki yaşında ticaret
kervanı
ile Suriye’ye gittiği, Yahudilik ve Hristiyanlık hakkında bilgi edindiği
ihtimalinin
olmadığını iddia eder. Çünkü ona göre Hz. Muhammed, daha çok şekli
bozulmuş
Hristiyanlıktan bir şeyler bilmektedir. Bouquet, O’nun bazı mezhepler
arasında
kullanılan apokrif İnciller hakkında bilgisi olduğunu düşünmektedir.190
Söz
konusu oryantalistlerin iddialarını değerlendirmeye geçmeden, İslamiyet
öncesi
Arap Yarımadası’nda Yahudi ve Hristiyanlar’ın durumuna kısaca göz atmak
gerekirse,
buraya Yahudi cemaatlerinin ne zaman gelip yerleştikleri bilinmemektedir.
Bunlar
Akabe Körfezi’ndeki Eyle Limanı’ndan Yemen ve Uman’ın en ücra
köşelerine,
Medine’den Bahreyn’e kadar uzanan bölgelere kadar yayılmışlardı.
Mekke’de
ise yok denecek kadar azdı. Ancak bölgede, Ukaz gibi fuar ve kervanlarda
187
Gibb, a.g.e., s. 39.
188
Gibb, a.g.e., s. 37.
189
Sönmezsoy, a.g.e., s. 84.
190
Cerrahoğlu, a.g.m., ss. 126-127.65
onlara
zaman zaman rastlamak mümkündü.191 Hristiyanlar’a gelince, Mekke’de
onlara
pek az rastlanırdı. Ancak buradaki Hristiyanlar’ın neredeyse tamamı köle
idi.192
Az bir kısmının ise kölelik, ticaret, demircilik sanatı gibi vesilelerle gelmiş
birtakım
yabancı ve büyük bir kısmının maceracı kimseler olduğu anlaşılmaktadır.193
Dolayısıyla
Mekke’deki Yahudi ve Hristiyanlar’ın, oryantalistlerin bazılarının iddia
ettikleri
kadar etkin bir varlığından söz etmek mümkün görülmemektedir.
Hz.
Peygamber’in dini telakkilerini Yahudi veya Hristiyanlardan aldığı
şeklindeki
iddianın yanı sıra bölgede yaşayan ve söz konusu dinlerden birine mensup
olan bir
öğreticisi olduğu da iddia edilmektedir. Ancak bu iddiaya İngiliz yazar John
Davenport
şöyle itiraz etmiştir: “Hristiyanlarca kabul olunan söylentilere göre, Hz.
Muhammed
Kur’an’ı İranlı bir Yahudi ile Hristiyan bir papanın yardımı ile
hazırlamıştır.
Fakat bu düşünce o kadar eskidir ki, Hz. Muhammed’in kendisinin de
bu
düşünce ile uğraştığını ve ona karşı koymuş olduğunu görüyoruz.”194
Nitekim
Nahl Suresi’nin 103. ayetinde “Şüphesiz biz kafirlerin, ‘Kur’an’ı ona
ancak
bir insan öğretiyor’ dediklerini biliyoruz. Kur’an’ı Muhammed’e öğrettiğini
iddia
ettikleri şahsın dili yabancıdır. Ancak bu (Kur’an), apaçık bir Arapça’dır.”
buyrulmaktadır
ve bu ayete dair müfessirlerin verdikleri bilgiler de Davenport’un
ifadesini
açıklar niteliktedir.
Taberî’nin
aktardığına göre müfessirler, Arap olmayan bu şahsın kim olduğu
ile
ilgili farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Ancak bu görüşlerin neredeyse
hepsinin
ortak
noktası, söz konusu kişinin Hristiyan olmasıdır. Ancak bu kişi Arap dahi
değildir.
Kur’an ise fasih bir Arapça ile indirilmiştir. O dönemde belağat ve fesahatte
ileri
olan Arap toplumu bile Kur’an’ın üstün belağat ve fesahati karşısında aciz
kalmışlardır.195
Kur’an’ı öğrettiği iddia edilen kişinin ise dili yabancıdır ve Arapça’yı
bilmez
veya kendisine hitap edilen şeylere cevap verebilecek kadar Arapça bilir.196
191
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çvr. Mehmet Yazgan, Beyan Yay.,
İstanbul, 2014,
I/460.
192
Hamidullah, a.g.e., I/514.
193
Hatip, a.g.e, s. 233.
194 Lord
John Davenport, Hz. Muhammed ve Kur’an-ı Kerim, Arar Yay. çvr. Ömer Rıza
Doğrul,
Ankara,
1967, ss. 47- 48.
195 Ebu
Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberî, Cami’ul-Beyan, thk. Ahmet Muhammed Şakir,
Müessesetü’r-Risale,
Beyrut, 2000, XVII/298.
196 İbn
Kesîr, a.g.e., IV/518.66
Bu
nedenle Hz. Peygamber (a.s)’in bu kimseden herhangi bir dinî öğreti alması
imkansızdır.
Mevdudi
ise “Tefhimu’l-Kur’an” adlı tefsirinde, Mekkeli müşriklerle
oryantalistlerin
Kur’an’ın kaynağı hakkındaki iddialarını karşılaştırarak, müşriklerin
oryantalistlerin
iddia ettiği gibi Hz. Peygamber’in söylemiş olduğu şeyleri birinden
öğrendiğine
dair bir iddiada bulunmadıklarını dile getirir. Çünkü onlar ülke
genelinde
böyle birinin bulunmadığını bilirler.197
Görüldüğü
üzere oryantalistlerin büyük bir kısmı Kur’an’ın kaynağı olarak
Yahudilik
ve Hristiyanlığı benimsemişlerdir. Bazıları bu dinlerin öğretilerini aynen
iktibas
ettiğini ve herhangi bir yenilik getirmediğini iddia ederken, Watt gibi bazı
oryantalistler
de bu görüşün eskidiğini ve geçerliliğini yitirdiğini kabul etmiştir.
Ancak
onların bu görüşü Kur’an’ın kaynağı meselesine dair görüşlerine engel teşkil
etmemektedir.
Bunu yaparken de Kur’an’daki bazı ifadeler ile Yahudilik ve
Hristiyanlık
öğretileri arasındaki benzerliklerden yola çıkmışlardır.
Şunu
belirtmek gerekir ki, tevhid, itikadî konular, birtakım ibadet ve ceza
hükümleri,
bazı peygamber kıssaları gibi hususlarda Kur’an-ı Kerim ile Ehli Kitap
bilgileri
arasında benzerlik olduğu muhakkaktır. Ancak bunun nedeni, daha sonra
insan
eliyle tahrif edilmiş olsalar bile Yahudilik ve Hristiyanlığın da Allah
katından
gelmiş
olmasıdır. Dolayısıyla oryantalistlerin iddia etmiş olduğu gibi bu tür
benzerliklerin
varlığı, Hz. Peygamber’in oluşturduğu dini onlardan aldığının değil,
tüm
vahyin tek kaynaktan geldiğinin kanıtıdır. Nitekim Kur’an’ın temel
prensiplerinin
önceki kitaplarda da mevcut olduğunu ve Yahudi alimlerin bunlardan
haberdar
olduğunu Kur’an-ı Kerim bizzat kendisi dile getirir.198
Zira Hz.
Peygamber hiçbir zaman yeni bir din getirdiğini iddia etmemiştir.
Birçok
ayette, Kur’an-ı Kerim’in önceki kitapları ve peygamberlerin tebliğlerini
tasdik
ettiği vurgulanır.199 Kur’an, bunlar içerisinden tahrif olan bilgileri tashih
etmiş,
yeniden
düzenleyerek, dönemin ihtiyaçlarına göre bazı yeni hükümler getirmiştir.200
197
Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, IV/189.
198
Şuara 26/196-197, A’lâ 87/18-19.
199 bkz.
Bakara 2/41,91,97; Nisa 4/ 47; Fatır 35/31; Saff 61/6.
200 bkz.
Nûr 24/35, Bakara 2/115, Yûnus 10/ 61.67
Netice
itibariyle İslam dini Yahudilik ve Hristiyanlık’tan müteşekkil bir din
değildir.
Tıpkı onların dinlerinin kaynağı Allah Teala olduğu gibi Kur’an’ın ilk ve
tek
kaynağı da Allah’tır. Ancak onlar bu gerçeği göz ardı etmektedirler.
b.
Yaptığı Seyahatlerde Ehli Kitap’tan Aldığı İddiası
Hz.
Muhammed’in, peygamberlik görevinden önce özellikle ticarî sebeplerle
bazı
seyahatlerde bulunduğu aşikardır. Ancak bazı oryantalistler bu bilgileri
kullanarak,
Kur’an’ın kaynağının bu seyahatlerde karşılaşmış olduğu Yahudilik ve
Hristiyanlığa
mensup kimseler olduğunu iddia ederler. Bu bakımdan onların bu
görüşlerini
sırasıyla ele alacağız.
Bu
iddiaya sahip olan oryantalistlerden biri olan Macar müellif Goldziher,
Rasûlullah
(s.a)’in hayatının ilk yarısında işleri gereği gittiği yerlerden çeşitli
fikirler
edindiği,
sonra uzleti sırasında üzerinde düşündüğü bu fikirleri benimsediğini iddia
eder.
Ayrıca Goldziher’e göre Rasûlullah (s.a)’in idrak ve şuuru, hastalık halinin
etkisinin
görüldüğü soyut düşüncelere meyletmiş, bundan dolayı da yakın ve uzak
akrabalarının
dinî ve ahlakî görüşlerinin zıddına hareket etmiştir.201 Dolayısıyla
Goldziher,
Hz. Muhammed’in kendi kavminin yaşayış tarzını, örf ve adetlerini, adı
geçen
seyahatleri sırasında edindiği canlı intibalarla karşılaştırmış olmasının,
ileride
yapacağı
ıslahat hususunda O’nu harekete geçirmiş olabileceği ihtimali üzerinde
durmuştur.202
Goldziher’in
bu konudaki şu ifadeleri de dikkat çekicidir: “Muhammed (s.a)
haccı
putperestlerden öğrendiği gibi, Kur’an’ın bazı Hristiyanlık unsurlarını
gelenekler
veya uydurulmuş mütevatir hikayelerden ve eski doğu Hristiyanlık
yeniliklerinden
almıştır. Çünkü O, tüm bulduklarını, bu bulduklarının tabiatı her ne
olursa
olsun, ticaret yolculukları ile ulaştığı yerlerden almış, sonra da bunu belli
bir
sistem
olmadan ifade etmiştir.”203
201
Goldziher, a.g.e., s. 13; Sönmezsoy, a.g.e., s. 147.
202
Hatip, a.g.e., s. 243.
203
Goldziher, a.g.e., ss. 24-25.68
Goldziher,
Hz. Peygamber’in söz konusu seyahatlerini nereye yaptığını
açıkça
belirtmezken, L. Caetani, O’nun özellikle Suriye yolculuğuna dikkat çeker.
Caetani,
Hz. Peygamber’in yaptığı bu yolculukları, O’nun Hristiyan rahiplerle
samimi
bir ilişki kurmasını ve onlardan Hristiyanlığın temel esaslarını öğrenmesini
ispat
etmek için çok kıymetli bir unsur olarak görür. Ona göre Wellhausen gibi
kıymetli
bir münekkidin İslamiyet’in esas itibariyle Hristiyanlık’tan kaynaklandığını
kuvvetli
bir delil ile iddia etmesi yönüyle bunların önemi daha da artmıştır.204 Ancak
Caetani,
Hz. Muhammed’in ilham aldığı kaynakları, Arabistan’da taraftarları
bulunan
Yahudi ve Hristiyan bazı mezhep fertleri arasında aramak gerektiğini iddia
eder.
Dolayısıyla Arabistan’da çokça bulunan Yahudiler’e rastlamak için Hz.
Muhammed’in
bir seyahat yapmasına hiç gerek yoktur. Çünkü zaten Yahudiler,
özellikle
Medine civarında ve Arap Yarımadası’nın güneyinde birçok kabileleri
kendi
dinlerine çekmişlerdir.205 Caetani’nin bir tarihçi olarak objektif bakış
açısıyla
olayları
aktarması gerekirken, Hz. Peygamber’in nübüvvetinden önce yaptığı
seyahatleri
gereksiz görmesi çok ilginçtir. Çünkü ona göre Kur’an’ın kaynağı O’nun
yanı
başında bulunmakta ve uzaklara gitmesine gerek bulunmamaktadır. Bu
bakımdan
o, Hz. Peygamber’in bu seyahatleri gerçekleştirme sebebini
araştırmaksızın,
bunu kendince, Kur’an’a kaynak aramak olarak
değerlendirmektedir.
Jeffery
ise Kur’an diline etki eden yabancı diller arasında Süryanice’nin
büyük
önem arz ettiğini ve bu önemin Süryanice’nin Hristiyanlıkla olan tarihî
bağından
ötürü olduğunu ifade eder. Ona göre Süryanice, Hz. Peygamber’den önce
Arapça’ya
etkili olduğu gibi Hz. Peygamber’e de etkili olmuştur. Jeffery, bu konuda
L.
Caetani gibi Hz. Peygamber’in Suriye’ye seyahati ve Süryani Hristiyanlarla
ilişkisi
üzerinde ısrarla durur.206
S.
Moscati (v. 1997) de diğer oryantalist meslektaşlarının yolundan giderek,
Hz.
Muhammed’in çocukluğunda Suriye’ye gidişi ve orada Hristiyan keşişe
rastlamasıyla
ilk monoteist anlayışın O’nda teşekkül etmeye başladığını, daha sonra
204
Caetani, a.g.e., I/311-312.
205
Caetani, a.g.e., I/312-313.
206
Bilal Gökkır, “Kur’an’da Yabancı Kelimeler Meselesine Oryantalist Bir
Yaklaşım”, Marife, sy. 3,
s.
139.69
Arabistan’daki
Yahudi ve Hristiyanlarla temas halinde bulunduğunu, dolayısıyla
vaazlarının
esaslarını kolayca Yahudilik ve Hristiyanlık’ta bulmanın mümkün
olacağını
iddia eder.207
Bernard
Lewis ise diğerlerinden farklı bir bakış açısı ortaya koyarak, Hz.
Muhammed’in
ticaretle meşgul olmasının muhtemelse de kesin olmadığından, O’nun
çevre
ülkelere ticaret seyahatleri yaptığından bahseden hadislerin ihtiyatla
karşılanması
gerektiğinden ve Kur’an’da bu konuda herhangi bir bilginin yer
almadığından
bahsettikten sonra bu durumun Hz. Peygamber’in ruhî hazırlanışı
meselesinde
tartışmalara neden olduğunu ifade eder.208
Bu
iddiaya sahip olan oryantalistlerin Suriye seyahati ve Süryani Hristiyanlığı
noktasında
ittifak etmeleri dikkat çekicidir. Bu durum onların birkaçının benimsediği
görüşü,
diğerlerinin de aynen takip ettiği izlenimini vermektedir. Onlar, Hz.
Muhammed’in
bu seyahatler esnasında iyi bir gözlemci olduğu ve gittiği yerlerden
çok
şeyler aldığı kanaatindedirler. Onlara göre, bu seyahatler onun için iyi bir
ilham
kaynağı
ve ruhî bir hazırlık olmuştur.
Ancak bu
görüşü reddeden oryantalistlerin varlığından da söz edilebilir.
Nitekim
Cl. Huart (v. 1926) gibi bazı oryantalistler, Suriye’de Hristiyan dinin
tatbikatını
görmüş olmasının, Hz. Peygamber’in düşüncesi üzerinde kuvvetli bir tesir
yapmış
olduğu görüşü cazip gelse de, bu konudaki tarihi kaynakların kesin olmaması
sebebiyle
bu görüşün terkedilmeye mahkum olduğunu itiraf etmişlerdir.209 Huart’ın
dile
getirdiği gibi onların, bu iddiayı destekleyecek herhangi bir tarihi kanıt
göstermeksizin
belirsiz söylemlerle görüşlerini ifade ettikleri apaçık ortadadır.
Ayrıca
Hz. Muhammed’in gençliğinde yaptığı ticari yolculuklar esnasında,
bazı
Hristiyan din adamları ve Yahudi rahiplerinden pek bir şey öğrenmediğini
müşrikler
ve kafirler biliyorlardı. Üstelik bu yolculuklar kafile şeklinde yapılırdı ve
yolculuk
sırasında olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermek isteyenin nasıl tekzip
207
Cerrahoğlu, a.g.m., s. 126.
208
Lewis, a.g.e., s. 35.
209
Hatip, a.g.e., s. 245.70
edileceğini
ve alaya alınacağını Mekkeli kafirler bile iyi biliyorlardı.210 Dolayısıyla
bu
iddiayı savunan oryantalistler, söz konusu yolculuklarda Hz. Muhammed’in
yalnız
olmadığı gerçeğini göz ardı etmektedirler. Bu seyahatlerde Mekkeli
hemşerileri,
Hz. Muhammed’in yanında bulunmaktaydı. Şayet bu iddia gerçek
olsaydı,
oryantalistlerden önce o dönemin müşrik ve kafirlerinin, Hz. Peygamber
tebliğe
başladığı ilk anda, şahit oldukları bu durumla O’nu itham etmiş olmaları
gerekirdi.
Nitekim Mevdudi bu iddia karşısında şunları söylemektedir: “Mekke’deki
müşriklerin
hepsi bilirdi ki, Muhammed (a.s) bir ümmiydi ve okuma yazma
bilmiyordu
ve hiç kimse onun bu tertibinde kendisine İbranice, Süryanice ve Yunanca
kitaplardan
mütercimlerle ilişkide olduğunu söyleyemezdi. Dahası hiç kimse onun,
bu
bilgiyi Suriye’ye ve Filistin’e yaptığı ticarî seyahatler esnasında elde
ettiğini ileri
sürecek
kadar utanmaz olamazdı. Eğer Rasul hayattayken Suriye ya da Filistin’in
herhangi
bir yerinde, herhangi bir Hristiyan rahip ya da Yahudi hahamı ile bu tür
bir
konuşmada bulunsaydı, Bizans İmparatoru Hz. Muhammed’in –haşa- her şeyi
onlardan
öğrendikten sonra Mekke’ye dönüp, peygamberlik iddiasında bulunduğu
propagandasını
başlatmakta bir an bile tereddüt etmezdi.”211 Bu bakımdan bu konu,
onların
mesnetsiz ve tutarsız bir şekilde söyledikleri iddialardan biri olmaktan öteye
geçmemektedir.
c. Rahip
Bahira’dan Aldığı İddiası
Rahip
Bahira, tevhit inancında Arius’un bağlısı bir Nasturi olup, Mesih’in
ilahlığını
ve teslisi reddetmiştir. Bundan dolayı bazı oryantalistler, Hz.
Muhammed’in
İslam akaidini, bu rahipten aldığını iddia etmektedirler. Bahira, hem
astronom
hem de sihirbaz bir matematikçidir ve Allah’ın kendisine göründüğünü ve
kendisinin
İsmailoğullarını Hristiyanlığa sevk edeceğini haber verdiğini
söylemiştir.212
210
Ebu’l A’la Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı,
çvr. Ahmet
Asrar,
Pınar Yayınları, İstanbul, 2010, s. 312.
211
Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, IV/189.
212
Muhammed Reşid Rıza, el-Vahyu’l-Muhammedî, el-Mektebetü’l-İslamî, Beyrut, 1985,
s. 95.71
Hz.
Peygamber’in Busra’da Rahip Bahira ile karşılaşarak, öğretilerini ondan
aldığı
şeklindeki bu görüş, çok eskilere dayanmaktadır. Nitekim Yuhanna edDımeşki (v.
750), Hz. Muhammed (s.a)’in dinini, Arius mezhebine bağlı Bahira
isimli
bir rahiple konuştuktan sonra kurduğunu söyler.213 Dımeşki’den sonra da pek
çok
oryantalist bu iddiayı savunmuştur. Hatta bazıları daha da ileri giderek, Hz.
Peygamber
(a.s)’in Şam’a yaptığı bir yolculuğunda söz konusu rahibin yanında
kaldığını
yalan yere iddia etmiş, Kur’an’ın bizzat Bahira tarafından yazıldığını ileri
sürenler
dahi olmuştur.214
Amerikalı
oryantalist W. Irving (v. 1859), Müslüman yazarların Rahip
Bahira’nın
gençle yakından ilgilenmesini, O’nun omuzlarında nübüvvet mührünü
görmesine
bağladıklarını, bundan dolayı amcası Ebu Talib’den Mekke’ye döndüğü
zaman
kardeşinin oğlunu korumasını istediğini ve Yahudiler’in eline düşerek
nübüvvet
mührünü gördükleri zaman, O’na eziyet etmeye kalkışabileceklerini
aktarır.
Ardından Irving bu vakıayı, söz konusu rahibin dinini müjdelemeye oldukça
gayretli
olduğu, bu sebeple Kabe koruyucusunun kardeşinin oğlu olan bu zeki gençte
hayır
belirtileri sezdiği ve Mesihîliği Mekke’ye taşıyacak en hayırlı kişi olduğunu
düşündüğü
şeklinde yorumlamıştır. Bundan dolayı O’nun hayalinin, çölde duyduğu
kıssa ve
rivayetlerin yanı sıra rahipten öğrendikleriyle etkilendiğini iddia eder.215
Ancak T.
Carlyle, bu iddiada birtakım mantıksızlıklar bularak, şöyle itiraz
etmiştir:
“Böylesine genç bir insana keşiş ne kadar şey öğretebilir ki? Muhtemelen
bu konu
fazla büyütülmüştür. Hz. Muhammed o tarihlerde henüz on dört yaşındaydı
ve ana
dilinden başka dil bilmiyordu. Suriye’de gördüğü pek çok şey onun için garip
ve
anlaşılması güç bir karışıklıktan ibaretti. Ama yine de uyanık bir çocuktu. Hiç
şüphesiz
birçok şey kapıyor ve bütün bunlar bir bilinmez olarak, ama bir gün garip
bir
biçimde görüşlere, inançlara ve sezgilere dönüşmek üzere olgunlaşmayı
bekliyordu.
Suriye’ye yapılan bu yolculuklar herhalde Hz. Muhammed için pek çok
şeyin
başlangıcıydı.”216 Edmund Power da Bahira iddiası hakkında şüphe duyan
213
Akdemir, a.g.m., s. 196.
214
Hatip, a.g.e., s. 236.
215
Muhammed Kutub, Oryantalistler ve İslam, trc. M. Beşir Eryarsoy, Beka Yay.,
İstanbul, 2014, s.
364.
216
Carlyle, a.g.e., ss. 72-73.72
isimlerden
biri olmuştur. Yazar bir makalesinde şöyle bir sonuca varmıştır: “O
zamandan
beri bulunmuş, neşredilmiş ve incelenmiş olan Arapça kaynaklar Suriyeli
rahibe
atfedilen rolün, hayal mahsulünden başka bir şey olmadığını göstermiştir.”217
Danimarkalı
şarkiyatçı Buhl da bu görüşü reddeden isimlerden biri olmuştur.
Buhl,
Kur’an’daki kıssalar ile Kitab-ı Mukaddes’teki kıssaların benzerliğinden yola
çıkarak,
Hz. Peygamber’in muhaliflerinin O’nun yabancı muallimlere sahip olduğu
şeklindeki
iddialara karşı çıkar. İlginç olan şudur ki, bu iddiayı çürütmek için Buhl,
Kur’an-ı
Kerim’den Nahl Suresi’nin 105. ayetini218 delil olarak getirir.219
Hirschfeld,
Hz. Peygamber’in hayatını yazan kişilerin, özellikle Veyl ve
Sprenger’in
ona bir “mentor” yani hoca tarafından bazı şeyler öğretildiğine dair olan
sözlerini
reddetmektedir. Ona göre bu yöndeki açıklamalardan, Bahira’nın Hz.
Peygamber’e
bazı şeyleri öğrettiği sonucu çıkarılamaz. Fakat Hirschfeld, O’nun
Rahip
Nastura ile Suriye’de görüşmesinin gerçek bir olay olduğunu, Hristiyan
Mukaddes
Kitabı hakkındaki bilgilerinin bir kısmını ondan aldığını iddia eder. Ona
göre
Eutychés mezhebini kayıtsız ve şartsız olarak reddettiği halde, Hz. Peygamber
Nasturi
mezhebine o kadar hasım değildir. Bu mezhebin fikirlerini, vicdanının
müsaade
ettiği derecede İslamiyet’e sokmuştur.220
Rodinson
da Hz. Muhammed’in amcası Ebu Talip ile Suriye’ye yaptığı
seyahatte
Bahira isimli rahibin onları davet ettiği ve bu rahibin onun ileride
peygamber
olacağını anladığı şeklindeki rivayeti Taberî’den aktarır ve ardından şu
soruyu
sorar: “Bu hikayenin içinde gerçeklik payı var mıdır? Soruya ise şöyle yanıt
verir:
“Emin
olamayız. Onun arkasındaki kimi motiflerin savunma niteliğinde
olduğuna
hiç kuşku yoktur. Hz. Peygamber’in İslam’ın soyundan geldiğini iddia
ettiği
tek tanrılı dinlerin biri tarafından tanınması önemliydi. Hristiyanlar
efsaneyi,
dinden
dönmüş rahibi Arap Peygamberinin kendi uydurması kabul edip, böylelikle
217
Hatip, a.g.e., s. 239.
218
Ayetin meali şöyledir: “Yalanı, ancak Allah´ın ayetlerine inanmayanlar uydurur.
İşte onlar
yalancıların
ta kendileridir.”
219
Buhl, “Muhammed”, s. 455.
220
Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 51.73
O’nu tüm
özgünlüğünden yoksun bırakarak ele alırlar. Busra ya da başka bir ülkeye
yolculuğu
gerçekte olanak dışı kılan hiçbir şey yoktur. Hz. Muhammed’in birçok
ülkeden
haberdar olduğuna dair kanıt toplamak için girişimlerde bulunulmuştur,
fakat
öte yandan, O’nun Hristiyan inancının adetlerine dair ilk elden hiçbir bilgisi
olmadığı
görüşü de ileri sürülmüştür. Eğer bu ülkelerden birinde, onların
ibadetlerinin
birinde, bir seferlik bile bulunmuş olsaydı, bu kesinlikle onun üzerinde
kimi
izlenimler bırakırdı.”221 Bu sözlerine bakarak, kesin ifadeler kullanmaktan
kaçınmakla
birlikte Rodinson’un bu iddiayı kabul etmediği anlaşılmaktadır.
Görüldüğü
üzere Kur’an’ın kaynağı olarak Rahip Bahira’ya işaret eden bu
eski
iddianın birçok savunucusu bulunmakla birlikte, bundan şüphe eden ya da
tamamen
bu iddiayı reddeden oryantalistler de bulunmaktadır.
Bu iddia
karşısında şunu söylemek gerekir ki, Hz. Peygamber bu
karşılaşmada
çocuk yaştadır ve söz konusu rahibi ancak bir defa görmüştür. Ayrıca
aralarında
geçen konuşma çok kısa sürmüştür. Bu durumda yeni bir din inşa edecek
önemli
bilgilerin edinilmesi mümkün değildir.222 Zira Hz. Peygamber’in Bahira’dan
birtakım
dinî öğretiler aldığı varsayılsa bile, neden sadece bir defa ve çok kısa
görüştüğü
sorusu akla gelmektedir. Ayrıca Hz. Muhammed (s.a)’in yaşadığı devirde
müşriklerin
hiçbiri, kendisinin Bahira denilen Hristiyan rahip ile görüşerek, ondan
bir
şeyler aldığını iddia etmiş değildir.
Hz.
Peygamber (s.a)’in Rahip Bahira ile buluştuğuna dair rivayetlerden,
kendisinin
o zaman ancak 12-13 yaşlarında olabileceği tahmin edilmektedir. Bu
küçük
yaşta Hz. Peygamber (s.a)’in söz konusu din adamından bir şey öğrendiğini
farz
etsek bile, bunun kırk yaşına kadar unutulmayacağı iddia edilebilir mi? Eğer
Hz.
Peygamber
(s.a) gerçekten Bahira’dan bilgi hazinesini almışsa, bu hazineyi kırk
yaşına
kadar niçin gizli tuttu?223 Üstelik Bahira niçin kendisi peygamberlik
iddiasında
bulunmadı da bu yaştaki bir çocuğa öğretti? Ayrıca O’nunla beraber pek
çok kişi
kervanda bulunmaktayken neden bu çocuğu seçti? İşte oryantalistler, bu
soruların
cevabını verememektedirler.
221
Rodinson, a.g.e., ss. 73-74.
222
Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, s. 311.
223
Mevdudi, a.g.e., s. 312.74
Bahira’nın
anlatıldığı rivayete bakıldığında ise Tirmizî’nin rivayeti dışında,
zayıf
senetli birçok rivayet vardır. Ayrıca Tirmizî’nin rivayetinde Bahira’nın adı
geçmemekte
ve metinde de galat bulunmaktadır. Zira bu rivayetlerin hiçbirinde, Hz.
Peygamber’in
inanç esaslarını ve dinin tamamını Bahira’dan aldığına dair bir belirti
yoktur.224
d.
Medine’de Yaşayan Ehli Kitap’tan Aldığı İddiası
Oryantalistlerin
bir kısmı, Hz. Peygamber’in, Kur’an’daki birtakım hükümleri
Medine’de
yaşayan Yahudi ve Hristiyanlar ile olan münasebeti sonucu
oluşturduğunu
iddia etmiştir. Bu iddiaları dile getirmeden önce Medine’deki Yahudi
ve
Hristiyanlar’ın durumunu kısaca ele alacağız.
Mekke’dekinden
farklı olarak, Medine nüfusunun önemli bir kısmını, Ehli
Kitab’ın
oluşturduğu bilinmektedir. Hz. Peygamber (s.a) Medine’ye hicret ettiği
zaman
nüfusun neredeyse yarısı Yahudilerden oluşmaktaydı.225 Benû Nadir, Benû
Kaynuka
ve Benû Kurayza kabilelerin yanı sıra o dönemde Medine’de yirmiyi aşkın
Yahudi
kabilesinin bulunduğu ifade edilmektedir.226 Ancak Yahudiler’in bu bölgeye
ne zaman
geldikleri hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. İslamiyet’in ortaya
çıkışından
hemen önce bunlar Araplaşmışlardı ve İbrani alfabesini kullanmalarına
rağmen,
Arapça’yı çok iyi konuşuyorlardı.227 Ancak söz konusu Yahudiler’in
Araplaşması,
bazı Batılı oryantalistleri yanıltmıştır. Onların aslında Yahudiliği kabul
etmiş
Araplar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak tarih kitaplarında birkaç kişi hariç
herhangi
bir Arap kabilesinin ya da Arap ailenin Yahudiliği kabul ettiğine dair kanıt
yoktur.228
Hristiyanlar’ın
ise Medine’de azınlık da olsa varlığından söz edilebilir.
Rivayetlere
göre Medine’de Hz. Peygamber’in “Fasık” lakabını verdiği Ebû Âmir erRahib
adında Hristiyan bir keşiş yaşamaktadır. Hz. Peygamber buraya hicret edince
224
Rıza, a.g.e., s. 96.
225
Hamidullah, a.g.e., I/474.
226
Hamidullah, a.g.e., I/475.
227
Hamidullah, a.g.e., I/474.
228
Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, s. 418.75
Medine’yi
terk ederek Mekke’ye yerleşmiştir. Hatta etrafına topladığı elli adamıyla
beraber
Uhud Savaşı’na katılmıştır.229 Ancak Hristiyanlar’ın Yahudiler kadar toplum
içinde
etkin olmadığı görülmektedir.
Bu
iddiayı ileri süren isimlerden biri olan Arthur Jeffery, özellikle Medine
döneminde
Ehli Kitap’la ilişkileri sonucunda Hz. Peygamber’in Yahudi ve
Hristiyanlığa
ait bilgileri öğrenmeye azmetmiş olduğunu ve bu nedenle yeni teknik
terimleri
bu kaynaklardan bizzat kendisinin aldığını sıkça tekrar eder.230 İlk
dönemlerde
onun önceki peygamberlerden ve büyük dinlerden çok az bahsettiğini,
daha
sonra bilgisini artırarak Hristiyan ve Yahudi kaynaklardan aldığı dini
terimleri
kullanmaya
başladığını iddia eder. Hatta ona göre O, başlangıçta Hristiyan ve
Yahudiler’in
ayrı dine mensup olduklarını bile bilmemektedir. Fakat sonradan bunu
öğrenince
hemen dil ve söyleminde değişiklikler yapmıştır. Ona göre Hz. Peygamber
önceleri
Ehli Kitap tarafından kabul göreceğini umarak iyi niyetle onlara yönelmiş,
ancak
reddedilince Tevrat ve İncil'in tahrif edildiğini iddia etmiş, Hz. İbrahim’e ve
onun
Hanif dinine uyduğunu ileri sürerek, çağrı ve söyleminde değişiklikler
yapmıştır.
Bu değişiklikler, ona göre Hz. Muhammed'in eseri olan Kur’an için de
geçerlidir.
Jeffery'e göre Kur’an’daki Ehli Kitab’a yönelik ayetler, başlangıçta Hz.
Peygamber’in
önceki ilahî kitaplarda vaat edildiğini belirtmekte ve onları İslam’a
çağırmaktadır.
Ancak bu çağrı, onun beklentilerinin aksine Yahudi ve Hristiyanlar
tarafından
reddedilmiştir. Dolayısıyla zamanla Ehli Kitab’ı düşman sayan ve Hz.
Muhammed'in
Hz. İbrahim'in dinine mensubiyetini vurgulayan ayetlerde dikkat
çeken
birtakım değişiklikler yapmıştır.231
Batı
dünyasının İslamî ilimler çalışmalarının büyük önderlerinden biri olan
Snouck
Hurgronje (v. 1936) şunları söylemekten çekinmemektedir:
“Başlangıçta
Hz. Muhammed, İsa’nın Hristiyanlar’a, Musa’nın Yahudiler’e
getirdiği
(ilahî mesajın) aynısını Araplara da getirmekte kararlı idi. Müşriklere
karşı,
öğretilerinin doğruluğunu tasdik etmelerini isteyebileceği ehl-i ilme güvenle
danıştı.
Fakat Medine’de hayal kırıklığına uğradı. Ehli Kitap onu tanımıyordu. Onun
için
artık onların da otoritesini aşan, fakat aynı zamanda kendisinin de ilk vahyi
ile
229
Hamidullah, a.g.e., I/514.
230
Gökkır, a.g.m., s. 139-140.
231
Okumuş, a.g.m., s. 132.76
çelişkiye
düşmeyen yeni bir otorite bulmak zorunda kaldı. Bu yüzden kendisine karşı
gelemeyecek
olan ümmetlerin peygamberlerine yapıştı.”232 Bu ifadeler üzerine şunu
söylemek
gerekir ki Hz. Muhammed (s.a) Mekke’de iken zaten daha önceki
peygamberlerin
getirmiş olduğu vahyin aynısını getirdiğini biliyordu.
Watt,
Medine Yahudilerinin, Yahudi dini ve kutsal kitapları hakkında çok
fazla
bilgi sahibi olmadıklarını itiraf eder. Ancak Hz. Muhammed’in iddialarının
Yahudilikle
uyumsuz olduğunu fark etmek için yeterli olduğunu da ilave eder. Onun
tahmin
üzere ileri sürdüğü iddialarından biri de, Hz. Muhammed’in Yahudiler’den
antlaşmaya
gitmekten daha fazlasını umut ettiği ve hicretten sonraki ilk haftalarında
vaktinin
çoğunu, Yahudiler’in O’nun peygamberliğini kabul etmesini sağlamaya
çalışmakla
geçirdiği şeklindedir.
Watt,
peygamberlik hayatının ilk aşamasından itibaren Hz. Muhammed’in
Kur’an’da
kendisine vahyedilen mesajların, Yahudilik ve Hristiyanlık öğretileriyle
benzerliğinin
farkında olduğunu ve Medine’ye hicret ettikten sonra O’nun İslam için
Yahudiliği
model aldığının düşünülmeye başlandığını iddia eder. Ona göre Hz.
Muhammed
bunu yerine getirebilmek için Mekke’den ayrılmadan önce, Yahudi
usulüne
uygun bir şekilde Kudüs’ü kıble yönü olarak seçmiştir. Bunun yanı sıra
Yahudiler’in
tuttuğu Aşure orucunu, Yahudilerin Kefaret Günü’nü Medine’de
Müslümanlara
uygulatmıştır. Watt, Müslümanların Cuma ibadetini ise, Yahudiler’in
Sabbath
ibadetine hazırlanışları ile ilişkilendirir.233
Watt,
Hz. Peygamber’in kendini Yahudiler’e yakınlaştırmak için yaptığı bu
tür
uygulamaların işe yaramadığını söyler. Bu durum onun ifade ettiğine göre Hz.
Muhammed’i
onlar tarafından tanınma konusunda bir miktar endişelendirmiştir.
Çünkü
onların desteği olmadan, dininin üzerine inşa edildiği fikirlerin bütün
yapısının
çökeceği tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu fark etmiştir. Watt, bu
değerlendirmenin
sonunda şöyle bir çıkarımda da bulunur: “Hz. Muhammed, eğer
Yahudiler,
onların peygamberlerine paralel bir peygamber olarak onu tanırlarsa,
onlara
ibadet biçimlerini ve diğer ayırt edici dinî uygulamalarını korumaları için
izin
vermeye hazırmış gibi görünür.” Watt, Yahudiler’in düşmanlıklarının gittikçe
artmasıyla,
Hz. Muhammed’in Kur’an’ın Allah’ın sözleri olduğu şeklindeki iddiasını
232
Fazlurrahman, a.g.e., s. 201.
233
Watt, a.g.e., s. 11677
yalanlamak
için onların Eski Ahit bilgilerine başvurduklarını savunur. Ümmîliğin
yaygın
olduğu bir ortamda da, Kur’an’ın Eski Ahit’te de değinilen çeşitli konularda
yanıldığını
ileri sürmenin ve bunları ispatlıyormuş gibi görünmenin kolay olduğunu
söyler.
Yahudiler’in Kur’an’ın Allah’ın sözleri olmadığı ve Hz. Muhammed’in de bir
peygamber
olmadığı şeklindeki ifadeleri karşısında bu konunun, Hz. Muhammed’in
ilk
aylardaki başlıca uğraşlarından biri olabileceğini de iddia eder. 234
Bütün
bunların ardından bu iddiayı benimseyen oryantalistlerin kanaati,
genel
olarak şu şekilde özetlenebilir:
Hz.
Peygamber, Mekke döneminde oluşturduğu dinini, Ehli Kitab’ın da
benimsemesini
arzulamış, hatta bunun için onların dinî ritüellerinden bazılarını
uygulamaya
başlamış, bazı hükümlerini Kitab’ına alarak, söylemlerini onların kabul
edeceği
şekilde değiştirmiştir. Ancak Medine’deki Ehli Kitab’a yakınlaşarak,
peygamberliğini
kabul ettirme arzusunu yerine getiremeyince, onların aleyhinde
olacak
şekilde söylemlerinde değişikliğe gitmiştir.
Bu
hususta dikkat çeken noktalardan biri, Medine’de yaşayan Ehli Kitab’ın,
Hz.
Peygamber’in ilk vahiy sürecinde değil de daha sonraki süreçte yararlandığı
kaynaklardan
olmasıdır. Bu bakımdan, daha önce Kur’an için Hz. Peygamber’in
başka
kaynaklardan ilham aldığı, ancak daha sonra Medine’de mukim olan Ehli
Kitab’ın
öğretilerinden beslendiği sonucu çıkarılabilir. Bu da, onların Hz.
Peygamber’in
vahyini belli bir tekamül ile oluşturduğu şeklindeki görüşlerinin
sonucu
olarak değerlendirilebilir.
Genelde
İslam dini özelde ise Kur’an için bir tekamülden söz edilebilir.
Ancak
bu, oryantalistlerin iddia ettikleri gibi Hz. Peygamber’in tasarrufunda bir
tekamül
değildir. Sureler nüzul sırasına göre incelendiğinde, öncelikle itikadî ve
ahlak
konularının ele alındığı, bunlar kalplerde yerleştikten sonra ibadet ve
muamelat
konularına
yer verildiği görülür. Kur’an’ın tedricilik esasına dayanması, onların iddia
ettiği
gibi Hz. Peygamber’in Yahudi ve Hristiyanlar’dan öğrendikleriyle vahyini
geliştirdiği
anlamına gelmemektedir.
Ayrıca
Alman tarihçi H. A. Winkler, bu bölgedeki Yahudiler’in sosyal ve
kültürel
seviye bakımından Filistin’deki Yahudi kavimlerden daha düşük seviyede
234
Watt, a.g.e., s. 117.78
olduğunu
belirtmiştir.235 Dolayısıyla bu görüşe göre böyle bir toplumun mucize
olarak
gönderilmiş olan Kur’an’a etki edebilecek yeterli kültüre ve malumata sahip
olmadıkları
ifade edilebilir.
Bir
başka husus ise şöyledir: Hz. Peygamber hasımlarının yaşadığı
memleketini
terk ederek, kendisini davet eden ve misafirperverlik gösteren
Medine’ye
peygamber sıfatıyla gelmiş, burada yeni bir medeniyet kurmuş ve bu
şehrin
lideri olmuştur. Bu halkın yerlilerinden olan Ehli Kitap ile birebir temasa
geçmiş
olması tabiidir. Ancak Watt’ın iddia ettiği gibi Hz. Peygamber’in Medine’ye
geldiğinde
vaktinin çoğunu onlarla geçirdiğine dair hiçbir tarihi kanıt
bulunmamaktadır.
Son
olarak, Medineli Ehli Kitap alimleri içerisinden bir kısmı, Hz.
Peygamber’in
Medine’ye geldiğini duyunca tebliğini duymak ve O’nun özelliklerini
yakından
incelemek için yanına gitmişler, O’nun vahyinin ilahî olduğunu hemen
ikrar
ederek Müslüman olmuşlardır. Bunların en meşhuru olan Abdullah b. Selam’ın
Müslüman
oluşu bu duruma en güzel örnektir. Kendisi Müslüman olmadan önce
bölgedeki
Yahudiler’in en alim ve faziletli kişisi olarak kabul edilirken, Müslüman
olduktan
sonra onlar tarafından terk edilmiştir.236 Bu bakımdan Kitab-ı Mukaddes
bilgisine
iyi derecede hakim olan Ehli Kitap’tan bazı kimselerin, Kur’an vahyinin
ilahiliğini
ikrar ettikleri anlaşılmaktadır.
e.
Kitab-ı Mukaddes’ten Aldığı İddiası
Bu
konuyu yukarıda geçen diğer iddialardan kesin ve net bir şekilde ayırmak
mümkün
olmamakla birlikte, oryantalistlerin bir kısmı, Kur’an-ı Kerim’deki bazı
ayetlerin
veya birtakım kıssaların Kitab-ı Mukaddes’ten alındığını açıkça ifade
etmektedirler.
Burada bir başka tartışma konusu da Hz. Peygamber’in okuma yazma
bilip
bilmediği meselesidir.
235
Sönmezsoy, a.g.e, s. 109.
236
Hatip, a.g.e., s. 292.79
Nitekim
Buhl, halk fikirleri ve kâhinlerin etkisinden sonra yeni bir fikir
aleminin
gittikçe artan bir nispette, Hz. Peygamber’in varlığını sarması ve nihayet bir
kuvvetin
tesiri ile bütün eski tasavvurların, pek az bir kısmı hariç, arka plana
itildiğini,
bu yeni fikirlerin de esas itibariyle “semavi” dinlere yani Yahudiliğe ve
Hristiyanlığa
işaret ettiğini iddia eder ve Hz. Muhammed’in söylemiş olduğu şeylerin
pek
çoğunun, daha eski vahye dayanan dinlerde de aynen bulunduğunu ileri sürer.
Ona göre
Hz. Peygamber bunları Yahudi ve Hristiyan Mukaddes Kitaplarını okumak
suretiyle
elde etmiştir.237 Ancak Buhl, Kur’an’ın kaynağı olarak sadece Kitab-ı
Mukaddes’e
işaret etmemekte, İslam’ın farklı unsurların birleşimiyle meydana
geldiğini
ve Kitab-ı Mukaddes kültürüyle yeni fikirlerin oluştuğunu ileri sürmektedir.
Dolayısıyla
onun, Hz. Peygamber’in getirdiği dinin zamanla gelişen ve değişen bir
din
olduğu anlayışını benimsediği görülmektedir.
Buhl
şöyle bir iddiada daha bulunmaktadır: “Kur’an’dan anlaşıldığına göre
onun
başkaları vasıtasıyla temas ettiği kitaplar, Kitab-ı Mukaddes’in asıl şekilleri
olmayıp,
ona verilen malumat Midraş veya gayr-i mevsuk eserlerden alınmıştır.
Özellikle
İsa’nın doğuşu ve çocukluğu hakkındaki kısımlar gayr-i mevsuk kaynaklar
ile
benzerlik gösterir.”238 İlginçtir ki böyle bir iddiaya sahip olan Buhl, bir
başka
yerde,
Hz. Peygamber’in bu kitapların muhtevaları hakkında hiçbir fikre sahip
olmadığını
ve onları okumuş olamayacağının anlaşıldığını ifade etmektedir.239 Bu da
müsteşriklerin
kendi fikirleri içerisinde tutarlı olmadığını göstermek için bize iyi bir
delil sunmaktadır.
E.
Montet (v. 1934) de, Kur’an tercümesinin baş tarafına koyduğu giriş
kısmında,
menşe olarak, Yahudi ve Hristiyan kaynaklar, İslam’dan önceki kaynaklar
ve Hz.
Muhammed tarafından vaz edilen yeni İslamî elemanlar olmak üzere üç
kaynak
bulunduğunu iddia eder ve şunları ilave eder: "O, Yahudilerin şifahi
ananelerinden,
dini efsanelerinden, Talmudik ve Rabbinik menşeli olan
Haggadah’larından
pek çok şeyler ödünç almıştır.” Montet, Kelime-i Tevhidin bile
237
Buhl, “Muhammed”, s. 454.
238
Buhl, a.g.m., s. 455.
239
Frantz Buhl, “Kur’an”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1977,
VI/998.80
Yahudilerden
alınmış olduğunu ve çoğu apokrif olan İnciller’in Kur’an’a kaynak
olduğunu
iddia etmektedir.240
Hirschfeld’in
iddiası ise şöyledir: “Kitaba dair bilgilerin çoğunu ahali ile
konuşmalarından
aldığını farz etmeliyiz. Gençliğinde Yahudi kitaplarını görmüş
olabilir;
fakat iyi okuyamadığı için bazı kelimeleri yanlış okudu. Bunları sonra bozuk
birer
şekilde tercüme etti. Medine’ye ayak basar basmaz Mukaddes Kitap ve diğer
Yahudi
kitapları hakkında gizlice topladığı malumatı Yahudiler’in önüne döktü.”241
Hirschfeld’in
ifadesine göre, Hz. Peygamber’in birtakım kıssaları Kur’an’a
ithal
etmesinin sebebi, Kitab-ı Mukaddes’e ait olan bilgilerin büyük kısmının tarihî
bir
mahiyette olması ve bunların, işitenlerin meraklanmasına neden olacağını
anlamasıdır.
Ona göre Hz. Muhammed ilk başta küçük parçalarla, yalnız korkulu
haberleri
tefsir ve izah etmiş, bunlar yavaş yavaş uzamıştır. Sonunda pek çok kıssa
bilen
Hz. Muhammed (s.a) hareket tarzını değiştirmiş, kıssalar konuşmalarının
başlıca
konusu olmuş, daha sonra da bunların içine ahlak dersleri karıştırmıştır.242
Ancak
Kur’an’daki kıssalardan bazılarının Tevrat, Zebur veya İncil’de yer
alması,
eleştiriye konu olabilecek bir durum değildir. Çünkü Kur’an geçmiş
milletlerin
durumlarını, ibret ve uyanışa vesile olması için zikreder. Dolayısıyla
bunların
Yahudi ve Hristiyanlar’ın kendi kitaplarında bulunması doğaldır. Zaten
Tevrat,
Zebur ve İncil, İslam nazarında Allah katından indirilmiş kitaplar olup,
sonradan
tahrif edilmeleri sebebiyle güvenilir kaynaklar değillerdir.243
Margoliouth’a
göre Kur’an, Hz. Peygamber’in düzenlemiş olduğu bir kitap
olduğuna
göre, bu Kitab’ı oluşturacak bilgileri bir yerden alması gerektiğini
söyleyerek,
o dönemdeki ve o çevredeki Yahudi ve Hristiyanlara işaret etmiştir. Ona
göre Hz.
Muhammed, bu fikirleri Yahudi ve Hristiyan kutsal kitaplarından
çalmıştır.244
Yahudi yolculardan ya da karşılaştığı diğer Yahudilerden veya onların
kutsal
kitaplarından öğrendiği bilgilere Kur’an’da yer vermiştir. Bu ifadelerle, İncil
240
Cerrahoğlu, a.g.m., s. 126.
241
Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 108.
242
Ertuğrul, a.g.e., s. 79.
243
İsmail Fennî Ertuğrul, Kitab-ı İzâle-i Şükûk, Osmaniye Matbaası, İstanbul,
1928, ss. 88-89.
244
Atay, a.g.e., s. 94.81
ve
Tevrat’ta yer alan bazı ifadelerin Kur’an-ı Kerim’de de yer almasını bu nedene
bağlayarak,
Kur’an-ı Kerim’de önceki ilahi kitaplardan alıntı yapıldığı ve bunların
Hz.
Muhammed tarafından düzenlendiği fikrini beyan eder. Ancak Margoliouth, Hz.
Muhammed’in
eğitim görmediğini, bu sebeple okuma-yazmayı bilmediğini kabul
eder.
Hz. Peygamber’in okuma-yazması yoksa nasıl Tevrat’tan ve İncil’den okuyup
alıntı
yaptığı sorusuna ise Hz. Peygamber’in -o dönemdeki diğer Araplar gibi- çok
iyi bir
ezber kabiliyetine sahip olduğu, Yahudi ve Hristiyan kaynaklarını okumadan
duyarak
öğrendiği ve bazı hikayeleri alıp, kendi Kur’an’ına yerleştirdiği şeklinde
cevap
verir.245
Brockelmann
ise “İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi” adlı eserinde, Hz.
Peygamber’in
almış olduğu vahyi açıkça Yahudilik ve Hristiyanlık’la
temellendirerek
şu ifadeleri kullanmıştır: “Kitab-ı Mukaddes konularına dair bilgisi,
çok yüzeysel
ve yanlışlarla doluydu. Bu konuları Haggadah Yahudi efsanelerine
borçlu
olabilir. Fakat çoğunu, kendisine İncil’in tanıttığı İsa’nın çocukluğu, Ashab-ı
Kehf
efsanesi, İskender efsanesi ve Orta Çağ dünya edebiyatının mühim
muhtevalarını,
Hristiyan tarikatlarına borçludur.”246
Gibb’in
bu konuda diğerlerinden farklı bir iddiası vardır ki o da,
Yahudiler’in,
kitaplarında yer alan bilgilere aykırı olacak şekilde peygamber
kıssalarına
dair Hz. Muhammed’in yaptığı nakillerdeki hatalarını eleştirdikleri zaman
O’nun,
sürekli olarak “Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” diyerek cevap
verdiği
yönündedir.247 Bu ifadelerden anlaşıldığına göre Gibb, Hirschfeld gibi
Kur’an’da
geçen kıssaların Kitab-ı Mukaddes’ten alındığını kabul eder.
Rodinson
ise Hz. Muhammed’in Yahudiler ve Hristiyanlardan hangisiyle
daha çok
temas halinde olduğunun sorulması gerektiğine dikkat çekmektedir. Ona
göre Hz.
Muhammed, bunların arasında ayrım yapmamıştır ve belki de her ikisi ile
doğrudan
teması yoktur. Rodinson bundan sonraki kısımda Hz. Muhammed’in
kendisini
Yahudi ya da Hristiyanlarla bir tutmadığını, ancak O’na açık olan herhangi
bir
kaynaktan bilgi topladığını ve bu bilgileri ise ilk elden almak yerine üçüncü
veya
245
Atay, a.g.e., s. 95.
246
Brockelmann, a.g.e., s. 15.
247
Gibb, a.g.e., s. 44.82
dördüncü
elden sık sık aldığını iddia etmektedir.248 Ona göre Hz. Muhammed, bu
şekilde
bazı apokrif kitapların kopyalarını almış olabilir, ancak eğer durum böyleyse,
O’nun,
bu kitapların içinde ne olduğunu okuyan ve söyleyen Mekkeli birine ihtiyacı
vardır.249
Watt’a
göre ise Eski ve Yeni Ahit’ten birçok malzemeyi içerdiğinden dolayı
Kur’an’ın
son sureleri, Hz. Muhammed’in Kitab-ı Mukaddes geleneğine bağlılığını
daha
bariz hale getirmektedir.250
Söz
konusu oryantalistler, Kitab-ı Mukaddes’in son derece güvenilir bir
kaynak
kabul edilmeye değdiği şeklinde bir intiba vermektedirler. Ancak bu iddia
sahiplerinden
biri olan Margoliouth’un kendisi bile, Hristiyan din adamlarının kendi
kutsal
kitaplarındaki çelişkilere haklı bir gerekçe olması açısından benimsemeleri
gereken
“Colouring by the Medium” adını verdikleri bir hipoteze işaret ettiklerini
söyler.
Bu hipotez ise şu anlama gelmektedir: Vahiy genel bir düşünce olarak iner.
Kendisine
vahiy gelen peygamber, kendi akıl ve üslubuyla belli bir şekle sokar. Bu
nedenle
Kitab-ı Mukaddes’teki yanlışlıklar semavi değildir ve bu aracılardan
kaynaklanmıştır.251
Nitekim tedavülde bulunan Tevrat, Zebur ve özellikle İncil
içerisinde
birçok tenakuz bulunmakta, çeşitli yöntem ve metotlar kullanılarak, bunlar
en aza
indirgenmeye çalışılmaktadır. Ancak ilahî olan bir kitapta çelişki ve ihtilafa
yer
yoktur. Bu durum, ancak insan elinin değdiği yerlerde söz konusudur. Zira Allah
Teala
Kur’an’da herhangi bir ihtilafın bulunmaması ile ilgili şöyle buyurmaktadır:
“Hâlâ
Kur’an’ı iman ederek düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkası
tarafından
olsa idi, mutlaka içinde birçok tutarsızlık bulacaklardı.”252 Dolayısıyla
çelişki
ve tutarsızlıktan uzak olan Kur’an’a, Kitab-ı Mukaddes’in kaynaklık etmesi
söz
konusu olamaz.
Fransız
Dr. M. Bucaille, “Le Bible, Le Coran, et La Science” adlı kitabının
sonuç
kısmında şöyle söylemektedir:
248
Bell, a.g.e., s. 111.
249
Bell, a.g.e., s. 112.
250
Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 51.
251
Hatip, a.g.e., s. 307.
252 Nisâ
4/82.83
“Bugün
sahip olduğumuz Kutsal Kitapların kapsadığı metinler hakkında
Batı
ülkelerimizde beslenen hâkim kanaatin hiç de gerçeği yansıtmadığı bu
incelememizde
açıkça kendini göstermektedir… Kaynakların çokluğu, sonuç
itibariyle
birtakım zaruri çelişkilere ve bağdaşmazlıklara yol açmıştır ki bunlara
birçok
örnekler verdik… Musevi-Hristiyan kutsal kitaplarının çağdaş bilim
verileriyle
bir ilişkisi olabilecek bazı ifadeleri incelenirken, o metinlerin aslına
uygunluğunun
tartışma götürür durumu, bir problem olarak kendisini
hissettirmektedir.
Kur’an
önermelerinden bilimsel bir tarafı olanlarının çoğunun, Hz.
Muhammed
devrindeki bilgilerin durumu nedeniyle, bir insan eseri olduğu
düşünülemez.
Öyleyse Kur’an’ı, Allah’tan vahiy yoluyla gelmiş kitap olarak telakki
etmemiz
yetmez, aynı zamanda Allah’tan nazil olduğu gibi değişmeden korunduğu
hususunda
bize teminat vermesi ve içerisinde insan eseri olması düşünülemeyecek
beyanları
ihtiva etmesi nedeniyle de ona apayrı bir mevki vermemiz pekala yerinde
olur.”253
J.
Davenport da Tevrat, İncil ve Kur’an hakkında şöyle bir karşılaştırma
yapar:
“Kur’an, Tevrat’tan ayrılmaktadır. Combe’in dediği gibi Tevrat’ta bir teoloji
sistemi
yoktur. Tevrat, kıssalardan, vasıflardan, inanmışların bu yoldaki
heyecanlarından,
birbirine layık bir bağ ile bağlı olmamakla beraber, kuvvetli bir
ahlaktan
kurulmuştur. Kur’an-ı Kerim, İncil gibi ancak onun yoluna gidenlerin dinî
düşüncelerini,
onların tapınma yollarını ve işlemlerini düzenleyen bir düstur da
değildir.
Belki Kur’an siyasî bir sistemdir. Çünkü devletin her kanunu ona dayanır.
Hayata
ve mallara ait olan her şey onun hükmü ile çözülmektedir.”254
Kur’an’ın
kaynağının Yahudilik ve Hristiyanlık olduğunu iddia eden
oryantalist
zihniyete karşılık Prof. Dr. Suat Yıldırım, bunun mümkün olamayacağını
şöyle
özetlemektedir:
1-
Tevrat ve İncil’in Arapça tercümesi yoktu.
2- Ehli
Kitap, özellikle Yahudiler ilmi saklamakta çok ileri gitmişlerdi.
Tekellerine
alıp, nüfuzlarını sürdürüyorlardı.
253
Bucaille, a.g.e., ss. 387-390.
254
Davenport, a.g.e., s. 44.84
3-
Onlardan biri Hz. Peygamber’e bir şeyler öğretmiş olsaydı, bu
fazlasıyla
yayılırdı. Zira Yahudiler, Medine’den hiç eksik olmamışlardı. Nitekim
diğer
gruplar da öyleydi. Öğrenmiş oldukları bir şey olsaydı, Kur’an’a meydan
okuması
üzerine derhal söylemeleri gerekirdi.
4-
Yahudi ve Hristiyanların kültürü Hicaz’da hemen hemen hiç yaygın
değildi.
Konu ile ilgilenen birçok kilise otoritesi de bunu tasdik eder.255
Sonuç
olarak tahrif olmuş ve içinde yanlış bilgiler barındıran Kitab-ı
Mukaddes’in,
kıyamete kadar Allah tarafından muhafaza edilecek olan Kur’an-ı
Kerim’e
kaynak teşkil ettiği iddiasının ispatı mümkün değildir.
2. Halk
Fikirlerinden Aldığı İddiası
Yahudilik
ve Hristiyanlığın, Kur’an’ın kaynağı olduğu şeklindeki meşhur
iddiadan
sonra Hz. Peygamber’in çevresinde yaygın olan bazı halk fikirlerinden
birtakım
alıntılar yaptığı iddiasını ele alacağız.
Meşhur
Fransız düşünür E. Renan (v. 1892) “Mahomet et les origines de
L'lslamisme”
adlı makalesinde, Kur’anî doktrini teşkil eden bütün unsurların,
Kur’an-ı
Kerim nazil olmadan önce, Hicaz çevresinde mevcut olduğunu iddia
etmiştir.
Buna göre Hz. Muhammed (s.a) yeni bir din getirmemiş, aksine
zamanındaki
görüşlere tabi olmaktan başka bir şey yapmamıştır.256
Renan’ın
Kur’an’daki unsurların tamamını halk fikirlerinde aradığı görüşe
karşın
Macar müellif Ignaz Goldziher, eklektik bir din anlayışı benimsemiştir. Hz.
Muhammed’in,
İslam'ı tesis ederken cahiliye toplumunun inanç, sosyal yaşantı,
kabile
hayatı ve alem anlayışını “Cahiliye” adı verilen Arap putperestliğinin bütün
vahşi
unsurlarından ayıklama yoluna gittiğini iddia etmiştir. O’nun doktrin ve
kurallarının
seçici bir karakter arz ettiğini, ancak Yahudilik ve Hristiyanlığın
255
Sönmezsoy, a.g.e., s. 121.
256
Akdemir, a.g.m., s. 198.85
bunlarda
bir payının bulunduğunu belirterek, İslam’ın orijinalliğinin bundan ibaret
olduğunu
ileri sürmüştür.257
C.
Tisdall’ın ise Goldziher’in izinden gittiği anlaşılmaktadır. Nitekim Tisdall,
Kur’an-ı
Kerim’in kaynaklarını kısa ve öz olarak açıkça çözmek amacıyla yazdığı258
“The
Original Sources Of The Qur’an” adlı eserinde Hz. Muhammed (s.a)’in
Kur’an’ı
oluştururken eski Arap inanışlarından faydalandığını iddia etmektedir:
“Araplar
arasında Tanrı’nın tekliği anlayışını ilk kez Muhammed’in ortaya attığını
düşünmek
mümkün değildir. Çünkü Allah kelimesinin bir harf-i tarifi olması, bu
kelimeyi
kullananların İlahi Birliğin bir ölçüde bilincinde olduklarının kanıtıdır. Bu
sözcüğü
Hz. Muhammed bulmamıştır, ancak dediğimiz gibi, kendisinin Peygamber,
Allah’ın
görevlendirdiği bir elçi olduğunu ilk kez iddia ettiğinde, hemşerilerinin bu
sözcüğü
zaten kullandıklarını biliyordu.” Bunun kanıtı olarak da Tisdall, Hz.
Muhammed’in
doğmadan önce ölen babasının adının Abdullah (Allah’ın Kulu)
olduğunu,
Kabe’ye Hz. Muhammed döneminden çok önce de Beytullah (Allah’ın
Evi)
dendiğini göstermektedir. Ayrıca İslamiyet’ten önceki dönemden, kuşaktan
kuşağa
geçerek günümüze kadar gelen el-Muallakat adlı şiirlerde, Allah kelimesinin
çok sık
geçtiğini ifade etmektedir. 259
Tisdall
daha sonra şöyle devam eder: “İslam’ın ilk kaynağının, Hz.
Muhammed
dönemindeki Arapların dinsel inançları ve adetleri olduğu besbellidir.
İslamiyet
çok eşlilik ve kölelik geleneklerini bu putperest kaynaktan almıştır. İkisinin
kötü
etkisine başka alanlarda başka şeyler eklenmemiş olsa da, Hz. Muhammed
bunları
benimsemekle her zaman bunları onaylamıştır.”260
Buhl ise
Hz. Peygamber’in kendi fikirlerini nereden aldığı konusunun önemli
olduğunu
vurgulayarak, O’nun yabancı tesirlere karşı büyük bir meyil gösterdiğini
ifade
eder. Hz. Peygamber’in önceleri kendi muhitindeki dinî görüşleri paylaşmış
olmasının
muhtemel olduğunu, hayatının daha sonraki yıllarında da bu hususta
açıkça
görülen izler bulunduğunu ifade eder. Buna hemşerilerinin cinlere veya
257
Hatip, a.g.e., s. 279.
258Tisdall,
a.g.e., s. 6.
259
Tisdall, a.g.e., s. 9.
260
Tisdall, a.g.e., s.11.86
şeytanlara
ve fena alametlere olan inançlarını Hz. Peygamber’in de kabul ettiğini,
Mekke’nin
Kabe ile birlikte onun için kutsal bir yer olmasını, oradaki kurban kesme
adetini
hakiki menasikten saymasını, kendi taraftarlarının hac seferlerine katılmasına
izin
vermesini örnek göstererek, iddiasını kanıtlamaya çalışır.261 Dolayısıyla
Goldziher
ve Tisdall’ın da iddia ettiği gibi Buhl Hz. Peygamber’in, çevresindeki
Arap
adet ve uygulamalarından bir kısmını, kendi dinine aldığını kabul eder.
Torrey
de diğer oryantalistlerin izinden giderek, İslam’ı farklı unsurların
kaynaşması
olarak nitelendirmiş, bunların bazılarının kolayca tespit edildiğini,
bazılarının
ise belirsiz kökenli olduğunu söylemiştir. Ona göre Kur’an, Hz.
Muhammed’in
ya kendi seçimiyle ya da baskıyla benimseyerek, Arap
putperestliğinden
hatırı sayılır bir katkı ihtiva etmektedir. Yerli putperestlikten
yapılan
bu alıntı ise ona göre yeterince açıktır.262
İngiliz
oryantalist Hamilton Gibb ise şöyle demektedir: “Şüphesiz,
Muhammed
yeni ortaya çıkmış diğer bütün reformistler gibi, bir taraftan kendisini
çevreleyen
dış şartların gereklerinden etkilenmiş, sonra O, diğer taraftan zamanında
hakim
olan ve büyüdüğü yörede yürürlükte olan düşünce ve inançlar arasında yeni
bir yol
açmıştır. Mekke’nin bu seçkin döneminin, Muhammed (s.a)’in hayatının her
safhasındaki
açık etkisi üzerinde görülebilir. İnsani bir ifadeyle; gerçekten
Muhammed
(s.a) başarılı olmuştur. Çünkü o bir Mekkelidir.”263
Watt,
Kur’an’ın ilk nazil olan bölümlerinden son nazil olan bölümlerine
gelindiğinde,
orada Medine’deki topluluğun idaresi için ortaya konan kuralların, en
azından
ayrıntılarında, orijinal olduğunu iddia eder. Ona göre Hz. Peygamber,
genellikle
Arap örf ve adetlerini yeni duruma uydurmuş, İslam’ın derece derece
gelişmesini
sağlamıştır. Bunu sağlayan ideallerin ise Arabistan’a özgü çeşniden
kaynaklandığını
iddia etmektedir.264 Ona göre gerek Kur’an’ın Arap çoktanrıcılığını
reddetmesi,
gerekse eski dinin bazı yönlerini zımnen benimsemiş olması, Yahudilik
261
Buhl, “Muhammed”, s. 454.
262
Torrey, a.g.e., s. 3.
263
Gibb, a.g.e., s. 25.
264
Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 73.87
veya
Hristiyanlık’tan gelen şeyler olmayıp, yeni şeyler olarak kabul edilmelidir.265
Bu
bakımdan Watt, bazı oryantalistlerin aksine Hz. Peygamber’in oluşturduğu dinin
yapısında
orijinal kısımların da bulunduğunu kabul ederek, bunu Arap örf ve adetleri
ile
açıklamıştır.
Cahiliye
döneminde bulunan bazı hükümlerin benzerlerinin İslam’da da
mevcut
olduğu bilinmektedir. İslam, kendi teşri felsefesine ve gerçekleştirmek için
nazil
olduğu maksatlara uygun olduğu takdirde, bunların faydalı olanlarını devam
ettirmiştir.
Bu bakımdan, bu hükümlerin devam ettirilmesinden dolayı Hz.
Peygamber’in
edindiği fikirleri, içinde yaşadığı toplumdan aldığı ve Kur’an’ın Allah
tarafından
vahyedilmediği sonucu çıkarılamaz.266 Nitekim Kur’an’ın bazı Cahiliye
hükümlerini
devam ettirmiş olması, toplumun alışık olduğu bu uygulamaları tatbik
etmesini
kolaylaştırmıştır.
3. Bazı
Haniflerden Aldığı İddiası
Hz.
Muhammed (s.a)’den önce Hicaz bölgesinde Hanifler denen ve Allah’ın
birliğine
inanan bazı kimseler bulunmaktaydı. Bunlar putlara tapmayı reddederek,
İbrahim
Peygamber’in (a.s) dinini ararlar ve onu yeniden diriltecek bir peygamberin
gönderilmesini
beklerlerdi. Fakat bir peygamber ortaya çıkmadığından, hiç olmazsa
bazı
bakımlardan İbrahim Peygamber’in (a.s) şeriatına yakındır diye bir kısmı İsa
(a.s)
dinine, bir kısmı da Yahudiliğe meylederlerdi. Bununla birlikte bu inanç çok
yaygın
değildi. Böyle düşünenler çok az, hatta sayılabilecek derecede idi. Hanifler
bir
bakıma İslam dininin müjdecileri gibi olup, Hz. İbrahim’in şeriatını diriltecek
bir
peygamberin
geleceğini halka söylerlerdi.267 Bunlar, diğer Arapların en çok müptela
oldukları
şu üç günahtan kaçınırlardı: (a) Allah’a şirk koşmak, (b) masum insanları
öldürmek,
(c) fuhuş ve zina yapmak.268
265
Watt, a.g.e., s. 75.
266
Sönmezsoy, a.g.e., s. 91.
267
Neşet Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi, AÜİF Yayınları, Ankara, 1982, s. 158.
268
Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, s. 398.88
“Hanif”
kelimesinin kaynağı ve anlamı hakkında ise çeşitli görüşler
bulunmaktadır.
Kelimenin kökü olan “hnf” hemen bütün dinlerde ortak olarak
kullanılmaktadır.
İslam’ın ilk yıllarına ait şiirlerde, Hanif kelimesine farklı, hatta
birbirine
zıt anlamlar verildiği görülür. Nitekim bu kelimeyle ilgili hem putperest
hem de
tevhid ehli şeklinde tanımlamalar yapılmıştır.269
Oryantalistlerin
görüşleri incelendiği zaman, bu konu üzerinde fazlaca
durdukları
görülmektedir. Özellikle Hanif kavramının anlamı ve kökenine ilişkin
açıklamalarındaki
benzerlik dikkat çekmektedir.
Mesela
Tisdall, Hanif sözcüğünün türediği kökün, İbranice olan “gizlemek,
gibi
davranmak, yalan söylemek, ikiyüzlü olmak” anlamına geldiğini ve Süryanice
anlamının
da aynı olduğunu; Arapça’da ise önce “aksamak” ya da “düzgün
yürüyememek”
anlamına geldiğini, sonradan halkın tanrılarına tapmaktan
vazgeçerek
dinsiz olmasını ifade eden bir anlama geldiğini söyler. Dolayısıyla ona
göre bu
anlamıyla önceleri bir kınama ifadesi olarak reformcular için kullanılmıştır.
Tisdall
bundan sonra, İbn Hişam’dan bir rivayete yer vererek, Kureyşlilerin
telaffuzunda
“tövbe” ve “saflık” anlamına gelen sözcüğün, “Haniflik” anlamına
gelen
sözcükle karıştırıldığı için, Haniflerin, putperestlikten bütün kötü yanlarıyla
birlikte
vazgeçmelerini ifade eden bir ad olarak, bunu sevinçle benimsediklerini
aktarır.
Bununla birlikte, Hz. Muhammed’in, bu sözcüğü Hz. İbrahim için
kullanmaya
ve insanları, İslam’la özdeşleştirdiği Hz. İbrahim’in dinine yönelerek,
Hanif
olmaya davet etmeye cesaret etmesinin dikkat çekici olduğunu ifade eder. Ona
göre Hz.
Muhammed, bu ifadeyi kullanarak, reformcuların doktrinlerine bağlılığını
duyurmuştur.
Ayrıca Tisdall, onların öğretilerini benimsemesi ve Kur’an’a
almasının,
Haniflerin dogmalarının, Müslümanlığın belli başlı kaynaklarından birini
oluşturduğunu
kabul etmektedir.270
Andrae
de Hanîf kelimesinin kelime anlamına ve kelimenin nereden
alındığına
dair görüşünü şöyle ortaya koymaktadır: “Bu Arapça kelime, şüphesiz ki,
Suriyelilerin
dilinde “kafir” anlamına gelen “hanpa” kelimesinden türemiştir.
269 Adem
Apak, Anahatlarıyla İslam Öncesi Arap Tarihi ve Kültürü, Ensar Yay., İstanbul,
2012, s.
254.
270
Tisdall, a.g.e., s. 82.89
Öyleyse,
“kafir” anlamına gelen bir kelime nasıl olmuştur da Kur’an’da “tek bir
Tanrının
varlığına inanan kimse” anlamında kullanılmıştır? Bu kelime, Suriye
dilindeki
İncil’de “kafir” için genellikle; Yunanca’da da “kafirlik” anlamında
özellikle
kullanılmıştır. Mesela, Dönek Julian’a “Yulyana Hanpa” denilmiştir.
Hristiyan
Suriyeliler, bu kelimeyi kafirler için pek kullanmazlardı. Fakat onlar,
Hristiyan
dininden dönenler olarak sayılabilecek, bakış açısı Helenik kafirliğine çok
yaklaşmış
kişiler için bunu kullanmışlardır. Dolayısıyla Mani’nin öğretisi açıkça
“hanputa
(kafirlik)” olarak adlandırılmıştır. Arap işgalinden sonra yazılan
metinlerde
Sabiîlerin “kafir” olarak adlandırıldıkları doğrudur. Ama her şey onların
çok daha
önceki tarihlerde de “kafir” olarak bilindiklerini akla getirmektedir.”271
Andrae,
Maniciler ve Sabiîlerin doğrudan “hanpa (kafir)” olarak
adlandırılmalarının
Arapça’da bu kelimenin, Yahudi ve Hristiyan olmayan ve
tanrının
birliğine inanan anlamına nasıl geldiğinin anlaşılabileceğini söyler. Ona göre
Hz.
Muhammed, yine de, “Hanif” teriminden daha çok, belirli bir dinî topluluğa üye
olmadan,
ancak kendiliğinden Tanrı vergisi bir eğilim tarafından yönlendirilerek,
popüler
kafirlikten kendisini sıyırmış kimse anlamını çıkarıyor gibi
gözükmektedir.272
Bu detaylı izaha bakıldığında Andrae, Hz. Muhammed’in
Süryanice’den
almış olduğu bu kelimeyi, anlamını tamamen değiştirerek, kendince
dinî bir
gruba ad olarak verdiğini iddia etmektedir.
Bell’e
göre ise Hristiyan etkisini Arap Yarımadası’nda gösteren önemli
delillerden
biri, bölgedeki Haniflerin varlığıdır. Ona göre mana açısından bu terim
Kur’an’ın
kullanımına uymaz ve bu kelime Süryanice hanpa’dan gelmektedir. Hz.
Peygamber
(s.a) bu kelimeyi Kur’an’da kullanmıştır ve Hz. İbrahim’in Hanif ve
Müslüman
olduğunu beyan etmiştir.273 Onun bu ifadeyi önemli bir dini grup için
kullandığını
belirten Bell, diğer oryantalistlerin söyleminden farklı olarak, aslında
bunların
ne bir mezhep ne de herhangi bir grubun parçası olmadıklarını, sadece Hz.
Peygamber’in
bir türlü sükûn bulamamış zihnî yapısının bir ürünü olduğunu
271
Armağan, a.g.e., ss. 80-81.
272
Armağan, a.g.e., s. 81.
273
Bell, a.g.e., s. 5890
savunmaktadır.274
Bell, bu kelimenin kökeni ve anlamı ile ilgili daha önceki görüşleri
benimsemesine
rağmen Hanif denilen kimselerin gerçekte var olduğunu reddederek
ve bunu
Hz. Peygamber’in uydurması kabul ederek, bu iddiaya farklı bir boyut
kazandırmıştır.
Ancak bu, sadece tarihî gerçekleri görmezden gelerek ortaya atılan
bir
iddiadır. Ayrıca Bell’in, bu kelimenin Kur’an’da geçtiğini özellikle
zikrettikten
sonra
Haniflerin Hz. Peygamber’in zihninin bir ürünü olduğunu ifade etmesi,
Kur’an’ın
Hz. Peygamber’in bilinçaltının ürünü olduğu iddiasının bir uzantısı olarak
değerlendirilebilir.
Gibb’e
göre Kur’an’daki monoteist fikirlerin Yahudilik ya da Hristiyanlık’tan
kaynaklandığı
şüphelidir. Kur’an’da bu tamamen, Suriyelilerin Hristiyan olmayanlar
olarak
saydığı hanpa (dinsiz, kafir) ve İslamiyet öncesi Hanif denilen bir grup
tarafından
temsil edilen, bilinmeyen bir Arap geleneği ile ilişkilidir.275 Böylece Gibb,
Kur’an’da
geçen monoteist fikirlerin, Haniflerden alındığını iddia etmektedir.
M.
Rodinson’un Hanifler hakkındaki şu iddiası dikkat çekicidir: “Böyle
düşünenlerden
hiç olmazsa birkaçı, Hristiyan veya Yahudi olmayı reddediyordu.
Çoğu,
Arapların ulusal gururlarından ötürü bu yola girmekten kaçındıklarını
söylemiştir.
Belki de onlar çoktan Allah karşısında Hanif olarak bilinmeye
başlamışlardı.
Bu, büyük olasılıkla Arami dilinde “dinsizler” anlamına gelen bir
kelimenin
yanlış yorumlanmasıyla türetilmiştir. Bu şu anlama geliyordu: Onlar
Allah’a
yakınlaşmanın yolunu, bilinen dinlerin saflarına katılmadan arıyorlardı.
Belki de
Yahudiler’in ve Hristiyanlar’ın anlatımlarından şunu gözlemlemişlerdi:
Musa
Museviliği kurmadan önce, onların sevip saydıkları İbrahim gibi insanlar da
aynı
davranışı sergilemişlerdi. Kitab-ı Mukaddes’in kendisi, İbrahim’in, oğlu İsmail
aracılığıyla
Arapların atası olduğunu söylüyordu. Bu yüzden Arapların atalarının
örneğini
izlemeleri ve Allah’a kurulmuş dinlerden bağımsız olarak tapmaları çok
doğal
değil miydi?276
Diğer
taraftan, Yahudilerle Hristiyanlar Araplar’ı küçük görüyordu. Araplar,
onların
gözünde birer vahşiden farksızdı; uygar halklar gibi bir kiliseleri bile yoktu.
274
Albayrak, “Richard Bell, Kur’an Çalışmaları ve Kur’an Vahyi Hakkındaki
Görüşleri”, s. 269.
275
Gibb, a.g.e., s. 38.
276
Rodinson, a.g.e., ss. 91-92.91
Araplar
“uygar” komşularının kendilerine yakıştırdığı “hanif” (putperest ya da
kafir)
adını gururla benimsemiş olabilirler. Kafirlerdi ve Allah’ı da kafirler olarak
arayacaklardı.
Birçoğu, onları her fırsatta aşağılayan diğer milletlerin gösterişlerine
karşı
kesin bir isyan duygusuyla hareket ediyorlardı.”277 Rodinson’un, Hz.
İbrahim’in
dinini arayan bu kimselerin, kafir vasfını gururla taşıdıkları şeklindeki
iddiasının
hiçbir tarihî gerçekliği bulunmamaktadır. Nitekim müşrikler ya da Yahudi
ve
Hristiyanlar açısından bu kimselere “dinsiz-kafir” gözüyle bakılması da
tabiidir.
Montgomery
Watt da bu kelimenin kökenini detaylı bir şekilde ele alan
oryantalist
anlayışını takip etmiştir. Watt, sonraki dönem İslam alimlerinin Hanif
kelimesini
hep Müslüman, Hanifiyyeyi ise İslam ile eş anlamda kullandıklarını ifade
eder ve
buna deliller getirir. İbn Mesud’un Kur’an nüshasında, Al-i İmran Suresi’nin
19.
ayetinde İslam yerine Hanifiyye kelimesinin geçtiğini, Müslüman alimlerin Hz.
Muhammed’den
önce Hanifiyye ya da saf tektanrıcılığı arayan insanların olduğunu
göstermek
için çabaladıklarını vurgular. Kendisi Richard Bell’in aksine, o dönemde
daha saf
veya daha kamil bir dini arayan insanların olduğunu ikrar eder. Ancak bu
kimseler,
kendilerini Hanif olarak adlandırmamaktadırlar. Zira öyle yapmış olsalardı,
bu isim
Müslim kelimesi ile eş tutulmazdı. İslam öncesi Arap şairlerinin ise Hanif
kelimesini
müşrik veya putperest anlamında kullandıklarını ifade ettikten sonra diğer
oryantalistlerin
kabul ettikleri gibi bunun bir Hristiyanî kullanım olup, Süryanice’den
alındığını
iddia eder. Kelimenin çoğulu olan hunefanın aslının Süryanice’de çoğul
olan
hanpa kelimesinden geldiğini, Hristiyanlar’ın bu konuyu, Müslümanları alaylı
bir şekilde
eleştirmek için kullandıklarını, Müslümanların da sonunda kendilerini
hunefa
olarak adlandırmaktan vazgeçtiklerini ileri sürer.278
Son
olarak Bernard Lewis de geleneğin, kavimlerinin putperestleriyle tahmin
olmayan
ve daha saf bir din şekli aramakla birlikte Yahudilik ve Hristiyanlığı kabule
yanaşmayan
bir kısım Mekkelilerden, Hanifler denilen bir halktan bahsettiğini dile
getirdikten
sonra, Hz. Muhammed’in ruhî hazırlanışının, onlarla olan münasebetinde
aranması
gerektiğini iddia eder.279
277
Rodinson, a.g.e., s. 92.
278
Watt, Kur’an’a Giriş, s. 29.
279
Lewis, a.g.e., s. 35.92
Bu
görüşe sahip oryantalistlerin genel kanısı, Hanif kelimesinin Süryanice
hanpa
(kafir) kelimesinden geldiği, bunun sebebinin de Süryani Hristiyanlar’la olan
ilişkiden
kaynaklandığı şeklindedir. Bell gibi bazı oryantalistler, böyle bir grubun
gerçekte
var olduğunu kabul etmese de, genel itibariyle oryantalistler, Araplar
içerisinde
puta tapıcılığı inkar eden ve Tek Tanrı’ya inanan kimselerin mevcut
olduğunu
kabul etmektedirler. Zira Hz. Peygamber’in nübüvvetinden önce sayıları az
da olsa
Hanifler denilen kimselerin varlığı, tarihî bir gerçektir.
Hz.
Peygamber’in Hanifler’den birtakım bilgileri aldığına ilişkin görüşü
benimseyen
oryantalistler, özellikle bunlar içerisinden aşağıdaki iki isim üzerinde
durmuşlardır.
a.
Varaka b. Nevfel
Varaka
b. Nevfel, yaklaşık on beş yıllık akraba ilişkileri sebebiyle Hz.
Peygamber’in
çocukluğunu görmüş bir kişiydi. Ehli Kitap’tandı, bilgiliydi,
kültürlüydü
ve tecrübeliydi. Bütün bunlarla birlikte, Hz. Muhammed (s.a)’in Hira
mağarasında
geçirdiği olayı duyar duymaz O’nun bir peygamber olduğuna kanaat
getirdi
ve hiçbir şüpheye veya tereddüde düşmedi.280 İlm-i nücum denilen yıldızlar
ilmi ile
Tevrat ve İncil kitaplarını tahsil ederek, Tevrat ve kutsal kitaplar hakkındaki
bilgisinin
genişliğiyle şöhret kazandı. Ayrıca kendisinin, eski kutsal kitapları
Arapça’ya
çevirdiği ifade edilmektedir.281
Bazı
oryantalistler, Varaka b. Nevfel’in akrabalık ilişkisi ve ilk vahyin
gelişinde
Hz. Peygamber’in ona danıştığını bildiren rivayeti kullanarak, O’nun
Kur’an
vahyini Varaka’dan öğrendiğini iddia etmişlerdir. Nitekim bu iddia
sahiplerinden
biri olan Irving, Hz. Muhammed (a.s)’in Varaka b. Nevfel’in semavî
kitapların
bazı bölümlerini tercüme ettiğini, Hz. Muhammed’in de tercüme
ettiklerinden
çok şey görüp, bu bilgilerden faydalandığını iddia eder. Ona göre bu
bilgiler,
Hz. Muhammed’in zihninde yer etmiş, o dönemde Arabistan’da yaygın olan
280
Mevdudi, a.g.e., s. 468.
281
Çağatay, a.g.e., s. 160.93
putperestlikten
uzaklaşmasına sebep olmuştur. Böylece putperestliği daha iyi
anlamaya
ve küçümsemeye başlamıştır.282
Andrae’nin
ise Varaka’yla Hz. Peygamber’in vahyi getiren melek hakkında
önceden
konuştukları şeklinde tahminî bir iddiası vardır. Ancak öncelikle bu
rivayetin
doğru olup olmadığını kendince sorgular. Ona göre Varaka hikayesi Ehli
Kitab’ın
mistik bilgeliğinden, Hz. Muhammed’in ilahi görevine bir kanıt olması için
sadece
efsane olarak uydurulmuş bir şey değildir. Çünkü böyle bir durumda,
hikayede
yer alan kişinin bir rahip ya da keşiş olması daha muhtemel olurdu. Bu
sebeple,
kafirliğin son yıllarında yeni dinle Tek Tanrıcı bir din arayışında olan
kimselerin
bağlantısını anımsatması açısından Varaka hikayesinin gerçek olmasının
muhtemel
olacağını ifade eder. Dolayısıyla ona göre Hz. Hatice’nin bu akrabasıyla
Hz.
Muhammed’in, melek çağrısıyla gelmeden önce, namus hakkında konuşmuş
olması
gerekmektedir.283 Diğer oryantalistlerden farklı olarak Andrae, özellikle
Varaka
ile ilgili rivayetin sıhhati konusu üzerinde durmuş ve sonuç olarak olayın
gerçek
olduğu kanaatine varmıştır. Jeffery ise Hz. Peygamber’in yaşadığı ilk vahiy
tecrübesi
sonrasında Varaka b. Nevfel’e gitme olayını, O’nun ‘esinlenme’den ‘vahiy’
aşamasına
geçişinin bir delili olarak kabul etmektedir.284
M. Reşid
Rıza, bu iddiayı ortaya koyanlardan biri olan Emile
Dermenghem’in
(v. 1971) ise Fetretü’l-vahiy ile ilgili rivayetleri aktarırken,
rivayetleri
karıştırdığı için ve hadis kitaplarının bu konuya dair verdiği bilgilere vakıf
olmadığından
dolayı bu iddiasında yanıldığını ifade eder.285
Montgomery
Watt ise ilk vahyin son kelimeleri olan “Ki kalemle yazmayı
öğretti,
insana bilmediğini öğretti.” ayetinin hemen hemen tamamıyla daha önceki
vahiylere
işaret ettiğini belirterek, Müslümanların genellikle birinci kısmı “kalemin
kullanışını
öğretti” anlamında aldıklarını, ancak Hz. Muhammed’in okuma yazma
bilmemesinden
dolayı onun yakın ilişki içinde bulunduğu kimselerden, Varaka’dan
alabileceğini
iddia eder. Çünkü Varaka Hristiyan kutsal kitaplarını okumasıyla
282
Kutub, a.g.e., s. 367.
283
Armağan, a.g.e., s. 83.
284
Okumuş, a.g.m., s.132.
285
Rıza, a.g.e., s. 97.94
toplum
içerisinde sivrilen biridir. Ona göre bu Kur’an ayetleri, onları tekrar edince,
Hz.
Muhammed’e, Varaka’ya olan minnet borcunu hatırlatmış olmalıdır. Ancak bu
sözlere
dayanak olmak üzere ikra’ ayetlerinden önce vahiylerin gelmiş olması
gerekir.
Böylece Hz. Muhammed’in Varaka ile daha erken bir zamanda sıkı bir
alışveriş
içinde olduğu ve genel anlamda birtakım şeyler öğrendiğini farz etmek daha
kolaydır.
Watt, daha sonraki İslami düşüncelerin, söz gelişi Hz. Muhammed’e gelen
vahyin
daha önceki vahiylerle ilişkisi gibi çoğunlukla Varaka’nın fikirleriyle
şekillenmiş
olabileceği iddiasında bulunur.286 Bu bakımdan Watt’ın kanaatine göre
Hz.
Muhammed ile Varaka arasında düşünüldüğünden daha sıkı bir bilgi alışverişi
gerçekleşmiştir.
Watt’ın
bir iddiası ise Hz. Hatice’nin Varaka’yla dostluk ilişkisi içinde
olduğu
şeklindedir. Ona göre Hz. Hatice, kocasından daha yaşlı, kamusal meseleler
hakkında
fikir sahibi ve Hristiyan kuzeni Varaka’yla iyi ilişkiler içerisindedir. Ayrıca
Hz.
Hatice, dönemin Mekke’sinin sorunları hakkında endişelidir. Bu sebeple Hz.
Muhammed
(s.a) tuhaf tecrübelere sahip olmaya başladığında O’nu rahatlatmaya ve
desteklemeye
hazırdır. Watt, onun kuzeniyle olan dostluğu sonucu, Hz.
Muhammed’in
yaşadıklarını gerçekten Allah’tan vahiy alma tecrübesi olduğunu
kabul
etme yönünde O’nu hazırlamış olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu da
iddia
eder.287 Ancak Watt’ın böyle bir bilgiye nereden ulaştığı bilinmemektedir. Zira
tarih
kitaplarında Hz. Hatice’nin hayatına dair detaylı bilgi bulunmamaktadır. Bu
bakımdan
bu görüş, tamamen Watt’ın ortaya attığı asılsız bir iddia olarak
görülmektedir.
Lübnanlı
bir Hristiyan olan Üstad el-Haddad, Hz. Muhammed’in kitabî ve
İncilî
kültürünün büyük bir kısmını, büyük Hristiyan bilgini olan Varaka’dan aldığını
ileri
sürmektedir. Ona göre Varaka, Hz. Hatice’nin amcası olup, onu Hz. Muhammed
ile
evlendiren kişidir. Bütün rivayetler onun Hristiyanlığı kabul ettiğinde
birleşmektedir.
Kendisi Tevrat ve İncil’den Arapça’ya tercümelerde bulunmuş ve Hz.
286
Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, s. 59.
287
Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 46.95
Muhammed,
peygamberlikten önce, on beş sene bu zatın yakınında ikamet etmiştir.
Birçok
malumatı da onun vasıtasıyla elde etmiştir.288
Söz
konusu oryantalistlerin Varaka ile ilgili iddialarına bakıldığında,
görüşlerini
kanıtlayabilecek en ufak bir delile sahip olmadıklarını ve iddialarını
ancak
ihtimal üzere dile getirdiklerini görmekteyiz.
Zira
muhaddislerin Varaka ile ilgili rivayetleri nakletmesindeki asıl amaçları,
Varaka’nın
sahabeden olup olmadığını öğrenmektir. Eğer muhaddislerin veya
tarihçilerin
zikrettiği gibi birkaç konu dışında, Varaka’nın İncil’i veya Tevrat’ı çok
iyi
bildiğine dair bir bilgileri olsaydı mutlaka naklederlerdi.289 Ayrıca Hz.
Peygamber’in
hayatını her ayrıntısıyla kaydetmeyi adet edinen Müslüman
tarihçilerin
yazmış oldukları eserlerde, Varaka b. Nevfel, ancak ilk vahiy olayında
geçmektedir.
Hz. Peygamber’in peygamberlikten önceki hayatında onun ismine
rastlanmamaktadır.
Üstelik Varaka, Araplar içerisinde bilgin kabul edilirken ve
Kitab-ı
Mukaddes’e dair birtakım bilgilere vakıf iken, niçin kendisi peygamberlik
iddiasında
bulunmayarak, Hz. Peygamber’e öğretmiş olabilir? Oryantalistlerin
eserlerinde
bu sorunun cevabı yer almamaktadır.
b. Zeyd
b. Amr
Zeyd b.
Amr Haniflerin en önemlilerindendir. O, daha sağ iken cennetlik
oldukları
Hz. Peygamber tarafından müjdelenen on kişiden biri olan ve Hz. Ömer’in
kız
kardeşi Fatıma ile evlenen Said’in babasıdır. Böylece Zeyd’in kendisi de Hz.
Ömer’in
amcasının oğlu olmaktadır. Zeyd, Hz. Peygamber’in gençliğinde hayattaydı
ve
rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber onunla konuşmaktan çok hoşlanırdı.
Ayrıca
Zeyd bir şairdir. Bize kadar gelen şiirleri hep, Tanrı’nın birliğini ifade
etmektedir.
O, kavminin asıl gerçek dini terk ettiğini ve bu yüzden onlardan
çektiklerine
dair birtakım beyitler de söylemiştir.290
Varaka
b. Nevfel kadar olmasa da bazı oryantalistler, Hanifler’den olan Zeyd
b.
Amr’ın da Kur’an’a kaynaklık ettiği iddiasında bulunmuşlardır. Bu görüşü
288
Hatip, a.g.e., s. 252.
289
Rıza, a.g.e., s. 97.
290
Çağatay, a.g.e., s. 162.96
benimseyen
isimlerden biri Reinhart Dozy olup, onun Hz. Peygamber’in risaleti
hakkında
“O, büyük olan şey ile ilgili bir şey bilmiyordu. Diğerleriyle, Yahudilerle,
Hristiyanlarla,
Haniflerle veya özellikle Zeyd b. Amr ile dini meseleler hakkında
konuşurdu.
Zeyd b. Amr ise kavminin dinini reddetmişti.”291 şeklinde kullandığı
cümlelerini,
Manastırlı İsmail Hakkı tenkit etmiş ve: “Bu konuşmalar hiçbir zaman
vuku
bulmadı. Zeyd b. Amr’a gelince o bir peygamberin gelmesini bekleyenlerdendi,
fakat
Hz. Muhammed daha peygamberliğini ilan etmeden ölmüştü.”292 diyerek bu
bilginin
yanlışlığını ortaya koymuştur.
Bu
konuyu detaylı bir şekilde ele alan Tisdall, Hira Dağı’na her yıl yapılan bu
ziyaret
sırasında Hz. Muhammed’in her fırsatta Zeyd ile sohbet ettiğini ve Hz.
Muhammed’in
ona olan saygısının hadislerde açıkça görüldüğünü vurgular. Ayrıca
Hz.
Peygamber’in, ölümünden sonra Zeyd için dua edilebileceği şeklindeki rivayete
yer
verir. Tisdall, Vakidî’den alıntı yaparak, Hz. Muhammed’in, Zeyd’e, sadece
Müslümanlara
bahşedilen bir onur olan esenlik selamı verdiğini de belirtir. Ayrıca
Sprenger’in
Hz. Muhammed’in, Zeyd’i habercisi olarak açıkça kabul ettiğini ve
Zeyd’in
olduğu ifade edilen her kelimenin Kur’an’da yer aldığı şeklindeki görüşüne
de yer
verir. Ona göre Zeyd ve diğer reformcular yani Hanifler Hz. İbrahim’in dinini
aradıklarını
iddia ediyorlardı. Bu ise Zeyd ve arkadaşlarının tercih ettiği bir unvandır.
Tisdall
bunları ifade ettikten sonra Zeyd’in öğrettiğinden söz edilen bazı
ilkelerin
Kur’an’a dayandığını ifade ederek, bununla ilgili örnekler verir. Bu
örneklerden
bazıları; dönemin Araplarının kız çocuklarını toprağa gömerek
öldürmenin
yasaklanması, Tanrı’nın tekliğinin kabul edilmesi, puta tapmanın
reddedilmesi,
Cennet vaadi ve Cehennem azabı uyarısı, Tanrı için Rahman, Rabb,
Gafur
gibi sıfatların kullanılması şeklinde zikredilebilir.293
Hz.
Peygamber’in gençliğinde Zeyd b. Amr ile sohbet ettiğini kabul etsek
bile, bu
durum O’nun bilgilerine kaynaklık ettiği anlamına gelmemektedir. Zira
görüşlerine
yer verilen söz konusu iki oryantalist bunu doğrudan değil de, dolaylı
olarak
ifade etmeyi tercih etmişlerdir. Çünkü bu iddialarını kanıtlayacak herhangi bir
mesnetleri
bulunmamaktadır.
291
Dozy, a.g.e, s. 35.
292
Hülya Küçük, “Dozy’nin ‘Het Islamisme’ Adlı Eseri Üzerine”, Diyanet İlmi Dergi,
c. XXX, sy. 4,
s. 75.
293
Tisdall, a.g.e., s. 82.97
Ayrıca
Zeyd b. Amr’ın öğretilerinin Kur’an ile mutabık olması, onun Hanif
olması ile
ilişkilidir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a), İbrahim dinini yeniden getirmiştir
ve
Kur’an-ı Kerim’de de Hz. İbrahim Hanif olarak nitelenmektedir. Bu durumda Hz.
İbrahim’in
dinine tabi olan bir insanın Kur’an’ın temel ilkelerine aykırı hareket
etmesi
söz konusu olamaz.
4.
Birtakım Şairlerden Aldığı İddiası
Hz.
Peygamber’in şair olduğu ve söylediklerinin bir şiirden ibaret olduğu
şeklindeki
iddia, Kur’an’ın nazil olmaya başladığı dönemde müşrikler tarafından
ortaya
atılan ve birtakım oryantalistlerin de onların izinden gittiği çok eski bir
iddiadır.
Bu konu, daha sonra ayrıca ele alınacaktır. Ancak o dönemin müşrikleri
tarafından
söylenmeyip, bazı oryantalistlerin ortaya koyduğu bir başka iddia vardır
ki, o da
Hz. Peygamber’in vahyini o dönemde yaşayan bazı şairlerden aldığıdır. Bu
başlık
altında, bu iddialarda dikkat çeken iki şairden bahsedilecektir: İmruü’l-Kays
ve
Ümeyye b. Ebi’s-Salt. Yukarıda bahsi geçen Zeyd b. Amr da şair olmasına
rağmen,
Hanif olma özelliği daha çok vurgulandığından dolayı “Bazı Haniflerden
Aldığı
İddiası” başlığı altında zikredilmiştir.
a.
İmruü’l-Kays
İmruü’l-Kays
b. Âbis (v. 645) önemli muhadram şairlerdendir ve sahabîdir.
Hadramut
bölgesindeki Terim’de Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur.
Muhtemelen
10. yılda (631) kabilesinden bir heyetle birlikte Hz. Peygamber’e
gelerek
Müslüman olmuş ve geri dönmüştür. Hz. Ebu Bekir devrinde meydana gelen
Ridde
olaylarında halifeye yardımcı olan İmruü’l-Kays, isyan eden amcasının oğlu
Eş’as b.
Kays’a karşı cephe almış ve yazdığı bir şiiri ile durumu halifeye bildirmiştir.
Asilerin
toplandığı Hadramut yakınlarındaki Nüceyr Kalesi'nin fethine katılarak
yararlılıklar
göstermiş, düşman safları arasında bulunan bir amcasını da bizzat
kendisi
öldürmüştür. İmruü’l-Kays, Yermük Savaşı’na (636) ve daha sonraki98
savaşlara
da katılmıştır. Bir müddet Şam bölgesinde Beysan’da kalmış, Hz. Ömer
devrinde
Amvas’ta veba salgını çıkınca, kabilesine geri dönmüştür. Ömrünün son
yıllarına
doğru Kûfe’ye giderek, orada vefat etmiştir. Onun şiirlerinden çok azı
günümüze
kadar gelebilmiştir. Bazı beyitleri ise akrabası olan İmruü’l-Kays b.
Hucr’a
nispet edilmektedir. Şiirlerinde genellikle Ridde olaylarını, karısı Temlik’i
ve
Hz.
Osman zamanında ilgi duyduğu bir kadını konu edinmiştir.294
İmruü’l-Kays’ın
hayatı hakkında bilgi verildikten sonra bu iddiayı ileri süren
Tisdall’ın
görüşleri ele alınacaktır.
Tisdall,
kimi zaman Doğu’da, Hz. Muhammed’in sadece putperest Arapların
eski
adetlerinin ve dini törenlerinin çoğunu benimseyerek, İslam’a dahil etmekle
kalmadığı
ve eski Arap şairi olan İmruü’l Kays’ın bazı dizelerinden alıntı yaparak,
intihal
suçu işlediği şeklinde bir söylenti olduğundan bahseder. Bu dizelerin ise
Kur’an’da
hala yer aldığı iddiasını ileri sürer.
Bu
konuda duyduğu bir hikayeyi şöyle aktarır: Bir gün Hz. Muhammed’in
kızı
Fatıma “Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı” 295 ayetini okuyordu. Şairin kızı da
oradaydı.
Fatıma’ya “Bu benim babamın şiirlerinden birinin bir dizesidir. Senin
baban
onu çaldı ve Tanrı’dan almış gibi yaptı.” dedi. Bu hikayenin ardından Tisdall,
büyük
olasılıkla bunun gerçek dışı olduğunu söyleyerek, buna gerekçe olarak İmruü'l
Kays’ın,
M. 540 yılında ölmesi, Hz. Muhammed’in ise M. 570’de doğmasını
gösterir.
Daha
sonra Tisdall, taş baskısı olan Farsça Muallaka’da, İmruü'l Kays’a
atfedilen
bazı kasideler gördüğünü, ancak bunların başka baskılarda gördüğü
şiirlerine
hiç benzemediğini ifade etmiş ve yazarı belli olmayan bu şiirlerden
bazılarına
eserinde yer vermiştir. Bunlar içerisinde bazı yerlerin Kur’an’da olduğunu
ve bu
dizelerle Kur’an’daki benzer ayetler arasında bir bağlantı olduğunu iddia
etmiştir.
Yaptığı değerlendirmelerden sonra ise şu sonuca varmıştır: Hz.
294
Süleyman Tülücü, “İmruü’l-Kays b. Âbis”, DİA, İstanbul, 2000, XXII/ 237.
295
Kamer 54/1.99
Muhammed’in
yapmakla itham edildiği cesur intihalden suçlu olmadığı
varsayılmalıdır.296
Öncelikle
Kur’an’daki Kamer Suresi’nde geçen söz konusu ayetin, İmruü’lKays’ın
şiirlerinden alıntı olduğunu ilmî açıdan ispat etmek mümkün değildir.
Cahiliye
döneminde kullanılan bazı ifadelerin benzerlerinin Kur’an’da da yer alması
tabiidir.
Çünkü Araplar, bazıları tahrif olsa da Hz. İbrahim’den beri gelen birtakım
dini
uygulamalara ve malumata vâkıf idiler. Bu tür benzerliklerin bulunmasından
yola çıkarak,
Kur’an’ın onun şiirlerinden alıntı yaptığı iddia edilemez.
Ayrıca
Tisdall, İmruü’l-Kays’ın vefat tarihinin M. 540 olduğunu, dolayısıyla
Hz.
Peygamber doğmadan vefat ettiğini, bu durumda karşılaşmalarının söz konusu
olmadığını
ifade etmektedir. Ancak konunun girişinde verdiğimiz bilgilere göre bu
bilginin
doğru olmadığı ortaya çıkmaktadır.
b.
Ümeyye b. Ebi’s-Salt
Ümeyye
b. Ebi’s-Salt (v. 630), Sakif kabilesine mensup bir şair olup, M. VI.
asrın
sonlarında ve VII. asrın ilk yarısında Taif’te yaşamıştır. Çağdaşları ve daha
eski
şairler
arasında Ümeyye, bir dereceye kadar şehirli hüviyeti taşıyan, kitabî
kaynaklarla
ilgisi olduğu anlaşılan ve şiirlerinde dinî mevzulara yer veren nadir
şairlerden
biridir.297 Hicaz’da Tanrı’nın birliğine inanan kimselerden biri olup, Hz.
Muhammed
(s.a) zamanında hayattadır.298 O dönemde tanınan bir tâcir, alim ve
râvidir.
Şiirleri de Arap nesepleri konusunda önemli bir kaynak sayılmakta, kadim
şiir ve
ahbâr rivayetinin yanı sıra hikmetli söz ve vecîzeleriyle anılan bir Arap
filozofu
gibi kabul edilmektedir.299
296
Tisdall, a.g.e., s. 11.
297
Nihad M. Çetin, “Ümeyye b. Ebi’s-Salt”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları,
İstanbul, 1986,
XVI/100.
298
Çağatay, a.g.e., s. 166.
299
Zülfikar Tüccar, “Ümeyye b. Ebi’s-Salt”, DİA, İstanbul, 2012, XLII/304.100
İbadetle
şöhret kazanmış, zinayı haram bilmiş, puta tapıcılığı reddetmiş ince
ruhlu
bir şairdir. Bazı şiirleri ise bize kadar gelmiştir. Kendisi, mukaddes
kitapları
okumuş,
Yahudilik ve Hristiyanlık fikirlerine aşina olan biridir.300
Ümeyye,
Hz. Peygamber’den önce bir ahir zaman peygamberinin
gönderileceğini
biliyordu. Fakat o, bu şerefin kendisine ait olacağı düşüncesindeydi.
Hz.
Muhammed (s.a) İslam dinini tebliğe başlayınca, onun davasının asılsız
olduğuna
inandığından değil, belki de kendisine rakip saydığından İslam’a dahil
olmadığı
gibi Hz. Peygamber (s.a)’e de muhalefete başladı.301 G. Meloni de,
Ümeyye’nin
Hz. Peygamber’in geleceğini haber verenlerden biri olduğuna dair “Un
Precursore
di Maometto: Umayya figlio d’Abu’s-Salt” başlıklı bir makale
yazmıştır.302
Zübeyr
b. Bikar, amcasının kendine şöyle bir rivayette bulunduğunu ifade
eder:
“Ümeyye Cahiliye döneminde kitapları inceler, okur ve ibadet etmek için rahip
elbisesi
giyerdi. O, Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Haniflerden bahsederdi. Kendine
içkiyi
yasaklamıştı ve putlardan uzak durmaya çalışırdı. Kutsal Kitaplar’da yakında
Hicaz’da
bir peygamber çıkacağını okumuş, o peygamberin kendisi olmasını ümit
ederek
nübüvvete göz dikmişti. Hz. Peygamber tebliğ etmeye başlayınca, O’nu
kıskanıp
Müslüman olmamıştı.”303
Ayrıca
Hz. Peygamber’in Ümeyye’nin şiirlerini beğense de kalbini takbih
ettiği
ve onun hakkında “Ümeyye İslamiyet’i kabul etmeye yakındı” ve
“Ümeyye’nin
şiiri mümin, kalbi kafirdir” buyurduğu rivayet edilmektedir.304
Oryantalistlerin
bir kısmı, Hz. Peygamber’in çağdaşı olan şair Ümeyye b.
Ebi’s-Salt’ın
şiirlerinin, konu ve içerik itibariyle Kur’an’daki bazı temel konularla
benzerliğinden
dolayı, Kur’an’a kaynaklık ettiğini iddia etmektedirler.
300
Çağatay, a.g.e., s. 167.
301
Apak, a.g.e., s. 265.
302
Tüccar, a.g.m., s. 304.
303
Rıza, a.g.e., s. 98.
304
Çağatay, a.g.e., s. 169.101
Nitekim
Fransız müsteşrik Cl. Huart şu kanaattedir: Kur’an’ın en önemli
kaynağı
Ümeyye b. Ebi’s-Salt’ın şiiridir. Çünkü tevhid, ahiretin anlatımı ve eski
Arap
peygamberlerin kıssaları konusunda aralarında büyük bir benzerlik vardır. Söz
konusu
oryantalist, bu konudaki genel kanaati daha da ileriye taşıyarak,
Müslümanlar’ın
Kur’an’ın orijinalliğini sağlamak ve Hz. Muhammed’i ilahî vahyi
almada
yalnız göstermek için Ümeyye’nin şiirlerini imha ettiklerini, okunmasını
yasakladıklarını
dahi ileri sürer. Müsteşrik Power de, Huart’ın görüşünü benimsemiş
ve
Ümeyye’nin şiirleriyle Kur’an arasında benzerlik bulunmasının, Hz.
Muhammed’in
Ümeyye’den aldığını gösterdiğini iddia etmiştir. Bunun sebebi ise
ona göre
Ümeyye’nin daha önde olmasıdır.305
Buhl ise
Hz. Muhammed’in inkişafı hakkında Kur’an dışında elde
edilebilecek
bilgiye önemli bir ilave olarak rivayetleri göstermektedir. Buhl, toplum
içerisinde,
yeni manevi imanı özleyen pek çok kimsenin olduğundan bahsederek,
bunlara
Arap rivayetlerinde müphem bir şekilde yer alan Hanifler ile şiirleri
Kur’an’la
yakın temasta bulunan Ümeyye b. Ebi’s-Salt’ı ekler.306
Ancak
Tor Andrae, bu görüşü reddederek, bunların Kur’an’da geçen
kıssalarla
alakalı olarak kıssacıların uydurup, ilk müfessirlerin de nakil ve rivayet
ettiklerini,
bu sebeple de daha H. I. asırda Ümeyye’nin şiirlerine katılmış parçalar
olması
gerektiğini göstermeye çalışmıştır.307
Görüldüğü
üzere bu iddiayı benimseyen oryantalistlerin ortak kanaati,
Ümeyye
b. Ebi’s-Salt’ın şiirleriyle Kur’an’ın benzerlik gösterdiği ve Ümeyye daha
önce
yaşadığı için Hz. Peygamber’in vahyini ondan aldığı şeklindedir. Ancak
Ümeyye’nin
şiirlerinin mi yoksa Kur’an-ı Kerim’in mi önce olduğu meselesi, tarihî
olarak
çözülememektedir. Çünkü Hz. Muhammed ve Ümeyye aynı dönemde
yaşamışlardır.
Ayrıca onun şiirlerindeki benzerliklerden dolayı Kur’an’ın kaynağı
olması,
İmruü’l-Kays iddiasında da ifade edildiği gibi ilmî açıdan ispatlanabilecek
bir
mevzu değildir.
305
Hatip, a.g.e., s. 254.
306
Buhl, “Muhammed”, s. 456.
307
Çetin, a.g.m., s. 102.102
Hatta
İslam’ın ortaya çıkışından çok sonra ölen Ümeyye’nin, söz konusu olan
şiirlerinin
bazılarını son zamanlarında söylemiş olması da mümkündür. Esasen
birkaçının
uydurma olduğunda ittifak edilen bu parçalar veya yanlış isnatlar için
Ümeyye’nin
seçilmesine, onun fikir ve şiirlerinin buna uygun bulunması amil
olmuştur.308
Üstelik
Ümeyye, bir peygamber beklentisi içinde olmakla birlikte hiçbir
zaman
peygamberlik iddiasında bulunmamış, yukarıda belirtildiği üzere Hz.
Peygamber’in
nübüvvet haberini alınca, onu kıskanarak İslamiyet’i kabul etmemiştir.
Şayet
oryantalistlerin iddia ettiği gibi Kur’an’a kaynaklık edecek derecede ilme ve
hikmete
sahip olsa, peygamberliği arzuladığı halde niçin kendisinin böyle bir iddiada
bulunmadığı
sorusu akla gelmektedir.
Son
olarak şunu belirtmek gerekir ki, Kur’an’ın nazil olduğu dönemde en
büyük
şairler bile onun bir şiir olmadığını, bundan daha üstün bir şey olduğunu ikrar
ederek,
Kur’an’ın karşısında söz söylemekte aciz kalmışlardır. Hatta onlardan bir
kısmı
Kur’an’dan bazı ayetleri dinledikten sonra bunun beşerî değil, ilahî kaynaklı
olduğunu
söyleyerek iman etmişlerdir. Bu durumda bu şairlerin şiirlerinin, benzersiz
bir
icaza sahip olan Kur’an’a kaynaklık edebileceği nasıl söylenebilir?
5. Hz.
Ömer’den Aldığı İddiası
Hz.
Ömer’in sahabiler içerisindeki üstünlüğü ve fazileti elbette aşikardır.
Ancak
birtakım oryantalistler, Hz. Ömer’in vasıflarına ve Hz. Peygamber’e olan
yakınlığına
dayanarak, Kur’an’ın kaynağı meselesinde onun ismini de
zikretmişlerdir.
Hz.
Ömer’in kaynaklığı iddiası, Reinhart Dozy’nin çok tartışılan
görüşlerinden
biridir. Bu görüşünü ise şöyle dile getirir: “Ömer’in İslamiyet’i kabul
etmesi
pek büyük bir öneme sahipti. Ömer ve Ebubekir olmasaydı, şüphesiz İslamiyet
asla
muzaffer olamazdı. Muhammed mülhim idi. Fakat icra konusunda pratiklik ve
308
Çetin, a.g.m., s. 102.103
azim
yönünden eksikti. Ebubekir bu özelliklerin birincisine yani pratikliğe sahipti.
Ömer’de
de ikincisi yani azim vardı. Onlar peygamberliği tamamlıyorlardı.
Triumvirat
yani üçler hükûmeti tamam idi. Muhammed mülahaza ederdi, Ebubekir
söylerdi,
Ömer ise icra ederdi.”309 Bu görüşe göre Hz. Peygamber, pratiklik ve azim
yönünden
nakıstır ve peygamberlik vasfının tamamlanabilmesi için de başkalarına
muhtaçtır.
Gerçekten
de, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in İslam dinine hizmetleri çok
büyüktür.
Fakat Hz. Muhammed’e maharetsizlik ve azimsizlik gibi eksikliklerin isnat
edilmesi
asla doğru değildir. Aksine o, mükemmel bir fıtrat üzere yaratılmıştır. İlahi
vahiy
ile hareket eden bir kimsenin esasen tecrübe ile maharet kazanmaya da asla
ihtiyacı
yoktur. Ayrıca pratiklik ve azim, yalnız bazı memurlarda olur da âmirde
bulunmazsa,
bunun bütün işlere olumsuz biçimde yansıması doğaldır.310
Dozy, bu
iddiasını daha da ileri taşıyarak, bazı vahiylerin kaynağının Hz.
Ömer
olduğunu ileri sürmüştür: “Hatta vahiyler üzerinde bile Ömer’in tesiri oldu.
Bazı
emirlerin Ömer tarafından lüzum gösterildikten sonra semadan nazil olduğunu
Hz.
Muhammed itiraf ederdi. Eğer bir mümin ruh, böyle hususlarda bir anlık
tefekkür
ve muhakeme edebilseydi, bu durum (yani Ömer tarafından gösterilen lüzum
üzerine
o emrin semadan inmesi durumu) Hz. Peygamber’in mümin ruhunda ve
bütün
Müslümanlar’ın ruhlarında, Hz. Muhammed’in vahiylerinin ilahi kaynaklı
olması
hakkında şüphe doğurmak gerekirdi”.311
Dozy’nin
söz konusu iddiasına yer veren İsmail Fenni Ertuğrul, bu iddiaya
cevaben
şunları söylemiştir: “Hz. Peygamber, gerek kendisine sorulan sorular,
gerekse
meydana gelen olayların sonucu, bazı hususlarda ilahi vahyi bekler ve Allah
tarafından
aldığı emirlere uygun hareket ederdi. Bedir Savaşı’nda esir alınan yetmiş
kişinin
öldürülmesi, içkinin haram kılınması, Hz. Peygamber’in evine izinsiz
girilmemesi,
Hz. Peygamber’in münafıkların cenaze namazlarını kılmaması gibi bazı
konularla
ilgili ayetler, Hz. Ömer’in arzularına uygun olarak inmiştir. Ancak
bunlardan
bazıları, Hz. Ömer, arzusunu Hz. Peygamber’e arz etmeden önce inmiştir.
309
Dozy, a.g.e., ss. 57-58.
310
Hatip, a.g.e., s. 275.
311
Dozy, a.g.e, ss. 59-60.104
‘Sabah
akşam Rablerine dua edenleri yanından kovma…’312 ayeti ise Hz. Ömer
tarafından
beyan edilen görüşe tam olarak aykırı bir hüküm içeriyordu.
Kureyş
kafirlerinden bir grup, Ebu Talib’e gelip Hz. Peygamber’in, kendi
azatlı
köleleri ve yardımcılarını, yani fakir ve zayıf Müslümanları yanından
kovmasını,
böylece ona hürmet ve itaat edeceklerini ve bu davranışın ona tabi
olmaları
ve onu tasdik etmeleri hususunda faydalı olacağını söylediler. Amcası Ebu
Talip de
bunu Hz. Peygamber’e söyleyince Hz. Ömer: ‘Böyle yapsanız da
niyetlerinin
ne olduğunu ve sözlerini ne kadar yerine getireceklerini görelim…’
demiştir.
Daha sonra, yukarıda bahsi geçen ayet nazil olunca Hz. Ömer, Hz.
Peygamber’in
evine giderek özür dilemiş ve söylediği sözden dolayı pişman
olmuştur.
Bazı
ayetlerin kendi arzusuna uygun olarak inmesinin sebebini, kendisine
“Faruk”
lakabını kazandıran akl-ı seliminde ve görüşlerinin isabet etmesinde
aramak
gerekir. Bu meziyetlerin gereği olarak, Hz. Peygamber ve Müslümanların
uygun
hikmet ve maslahat olarak gördüğü bazı şeylerin ilahî iradeye uygun olarak o
yolda
ayet inmesi, bu vahiylerin Allah tarafından vukuunu neden şüpheye düşürsün?
Eğer
Dozy’nin iddia ettiği gibi olsaydı, Hz. Ömer’in arzusuna uygun ayetleri tebliğ
etmektense
aksine onu da şüpheye düşürmemek için bu ayetleri gizlemesi, ihtiyata
daha
uygun bir davranış olduğu kendisince biliniyordu. Öyle şüphe doğuracak bir
hal
olsaydı, bundan ilk önce Hz. Ömer’in şüphelenmesi gerekmez miydi? Halbuki o,
Yahudilerle
görüşmesi esnasında onlara, ‘Cebrail’e düşman olan kimse Allah’a da
düşman
olur.’ dediğini gelip, Hz. Peygamber’e anlatmıştı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber
ona ‘Ey Ömer! Andolsun ki Rabbin sana muvafık ayet indirmiştir’,
diyerek
daha önce nazil olan (De ki: “Kim Cebrail’e düşman olursa…)313 ayetini
okumuştu.
Bu sözler üzerine Hz. Ömer şüphelenmek şöyle dursun, çok büyük bir
memnuniyet
duyarak şükretmiş ve ‘Kendimi İslam dini üzere taştan daha katı ve
sağlam
buldum.’ demiştir.”314
Dozy’den
yıllar sonra Yahudi asıllı Fransız bilgin Rodinson’un da bu görüşü
tekrar
ettiği görülmektedir. Rodinson, Hz. Muhammed’in herhangi bir karara
312
En’am 6/52.
313
Bakara 2/97.
314
Ertuğrul, İzâle-i Şükûk, ss. 26-28.105
varmadan
önce birçok kimseye akıl danıştığını, bunların başında da Hz. Ebu Bekir
ile Hz.
Ömer’in geldiğini, bu uyuşmada ise her ikisinin de Hz. Peygamber’in
kayınbabası
oluşunun büyük rol oynadığını ifade eder. Ona göre söz konusu iki
şahıs,
kızları sayesinde Hz. Peygamber’in düşüncesini daha kolay etkileme imkanına
sahiptirler.
Ayrıca Allah, pek çok kez Ömer’in önerisini desteklemiştir. Lammens ise
bu iki
kişinin, Mekkeli Ebu Ubeyde ile birlikte, Hz. Peygamber’i etkileyen ve
gerçekte
onun kararlarını yönlendiren bir tür “triumvira” oluşturduğunu ileri
sürmüştür.
Rodinson, Lammens’in bu teorisinin doğru yönlerinin olabileceği, ancak
çok
ileri gidilmemesi gerektiği kanaatindedir. Çünkü netice itibariyle Hz.
Muhammed
kukla yönetici değildir ve son süreçte kararları alan O’dur.315 Bu
bilgilere
göre Dozy’nin ifade ettiği triumvira yani üçler hükümeti nazariyesi,
Lammens
ve Rodinson tarafından da benimsenmiştir. Ancak Rodinson’un, bu
konuda
diğerlerine göre daha yumuşak bir üslup benimsediği anlaşılmaktadır.
Rodinson’a
göre birçok olay, Hz. Peygamber’in, kendi ağzından konuşan
varlığın,
Yüce Allah olduğuna sonuna kadar inanmış kalacağını ortaya çıkarır. Ve
ardından
Rodinson şöyle sorar: “Eğer Allah O’na, kendi düşünceleriyle veya zeki
yoldaşlarının
fikirleriyle uyuşan kararları almasını emretmişse, bundan daha doğal
ne
vardır? Efendinin emirlerinin, sadık kulunun zaten O’nun eğilimlerine karşılık
gelmesinde,
Hz. Muhammed’in herhangi bir sakatlık görmesi söz konusu
olamazdı.”316
Rodinson’a göre pratikte böyleydi ve en son sözü söyleyen Allah’tı.
Allah,
iradesini yalnız ve yalnız Muhammed aracılığıyla iletiyordu317 ve sesini
yalnızca
önemli olaylarda duyurmuştu. Teorik olarak ise, yasalarının terimleriyle
Muhammed
(s.a), yalnız yasal uyuşmazlıklarda görev alan bir arabulucuydu.
Gerçekte
O’nun etkisi öylesine büyüktü ki hiçbir önemli karar O’nun rızası olmadan
alınamıyordu.318
Rodinson,
“Esin dolu hayalperest, uygun zamanda –öyle ki benzer
durumlarda
medyumların hileye başvurduğunun bilindiği zamanlarda- yerinde
vahiyler
üretme zorunluluğuna sürüklenmiş bir sahtekara mı dönüşmüştü?... Aynı
315
Rodinson, a.g.e., s. 260.
316
Rodinson, a.g.e., s. 258.
317
Rodinson, Allah’ın sesinin gerçekte Muhammed (a.s)’in bilinçaltı olduğuna
inanan biri olarak bu
durumu
mutlak monarşiye benzetiyor ve şöyle diyor: “Allah’ın iradesine kim itiraz
edebilir, kim karşı
koyabilir,
kim bu iradeyi değiştirmeye cesaret edebilir?” (Rodinson, a.g.e., s. 259)
318
Rodinson, a.g.e., s. 259.106
zamanda
O’nu, vahyin aniden gökyüzünden düşerek, insan aklının gösterebileceği
(bazen
fazlasıyla insani) şekillerde sorunu çözmeden önce karar vermekte tereddüde
düştüğü,
akıl danıştığı ve şeyler üzerine fazlasıyla düşündüğü bir dizi güç durumda
da
görüyoruz. Mesela Ömer, safça, verdiği öğütlerin üç kez mucizevi bir şekilde
cennetten
gelen emirlerle uyuştuğunu söyleyerek böbürleniyordu.”319 diyerek bu
konuda
bir şüphe meydana getirmek istemiştir.
Hz.
Ömer’in birtakım istek ve arzularının vahiylerle mutabık olmasının
hakikat
olduğu bilinmektedir. Ancak bunlar sayılamayacak kadar çok değildir. Zira
İsmail
Fenni’nin ifade ettiği gibi bunların bir kısmı da o, Hz. Peygamber’e arz
etmeden
önce nazil olmuştur. Söz konusu oryantalistler, iddialarını dile getirirken
bunu
dikkate almamışlardır. Şayet Hz. Ömer’in vahiy kaynağı olduğu kabul edilirse,
Hz.
Peygamber’in geri kalan diğer vahiylerinin tamamı nasıl açıklanabilir? Bu da
onları
Kur’an için başka kaynaklar aramaya sevk etmektedir.
Bu
konuyu İsmail Fenni’nin şu sözleriyle sonlandıracağız: “Görülüyor ki
vahiy
başkalarının arzusuna bağlı olmayıp, ancak Allah’ın hikmeti ve iradesine göre
cereyan
eder. Hz. Peygamber de vahiyle ilgili hususlarda yalnız Hz. Ömer’in değil,
hiçbir
ashabın görüşüne göre hareket etmiş değildir.”320
6.
Sabiîlerden Aldığı İddiası
Kur’an,
Hristiyanlık ve Yahudilik gibi İslam dışı çeşitli dinleri sıralarken,
Sabiîlere
üç ayrı yerde321 değinir. Bunun dışında ne Kur’an’da ne de hadislerde,
bunların
inançları ve tarihleri hakkında herhangi bir bilgi verilmez.322 Söz konusu
ayetlerden
anlaşıldığı üzere, bir kimsenin dini ne olursa olsun ve ne kadar günah
işlemiş
bulunursa bulunsun, son peygambere uyup doğru bir şekilde iman eder,
bundan
sonra da imanın gerçeğini yaşarsa, onun dünya ve ahirette korkacağı hiçbir
şey
yoktur. Allah Teala burada, diğer grupları olduğu gibi Sabiîleri de Allah’a,
ahiret
319
Rodinson, a.g.e., s. 257.
320
Ertuğrul, İzâle-i Şükûk, s. 30.
321
Bakara 2/62, Maide 5/69 ve Hac 22/17.
322
Hamidullah, a.g.e., I/540.107
gününe
iman etmeye ve güzel ameller işlemeye davet etmiştir. Anlaşılan, Sabiîler bu
hususlara
hakkıyla iman etmemiş bir zümredir.323
Eski
çağlarda Sabiîler ile ilgili iki gruptan bahsedilmektedir. İlki, Hz.
Yahya’ya
tabi olanlar ki bunlar Yukarı Irak’ta (eski el-Cezîre bölgesinde) yaşayan
kalabalık
bir gruptur. Bunlar Hz. Yahya’yı taklit ederek, takdis ananesini devam
ettirmektedirler.
Diğer grup ise, yıldıza tapanlar ki bunlar da dinlerinin Hz. Şit ile Hz.
İdris’ten
kaynaklandığını iddia etmişlerdir. İnançlarına göre evrendeki bütün doğa
olayları
üzerine yıldızlar ve yıldızlar üzerinde de melekler hakimdir. Bunların
merkezi
ise Harran olup, tüm Irak bölgesine yayılmışlardır. Fakat Kur’an’da
bahsedilenlerin,
ilk gruba bağlı Sabiîler olduğu kuvvetle muhtemeldir. Çünkü ikinci
grup,
Kur’an’ın indiği dönemde bu isimle meşhur değildir.324
Oryantalistlerin
bir kısmı, söz konusu olan bu dini grubu, Kur’an’ın
kaynakları
içerisinde zikretmiştir. Nitekim bu iddiayı ileri süren oryantalistlerden en
çok
dikkat çeken ismin Clair Tisdall olduğunu ifade edebiliriz. Tisdall, Sabiîlerle
ilgili
iddialarına eserinde detaylı bir şekilde yer vermiştir.
Ona göre
Hz. Muhammed peygamber olarak ortaya çıktığında, Arapların
kabul
ettikleri birçok dinî görüş ve adet bulunmaktadır. Ancak bunların ilahi vahiy
içeren
kitapları yoktur. Bu nedenle Hz. Muhammed, onları, atalarının saf inancına
yönlendirme
görevinin kendisine verildiğini iddia etmiştir. Hz. Muhammed, böyle
bir
kitaba başvuramamıştır. Fakat Arabistan’da yaşayan bazı toplulukların
esinlenmiş
kabul
edilen kitapları bulunmaktadır. Hz. Muhammed’in ve taraftarlarının, bu farklı
tarikatların
görüşlerine ve dinsel törenlerine ilgi ve saygı duymalarını, Tisdall doğal
karşılamaktadır.
Ona göre Kur’an’da özellikle Yahudiler’e ve Hristiyanlar’a “Kitap
Ehli”
denmesi, bunun kanıtıdır. Tisdall, o dönemde Arabistan’da dört topluluğun;
Yahudilerin,
Hristiyanların, Zerdüştilerin ve Sabiîlerin dinlerinin kitabî olduğunu
belirttikten
sonra, bunların her birinin İslamiyet’in doğuşunda etkili olduğunu ve
Sabiîlerin
etkisinin hiç de az olmadığını ileri sürer.325
Eski bir
Arap yazarı olan Ebu İsa el-Mağribî’nin Sabiîler hakkında verdiği
bilgilerden
Ebu’l-Fide’nin yaptığı alıntıya, Tisdall eserinde yer vermektedir:
323
Apak, a.g.e., s. 252.
324
Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in Hayatı, s. 398.
325
Tisdall, a.g.e., s. 14.108
Mağribî’nin
aktardığına göre en eski uluslar Suriyelilerdir. Adem ile oğulları onlarla
aynı
dili konuşmaktaydılar. Cemaatleri Sabiî cemaatidir. İnançlarını Şit ile
İdris’ten
(Hanok)
aldıklarını anlatırlar. Şit’e atfettikleri bir kitapları vardır ve ona ‘Şit’in
Kitabı’
derler. Bu kitapta, yalan söylememek, cesur olmak ve yabancıları korumak
gibi iyi
etik ilkelerinin emredildiği yazar. Kötü adetlerden de söz edilir ve bunlardan
kaçınılması
emredilir. Ayrıca Tisdall, Sabiîlerin bazı dini törenlerini aktarır.
Bunlardan
biri, belirlenen yedi vakitte dua etmektir. Bunların beşi Müslümanların
dua vaktine
tekabül eder. Altıncı dua ise, tan vaktinde edilir. Yedincisi ise gecenin
altıncı
saatinin sonundadır. Ölülerin ardından, başlarını eğmeden veya secde etmeden
dua
ederler. Otuz gün oruç tutarlar, rü’yet-i hilale göre ay kısaysa, yirmi dokuz
gün
oruç
tutarlar. Oruçlarıyla bağlantılı olarak, “Fıtr (ay sonunda orucu bozma)”
ve
“Hilal (yeni ay)” bayramlarını kutlarlar. Ayrıca Sabiîler Mekke’deki tapınağa
yani
Kabe’ye de saygı gösterirler.”326 Bu bilgilere göre Tisdall, yukarıda
bahsedilen
ikinci
grup Sabiîleri kastediyor olmalıdır.
Tisdall,
Müslümanların bu az tanınan tarikattan pek çok dinsel adeti aldığını
iddia
eder. Buna örnek olarak da Ramazan’da oruç tutmayı gösterir. Ancak ne zaman
başladığı
ve ne zaman bittiği kuralının Yahudiler’den alındığını söyleyerek bir başka
kaynağa
işaret eder. Ayrıca Muhammedilerin bu ayın sonunda fıtr kutladıklarını,
günün
belirli zamanlarında beş kez dua ettiklerini de ifade ederek, dua vakitlerinin
sayısının
Sabiilerinkiyle aynı olduğu sonucunu çıkarır. Son olarak, Müslümanların
Kabe’ye
büyük saygı gösterdiklerine işaret eder. Sabiiler gibi, Kureyş kabilesinin de
bütün bu
adetleri yerine getirmesinin mümkün olduğunu ve bazı adetlerin ortak
olmasının
tabii olduğunu belirterek şöyle bir iddia ileri sürer: “Taif ve Mekke’deki
Beni
Cezime kabilesinin, Muhammetçiliğe döndüklerini Halit’e ilan ederken “Biz,
Sabii
olduk” diye bağırması, Hz. Muhammed’in, bu adetlerin çoğunu Sabiilerden
aldığı
ve Sabiilerin dininin, kuruluş döneminde İslamiyet’i çok etkilemiş olduğu
varsayımını
doğrulamaktadır.”327 Tisdall, böylece onların ibadetleri ile
Müslümanların
ibadetlerini karşılaştırarak, aralarındaki benzerlikleri bulmaya
çalışmış
ve Sabiîliğin İslam dinindeki birtakım dinî ritüellere kaynaklık ettiği
iddiasını
açıkça ortaya koymuştur.
326
Tisdall, a.g.e., s. 14.
327
Tisdall, a.g.e., s. 14-15.109
Tisdall’ın
yanı sıra İsveçli oryantalist Tor Andrae de, Hz. Muhammed’in
öğretisinin
Sabiîlerle bir çeşit ilişkisinin olduğunu ve bunun da Mekke’de bilindiğini
iddia
etmiştir.328 Ancak Andrae’nin, Tisdall kadar detaylı bir şekilde bu konu
üzerinde
durmadığı ve sadece bu iki dinin arasında ilişki olduğunu söylemekle
yetindiği
görülmektedir.
Yukarıda
ifade edildiği üzere, Sabiîlerin başlangıçta Hz. Yahya’ya ya da Hz.
Şit ile
Hz. İdris’e tabi olan kimseler olduğu düşünüldüğünde, bu durumun Sabiîlik de
dahil
olmak üzere yeryüzündeki çoğu inancın esas itibariyle tevhid inancına
dayandığı
ve kaynağının tek olduğu; fakat zamanla bunların tahrif olup, birbirinden
farklı pek
çok inancın ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Zira bu peygamberlerin
getirdiği
öğretilerle Hz. Peygamber’in getirdikleri arasında herhangi bir farklılık
yoktur.
Pek çok defa peygamberlerin tebliğ ettiği tevhid dini, zamanla tahrif olmuş
ve Allah
Teala hataları düzeltmek ya da eksikleri tamamlamak için yeni bir
peygamber
ve onunla birlikte toplumun ihtiyacına göre yeni bir şeriat göndermiştir.
Nitekim
Kur’an nazil olmadan önce Arap toplumunda da Hz. İbrahim’in dininden
bozulmuş
birtakım uygulamalar yer almaktaydı. Ancak Allah Teala gönderdiği son
Peygamber
ile inanç ve ibadetlerdeki tahrifatı düzeltmiştir. İbadetlerin bir kısmında
benzerliğin
bulunması bu şekilde açıklanabilir. Ancak bu durum Sabiîliğin, İslam’a
kaynaklık
ettiği sonucunu doğurmaz.
B.
Dahilî Kaynaklar
Hz.
Peygamber’in vahyine kaynaklık ettiği iddia edilen dış etkenlerden sonra
bu
bölümde, oryantalistlerin Hz. Peygamber’in vahyini oluştururken, O’na nispet
ettikleri
birtakım durumları ele alacağız. Zira oryantalistler, bazen Kur’an’ın nazil
olduğu
dönemde müşriklerin Hz. Peygamber’e isnat ettikleri iddiaları aynen
kullanırken,
bazen de müşriklerin dile getirmedikleri yeni iddialar ileri sürmüşlerdir.
328
Armağan, a.g.e., s. 78.110
1. Kâhin
Olduğu İddiası
Müşrik
Arapların Kur’an nazil olmaya başladığında Hz. Peygamber’e isnat
ettikleri
vasıflardan biri, kâhinlikti. Oryantalistlerin bazılarının da bu iddiayı
benimsediği
görülmektedir. Ancak müşrikler, doğrudan kâhinlik ithamında
bulunurken,
oryantalistler temelde aynı iddiayı ileri sürmekle birlikte genellikle
dolaylı
ifadeler kullanarak, onlardan daha farklı bir söylemi tercih etmişlerdir.
Bu
iddialara geçmeden önce, Arap Yarımadası’nda yaşayan kâhinlerin genel
durumları
hakkında bilgi vereceğiz. Zira bu malumatın, onların söz konusu
iddialarının
daha iyi anlaşılmasını sağlayacağı kanaatindeyiz.
Kâhinler
menşe itibariyle şamanlara, rahip-tabip ve fetiş rahiplerine
bağlanırlar.
Ancak eski Arap hikayelerinde ve İslamiyet öncesi şiirlere bakıldığında,
bunların
şamanizmin en kaba şekillerini geride bıraktıkları görülür. Bunların
ilhamlarının
menşei ise cin veya şeytanlara dayanmaktaydı. Çoğunlukla “râî”leri
denilen
cin veya şeytan onların ağzından konuşurdu. Onlar tabiatüstü bilgilerini
derûnî
ilhama borçluydular. Genellikle kâhinler, seci’li, kafiyeli, çok kısa
cümlelerden
oluşan ahenkli bir nesir ile konuşurlardı. Devlet veya kabileye dair harp
işleri,
akıncılık gibi bütün meseleler onlara danışılırdı. Herhangi bir ihtilafla karşı
karşıya
kalınması durumunda, hakemlik yaparlar, onların hükümleri ise itirazsız
kabul
edilirdi. Bunun yanı sıra rüyaları tabir ederler, kaybolan develerin yerini
söylerler,
zina vakalarını tespit ederler, birtakım suçları aydınlatırlardı.329 Bu
bakımdan
onların toplum nezdinde önemli bir yere sahip oldukları anlaşılmaktadır.
Yahudi
asıllı şarkiyatçı Frantz Buhl, Hz. Peygamber’in eski Arap kâhinlerinin
etkisi
altında kaldığını iddia eden oryantalistler arasında yer alır. Çünkü ona göre
Hz.
Muhammed,
etrafındakilere bildirmeye başladığı vahiylerde, kâhinlere özgü olan
sihirli
yemin şekillerini içine alan ifade tarzları ile seci’lerini hatırlatan bir
ifade şekli
kullanmaktadır.330
Ona göre vahiyler ilk zamanlarda, şekil itibariyle müşrik Arap
kâhinlerinin
kehanetlerine, tel’in ve takdis tabirlerine zahiren benzemektedir. Ayrıca
329
August Fischer, “Kahin”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1955,
VI/71-73.
330
Buhl, “Muhammed” , s. 454.111
en eski
surelerin giriş parçalarında da kâhinlerin yaptığı gibi birçok şeyler üzerine
yemin
edilmektedir.331
Oryantalist
Brockelmann da bu konuya dair benzer ifadeler kullanmaktadır:
“Hz.
Peygamber’in ilk senelerini dolduran yüksek heyecan, cüretkarane hayaller,
belağatlı
ifadeler şeklinde inkişaf eden, seci’li ve tamamıyla şairane bir renge
boyanmış
nutuklar halinde tezahür ediyor. Cahiliye kâhinlerinin vecizeleri gibi
bunlar
da çok kısa ve çoğunlukla dini söylemlere ait garip formüllerle karışıktır.”332
“Hz. Peygamber’in
sonradan bütün İslami edebiyatı şairane efsanesi içinde o kadar
çok
işlenmiş olan Miracı, ilkel kavimlerde kâhinliğe başlayanlardan bu çeşit
hayallere
rastlandığına göre, muhtemelen daha nübüvvetinin ilk zamanlarına
aittir.”333
Gibb de
bu konuda diğer oryantalistlerin izinden giderek, en erken dönemde
Hz.
Muhammed’in vaazlarındaki ifadelerin güçlü bir kehanet tarzında olduğunu,
genellikle
kısa, kafiyeli cümleler içeren, karışık, bazen bir ya da daha fazla yeminle
başlayan
ifadelerden oluştuğunu söyleyerek, bu tarzın eski kâhinlere ya da Arap
kehanet
tacirlerine benzediğini iddia eder. Ayrıca şu ifadesi de dikkat çekicidir:
“Muhammed’in
muhaliflerinin onu başka tür bir kâhin olmakla suçlamasına
şaşırmamak
gerekir.”334
Rodinson’un
“Mahomet” adlı kitabında bu konuya dair uzun bir açıklama yer
almaktadır.
Kendisi, öncelikle İslam öncesi Arabistan’da yaşayan kâhinlerin
durumunu
inceleyerek konuya başlar. Sözü edilen kâhinlerin keşifte bulunduklarını,
bunların,
yoldaş, dost ya da görücü olarak adlandırdıkları ve ağızlarından konuşan
birer
ruhları olduğundan bahseder. Bu ‘ruh’ ya da ‘cin’, kâhinlere belirsiz
mırıltılar
ya da
kısa, kesik, kafiyeli cümleler ilham etmekteydi. Yıldızları, günü ve geceyi,
bitkileri
ve hayvanları tanık veren yeminlerle dolu bu cümlecikler, hızlı bir ritimle
söylendikleri
için dinleyenler üzerinde büyük bir etkiye sebep olurlardı. Kehanette
bulunacakları
zaman üstlerini bir harmani ile örten bu kimseler, herkesten saygı
görmekte,
kamusal ve özel meseleler konusunda tanrıların yanıtını öğrenmek, öğüt
331
Buhl, “Kur’an”, 999.
332
Brockelmann, a.g.e., s. 16.
333
Brockelmann, a.g.e., s. 18.
334
Gibb, a.g.e., s. 36.112
ve fikir
almak için her zaman aranmaktaydılar.335 Ona göre Hz. Muhammed’in
işittiği
ve tekrar ettiği sözler, Tanrı’sına yorduğu ilk emirler, biçim bakımından,
cinlerin
çöl kâhinlerine esinledikleriyle tamamen özdeştir. Nitekim çöl kâhinleri de,
mistik
yükselişin yamacını tırmanmaya koyulmuş, fakat çok geçmeden soluksuz
kalmış
kişilerdir.336
Rodinson
devamında Hz. Muhammed ile bu kâhinler arasında birçok ortak
noktanın
bulunduğunu ve bunları çağdaşlarının da fark etmiş olması gerektiğini iddia
eder.
Daha sonra Hz. Muhammed ve kâhinler arasındaki benzerlikleri ortaya
koymaya
çalışır. O’nun fizyolojik ve psikolojik yapısının, kâhinlerinkiyle aynı
olabileceğini,
tıpkı onlar gibi Hz. Muhammed’in de, öteki insanların duygularına
kapalı
kalan şeyleri duymaya, dinlemeye, görmeye yetenekli olduğunu ileri sürer.
Kırk
yaşına geldiğinde mizacının hem sebebi hem sonucu olan derin
doyumsuzluğunda,
O’nun bu yeteneklerinin güç kazanmasına yardım ettiğini söyler.
Rodinson,
Hz. Muhammed’in kâhinlerden çok daha zengin ve çok daha güçlü bir
yeteneğe
sahip olduğu için bu doyumsuzluğun kendisini düşünmeye de
sürükleyeceğini
iddia eder. Onun ifadesine göre, mizacının ve özel yaşantısının
sinirsel
planda uyandırdığı yankılara paralel olarak, kafasında eşine az rastlanır bir
entelektüel
hazırlık başlamıştır.337
Ancak
Rodinson böyle bir kıyaslama yaptıktan birkaç sayfa sonra çelişkiye
düşerek,
bundan tamamen farklı bir söylemde bulunur. Ona göre Hz. Muhammed bir
kâhin
değildir: “Onun gücü ne kayıp develeri bulmaya ne de rüyaları açıklamaya
yeter.
Bir kabilenin ya da bir prensesin doğaüstü konularda müşavirliğini yapan
profesyonel
bir falcı rolünü benimseyerek, itibar görmek gibi bir niyeti de yoktur.
Çünkü
bu, Hz. Muhammed’in bütün ruhsal özellikleriyle, Arap toplumunun
toplumsal
ve zihinsel çerçevesi içerisinde yer alması demek olurdu. Ancak Hz.
Muhammed
farkına varmadan, bu çerçeveyi aşmaya yönelmektedir. Yine orta halli
bir
tüccardır, iyi bir koca ve iyi bir aile babasıdır. Ölçülü ve dengeli bir
adamdır. Bir
yandan
da durmadan öğrenmekte ve düşünmektedir. Zihni yavaş yavaş kendisini,
335
Rodinson, a.g.e., s. 85.
336
Rodinson, a.g.e., s. 111.
337
Rodinson, a.g.e., s. 85.113
ülkesinin
ve çağının ufkunu aşmaya sürükleyecek olan bir yola girmektedir.”338
O’nun
düşüncesinde sorunların özellikle dini bir görünüme bürünerek şekillendiğini
anlıyoruz.”339
Bu
konuya dair bazı oryantalistler, Müddessir Suresi’nde geçen “müddessir”
(bürünüp
sarınan) ve Müzzemmil Suresi’nde geçen “müzzemmil” (örtünüp bürünen)
lafızlarından
hareketle, Hz. Peygamber’in vahiy geldiğinde yaşadığı korku ve
şaşkınlık
sonucu üzerini örtmesini, kâhinlerin kehanet almak için üzerlerini
örtmelerine
benzetmektedirler.
Nitekim
Andrae’ye göre Hz. Muhammed, en azından farkında olmayarak,
putperest
kâhinlerden izlenimler edinmiştir. Buna örnek olarak da birçok kâhinin, bir
ilham açığa
vurmak istedikleri zaman başlarına örtü örtmeyi alışkanlık haline
getirmelerini,
Hz. Muhammed’in de buna benzer bir şey yaptığını ifade eder. Bunun
ilham
alabilmek için denenmiş ve ispatlanmış bir yöntem olduğunu ifade ettikten
sonra
Druidlerin kurban edilen öküzün ve İzlandalı kâhinin ise gri bir koyunun
derisini
kendi etrafına sardıklarını misal verir.340 Gaudefroy-Demombynes (v. 1957)
de şöyle
söylemektedir: “Bir örtüye sarınıp bürünme kendisini kutsal bir güç ile
irtibat
halinde hisseden herkesin adetidir. Eski Arabistan kâhinleri de böyle
yaparlardı.
Dolayısıyla Kureyşliler, Muhammed’in de cinlerin esrarını vahiy yoluyla
ilham
almak için kâhinleri taklit ettiğini düşünmekte haklıydılar. Bu davranış daha
sonra
yalancı peygamber Tulayha ve Esved’in adeti de olmuştur.”341
Söz
konusu oryantalistler, kâhinlerin ruhu veya cini olduğunu ileri sürerken,
Muir de
Hz. Muhammed’in telakkilerini doğrudan doğruya şeytandan aldığını ciddi
surette
ileri sürmüştür. Bunu aktaran Caetani ise bu çocuksu fikirlere varıncaya kadar
bütün bu
tür nazariyeleri dikkate almanın zaman kaybı olduğunu ifade etmektedir.342
Bu
iddianın sahibi olan oryantalistlerin Hz. Peygamber’in vahyini, kâhinlerin
ilhamlarına
şu noktalarda benzettikleri görülür: (a) Hz. Peygamber’in özellikle ilk
vahiylerinde
kısa, kafiyeli cümleler içermesi (b) Bazı vahiylerde bir ya da daha fazla
yeminin
yer alması (c) Hz. Peygamber’in kahinler gibi örtüye bürünmesi.
338
Rodinson, a.g.e., s. 85-86.
339
Rodinson, a.g.e., s. 86.
340
Armağan, a.g.e., s. 71.
341 Hatip,
a.g.e., s. 332.
342
Caetani, a.g.e., I/334.114
Öncelikle
şunu belirtmek gerekir ki kırk yaşına kadar sakin ve sıradan bir
hayatı
olan Hz. Peygamber’in bu yaştan itibaren kâhinliğe merak sardığını iddia
etmek
yersizdir. Müşrikler Hz. Peygamber’i kâhin olmakla itham ettiklerinde Allah
Teala
Rasûl’ünü teselli etmek için şöyle buyurmuştur:
“Ey
Resulüm, sen irşad ve nasihatine devam et! Sen Rabbinin ihsanı
sayesinde
kâfirlerin iddia ettikleri gibi kâhin de değilsin, deli de değilsin”343
Ayrıca
Allah Teala O’nun getirdiği vahyin, kâhinlerin kehanetlerine
benzetilmesini
şöyle yalanlamıştır:
“O bir
kâhinin sözü de değil! Ne de az düşünüyorsunuz! O, alemlerin Rabbi
tarafından
indirilmiştir.”344
Hz.
Muhammed’in hiçbir halinin kehanete işaret eden bir yönü olmadığına
dikkat
çekmek için Allah Teala “Ne de az düşünüyorsunuz!” ifadesini kullanmıştır.
Ayrıca
Kur’an’da ve hadis kitaplarında veya Hz. Peygamber’in hayatı ile
ilgili
yazılmış eserlerde, Hz. Peygamber’in vahiy gelişi sırasında, üzerine herhangi
özel bir
kıyafet aldığına dair hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Ancak vahyin ilk geldiği
zamanlarda
korku, şaşkınlık, heybet, belki de üşüme sonucu üzerini örtmelerini
istediğini
bilmekteyiz. Ancak bundan sonraki vahiy tecrübelerinin hiçbirinde böyle
bir
uygulaması bulunmamaktadır. Nitekim onun üzerini örtmesindeki gayesi de,
vahyi
tahrik etmek değildir. Dolayısıyla bu durumun, kâhinlerin ilham almak için
belli
bir kıyafete bürünmeleriyle hiçbir benzerliği bulunmamaktadır.
2. Şair
Olduğu İddiası
Daha
önce oryantalistlerin bir kısmının, Kur’an’ın kaynağı meselesinde, Hz.
Peygamber’in
bazı şairlerden vahyini aldığı şeklindeki iddialarını görmüştük. Burada
ise
müşrik Arapların da iddia ettiği gibi onların Hz. Peygamber’in şair, Kur’an’ın
ise
şiir
olduğu yönündeki iddialarını ele alacağız.
Caetani’ye
göre Hz. Muhammed’in dinsel çalışmalara nasıl başladığı
konusunun
anahtarını çok eski toplumlarda, Hintlilerde, Yunanlılarda, Romalılarda
bulunan
daha eski bir düşüncede aramak gerekir. Bu inançsa şairlerin esinlerinin
343 Tûr
52/29.
344
Hâkka, 69/42-43.115
doğrudan
doğruya bir tanrısal etki ürünü olduğu kanaatinden ibarettir. Caetani
sözlerine
şöyle devam eder: “Çok eski Araplar şiirin kökenine ilişkin aynı inanca
sahiptirler.
Yalnız şu fark ile ki onlara göre bir adamda şairlik kabiliyetinin olması
doğrudan
doğruya cinlerin mahsulü olan ilhamıydı.”345
Bell ise
Hz. Peygamber’in şair olduğunu kabul etmekte, ancak diğer Arap
şairlerle
tarz bakımından farklı olduğunu iddia etmektedir: “Biz sadece, onun
çalışmaya
başladığı zaman kırk yaşının üzerinde olduğunu ve Kur’an’ın ilk inen
kısımlarının
sırf dinç hayal gücünün kıpırtıları sebebiyle olmadığını hatırlamalıyız.
Kur’an’ın
bu ilk bölümleri gerçekten çok güçlüdür. Kısa, canlı, muhtemelen
tasarlanmış
belli bir gizlilikle, fakat amaç için harika, anlamlı ve etkileyiciydi. Onun
bir şair
olduğu Mekkeliler arasında alay noktası oldu. Bir şair o, fakat sıradan bir
Arap
tarzı değil. Din, doğruluk ve yargıya yönelik ortaya koyduğu konular, sıradan
bir Arap
şairin neredeyse hiç dokunmadığı konulardır.”346
Bell
gibi Rodinson da Hz. Peygamber’in aldığı mesajın, geleneksel Arap
şiirinden
uzaklaştığını, saf şiire yaklaştığını iddia eder. Onun belirttiğine göre Hz.
Muhammed’i
dinleyenlerin sayısı arttıkça ve sözleri dikkat çekmeye, yankı
uyandırmaya,
heyecan ve harekete sebep olmaya başladıkça, Hz. Peygamber’in
açıklamalarda
bulunması, betimlemesi, sonra da itiraz ve eleştirileri cevaplaması,
kanıtlarla
çürütmesi gerekmektedir. Bunun için yoğun bir heyecan dalgası meydana
getirmek
artık yeterli değildir. Bu şekilde mesaj, kaynak aldığı saf şiirin içine
işlemiş
olarak
daha uzun süre görkemini koruyacak, ancak zamanla biraz daha
kesinleşecektir.347
Rodinson kitabının bir başka yerinde ise “Burada aradan on üç
yüzyıl
geçmesine rağmen, büyüleyici etkisi hala fazlasıyla güçlü olan bir şiirle karşı
karşıyayız.
Yani Muhammed biçim bakımından hiçbir yenilik getirmemektedir. Buna
karşılık
içerik, alabildiğine yenidir. Çünkü söz konusu içerik, o mizaçtaki insanlara
verilmiş
geleneksel rolü oynayan zavallı kâhinlerin getirdiği içerikten kat kat
üstündür
ve alabildiğine zengindir.”348 diyerek Kur’an’ın aslında Arap şiirinin bir
uzantısı
olduğunu iddia etmektedir.
345
Caetani, a.g.e., II/62.
346
Bell, a.g.e., s. 97.
347 Rodinson,
a.g.e., s. 127.
348
Rodinson, a.g.e., s. 111.116
Ancak F.
Buhl, bu iddiayı ileri süren oryantalistlerin aksine onların Hz.
Peygamber’in
bir şair olduğu şeklindeki iddialarını reddetmektedir. Çünkü ona göre
surelerdeki
seci’li dilin o zamanki Arap şiiri ile ortak hiçbir tarafı bulunmamaktadır.
Ancak
kendisi şekillerin sabit olması, eklerin değişmemesi ve Arap dilinin zenginliği
göz
önünde bulundurulduğu takdirde, bu çeşit cümleler yapılmasının güç olmadığı
kanaatindedir.
Üstelik seci’ için, şiir kafiyesinde dikkat edilmesi icap eden ince
kaideler
olmadığını, fakat Kur’an’da seci’ şeklinin büyük bir serbestlik ile
kullanıldığını,
aynı kelimenin sık sık tekrar ettiğini ve yarım kafiyelerin
kullanıldığını
dile getirmiştir. Son vahiylerde ise şekil bakımından daha fazla bir
serbestlik
bulunduğuna dikkat çekmiştir.349 Esas itibariyle Buhl, yukarıdaki iddiaları
daha da
ileriye götürerek, Kur’an’ın seci’ ve üslubunu küçük görmekte, Kur’an’daki
cümleleri
oluşturmak için üstün bir meziyete sahip olmak gerekmediğini ileri
sürmektedir.
Hz.
Muhammed’in döneminde yaşayan müşriklerin O’nun için ileri sürdüğü
şairlik
iddiası günümüzde oryantalistler tarafından tekrar edilmiştir. Ancak onlar bu
iddialarını
ortaya koyarken, müşriklerinkinden daha farklı ve kimi zaman dolaylı bir
üslup
kullanmışlardır. Allah Teala, eski iddiaların tekerrür ettiğini “Hayır, onlar
evvelkilerin
dediği gibi dediler.”350 “Onlardan evvelkiler de tıpkı onların dediklerini
demişlerdi.
Kalpleri nasıl da birbirine benziyor.”351 ayetleriyle ifade etmiştir.
Kur’an’ın
şiir olduğu iddiasına gelince, onun bir şiir olmadığını Allah Teala
şu
ayetlerle bildirmektedir:
“Biz ona
şiir öğretmedik. Bu onun için gerekmezdi. Bu bir öğüt ve apaçık
Kur’an’dır.”352
“O, bir şair sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz.”353
Nitekim
bu ayetlerde de ifade edildiği gibi, vahiy ve şiir birbirine
karıştırılmamalıdır.
Bununla birlikte, Kur’an’ın ifadelerini müşriklerin şiire
benzetmelerinin
sebebi olarak, onun güçlü edebî yönü bulunması, bazı surelerde ses
349
Buhl, “Kur’an”, s. 999.
350
Mü’minun 23/ 81.
351
Bakara 2/118.
352
Yasin 39/69.
353
Hâkka 69/41.117
uyumu
bakımından şiirsel bir tarzın olması, nazım-nesir karışımı bir üslubunun
olması
gibi özellikleri sayılabilir. Ancak Kur’an ne nazım ne de nesirdir. Arapların
daha
önce hiç görmedikleri bir üsluba sahiptir. Zira en yetenekli Arap şairleri bile
bu
vahiylerin
üstün belağatı ve fesahati karşısında bir benzerini getirmek konusunda
aciz
kalmışlardır.
3. Bazı
Hastalıklara Sahip Olduğu İddiası
Müşriklerin
Hz. Peygamber’i “mecnun” olarak nitelendirdikleri
bilinmektedir.354
Bazı oryantalistler gelişen tıp ilmine de dayanarak, bu iddiayı daha
da
detaylandırmışlar, vahiy esnasında kendisinde meydana gelen haller sebebiyle
Hz.
Peygamber’e
birtakım hastalıklar isnat etmişlerdir. Bu başlık altında O’na nispet
edilen
ruh hastası olduğu, sara hastası olduğu, halüsinasyon gördüğü ve histeriyaya
yakalandığı
şeklindeki iddiaları ele alacağız.
a. Ruh
Hastası Olduğu İddiası
Goldziher,
Hz. Peygamber (s.a)’in vahiy şuuruna patolojik aşamalarda
vardığını
ileri sürmektedir. Fakat araştırmasında ileri sürdüğü patolojik aşamalara
uyum
göstermeyip, Harnak’tan alıntıda bulunmuştur. Harnak’a göre, sadece dahi
kimselere
isabet eden birtakım hastalıklar vardır. Bu hastalıklara yakalananlar daha
önce
bilinmeyen yeni bir hayat kazanırlar. Aynı şekilde bütün engelleri aşabilen bir
kuvvet
elde ederler. Peygamber’in ve havarilerin hamiyeti de bu türdendir.355
Goldziher
Harnak’tan yaptığı iktibasla vahyi inkar etmiş ve vahyi üstün
nitelikli
insanlara isabet eden bir hastalık olarak nitelendirmiştir. Bu amaçla “Nebi ve
havarilerin
gayretleri bu hastalıktan başka bir şey değildir” ifadesini kullanmıştır.356
Ona
göre, peygamberlerin vahiy olduğunu söylediği şeyler, aşırı istiğrak halinde
kişinin
doyuma erdiği özel bir durumdan kaynaklanan ruhî bir meseleden ibarettir.
354 bkz.
A’raf 7/184, Sebe’ 34/8, Hicr 15/6, Duhan 44/14, Tûr 52/29, Kalem 68/2,51,
Tekvir 81/22,
Zariyat
51/ 39,52.
355
Goldziher, a.g.e., s. 12; Sönmezsoy, a.g.e., s. 147.
356
Hatip, a.g.e., s. 30.118
Fakat
Goldziher, insana isabet eden, onu dâhi yapan ve ona bütün engelleri aşabilen
bir
kuvvet kazandıran hastalıkların ne olduğunu bir türlü açıklamamaktadır. Çünkü
ister
ruhî, ister bedenî bir hastalık olsun, hastalıkların aklî ve bedenî zayıflamaya
yol
açtıkları
açıkça bilinmektedir. Hastalığa yakalanan kimsenin zayıfladığı veya aklî ve
ruhî
dengesini bile kaybettiği de aklen ve ilmen bilinmektedir.357 Dolayısıyla bu
iddiaların
tutarlı bir tarafı yoktur. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“Battığı
zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve
batıla
inanmadı; O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildikleri), vahyedilenden
başkası
değildir.”358
Bu
hipotezin bir başka eksiği de, Goldziher’in, Kur’an vahyini psikoloji ilmi
vasıtasıyla
açıklamaya çalışmasıdır. Bu da yanlış bir yaklaşımdır. Çünkü psikoloji
henüz
öyle bir gelişme sağlamamıştır. Dolayısıyla yöntemleri kendi alanını aşıp,
başka
ilmî alanlara uygulanamaz.359
Paris
Üniversitesi ile bir akıl hastanesinin doktoru ve çok sayıda cemiyet ve
akademilerin
azasından olan Mösyö A. Baire de Boismont’un (v. 1881) “Des
Hallucinations”
adıyla yazdığı yedi yüz sayfayı geçkin eserin 551. sayfasında şu
ifadeler
yer almaktadır: Tıp Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Renaulden, deli
(mecnun)
gözüyle bakılan Muhammed hakkında hazırlamış olduğu raporunda şu
sözlerle
meramını ifade etmiştir:
“Kendi
şahsi çıkarını terk ile tercih ettiği o kadar fedakarlıklarıyla bütün bir
kavmin
usul-i diniyye ve ahlakında o kadar hayret verici bir inkılap icra etmiş olan
zat,
asla deli değildir. Batıl fikirler ve putperestliği devirip yerine yegane ve
ruhani
bir
Allah dini ikame etmiş ve bu vasıta ile memleketini barbarlık karanlığından
çıkarmış,
bu kadar uzun süre Arap namına hürmet ettirmiş ve ondan korkutmuş ve
haleflerine
o kadar şan ve şerefli fetihlerin yolunu açmış olan zat, deli değildir.
Milleti
onda büsbütün yok olan ve İslamiyet’e tabi ülkelerde bin iki yüz seneden fazla
bir
müddet geçtikten sonra hala yürürlükte bulunan bir kanunlar mecmuası ile
donatmış
bulunan zat, deli değildir.”360
357
Sönmezsoy, a.g.e., s. 147.
358 Necm
53/1-4.
359
Hatip, a.g.e., s. 341 (dipnot)
360
Ertuğrul, İzâle-i Şükûk, ss. 7-8.119
b. Sara
Hastası Olduğu İddiası
Başta
Dr. Aloys Sprenger olmak üzere oryantalistlerin birçoğunun kabul
ettiği
iddia ise Hz. Peygamber’in sara hastası olduğu yönündedir. Gerçek şu ki, bu
itham
Arap müşrikleri tarafından ileri sürülmemiştir. Bu fikri, ilk kez Batılı
yazarlar
ortaya
koymuştur.
19.
yüzyılda yaşamış olan oryantalistlerden Muir bu konuda öyle bir iddia
ortaya
koymuştur ki, Hz. Muhammed’in hayatına yönelik apaçık bir iftiradır. Ona
göre sütannesi,
Hz. Muhammed’in epilepsi (sara) nöbetleri geçirdiğine şahit
olmuştur.361
Bu demek oluyor ki bu hastalık ona küçüklüğünde musallat olmuş ve
bunu
sütannesi de görmüştür. Ancak bu durum, Hz. Muhammed’de daha çocukken
böyle
bir hal mevcut ise, O’nun kırk yaşına kadar peygamberlik iddiasında bulunmak
için
neden beklediği sorusunu akla getirmektedir.
Fransız
oryantalist Gustave Le Bon (v. 1931) da vahiy esnasında Hz.
Peygamber’de
görülen hallerin, onun bir sara nöbetinden başka bir şey olmadığı
görüşündedir.
Bu iddiadan sonra Le Bon, sara hastalığının tezahürlerine yer vererek,
Hz.
Peygamber’in durumuyla ilgili karşılaştırmalar yapmıştır. Saranın tutuklukla
başladığını,
hırıltı ve kendini kaybetmekle devam ettiğini ifade ettikten sonra,
bilimsel
olarak Hz. Muhammed’in de tıpkı diğer büyük din kurucuları gibi soğuk
mizaçlı
bir düşünür olmadığını, bu rolü temsil edenlerde daima bir çeşit deliliğin
bulunduğunu
iddia etmiştir. Dinleri Kur’anlar, devletleri yıkanlar, kitleleri
ayaklandıranlar
ve insanları sevk ve idare edenler onlardır. Ona göre eğer aleme
delilik
değil de akıl egemen olsaydı, tarihin akışı çok daha başka olurdu.362
Bu
iddianın sahiplerinden biri olan Hamilton Gibb ise “Mohammedanisme
An
Historical Survey” adlı eserinde, Hz. Muhammed’in hayatı ile ilgili pek çok
teori
ortaya
konulduğunu ifade etmekte ve buna, O’nun, saralı bir ilkel-Mormon olan
sosyalist
bir kışkırtıcı şeklinde tasvir edildiğini örnek vermektedir.363
361
Atay, a.g.e., s. 35.
362
Hatip, a.g.e., s. 346.
363
Gibb, a.g.e., s. 23.120
Rodinson,
olgunluk çağına gelmiş bulunan Hz. Peygamber’in zaman zaman
kriz
geçirdiğini ve O’nun Hristiyan düşmanlarının, bu krizleri sara hastalığı ile
açıkladığını
ifade eder. Onun ifadesiyle eğer bu iddia doğruysa, zararsız bir sara
hastalığı
söz konusudur demektir. Ancak ona göre Hz. Muhammed’in psikofizyolojik
bakımdan
birçok mistikle aynı yapıda olması çok daha akla yatkındır. Bu tür
kimseleri
kural dışı bireyler olarak ayrı bir kategoride değerlendirerek, onlara ruhlar
ve
tanrılar alemiyle ilinti kurma görevinin verildiğini ileri sürer. Bunun
nedenini ise
bu
bireylerin özel yetenekleriyle açıklar. Çünkü bu kimseler, diğerlerinin
görmediğini
görür, işitmediğini işitir. Kaynağını kendilerinin de bilmedikleri bir
heyecan,
bu bireylerden, sıradan bireylerin alışılmış davranışları çerçevesinde
açıklanması
mümkün olmayan sözler ve jestler çıkarır.364 Bu ifadelerden
anlaşıldığına
göre Rodinson, Hz. Muhammed’in özel yeteneklere sahip olduğu ve
kaynağını
bilmeden birtakım sesler işittiği kanaatini taşımaktadır. Ancak onun Hz.
Peygamber’le
ilişkilendirdiği mistiklerin Kur’an gibi bir vahyi ortaya koydukları
görülmemiştir.
Birçok
Batılı yazarın Hz. Peygamber’in saralı olduğuna ilişkin iddiası
bulunmakla
birlikte, aralarında bu görüşe şiddetle karşı çıkanlar da bulunmaktadır.
Bu
oryantalistlerden biri olan L. Caetani, Hz. Muhammed’in gençliğinde saralı
olduğu
hakkındaki bütün yanlış nazariyelerin ortadan kalktığını ve Müslümanların
tarihinde
Hz. Muhammed’in saralı olmadığının ise sabit olduğunu ifade ederek, bu
iddiayı
kesin bir şekilde reddeder.365
Andrae’ye
göre ise yarı bilinçli ya da trans halindeki hallerin, ara sıra bilinç
kaybının
ve buna benzer hallerin tümü sara hastalığına ait nöbetler olarak
nitelendirilecekse,
o zaman tabi ki Hz. Muhammed’in bir sara hastası olduğu
söylenebilir.
Ancak sara hastalığı, sadece fiziksel ve zihinsel sağlık açısından ciddi
sonuçlar
doğuran şiddetli nöbetler olarak ele alınırsa, Hz. Muhammed’in sara hastası
olduğu
ifadesi kesinlikle reddedilmelidir. Üstelik Andrae O’nun durumunun, hastalık
bilimi
açısından sadece vahyin patolojik olarak adlandırıldığı diğer birçok dinin ve
edebî
dehanın durumlarıyla aynı olduğunu ifade eder. Andrae’ye göre Hz.
364
Rodinson, a.g.e., ss. 83-84.
365
Caetani, a.g.e., I/333-334.121
Peygamber’in
vahiy alma şeklinin hadislerde tasvir ediliş tarzlarına çok fazla itibar
edilmemelidir.
Bazı vasıfları doğru olabilir ve diğer ilham almış kişiler hakkında
bildiklerimizle
örtüşebilir. Gürültüler, zil sesleri ve aşırı hararet diğer ilham almış
kişiler
tarafından sık sık bahsedilir.366 Ancak yine de Andrae’ye göre Batılı
yazarların
bu benzetmeler sonucu ileri sürdükleri sara iddiası, Hz. Peygamber’in
vahiy
tecrübesinden farklıdır.
İngiliz
şarkiyatçı Alfred Guillaume da bu iddiayı reddederken, Hz.
Muhammed
(a.s)’in sahip olduğu üstün akıl, aklî ve ruhî dengelilik, siyasi ufuk
genişliği
ve davasındaki kararlılığı temeline dayanmıştır. Guillaume, dini tecrübeyle
ilgili
yapılan psikolojik araştırmaların, bu ithamı kesinlikle çürüttüğünü ifade eder.
Ona göre
peygamberler normal insanlar değillerdir. Ancak bu, onların marazi
durumları
sebebiyle davranışlarının normal olmadığı şeklinde bir iddia ortaya
koymaya
izin vermez.367
Arthur
Jeffery de Hz. Peygamber hakkında oryantalistlerin geçmişte yapmış
oldukları
saralı, mistik, felçli, saplantılı şeklindeki görüş ve değerlendirmelerin doğru
olmadığını
belirtmekte ve bu tür yaklaşımları eleştiriye tabi tutmaktadır.368 Sara
iddiasını
reddeden isimlerden R.V.C. Bodley (v. 1970) ise bu iddiayı şöyle
değerlendirir:
Kur’an’ın her kelimesi vahiyler nazil olduktan sonra tamamıyla berrak,
zihin ve
düşünceye dikte ettirilmiştir. Bir saralının sara nöbetinden sonra zihninin
açık ve
berrak düşüncelerle dolu olmadığını, her tıp mensubu bilmektedir. Bodley,
Hz.
Peygamber’in ise vefatından hemen önceki rahatsızlığı dışında bedeninin hep
sıhhatli
olduğunu ifade eder. Sara hastalığının bugüne kadar hiç kimseyi bir
peygamber
veya kanun koyucu yapmadığını, ayrıca kimseyi de iktidara yükseltip
mevki
sahibi olmasını sağlamadığını dile getirir. Özellikle onun yaşadığı dönemde
böyle
bir hale sahip olan kimseyi mecnun olarak gösterdiklerini belirterek, aklı
başında
ve salim düşünce sahibi bir tek insan varsa, onun da ancak Hz. Muhammed
olduğunu
ifade eder.369
366
Armağan, a.g.e., ss. 85-86.
367
Guillaume, a.g.e., s. 25.
368
Okumuş, a.g.m., s. 131.
369
Hatip, a.g.e., s. 347.122
Watt da
İslam’a karşı olanların Hz. Muhammed’in saralı olduğu şeklindeki
iddialarını
reddedenlerden biridir. Zira o, zikredilen belirtilerin, sara belirtileriyle
aynı
olmadığını kabul eder. Çünkü ona göre bu hastalık fiziki ve zihni bozukluklara
yol
açmaktadır. Oysa Hz. Muhammed’in hayatı boyunca bütün yetenekleri
tamamıyla
yerindedir. Fakat iddianın doğru olduğu düşünülse bile bu tamamıyla
geçersiz
ve sadece peşin hüküm ve bilgisizliğe dayandırılmış olur. Böyle fiziki
beraberlikler,
dini tecrübeyi ne geçerli ne de geçersiz kılar.370
Hz.
Muhammed’in sara nöbetlerine uğradığına dair devamlı tekrarlanan
söylentiler,
Yunanlılar’ın uydurmasıdır. Bunların amacı, yeni dini yayan kişiye böyle
bir
hastalığı isnat ederek, onun ahlak karakterini lekelemek ve Hristiyanlık
dünyasının
iğrenme ve kötüleme duygularını uyandırmaktır.371 Bu bakımdan Hz.
Muhammed’e
isnat edilen bu hastalığın, O’nun vahiy tecrübesi ile hiçbir bağlantısı
bulunmamakta
ve bu iddia, asılsız bir itham olmaktan öteye geçmemektedir.
Suat
Yıldırım, Muhammed Hamidullah’tan naklederek oryantalistlerin sara
iddiasının
batıllığını şöyle ortaya koymuştur:
a) Sara
hastası olan kimse, nöbetinden sonra bütün organlarında keskin bir
ağrı ve
bitkinlik hisseder. Durumundan dolayı üzülür. Hatta bu haller sebebiyle
intihar
etmeyi bile düşünenler olur. Ancak Hz. Peygamber’in durumu bunun
aksinedir.
Nitekim O, fetretü’l-vahiy döneminde vahiy meleğini beklemiştir.
b) Vahiy
her zaman istiğrak, horlama arazlarını ortaya çıkarmaz. Bazen
melek
insan suretinde gelmiş, Hz. Peygamber onun Cebrail (a.s) olduğunu bildiği
halde
kendisinin normal hali devam etmiştir.
c)
Saralı olan kimse, nöbet sırasında idrak ve düşünme kabiliyetini tamamen
kaybeder.
Kendisinde ve etrafında olup bitenin farkına varamaz, bilinci durur.
Halbuki
Hz. Peygamber vahyin ardından hukukun, ahlakın, kulluğun, edebi ifadenin,
nasihatin
en güzel örneklerini içeren o ayetleri insanlara duyurmaktadır. Bu
370
Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, s. 64.
371
Davenport, a.g.e., s. 12.123
bakımdan
benzerini getirmekten bütün insanların aciz kaldığı bir kelam, asla bir sara
hastasının
eseri olamaz.
d) Saralı
şiddetle titrer. Oysa vahiy esnasında rastlanan haller arasında,
titreme
hali nakledilmez.
e) Sara
hastası nöbeti sırasında saçmalar. Ancak Hz. Peygamber’de böyle bir
durum,
kesinlikle yoktur. Onun vahiy aldığı anlardan sonra tebliğ ettiği Kur’an
elimizdedir.
Kur’an’ın beyanındaki mükemmellik ise ortadadır.
f)
Bugüne kadar yüzbinlerce saralı insan gelip geçmiştir. Fakat bunlar içinde
böylesine
bir din Kur’an, bu düzeyde makul esaslar ve sözler ortaya koyabilen bir
şahsiyete
rastlanmamıştır.372
Görüldüğü
gibi, Hz. Muhammed’in sara hastası olduğu şeklindeki görüşün
herhangi
bir dayanağı bulunmamaktadır. Batılı yazarlar, bu hastalığa sahip olan
insanlardaki
fiziki ve zihinsel bozuklukların, Hz. Muhammed’de de mevcut
olduğunu
ispat edecek herhangi bir delile sahip değillerdir. Onların yaptığı sadece iki
durumu
birbirine benzetmektir. Üstelik Watt’ın da dile getirdiği gibi Hz.
Muhammed,
bütün yeteneklerini tam kapasiteyle vefatına kadar kullanmıştır. Ayrıca
Hz.
Peygamber vahiy alırken beşeri sıfatlardan sıyrılmış ve melekût alemine
geçmiştir.
Bu da, O’nda bazı hallerin meydana gelmesine sebep olmuştur. O’nda
meydana
gelen bu tezahürlerin ve vahiy bittikten sonraki halinin, saralı bir hastanın
durumuyla
benzerliği yukarıda da işaret edildiği üzere asla mümkün olamaz.
Nitekim
kendisinin vahiy tecrübesine şahit olan, ancak O’nun getirdiklerini
inkar
eden müşriklerin, böyle bir iddiayı ileri sürmemeleri de dikkat çekicidir. Zira
onlar
böyle bir hastalık görselerdi, bu tür bir noksanlığı O’nunla alay etmek için
kullanmaktan
çekinmezlerdi.
372 Suat
Yıldırım, Anahatlarıyla Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, Ensar Yay.,
İstanbul,
2011,
ss. 29-30.124
c.
Halüsinasyon Gördüğü ve Histeriya Olduğu İddiası
Oryantalistlerin
bir kısmı, vahyin gelişi esnasında Hz. Peygamber’de
meydana
gelen birtakım halleri, O’nun halüsinasyon görmesi veya histeriya olduğu
şeklinde
açıklamaktadırlar.
Nitekim
müsteşrik Dozy, Hz. Muhammed’in kendisinin peygamber olduğu
zannına
nasıl vardığı sorusunun cevabını, O’nda var olan hastalıkta aramak
gerektiğini
iddia eder. Dozy, bu hallerin, önceleri sara hastalığına delalet ettiğinin
düşünüldüğünü,
fakat son olarak aynı zamanda bir doktor olan oryantalist
Sprenger’in
histeri olarak adlandırdığı hastalığın kabul edildiğini ifade eder.373
Vahiy
anında meydana gelen durumları histeriyayı adlî olarak nitelendiren
Sprenger’in
görüşlerine yer vererek, bu hastalığı uzun uzun tarif etmiştir: “Bizim
memleketlerde
bu hastalığa kadınlar, nadiren de erkekler yakalanır. Bu hastalıkta
kas
arızaları görülür, dudaklar ve dil titrer. Gözler bir müddet kah bir tarafa,
kah
diğer
tarafa döner. Baş, adeta kendi kendine bir makine gibi hareket eder. Aynı
zamanda
baş ağrısından muzdarip olur. Hamle şiddetli olursa hasta yere düşer,
yüzünü
ateşsi bir kırmızılık kaplar, nefes almakta zorlanır. Bu hastalık, kah bir
iltihap
şeklinde, kah birkaç saat zarfında öleceği zannını veren bir iltihap şeklinde,
kah
insanı boğan bir nefes darlığı şeklinde görülür. Çoğu halde bir beden hastalığı
olmaktan
ziyade bir ruh hastalığıdır. Hastalık, hakikatte mevcut olmaktan ziyade,
hayalde
mevcuttur. Histeriyaya müptela olan kadınlar, bir bulutun yahut balo
türünden
bir eğlencenin musikisini işiterek birdenbire hastalıklardan şifa bulurlar.
Hastalığın
seciye üzerine tesiri de büyüktür.”374
Üstelik
Hz. Peygamber’in şahsiyeti hakkında Dozy’nin kullandığı şu ifadeler,
hiç de
masum görünmemektedir: “Peygamberliğinden sonra dinle hiç alakası
olmayan
her işe, arkadaşları tarafından sokulmaya kendisini terk etti. Muhammed
birçok
yönden vatandaşlarından farklıydı. Hayatının çoğu görevlerini ifa etmeye
uygun
değildi. Annesine çektiği zannolunan mizacı, son derece asabi idi. Çoğu
373
Ertuğrul, İzâle-i Şükûk, s. 7.
374
Dozy, a.g.e, ss. 36-39.125
zaman
üzgün, düşünceli, kararsız idi. Az söylerdi ve gereksiz hiç söz söylemezdi.
Hasta
olduğu vakit çocuk gibi hüngür hüngür ağlardı. Bununla beraber keskin bir
hayale
sahipti.”375
Daha
sonra da Dozy, böyle kimselerin yalan ve gaflete düşmeye meyilli
olduklarından,
bazılarının kendi kendilerini aldattıklarından, bunlarda hayal-i his
(illucion)
ve halüsinasyonların meydana geldiğinden bahsetmiştir.376 İfadelerinden
anlaşıldığına
üzere Dozy, Sprenger’in görüşlerini aynen kabul etmiş ve Hz.
Peygamber’in
hayalperest olduğunu, O’nda birtakım ruhî hastalıkların var olduğunu
ileri
sürmüştür.
Müsteşrik
Buhl da Kur’an’a vahiylerin nasıl geldiği hususunu tartışırken, bu
konuda
ancak birkaç işaret veya tamamen müphem delaletlerin var olduğunu ve bu
hususta
aydınlatılamayan, belki de aydınlatılmak istenilmeyen sırların mevcut
olduğunu
iddia eder. Kur’an ile değil, fakat sahih hadisler vasıtasıyla, Hz.
Peygamber’i
kendinden geçiren vecdleri olduğunun bilindiğini, elbiseye bürünmek
keyfiyetinin
bu hale hafif bir telmih olabileceğini ifade eder.377
Buhl, “O
(Cebrail), en yüksek ufuktaydı”378 ve “Andolsun ki O, Cebrail’i açık
ufukta
gördü.”379 ayetlerini delil göstererek, Hz. Peygamber’in bazı hayaller
gördüğünün
anlaşıldığını iddia eder. Önemli olanın ise Hz. Peygamber’in görmüş
olduğu
şey değil, duydukları ve bir de bu hayallerin tasviri sonucu oluşan intiba
olduğunu
ileri sürer.380
Hz.
Peygamber’in nübüvvetine dair pek çok şey söyleyen Rodinson da, Hz.
Muhammed’in
samimiyetini bilinçaltına ve gördüğü halüsinasyonlara bağlayarak
daha
önceki oryantalistlerin bu konudaki iddialarını kısmen tekrar etmiştir. Ona
göre
bazı
bireylerin kulak, göz ve zihin yoluyla gaipten haber aldıklarına ve öteki
tarafla
ilişkide
bulunduklarına samimi olarak inanmaları, bugün tüm olaylarda genel olarak
375
Dozy, a.g.e., s. 35.
376
Dozy, a.g.e, ss. 39-40.
377
Buhl, “Kur’an”, s. 997.
378 Necm
53/7.
379
Tekvir 81/23.
380
Buhl, “Kur’an”, s. 997.126
anlaşılmış
ve kabul edilmiştir. Ancak onların bu samimiyeti, getirdikleri bu mesajın
gerçekten
söyledikleri yerden geldiğine bir kanıt oluşturmaz. Bilinçaltı kavramı ise
bu
türden olayların rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Rodinson, bu insanların
yine
aynı
samimiyetle, görüp işittikleri şeyleri daha önce kesin olarak görüp
işitmediklerini
iddia ettiklerini ifade eder. Bununla birlikte onların durumlarının
objektif
bir şekilde incelendiğinde, söz konusu şeyleri görüp işittiklerini, fakat daha
sonra
unuttuklarını söyler. Ona göre bilinçaltları, bunları yeni ve değişik bileşimler
halinde
sunmaktadır. Bu tür olaylar artık muhakkak kabul edilmektedir. Rodinson,
bu
hayalleri bilinçaltı nazariyesiyle açıkladıktan sonra, Hz. Muhammed’in görüp
işittiği
olağanüstü varlıkları, sorguya çektiği Yahudi ve Hristiyanlardan duyduğunu
iddia
etmektedir. Ona göre Hz. Muhammed’in gerçek yaşantısındaki unsurların,
düşüncelerinin
ve rüyalarının temel malzemesi, bir zamanlar dinleyici olduğu
konuşmalarla
ilgili anılarının, bilinçaltında dağılıp çözüldükten sonra yeni yeni
şekiller
içinde ve başka bir planda, hiç işitilmedik gibi gelen sözler halinde
oluştuğunu
iddia eder. Daha sonra bu yeni sözlerin, başkaları tarafından
işitilmemelerine
rağmen, kendisine kesin bir gerçeklik duygusu vererek, tamamen
nesnel
ve dış dünyaya ait bir etkinliğin kanıtları olarak göründüğünü, günümüzde ise
bunun
anlaşılmaz bir yanının olmadığını iddia eder.381 Ancak Rodinson’un bu iddiayı
ileri
sürerken, Hz. Peygamber’in gördüklerinin hayal olduğunu söylese de diğer
oryantalistlerin
itham ettiği hastalıkları kabul etmemesi dikkat çekmektedir.
İleri
sürülen bu iddiaların yanı sıra bu görüşü tamamen reddeden
oryantalistler
de mevcuttur. Bunlardan biri olan Barthélemy-St-Hilaire (v. 1895),
Sprenger’in
histeri hakkında ortaya koyduğu nazariyelerin tatbik edilmeden genel
anlamda
mütalaa edildiğini ve topladığı metinlerde yer alan vasıfların histeri
iddiasını
temyiz edecek kabilden olmayıp, birtakım hastalıklardan ibaret olduğunu
ifade
etmiştir. Zaten Hz. Peygamber’de oluşan şeylerin histeriya ve sara gibi
hastalıklarla
izah edilemediğini, onun bunlardan tamamen farklı bir manevi hal
olduğunu
itiraf etmiştir. Ona göre bu manevî halin yüce peygamberlik vasfı olduğu,
fiilî
eserleriyle sabittir.382
381
Rodinson, a.g.e., s. 106.
382
Ertuğrul, İzâle-i Şükûk, s. 21.127
Bell de
Hz. Peygamber’in vahiy kaynağını sara, histeri, Şeytan, aşırı hissiyat
ya da
meditasyonda gören Weil, Sprenger., Muir, Margolioth ve Nöldeke'nin
geliştirdiği
teorileri kabul etmemektedir. Bell, bunların Kur’an’ı tamamen göz ardı
ettiklerine
inanmaktadır. Ayrıca kendisi Kur’an’ın, Mekkelilerin Hz. Peygamber
hakkında
söylediği iddiaları kaydederken, O’nu deli, mecnun olarak
vasıflandırdıklarını,
fakat hiçbir zaman hasta demediklerini belirtmiştir. Vahiy
olayının
anlaşılmasında ise tek kaynağın Kur’an olacağını ifade etmiştir.383
Hz.
Peygamber’in hayalperest olduğu, gördüklerinin birer hayalden ibaret
olduğu,
histeriya denilen bir hastalığa yakalandığı şeklindeki iddialar tıpkı sara
hastası
olduğu söylemlerindeki gibi mesnetsizdir. Nitekim histeriya bir kas arızasını
beraberinde
getiren ruhsal bir hastalık, halüsinasyon da olmayan bir şeyi gerçekte
oluyormuş
gibi algılamak şeklinde açıklanabilir. Ancak Hz. Peygamber’in ruhen ve
bedenen
sağlıklı olduğu bilinmektedir. Zira bu şekilde arazları olan bir insanın pek
çok
kişinin peşinden gittiği bir peygamber, lider, komutan, hakim vb. konumuna
gelerek,
insanlar tarafından kabul görmesi pek mümkün görünmemektedir. Eğer Hz.
Peygamber
itham edilen bu hastalıklara sahip olsaydı, böyle önemli bir mevkiye
gelecek
vasıflara sahip olamazdı. Ayrıca böyle bir kişinin de geri kalan hayatını,
hastalığını
tedavi etmek için uğraşması gerekirdi. Ancak Hz. Peygamber bu halinden
hiçbir
zaman rahatsız olmamış, aksine vahiy meleğinin gelmesini beklemiştir.
4. Diğer
Bazı İddialar
a.
Liderlik Arzusunun Vahiy Uydurmaya Sevk Ettiği İddiası
Oryantalistlerin
bir kısmı, Hz. Peygamber (a.s)’in toplumun lideri olma
arzusuyla
vahiy uydurduğunu ve bu amaçla peygamberlik iddiasında bulunduğunu
ileri
sürmüşlerdir.
Nitekim
bu iddianın sahiplerinden Alman oryantalist Wellhausen, Hz.
Muhammed’in
önceden müjdeci ve uyarıcı iken, hicretten sonra kendisinin siyasal
bir
başkan olduğunu inkar etmediğini ifade etmiştir. Çünkü ona göre Hz.
383
Albayrak, “Richard Bell, Kur’an Çalışmaları ve Kur’an Vahyi Hakkındaki
Görüşleri”, s. 270.128
Muhammed,
baştan beri bireyleri kendisine çekmek istememiş, aksine bütünüyle
kabileleri
katmak istemiştir. Yine ona göre işin başından beri kendisinin Allah’ın
kavminin
başına gelmesi için peygamber olarak gönderildiğine inanmıştır. Bu
bakımdan
O, Mekke’de muvaffak olamamış, Medine’de başarılı olup, yolunu açarak
devam
etmiştir.384 Ayrıca Wellhausen, Hz. Muhammed’in Medine’de başkanlık
makamına
ulaşınca, henüz başkanlığı arzu ettiği zamanlardaki haline göre değişiklik
gösterdiğini
iddia etmiştir.385
Lewis
ise Kureyşli müşriklerin hicrete engel olmak için hiçbir ciddi
teşebbüste
bulunmadığını ve Hz. Muhammed’i istediği gibi davranmakta serbest
bıraktıklarını,
Hz. Peygamber’in de taraftarlarını yola çıkmaya davet ederek,
kendisinin
Mekke’den en son ayrıldığını ifade eder. Ona göre Hz. Peygamber’in
böyle
davranmasının maksadı, kısmen Medine’ye tek başına ve kanun dışı kalmış bir
mazlum
gibi değil, belli bir hukuka sahip bir topluluğun reisi sıfatıyla gelmek
istemesidir.
Ona göre Medineliler, Hz. Muhammed’i Allah’ın Rasulü olmaktan çok,
kendilerine
hakem olarak hizmet edecek ve aralarındaki iç anlaşmazlıkları
çözebilecek
üstün güce sahip bir adam olarak davet etmişlerdir. Çünkü İslamiyet
onlara
yeni bir din olmaktan ziyade, güvenlik ve inzibat sağlayabilecek bir sistem
olarak
faydalıdır.386 Dolayısıyla Lewis’in bu görüşüne göre Hz. Peygamber’de,
Medine’ye
hicret ederken, oranın lideri olma arzusu ve isteği bulunmaktadır. Ancak
O’nda,
iddia edildiği gibi böyle bir arzu veya makam sevgisi hiçbir zaman
olmamıştır.
Zira kendisinin saltanat kurmak gibi bir hedefi olmadığı gibi,
Wellhausen’ın
iddia ettiği gibi İslam medeniyetinin lideri olduğunda da bu mevkinin
kendisini
değiştirmesine asla izin vermemiştir. Carlyle, kendine has üslubuyla Hz.
Muhammed’in
böyle bir hedefi olamayacağını şöyle dile getirmektedir: “İhtiras?
Bütün
Arabistan bu insana ne verebilir ki? Yunanlı Heraklios’un tacı, İran
şahlarının
tacı ve dünyadaki bütün taçlar onun için ne ifade eder ki? Onun duymak
istediği
şey yeryüzüne değil, yukarıdaki cennete ve aşağıdaki cehenneme aittir. Bütün
taçlar
ve saltanatlar birkaç yıl içinde nerede olacaklardır? Mekke veya Arabistan
384
Kutub, a.g.e., s. 228.
385
Kutub, a.g.e., s. 229.
386
Lewis, a.g.e., ss. 37-38.129
şeyhi
olmak ve eline yaldızlı bir tahta parçası almak insanı kurtarmaya yeter mi?
Eminim
ki hayır!387
Watt da
ilk yıllarda Hz. Muhammed’in peygamberlik işlevini, toplumsal
yönüyle
bir “ikaz edici” biçiminde tamamladığını ifade eder. Bu amaçla O, kendi
halkını,
yüzlerini Allah’a, Kıyamet Günü’nün Hakimine döndürmeleri konusunda
ikaz
edecektir. Watt, Hz. Peygamber’in bu konuda ısrarlı davranmasının, O’nun,
Mekke’nin
siyasi ve iktisadi yaşamında önemli bir konuma sahip olma arzusunun
olmadığını
belirttiğine işaret eder. Ayrıca “ayağa kalk ve ikaz et” emrinin, mantıkî
olarak
kamusal etkinliğin başlangıcı olduğunu, çünkü ikaz etmenin, ikaz edilmesi
gereken
insanların varlığını ima ettiğini ifade eder. 388 Bu açıdan Watt, Hz.
Muhammed’in
lider olma kaygısı taşımadığını, O’nun uyarıcı olma görevini ısrarla
yerine
getirmesi ile açıklar.
Hz.
Peygamber (a.s) hiçbir zaman maddî-dünyevî bir iktidar düşünmemiştir.
Zira
müşrikler kendi putlarına dil uzatmaması için ona hükümdarlık önerisinde
bulundukları
zaman, O’nun “Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz yine de
davamdan
vazgeçmem”389 demesinden bu durum anlaşılmaktadır. O, bir devlet
kurmaktan
ziyade, kendine inananları örgütlendirmeyi düşünmüştür. Hükümdarlıktan
ise
nefret etmiştir. Eğer bir kabilenin ya da bir bölgenin yöneticileri, O’nun
tebliğ
ettiği
dava etrafında toplansalardı, siyasî iktidar da zaten kendiliğinden O’nun eline
geçebilirdi.
Ancak Hz. Muhammed’e göre devlet bir amaç değil, araçtır.390 Zaten Hz.
Peygamber
de kendi kendini lider ilan etmiş değildir. O’na liderlik görevi,
peygamberlikle
birlikte Allah tarafından verilmiştir. Dolayısıyla bu vasfı ile Hz.
Muhammed,
diğer lider ya da hükümdarlardan farklıdır.
387
Carlyle, a.g.e., s. 76.
388
Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 32
389 Bu
rivayet için bkz. Abdülmelik İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, thk. Mustafa
es-Seka ve
diğerleri,
Şeriketü Mektebeti ve Matbaati Mustafa el-Babi el-Halebi, Mısır, 1955, I/266.
390
Hamidullah, a.g.e., II/722.130
b.
Reform Amacıyla Sözlerini Allah’a İsnat Ettiği İddiası
Bazı
oryantalistler ise Hz. Peygamber’in toplumun gelişimi için ıslahat
yapmak
amacıyla birtakım sözler uydurup, bunları Allah’a isnat ettiğini iddia
etmişlerdir.
Mesela
Alman şarkiyatçı Hubert Grimme (v. 1942), Hz. Muhammed’in
doğduğu
Mekke’nin toplumsal koşulları için iyileştirici önlemler bulması gerektiğini
ifade
ettikten sonra, bunu gerçekleştirebilmesi için tek yolunun da zenginleri
kazıklamak
olduğunu iddia eder. Ona göre esasen Hz. Muhammed, çok zenginleri
etkileyecek
olan gelirin aşırı vergilenmesi aracılığıyla yoksullara yardım etmeyi
tasarlamıştır.
Fakat onları bu çözüme ikna etmek için hiçbir şansının olmadığını fark
etmiştir.
O, buna rağmen, Hz. Muhammed’in, acımasız bir sınıf savaşı düşüncesine
sahip
olmadığını ifade eder. Grimme, kendisinin sosyalizm olarak adlandırdığı bir
programı,
zenginleri korkutma yoluyla Hz. Muhammed’in halkına kabul
ettirebileceğini
umduğunu iddia eder. Ona göre, bunu yapmak için Hz. Muhammed,
zenginlerin
O’nun emrettiği zekatı ödeyerek, Kutsal Yargı’nın kızgınlığını
yatıştıramadıkları
takdirde, sonlarının çok kötü olacağı bir Kıyamet Günü’nü dahil
ettiği
bir mitoloji icat etmiştir.391 Yani ona göre Hz. Muhammed, zenginleri
korkutarak
onaylarını almak için uydurduğu bir mitoloji sayesinde toplumda malî ve
sosyal
bir reform gerçekleştirmiş olan bir sosyalisttir. Ancak Grimme’nin bu ağır
ithamı
asla kabul edilemez.
Richard
Bell de bu konuda şöyle demektedir: “Hz. Muhammed, halkın maddi
açıdan
iyi olmalarına mukabil, manevi açıdan hiç de iyi bir durumda olmadıklarını
görmüştü.
Bunun üzerine daha kültürlü bölgelerde yaşayanların sahip oldukları dini
bilgileri
onlara aktarmaya koyuldu.”392
Jeffery
ise Hz. Muhammed'in toplumsal bir lider olarak görülmesini, dinler
tarihindeki
gerçek yerine oturtulmasını ve dolayısıyla ona göre değerlendirilmesini
istemektedir.
Hz. Peygamber’i mistik ya da dini bir reformcu olarak görmekle
391
Rodinson, a.g.e., s. 105.
392
Hatip, a.g.e., ss. 30-31.131
beraber,
daha çok tarihin kritik bir noktasında biraz ilkel olan insanların arasındaki
politik
problemlerle yüzleşen bir insan olarak değerlendirilmesi gerektiğini ileri
sürmektedir.
Ona göre Hz. Muhammed, gençliğinde yüksek medeniyetlerden
özellikle
büyük Doğu Roma İmparatorluğu’nun dininden etkilenmiş, Arapları da
böyle
bir dinden yararlandırmaya çalışmış ve onlara bu medeniyetin bazı ölçülerini
kazandırmayı
düşünmüştür.393
İngiliz
oryantalist H. A. Gibb de esas itibariyle diğer oryantalistlere benzer bir
iddiayı
benimseyerek, Hz. Muhammed’in kendi dönemindeki başlıca ilgi ve
dikkatinin,
sadece savaş ve siyasî hesaplar üzerine kurulu olduğu şeklindeki bir
anlayışın
hatalı olduğunu söylemiştir. Ona göre tam tersi Hz. Muhammed’in
hayatının
merkez noktası, toplumunu eğitip öğretmek ve onları terbiye etmek üzerine
kuruludur.394
Hz.
Peygamber’in getirdiği dinin, olumlu ve yapıcı pek çok ıslahat sağladığı
ve
toplumun gelişimine katkısı olduğu tarihî bir gerçektir. Nitekim İngiliz
gazeteci
Sir
Philip Gibbs (v. 1962), İslam’ın insanlar üzerinde meydana getirdiği reformdan
şöyle
bahsetmektedir:
“İslam,
yani Hz. Muhammed’in dini, insanlığın başlangıcından beri başka
hiçbir
dinin yapamadığı bir şekilde, insanlık ve medeniyet için bir reform icra
etmiştir.
Geçmiş asırlarda ve yaşadığımız asırda milyonlarca insan İslam’a
güvenmektedir
ve İslam, kendisine insanların dayandığı büyük bir güç olmaya devam
etmektedir.
Eğer yüce ve örnek olan İslamî esaslar olmasaydı, şüphesiz insanlık
karanlık
vahşi devirlere geri dönerdi.”395
Üstelik
eski adı Yesrib olan bir şehir, İslamiyet ile Medine, yani medeniyet
şehri
haline gelmiştir. Ancak bu netice, Hz. Peygamber’in peygamberlik iddiasıyla
toplumun
kalkınmasını sağlamak için reform yaptığı anlamına gelmemektedir.
Çünkü
Hz. Peygamber sırf toplumun ıslahı için yeni bir din getirmemiştir, getirdiği
yeni din
neticesinde toplum sosyal ve ahlakî açıdan ıslah olmuştur.
393
Okumuş, a.g.m., s. 131.
394
Gibb, a.g.e., s. 30
395 Adem
Apak, “Mutedil Müsteşriklere Göre Hz. Peygamber’in Üstünlüğü”, UÜİFD, c. 6, sy.
6, s.
427.132
Ayrıca
şunu da belirtmek gerekir ki, Hz. Muhammed (s.a), amacı ne olursa
olsun
kendine ait sözleri Allah’a isnat etmek kaygısında olsaydı, ağzından çıkan her
sözü
Allah’a dayandırırdı. Kendi sözleri ile Kur’an vahyini birbirinden ayırmazdı.
Bu
durumda Hz. Peygamber’in Kur’an ile karışmaması için başlangıçta hadislerin
yazılmasına
izin vermediği gerçeğini oryantalistlerin göz ardı ettiği anlaşılmaktadır.
c.
Bilinçaltındaki Arzularının Dışa Yansıdığı İddiası
Oryantalistlerin
bir kısmı, vahyin kaynağı olarak Hz. Muhammed’in
bilinçaltında
yatan istek ve arzulara işaret etmektedirler. Bu durumda onlara göre
Kur’an,
Hz. Peygamber’in bilinçaltından farkında olmayarak doğmuştur. Bu iddiayı
ileri
süren oryantalistler genellikle, Hz. Peygamber’e şehvet ve zevk düşkünü olması
gibi
birçok ithamda bulunmuşlardır.
Bu
konuda Orta Çağ’da hakim olan görüş, Hz. Muhammed’in şehvet ve
safahat
düşkünü olduğu yönündedir. Hatta o dönemde bu iddia o kadar ileri
götürülmüştür
ki, Hz. Peygamber’i çok çirkin iftiralarla itham etmişlerdir. Orta
Çağ’ın
bu bağnazlığı, kuşkusuz daha sonraki yüzyıllara da damgasını vurmuştur.
Nitekim
eseri uzun yıllar okullarda ders kitabı olarak okutulmuş olan H. A. L. Fisher
(v.
1940), Kur’an ifadelerine göndermelerde bulunmuş ve Hz. Muhammed’in şehevî
arzularına
düşkün bir insan olduğunu ifade etmiştir.396
Orta
Çağ’ın bu zihniyetini sürdüren Brockelmann, Hz. Muhammed’in, cinsî
tabiatının
aşırı temayüllerini tatmin etmek için bazen zamanının ahlaki telakkilerini
ihlal
ettiğini iddia eder. Zira ona göre bunda fazla abartılacak bir şey yoktur.
Çünkü
Hz.
Peygamber’in kendisinin de beşeri zaaflarını saklamadığını iddia eder.397 Yine
Brockelmann,
Hz. Peygamber’in harem zevklerine müfrit bir şekilde düşkünlüğü
olduğunu,
ancak vefatına yakın bu kuvvetinin azaldığını iddia eder.398
396
Kara, a.g.m., s. 159.
397
Brockelmann, a.g.e., s. 33.
398
Brockelmann, a.g.e., s. 32.133
Maxime
Rodinson, bu iddia ile öne çıkan önemli isimlerden biridir. O, Hz.
Muhammed’in
mutlu olmak için her şeye sahip olduğunu, fakat mutlu olmadığını
iddia
eder. Ona göre ister coşkunluk, ister sükunet içinde olsun, mutluluk denilen bu
sınırlanma,
bu kabullenme hali, mevcut duruma gösterilen bu rıza duygusu, gözlerini
daima
varlıkların ötesine dikmiş olanlar için, meraklı ve susuz, doğaları arzu
edebilecek
her şeyi daima arzu etmeye meyilli olanlar için bir felakettir. Rodinson,
Hz.
Muhammed’in yoksul ve öksüzlük duygusuyla büyümüş bir gençlik dönemi
olduğunu
ve bu dönemin de, bu sınırsız arzulama yeteneğini büsbütün geliştirmeye
yarayabileceğini
ileri sürer. Ona göre bu engel tanımaz arzulama ihtiyacını
yatıştırabilen
ancak olağanüstü başarılardır.399 Bu ifadelerle o, Hz. Peygamber’in
mutsuzluk
ve daimî arzulanmanın vahiy uydurmaya meylettiğini iddia etmektedir.
Rodinson’un
eserinin bir başka yerinde Hz. Peygamber’i doyumsuz olmakla
suçladığı
görülür. Ona göre Hz. Muhammed kendi hayatına anlam verecek,
zenginlerden
ve iktidar sahiplerinden öç almasını sağlayacak bir fırsat kollamaktadır.
Diğer
taraftan Yahudilerle ve Hristiyanlar’ın getirdiği yeni fikirlerin özünü
öğrenmiş
ve
monoteist akımlara sempati duymaya başlamıştır. Ancak yine de Arap
kardeşlerinden
ayrılmayı düşünmeyen bir Arap olarak kalmıştır. Rodinson’un
belirttiğine
göre son toplumsal gelişmelerden doğan ahlak düşkünlüğü karşısında Hz.
Muhammed
isyan hissi duymakta ve gençliği, yoksulluk ve eziklik yıllarının acı
anılarıyla
dolu olduğu için bu gelişmelerin kurban ettiği zavallı insanlara yakınlık
beslemektedir.
O, Rodinson’un iddia ettiğine göre dünyayı altüst eden büyük
olaylardan
ötürü boğulduğunu hissetmektedir. Rodinson, böyle bir tablo çizdikten
sonra
Hz. Muhammed’in dünyanın ve Tanrısal hesaplaşmanın bir işaretini sezer gibi
olmaya
başladığını, insanları pişmanlığa çağırmak için Tanrı tarafından
yollandıklarını
iddia eden peygamberlerin çıktığını gördüğünü, böylece kendisine de
Son
Gün’ün dramatik akışı içinde bir rol düşeceği fikrine sahip olduğunu iddia
eder.400
Rodinson,
ayrıca Hz. Muhammed’in duyduğu bu kelimelerin, O’na kendi
bilinçaltı
tarafından dikte ettirildiğini açıkça ifade eder. Üstelik ona göre Hz.
399
Rodinson, a.g.e., s. 80.
400
Rodinson, a.g.e., s. 95.134
Muhammed
de bundan şüphelenmiş, onların kaynağından emin olamamış, onların bir
kısmında
insan esininin payı olduğundan korkmuş ve daha sonraki bir aşamada
Şeytan’ın
emirlerini kendi emirlerinin içine yerleştirmeyi başardığını bile kabul
etmiştir.401
Ancak
Hz. Peygamber’in ahlakına yönelik yapılan bu ithamların hiçbiri kabul
edilemez.
Zira dönemindeki müşrikler bile O’nun ahlakına ilişkin bu tür iftiralarda
bulunmamışlardır.
Nitekim O’nun zevk ve şehvet düşkünü olduğunu iddia eden Orta
Çağ
zihniyetine sahip oryantalistlerin yanı sıra onların bu ithamına şiddetle karşı
çıkarak,
ahlakının yüceliğini ikrar edenler de bulunmaktadır.
Hz.
Muhammed’in, tutkularını ve şehvetini tatmin edebilmek için kendisinin
de sahte
olduğunu bildiği dinî öğretileri savunduğu iddiası, yaygın temel iddialardan
biri
olmuştur. Ancak bu görüşü, ilk kez Thomas Carlyle’in “On Heroes”
(Kahramanlar
Üzerine) başlığıyla verdiği derslerinde reddetmiş ve o zamandan bu
yana
gitgide artan bir biçimde bilim insanlarınca kabul görmeye başlamıştır.402
Carlyle,
Kur’an’ın büyük ve güçlü bir insan ruhunun karışık heyecanlarından
doğduğunu
ve vahşi, eğitilmemiş, hatta okuma yazma bilmeyen, fakat kendisini
kelimelerle
anlatabilmek için var gücünü harcayan ateşli, samimi bir ruhun eseri
olduğunu
iddia etmiştir. Ona göre Hz. Peygamber (s.a) soluk soluğa bir çabayla
derdini
anlatmaya uğraşmış, karmakarışık düşüncelere boğulmuştur. O kadar çok
söyleyecek
şeyi vardır ki bu yüzden hiçbir şey söyleyememiştir.403 Bundan birkaç
sayfa
sonra ise Hz. Peygamber’in zevk düşkünü olduğuna dair söylentileri
yalanlamıştır:
“Hakkında pek çok şey söylenmiş olmakla birlikte Hz. Muhammed
zevk
düşkünü bir insan değildi. Eğer onu birtakım aşağılık zevk ve duyguların, hatta
herhangi
bir hazzın tatminini kendine gaye edinmiş adi bir zevk düşkünü olarak
görürsek,
büyük bir hataya düşmüş oluruz.”404
Watt da
Hz. Peygamber’in zevk düşkünü olduğu iddialarını
reddedenlerdendir.
O, Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemin bakış açısına göre
401
Rodinson, a.g.e., s. 258.
402
Watt, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, s. 263.
403
Carlyle, a.g.e., s. 88.
404
Carlyle, a.g.e., s. 93.135
hilekarlık
ve şehvet düşkünlüğü iddialarının ileri sürülemeyeceğine gerekçe olarak,
çağdaşlarının
onu hiçbir şekilde ahlakî olarak kusurlu bulmadıkları gerçeğini
gösterir.
Hatta ona göre tam tersi modern Batılılar tarafından eleştirilen bazı
eylemlerinin,
O’nun zamanına göre daha yüksek standartlara sahip olduğunu
göstermektedir.405
Ayrıca
bilinçaltındaki gizli arzuların vahiy olarak ortaya çıkması da mantıklı
bir
yaklaşım değildir. Nitekim “bilinçaltı” nazariyesine göre insanların tamamı,
sınırsız
düşünceleri şuurunun derinliklerinde toplayıp saklamaktadır. Buna rağmen
bu
fikirler vahiy ameliyesine refakat eden tezahürler bir tarafa, semavi bir melek
veya
yücelerden gelen bir ses olarak canlanmamaktadır.406 Eğer oryantalistlerin
iddia
ettiği
gibi olsaydı, her insanın vahiy tecrübesi yaşaması gerekirdi. Üstelik Hz.
Peygamber’in
şuurunun altında bulunan gizli duygu ve düşüncelerin varlığı, O’nun
kendisini
peygamber zannetmesi ve yaşadığı tecrübeyi vahiy olarak açıklaması
sonucunu
da doğurmaz.
d.
Kolektif Bilinçaltının Eseri Olduğu İddiası
Montgomery
Watt’ın iddia ettiği görüşlerden biri de vahyin kaynağının
“yaratıcı
hayal” veya “kolektif bilinçaltı” olduğudur. Kendisi bunların, bütün dinî
vahiylerin
kaynağı olduğunu ileri sürer.407
Ona
göre, Hz. Muhammed’in yaşadığı tecrübenin belli başlı özelliklerinden
biri,
O’nun, bazı sözleri kalbinde veya şuurunda duymuş olmasıdır. Normalde bu
sözlerle
birlikte sunulan herhangi bir görüntü bulunmamaktadır. Ancak Hz.
Muhammed
sözlerin bir melek aracılığıyla geldiğine inanmaktadır. Bu inanç ise,
ikinci
derecede tecrübe edilen bir özellik olsa da, birinci derecedeki tecrübenin aslî
bir
bölümünü oluşturmamaktadır. Netice itibariyle Hz. Muhammed kalbine gelen bu
sözlere
olumlu karşılık vermiş, daha sonra da onları arkadaşlarına ve başka insanlara
405
Watt, a.g.e., s. 264.
406
Hatip, a.g.e., s. 369.
407
Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 148.136
ilettiğinde
onlardan da olumlu karşılık almıştır. Watt, İslam topluluğunun
kuruluşunun
başlangıcını bu şekilde açıklar.408
Ayrıca
Watt kendi kendine şu soruyu sorar: “Temel tecrübeyi oluşturan bu
sözler
veya kelimeler, Hz. Muhammed’in şuuruna nasıl ulaştı?” Sorusuna da şu
şekilde
cevap verir: “O, bu sözlerin kendi düşüncesinin bir ürünü olmadığına
kesinlikle
inanıyordu. Bizim, onun, bu konudaki samimiyetinden kesinlikle şüphemiz
yoktur.
Bu sözler, Hz. Muhammed’e kendi şuuraltından gelmektedir.” Watt, bu
görüşü
gelenekselleşmiş İslamî bakış açısıyla birleştirmeye çabalar. Ona göre melek,
bu
sözleri önce Hz. Muhammed’in şuuruna yerleştirmiştir. Daha sonra onlar buradan
şuur
üstüne çıkmıştır. Şuuraltının ise meleklerin veya şeytanların faal oldukları
bir
bölge
olabileceği tahmininde bulunur.409
Watt’ın
vahyin kaynağı hakkında benimsediği görüş, genel hatlarıyla Jung’un
görüşüdür.
Bu görüşe göre gerek fertlerin rüya ve hayallerinde gerekse toplumun dinî
mitoslarında
bilinçaltından bilinç üstüne çıkan şey, beşerî faaliyetlerin kaynağını
oluşturan
“libido”dan veya “hayat enerjisi”nden gelmektedir. Kişide var olan libido,
kısmen o
şahsın kendine has özelliği, kısmen de kendisi ile içinde yaşadığı toplum ve
nihayet
kendisiyle topyekûn insan soyu arasında ortaklaşa yaşanan bir özellik
olmaktadır.
Libidonun başkalarıyla ortak olan bölümüne Jung, “kolektif bilinçaltı
(collective
unconscious)” demektedir. Birçok dinî mitos ve dogmalar, özellikle
dinlerin
çoğunda “kahramanlık”, “önder”, “ilahi çocuk”, “bakire” ve benzeri figürler,
hep bu
kolektif alt şuurun faaliyetlerine dayandırılmaktadır. Bu figürlerin tapınma
konusu
olmaları halinde, insanın içinde bir fizikî gücün serbest kaldığını, başka
zamanlarda
yapması mümkün olmayan birçok şeyi şu an kolaylıkla yapabileceğini
görür.
Kısacası Jung’un görüşüne göre, dinî fikirlerin çoğu kolektif bilinçaltından
bilinç
seviyesine çıkan fikirlerdir. Dinî amellerin çoğu ise, bu fikirlere verilen bilinçli
bir
karşılıktan doğar. Watt, Jung’un görüşlerine yer verdikten sonra Yahudiliğin,
Hristiyanlığın
ve İslam’ın dayandıkları vahiy tecrübelerinin, kolektif bilinçaltından
doğan
muhtevalar olduğunu iddia eder. Yahudilik ve Hristiyanlıktan çok az
408 Watt,
a.g.e., s. 148.
409
Watt, a.g.e., s. 149.137
etkilenmiş
bir bölgede yaşayan Hz. Muhammed’de ise, vahiy muhtevalarının ortaya
çıkışının,
aniden ve beklenmedik tarzda olduğunu ifade eder.410
Watt’a
göre, kolektif bilinçaltında yaratıcı bir unsurun bulunduğuna da dikkat
edilmesi
gerekir. Bu, onun, varlığın aşkın kaynağı için bir aracı olmasını mümkün
kılar.
Ona göre kolektif bilinçaltı, insandaki hayat enerjisinin gösterdiği faaliyetin
bir
yönüdür.
Hayat enerjisi ise, o insanı yaşatan ilkedir. Hayat, bazı bakımlardan, bir fert
veya
toplum için tatmin edici olmaktan çıkarsa, hayat enerjisi, yeni muhtevaların ve
fikirlerin
bazı insanlarda bilinçaltından bilinç üstüne çıkmasına neden olur. Söz
konusu
bu fikirler, kolektif bilinçaltından geldiği ve kişinin kendisine has dünyasını
yansıtmadığı
sürece, toplumun başka üyelerinden olumlu karşılık alabilir ve bu yolla,
eğer
uygun şartlar bulursa, yeni bir dinî hareket baş gösterebilir. Watt, bunun
sonucunda
kolektif bilinçaltının, toplumu daha tatmin edici ve daha tam bir
tecrübeye
iletmek için yaratıcı bir şekilde faaliyet gösterdiğini ileri sürer. Ona göre
insan,
kolektif bilinçaltı ve hayat enerjisinin bir ürünüdür. Bu sebeple insanlarda
yaratıcı
bir gücün bulunmasını tabii görür.411
Watt’ın
ifade ettiğine göre kolektif bilinçaltından kaynaklanan fikirler,
geçmişten
tamamen kopup gelmezler. Onlar mevcudun bir devamı olarak kendilerini
belli
ederler. Ahd-i Atik’te yer alan peygamberlerin durumları da böyledir. Onlar
vasıtasıyla
kolektif bilinçaltından çıkan yeni fikirler, daha önce varlık alanına gelen
ve
toplumca benimsenen görüşlerin genişletilmiş, düzeltilmiş ve kısmen de gözden
geçirilmiş
şekillerinden ibarettir. Bu yeni fikirlerin ortaya çıkması gereklidir. Çünkü
eskiler
ya tahrif edilmiş ya da yeni şartlar doğduğundan yeni bir yönün belirlenmesi
zorunlu
hale gelmiştir. Watt, bu bakımdan aynı şeyin, Kur’an’da yer alan fikirlerin
ortaya
çıkışı için de söz konusu olduğunu ifade eder. O, bu fikirlerin özellikle Hz.
Peygamber’in
devrinin Mekke ve Medine halkına yönelik olmasının ve o insanlara
içinde
bulundukları durumla ilgili yol göstermesinin doğal olduğunu söyler. Buna
rağmen
söz konusu fikirler, farklı durumlarda olan insanların ihtiyaçlarına da cevap
vermiştir.
Kur’an’da yer alan yeni görüşler de Mekke ve Medine halkının sahip
410
Watt, a.g.e., ss. 149-150.
411
Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, s. 152.138
olduğu
kategorik, kozmolojik, tarihî ve diğer faraziyeler açısından dile
getirilmiştir.412
Watt’ın
“yaratıcı muhayyile” ile ilgili açıklamasına gelince, bunun bazı
insanlarda
var olduğunu, kayda değer örneklerinin ise sanatçılar, şairler ve hayal
gücü
kuvvetli kurgu yazarları olduğunu söyler. Ona göre bütün bu kişiler pek çok
kişinin
hissedip de tam anlamıyla ifade etmekten aciz oldukları şeyleri duyumsal
biçimlere
sokarlar. Ona göre peygamberler ve din ıslahatçıları yaratıcı muhayyile
konusunda
ortaktırlar. Onlar zamanlarının ve nesillerinin durum ve gereklerine işaret
ederek,
insanî deneyimin en derin ve en merkezî olanlarıyla bağlantılı fikirleri
açıklamaktadırlar.413
Watt, yaratıcı muhayyilenin fikirlerinin, bir insanda
kendisinden
daha büyük olan hayattan geldiğini ve büyük ölçüde bilincin eşiğinin
altında
olduğu ileri sürer.414
O, bu
yaratıcı hayalin Hz. Muhammed’den fışkırdığını ve bu hayalden doğan
fikirlerin
çoğunun ise doğru ve anlamlı olduğunu dile getirir. Bununla birlikte Watt,
tüm
Kur’anî fikirlerin doğru ve sağlam olduğunu kabul etmez. Ona göre bu fikirler
içerisinde
en azından bir konuda yanlış vardır. O da vahiy ya da yaratıcı hayalin
ürünlerinin
çıplak tarihî gerçekler için olağan insan geleneklerine üstün olduğu
fikridir.415
Kısaca ifade etmek gerekirse, kendisi Kur’an’ın kaynağını, diğer seçkin
insanlar
gibi Hz. Muhammed’in de yararlandığı yaratıcı hayal olarak kabul eder.
Watt’ın
Kur’an’ın vahyi ve onun kaynağına ilişkin görüşleri genel olarak bu
şekildedir.
Ancak onun, vahyin kaynağının yaratıcı hayal veya kolektif bilinç olduğu
şeklindeki
görüşü ilmî delillerden yoksundur. Çünkü Watt’a göre yaratıcı hayal, din
adamları
tarafından Allah’a isnat edilen bir şeydir. Buna göre söz konusu yaratıcı
hayalin
kaynağı yalnızca Allah’tır. Özellikle bu yaratıcı hayalin fikirleri, bizzat
insanı
ve bilincini aşıyorsa, bunların kaynağı ancak Allah’tır. Ayrıca Watt’ın
412
Watt, a.g.e., s. 153.
413
Watt, Montgomery, Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı, ss. 269-270.
414
Watt, a.g.e., s. 270.
415
Watt, a.g.e., s. 271.139
bilinçaltı
dediği şey, “keşif”, “ilham”, “iç sezgi” veya “iç duygu” denilen terimlere
dayanır.416
Nitekim vahiy ile ilham arasındaki farklar şu şekilde sıralanabilir:
1.
İlhamdan çok yüksek olan vahiy, çoğunlukla melek vasıtasıyla gelir.
İlham
ise genelde vasıtasız gelir.
2.
Güneşten istifade etmek isteyen kişi, elindeki aynayı güneşe doğru
tutar ve
ayna miktarınca ışık alır. Bir başka kişi ise, aynı amaçla evinin çeşitli
yerlerinden
yollar, pencereler açar. İlkinin güneşten yararlanması, aynası ile
sınırlıdır.
Diğeri ise gerçek güneşin devamlı ışığına mazhar olur. İşte vahiy,
alemlerin
Rabbi unvanıyla Allah’ın fermanı iken, ilham hususî ve cüz’îdir.
3. Vahiy
gölgesizdir, sâfîdir, havassa özeldir. İlham ise gölgelidir,
renkler
karışır, umumîdir.417 Bu sebeple vahiy ile ilham birbirine
karıştırılmamalıdır.
Kur’an-ı
Kerim’in pek çok yerinde geçmiş peygamberler ve çeşitli ümmetler
hakkında
tarihî gerçekler anlatılmaktadır. Eğer Kur’an, Hz. Peygamber’in
bilinçaltından
bilinç üstüne çıkmış fikirler ise, Hz. Muhammed ilk yaratılıştan
itibaren
meydana gelmiş bu olaylara tanıklık etmişçesine detaylı bir şekilde nasıl
vakıf
olabilir? O, bu dönemlere şahit değildir ve içinde yaşamış olduğu toplum da bu
tür
bilgilere tamamen hakim değildir. Dolayısıyla bu olayları bilinçaltından
çıkararak
nakletmesi
söz konusu değildir.
Ayrıca
Watt’ın kolektif bilinçaltı görüşü ile İslamî bakış açısını birleştirmeye
çalıştığı
meleğin, sözleri önce Hz. Muhammed’in şuuruna yerleştirdiği, daha sonra
onların
buradan şuur üstüne çıktığı görüşüne gelince, Watt, meleğin Hz.
Muhammed’e
birtakım sözler bıraktığını kabul etmektedir. Bunların önce Hz.
Muhammed’in
bilinçaltına yerleşmesi, daha sonra onların bilinç üstüne çıkması,
meleğin
doğrudan bilgiyi bırakmasından çok daha zor ve karışıktır. Dolayısıyla bu
sözlerin
melek tarafından gelip, Hz. Muhammed’in bilinçaltına yerleştirdiği mümkün
olduğuna
göre, doğrudan O’na nakletmesinde herhangi bir sakınca yoktur.
416
Sönmezsoy, a.g.e, s. 152.
417
Yıldırım, Anahatlarıyla Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, ss.
20-21.140
Son
olarak bilinçaltı konusundaki bilgiler henüz birtakım psikologların
görüşleri
olmaktan ziyade tam olarak aydınlatılmamıştır. Bilinçaltı aslında zihnin
çalışma
tarzını anlayabilmek için ortaya çıkmış bir hipotezden ibarettir. Bunun
özelliği,
duyguların çalıştığı hallerde şuura aksettirmeyen unsurları içermesidir.
Böylece
rüya, ateşli hastalık, ilaçla uyuşma vb. hallerde zihni işgal eden alışılmadık
şeyler,
bu bilinçaltının ortaya çıkması olarak kabul edilmektedir. Fakat bilinçaltının
gerçek
mahiyeti bilinmemektedir.418
e.
Gördüklerinin Şiddetli Üzüntü ve Korku Sonucu Olduğu İddiası
Bu konu,
özellikle Hz. Peygamber’in gördüklerinin hayal ürünü olduğu
iddiasıyla
paralellik teşkil etse de, oryantalistlerin bir kısmı, vahiylerin, O’nun
yaşadığı
üzüntü ve korku sonucu meydana geldiği şeklindeki iddiaları sebebiyle
ayrıca
ele alınacaktır.
Bu
iddiayı ileri sürenlerden biri olan müsteşrik Bouquet, Hz. Muhammed
(a.s)’in
Hira mağarasında gördüğünün hayalden ibaret olduğunu belirtir. Bunu da, iki
erkek
çocuğunun ölümünden dolayı duyduğu şiddetli üzüntüye bağlar. Ledit ise,
bunu
oğlunun ölümüne, hanımının yaşlılığına, dağ başında içinde bulunduğu
yalnızlığa
ve cinlerden korkmasına dayandırır. Bu bakımdan Ledit’e göre, Hz.
Muhammed’in
bir meleği gördüğü, meleğin kendisini üç defa sıktığı vehmini veren
bunlardır.419
Rodinson
ise Hz. Muhammed’in sadece Hz. Hatice’ye bağlı olsa da, ileri
yaşında
ortaya çıkan şehvetli mizacını göz önünde bulundurarak içinde susturulmuş
bir
şehvet duygusu olduğunu, Hz. Muhammed’in bu evlilikle tatmin olmadığını, bu
durumun
da insanın ruhunda çöküntüler oluşturduğunu ileri sürmektedir. Ona göre
erkek
çocuk doğurmakta kısır kaldığı için, bu durum alay edilmesine, ezik
görülmesine,
hor görülmesine sebep olmuş ve bütün bunlar da intikam hırsıyla yanıp,
tutuşan
bir kişi ortaya çıkarmıştır. Kendisini hor görüp alay eden bu kimselere karşı
418
Habil Şentürk, “Peygamber’in Diğer İnsanlardan Farkı: Vahiy”, DEÜİFD, III/186.
419
Hatip, a.g.e., s. 376.141
önemini
ortaya koyacak bir “şey” aramasına sebep olmuştur.420 Rodinson’a göre bu
durumda
vahyin oluşum sebebi, Hz. Muhammed’in yaşadığı sıkıntılar sebebiyle
hırslı
bir hale gelerek, arayış içine girmesidir.
Watt ise
Hz. Muhammed’de korku duyguları ve benzerlerine sık sık işaretler
olduğunu
ve O’nda iki türlü tecrübenin fark edilebileceğini söyler. Bunların ilki, İlahi
olanın
(kutsalın) varlığı veya tecellisinden duyulan korku; ikincisi ise intihar
düşüncelerine
götüren umutsuzluktur. Ona göre bu korku, Kutsal’ın başlangıcında
oldukça
yaygın olmalı ve Hz. Muhammed de bundan payını almış olmalıdır. Watt,
Hz.
Muhammed’de görülen umutsuzluk duygularının, Eski Ahit Peygamberleri ve
Hristiyan
azizlerinin hayatlarında görülene kabaca benzetilebileceğini ifade eder.421
Öncelikle
söz konusu oryantalistler, Hz. Peygamber’in Hz. Hatice ile
evliliğinde
mutsuz olduğu kanaatine nereden ulaşmışlardır? Hz. Peygamber’in Hz.
Hatice’ye
olan bağlılığı malumdur. Onun vefat ettiği yıl, İslam tarihinde “Hüzün
Yılı”
olarak kaydedilmiştir. Sevgili eşi Hz. Aişe bile yıllar geçmesine rağmen onu
unutturmaya
mazhar olamamıştır. Bu iddiayı kanıtlamak için hiçbir delile sahip
olmamakla
birlikte bunu çürütecek pek çok delille karşı karşıya kalmaktadırlar.
Nitekim
Rodinson da O’nun Hz. Hatice ile mutlu olduğunu kabul eder.
Irving,
bu iddiayı şöyle çürütmektedir: “Hz. Hatice ile evlenmesi, onu
zenginlerin
arasına kattı. Aynı şekilde vahyin inişinden sonra geçen yıllar içerisinde
servetini
arttırmak yolunda hiçbir istek göstermedi. Sonra ne gibi bir şerefin
arkasından
koşabilirdi ki? Üstün aklı ve nezihliğiyle kavmi arasındaki sosyal mevkii
zaten
yüksekti. Üstelik ünlü Kureyş kabilesinin en asil bir koluna mensuptu.
Mekke’de
Kabe hizmetçiliği ve reislik ailesinin elinde bulunuyordu.”422
Ayrıca
Hz. Peygamber’in nübüvvetini, erkek çocuk sahibi olmadığı için
üzülmesine
ve alay edilmesi sonucu hırslanmasına bağlamak mantıklı değildir.
Nitekim
Hz. Peygamber’e müşriklerin “ebter” iftirasında bulunması, O’nun
peygamberliğinden
önce değil, sonradır. Zira Hz. Muhammed peygamber olmadan
420
Rodinson, a.g.e., ss. 82-83.
421
Watt, Hz. Muhammed Mekke’de, s. 57.
422
Hatip, a.g.e., s. 378.142
önce
O’na saygı ve sevgi duymaktaydılar. Bu sebeple O’nu, asla böyle bir alayın
konusu
yapmazlardı. Ayrıca kendisi kız çocuğu sahibi olmasından dolayı hiçbir
zaman
üzüntü ve sıkıntı duymuş değildir. Nitekim hiçbir zaman kız ve erkek ayrımı
gözetmemiş,
toplumda önemsenmeyen kız çocuklarının haklarını kendisi iade
etmiştir.
f. Eksik
Bir Mistik Makamın Ürünü Olduğu İddiası
Maxime
Rodinson başta olmak üzere birtakım oryantalistler, Kur’an’ın eksik
bir
mistik makamın sonucu ortaya çıktığını iddia etmişlerdir.
Rodinson’a
göre Hz. Muhammed başlangıçta, gerekli şartlar sunulduğu
takdirde,
bir mistiğin oluşmasına elverişli bir mizaca sahiptir. Çocukluk, gençlik ve
hatta
olgunluk dönemi onu bu yöne yöneltecek şekilde birleşmiştir.423 Rodinson, ileri
sürdüğü
bu eğilimi ilahî vahiy için bir cevher ve kaynak olarak görmektedir. Ona
göre Hz.
Muhammed (s.a), daha hayatının erken döneminden itibaren mistikler için
bir
aşama olan çilecilik pratiğine kendini adamıştır. Bu da, O’nu aradığı şeye daha
fazla
yaklaştırmış ve sonunda Hz. Muhammed vecd haline ulaşmıştır. Rodinson’a
göre, bu
tür kendinden geçme ve duyumsal olgular, histeri ve şizofreni gibi zihinsel
hastalıklara
yakalananlarda da görülmektedir. Ancak büyük mistikler de bu anormal
görüntülere
maruz kalmakta ve onlara alışmaktadırlar. Fakat mistiklerin kendilerine
uyguladıkları
bu haricî görünümlerin, bu çeşit aklî ve ruhî hastalıklara yol açıp
açmayacağı
sorusunun cevabını psikiyatristlere ve psikologlara bırakmıştır.424
Rodinson,
görüşünü şöyle devam ettirir: Hristiyan ve Müslüman olan bütün
mistikler,
bu zühd aşamasını geçmiş ve H. Delacroix’in (v. 1937) ifadesiyle “teopatik
hal”
olarak adlandırılan, Allah’la ittihad ve O’na hulul mertebesine ulaşmıştır.425
Ona
göre,
Hz. Muhammed (s.a) de bütün öteki mistikler gibi zühd aşamasına uğramış,
fakat
teopatik hale hiçbir zaman ulaşmamıştır. Yani kendisini hiçbir zaman Tanrı’yla
bir
hissetmemiştir. Aksine Hz. Muhammed kendisini; O’na konuşan, haberciler
423
Rodinson, a.g.e., s. 107.
424
Rodinson, a.g.e., s. 108.
425
Rodinson, a.g.e., ss. 108-109.143
yollayan,
emirler veren, O’nu azarlayan ya da cesaretlendiren Tanrı’dan daima ayrı,
hatta
alabildiğine uzak görecektir. Öylesine farklı ve öylesine derin bir uçurumla
ayrılmış
iki dünyadadırlar ki, ulaşmaları için birbirlerine aracılar şarttır.426 Buna
göre,
Hz. Muhammed (s.a) mistik yolculuğunun ilk aşamalarında durmuştur. Hem
işitsel
hem görsel olarak aldığı lütuflar, O’nun (s.a) tasavvuf merhalelerinden ulaşmış
olduğu
bir merhaledir. İleri sürmüş olduğu bu merhaleyi Rodinson, şeytanın
entrikaları
ya da hayal gücünün doğal sonuçları olarak açıklamanın mümkün
olmadığını
söylemektedir.427
J. C.
Archer de “Mystical Elements in Mohammed” adlı eserinde, Hz.
Peygamber'in
zühdünü ve ibadet hayatını, genelde geçmiş kültürlerdeki ve özelde de
Hristiyan
rahip ve papazların mistik yönelişleriyle birlikte değerlendirmek suretiyle
bir
çeşit mistik etkileşimden söz eder.428
Rodinson
Hz. Muhammed’in başlangıçta, gerekli şartlar sunulduğu takdirde,
bir
mistiğin oluşmasına elverişli bir mizaca sahip olduğunu iddia etmektedir. Ancak
peygamberlik
vazifesi Allah’ın lütfu ve ihsanıdır. Bunun için de özel şartların
bulunmasına
gerek yoktur. Eğer durum böyle olsaydı, onun iddia ettiğine göre Hz.
Peygamber’in
aşamalarından geçen birçok mistiğin de vahiy alması gerekirdi. Zira
Rodinson,
bu meseleye açıklık getiremediği için topu, psikologlara ya da
psikiyatristlere
atmıştır. Ayrıca söz konusu mistiklerin vardığı keşf ve ilhamlar vahiy
derecesine
asla ulaşamaz.
Rodinson’un,
Tanrı ile ittihad ve indimac gibi makamlar kabul edip, bu
makamları
en üstün mertebe olarak görmesi, ilmen de yanlıştır. Rodinson’un bu
konuda
Hallac-ı Mansur’u örnek olarak zikretmesi bundan vahdet-i vücudu kastettiği
anlamına
gelmektedir. Ancak vahdet-i vücud tasavvufta en yüksek mertebe değildir.
Aksine
nakıs bir mertebedir. Tevhitte istiğrak halinin sonucudur.429
426
Rodinson, a.g.e., ss. 109-110.
427
Rodinson, a.g.e., s. 110.
428
Hıdır, a.g.m., s. 144.
429
Hatip, a.g.e., ss. 375-376.144
Ayrıca
İslam ruhbanlık ve papazlık türünden zühd ve tasavvufu kabul etmez.
Bu
nedenle Allah Rasûlü’nü (s.a) sufilikle nitelemek, O’nun Allah’la ittihad
mertebesine
varmayan bir tasavvuf mertebesinde bulunduğunu söylemek tarihî, ilmî
ve pratik
hiçbir delile dayanmamaktadır.430
430
Sönmezsoy, a.g.e, s. 158.145
SONUÇ
Müslüman
doğunun medeniyetiyle ilgilenen Batı araştırmaları anlamındaki
oryantalizm,
özellikle 19. ve 20. yüzyıllarda kurumsallaşarak, çalışmalarına hız
vermiştir.
Bununla birlikte İslamiyet ile ilgili yapılan oryantalist çalışmaların genel
karakteristiği
göz önüne alınırsa, İslam, Kur’an ve Hz. Peygamber’e karşı
tutumlarının
ön yargılı ve genellikle saldırgan bir üsluba sahip oldukları
görülmektedir.
İslam’a
dair yazılan eserlerin, bu dini tanıtmak için yazılmış olması varsayılır.
Müelliflerin
amaçları İslam’ı tanımak veya okuyuculara tanıtmak ise, bu dinin
özelliklerini
bütün yönleriyle tutarlı ve uyumlu bir şekilde sunması gerekir. Ancak
kendince
önemsediği bilgileri ön plana çıkarır, bazı hususları hiç ele almaz veya
tahrif
ve tebdil ederek sunarsa, o şahsın belli bir eğilimi olduğu anlaşılır.
Oryantalistlerin
büyük çoğunluğunun ise bu tür bir eğilime ve bu dine karşı bir ön
yargıya
sahip olarak eserlerini oluşturdukları görülmektedir. İçlerinden bir kısmının
Kur’an’a
dair önemli bazı eserleri neşrederek ilim dünyasına kazandırma çabaları
inkar
edilemez. Fakat büyük çoğunluğu, yorumlarında objektif olamamış,
önyargılarından
kurtulamamış, objektif olacağını ifade etse de reailtede bunu
gerçekleştirememiş,
neredeyse her fırsatta Kur’an’ın otoritesini ortadan kaldırmaya
yönelik
çabalarda bulunmuştur. Bu bakımdan, onların eserlerine temkinli
yaklaşılmalı,
niyetleri dikkatli bir şekilde tahlil edilerek, amaçları açığa
çıkarılmalıdır.
Esas
itibariyle onlar eserlerinde iki ana temayı ele almışlardır. İlki, Hz.
Muhammed’in
peygamberliğinin sıhhati, diğeri ise Kur’an’ın vahiy ürünü olup
olmadığıdır.
Onların Kur’an ve Hz. Peygamber’e yaklaşımlarının temel ön kabulü ise
Kur’an’ın
ilahî vahye dayanmadığıdır.
Oryantalistlerin
çoğuna göre İslam, Hz. Peygamber'in kurduğu bir din,
Kur’an
ise O’nun telif ettiği bir kitaptır. Kur’an vahyini kendi kendine oluşturup,
istediği
zaman istediği değişikliği yapma tasarrufuna sahip bir peygamber izlenimi
oluşturmaktadırlar.
Onlar vahiy müessesesini kabul etseler de Kur’an’ın ilahî vahyin146
ürünü
olduğunu reddetmişlerdir. Bu bakış açısı, İslam’ın vahye dayalı bir din, Hz.
Peygamber'in
de vahiyle hareket eden bir peygamber olduğunun inkarı anlamına
gelmektedir.
Bunun bir neticesi olarak da onlar, Kur’an, Hz. Peygamber ve O’nun
yetiştiği
çevreyi tarihi, psikolojik ve sosyal açıdan analize tabi tutarak anlamaya
çalışmışlardır.
Oryantalistlerin
genellikle İslam’daki vahiy doktrinini kabul etmedikleri için
vahyi
vecd hali, hayal, halüsinasyon, bilinçaltı, büyük insanların maruz kaldığı
hastalık
vb. olarak açıklamaya çalıştıkları görülmektedir. Ancak vahiy olayı, insan
aklının
alamayacağı olağanüstü ve gizemli bir husustur. Bunun sebebi ise, hiç şüphe
yok ki,
vahyin ilahî kaynaklı oluşudur. Vahyeden ile vahyi alan arasında mahiyet
itibariyle
herhangi bir benzerlik bulunmaması da bir başka sebeptir.
Oryantalistler,
Kur’an-ı Kerim’in kaynağının ilahî olmasını reddettikleri için,
Kur’an’a
kaynak aramak, onların çalışmalarının en belirgin özelliği olmuştur.
Bunlardan
bir kısmı sadece Yahudiliği, bir kısmı ise sadece Hristiyanlığı kaynak
olarak
zikrederken, bir kısmı hem Yahudiliği hem de Hristiyanlığı zikreder. Söz
konusu
iki dini kaynak olarak seçmelerinin nedeni ise Kur’an’ın bazı öğretilerinin ve
hükümlerinin,
Yahudi ve Hristiyanlığınki ile paralellik göstermesidir. Ancak bu
durum,
bu dinlerin Kur’an’a kaynaklık ettiğinin değil, bunların aynı kaynaktan
beslendiğinin
göstergesidir.
Allah
Teala’nın, insanların hidayeti için gönderdiği peygamberlerin tebliğ
ettiği
din, zaman içinde taşıdığı isimler farklı olsa da tek dindir. Allah’ın elçileri
birbirlerini
yalanlamak için değil, aksine birbirlerini tasdik etmek için
gönderilmişlerdir.
O halde, peygamberlerin çeşitli zamanlarda insanlara tebliğ
ettikleri
dinin esasında herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Değişiklik, ancak
dünya
hayatına ilişkin birtakım hükümlerde meydana gelmiştir. Dolayısıyla çeşitli
zamanlarda
bildirilen dinin aynı olması, zorunlu olarak, kaynağın da aynı olmasını
gerektirmektedir.
Bu bakımdan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet’in en önemli
ortak
özelliği, bu dinlerin Allah tarafından vahyedilmiş olmasıdır. Kur’an ise
kendinden
önce gönderilmiş Tevrat ve İncil’i tasdik eden vahyedilmiş en son kitaptır.
Nitekim
birçok ayet-i kerimede bizzat Kur’an’ın, Kitab-ı Mukaddes'i tasdik ettiği147
beyan
edilmektedir. Kur’an, muhtelif ayetlerde kendisinin semavi kitapların
sonuncusu,
Hz. Muhammed’in de en son peygamber olduğunu ilan etmektedir. Allah
Teala
Şûra Suresi’nin 3. ayetinde şöyle buyurmuştur: “Aziz ve Hakim olan Allah,
sana ve
senden öncekilere işte böyle vahyeder.” Buna göre Allah’ın bütün elçilerinin
risaletlerinin
kaynağı vahiydir. Açıkça görülmektedir ki dinin kaynağını da vahiy
oluşturmaktadır.
Bunun
yanı sıra oryantalistlerin bir kısmı Hz. Peygamber’in başka
kaynaklardan
beslendiğini gösterebilmek için o dönemde Arabistan Yarımadası’nda
mevcut
olan Haniflik, Sabiilik, Mecusilik gibi diğer inançlara da işaret etmişlerdir.
Şunu
belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber hiçbir zaman yeni bir din
getirdiğini
iddia etmemiştir. Bilakis İslam dininin Hz. İbrahim’in dini olduğu ve
önceki
peygamberlerin tebliğleri ile aynı olduğunu ifade etmiştir. Kur’an-ı Kerim
ancak
bunları, karıştırılmış olan yanlışlıklardan ayıkladıktan sonra, zamanın
ihtiyaçlarına
göre birtakım yeni hükümler ve kurallar getirmiştir.
Oryantalistlerin
bazılarının da Hz. Peygamber’e, öğretilerini alabileceği
birtakım
hocalar tahsis ettikleri görülmüştür. Ancak bu durum, İslam’ın yabancı
olduğu
bir iddia değildir. Nitekim Kur’an’ın nazil olduğu ilk dönemlerde bu iddiayı
bizzat
müşrikler ileri sürmüşlerdir. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle
anlatılmaktadır:
“Şüphesiz onların Kur’an’ı ona bir insan öğretiyor dediklerini
biliyoruz.”
( Nahl 16/103) Yaptığımız çalışmada, Hz. Muhammed’in bilgilerinin
nispet
edildiği bazı isimleri tek tek ele alarak, bunun imkansızlığını ortaya koymaya
çalıştık.
Ancak genel olarak söyleyebiliriz ki, böyle bir bilgiye sahip olan söz konusu
şahısların,
kendi bildikleriyle peygamberlik iddiasında bulunmayıp, başkasına
öğretmesinin
hiçbir mantıklı izahı bulunmamaktadır.
Oryantalistlerin,
dönemin Arap müşriklerinin Hz. Peygamber’e yönelik şair
ve kâhin
olduğu şeklindeki ithamlarını aynen benimsedikleri görülmüştür. Ancak
müşriklerden
daha farklı ve dolaylı bir üslup benimsemişlerdir. Müşriklerin mecnun
ithamına
ise oryantalistler, dönemin tıp verilerine dayanarak farklı izahlar
getirmişlerdir.148
Vahyin
kaynağı olan Allah Teala “Şüphesiz biz, sana ağır bir söz
bırakacağız.”
(Müzemmil 73/5) buyurarak, peygamberliğin zor bir görev olduğunu
ifade
ettiği gibi muhtemelen vahyin bedende ağırlığından da söz etmiştir. Nitekim
Hz.
Peygamber’de vahiy alırken birtakım haller görülmektedir. Buna dayanarak
oryantalistlerin
bazıları, O’na birtakım hastalıklar isnat etmişlerdir. Özellikle Orta
Çağ’da
yaygın olan sara iddiasının yanı sıra bazı oryantalistler histeriya ithamında
bulunmuş,
bazıları ise gördüklerinin hayal ve halüsinasyon olduğunu iddia etmiştir.
Bir
kısım oryantalist ise Hz. Peygamber’in farklı amaçlarla vahiy
uydurduğunu
ve bunu Allah’a isnat ettiğini iddia etmiştir. Ancak farklı beyanlar olsa
da
oryantalistlerin ifadeleri bir noktada birleşmektedir ki, o da Kur’an’ın hiçbir
ilahilik
vasfının bulunmadığı ve onun Hz. Muhammed’in eseri olduğudur.
Şayet
oryantalistlerin iddia ettiği gibi Kur’an’ın müellifi Hz. Muhammed ise,
O’nun,
böyle kıymetli bir Kitab’ı başka birine isnat etmesi anlamsız olurdu. Çünkü
bu
durum, Kur’an’ı doğrudan kendisine nispet ettiği takdirde şanının yücelmesine
ve
liderliğinin
kabul edilmesine yeterli olabilir. Zira o dönemde böyle bir eseri başka hiç
kimse
ortaya koyamamıştır. Bu pozisyonda bulunan bir insanın da kendisine ait olan
bir
eseri ısrarla başkasına mal etmesi düşünülemez.
“O’nu
okumak için dilini oynatma. Şüphesiz onu toplamak ve okutturmak
bize
aittir” (Kıyamet 75/16-17) ayetiyle Allah Teala, vahyin Hz. Peygamber (a.s)’in
kendi
beşeri yeteneği ile ayet oluşturamayacağını ifade etmektedir. Dolayısıyla bütün
özellikleri
ile Kur’an, insanî değil, ilahî kaynaklıdır.
“Ey
Muhammed, Yahudiler ve Hristiyanlar dinlerine tabi olmadıkça asla
senden
hoşnut olmayacaklardır.” (Bakara 2/120) ayetindeki hakikate binaen
oryantalistlerin
çoğu, İslam ve Kur’an aleyhine çalışmalarını sürdürmeye devam
edeceklerdir.
Biz Müslümanlara düşen ise belli amaçlar güderek İslam aleyhinde
yapılan
her türlü saldırıyı gün yüzüne çıkarmak, hatırlatmak, insanları bu konuda
aydınlatmaktır.
Bu amacı taşıyarak yaptığımız çalışmanın bu alana ilgi duyanlara
faydalı
olmasını ümit ediyor ve oryantalistlerin Kur’an’a dair diğer iddialarının da
müstakil
olarak çalışılmasını teklif ediyoruz.149
KAYNAKÇA
AKDEMİR,
Salih, “Müsteşriklerin Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed (s.a.v)’e
Yaklaşımları”,
AÜİFD, XXXI/180-210.
el-AKÎKÎ,
Necib, el-Müsteşrikûn, Daru’l-Mearif, Mısır, 1964.
ALBAYRAK,
İsmail, “Kur’an-ı Kerim Ayetlerinin Tertibi Hakkındaki Oryantalist
Söyleme
Genel Bir Bakış”, Marife, sy. 3, ss. 155-164.
……………………….,“Richard
Bell, Kur’an Çalışmaları ve Kur’an Vahyi
Hakkındaki
Görüşleri”, SAÜİFD, sy. 3, ss. 267-280.
APAK,
Adem, Anahatlarıyla İslam Öncesi Arap Tarihi ve Kültürü, Ensar Yay.,
İstanbul,
2012.
……………….,“Mutedil
Müsteşriklere Göre Hz. Peygamber’in Üstünlüğü”,
UÜİFD,
c. 6, sy. 6, ss. 425-431.
ARMAĞAN,
Bekir, “Tor Andrae’nin Eserlerinde Hz. Muhammed”, Ankara
Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2012.
ATAY,
Esma, “İlk Dönem İngiliz Oryantalistlerin Kur’an Çalışmaları W. Muir ve D.
S.
Margoliouth Örneği”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış
Yüksek
Lisans Tezi), Ankara, 2006.
ATEŞ,
Süleyman, İslam’a İtirazlar ve Kur’an-ı Kerim’den Cevaplar, Kılıç Yay.,
Ankara,
1972.
AYDAR,
Hidayet, Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi Meselesi, Yeni Zamanlar Yay.,
İstanbul,
2014.
BELL,
Richard, The Origin of Islam in Its Christian Environments, Macmillan &
Company
Ltd., London, 1926.
BROCKELMANN,
Carl, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, çvr. Neşet Çağatay,
AÜİF
Yay., Ankara, 1964,
BUCAILLE,
Maurice, Müspet İlim Yönünden Tevrat, İnciller ve Kur’an, çvr.
Mehmet
Ali Sönmez, DİB Yay., Ankara, 1991.
BUHL,
Frantz, “Kur’an”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1977,
VI/995-1012.
………………...
“Muhammed”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1960,
VIII/452-470.
BULUT,
Yücel, “Oryantalizm”, DİA, İstanbul, 2007, XXXIII/428-437.150
……………….,
“Oryantalizmin Tarihsel Gelişimi Üzerine Bazı Değerlendirmeler”,
Marife,
sy. 3, ss. 13-38.
CAETANI,
Leone, İslam Tarihi, çvr. Hüseyin Cahit Yalçın, Tanin Matbaası,
İstanbul,
1924-1927, I-X.
CARLYLE,
Thomas, Kahramanlar, çvr. Behzat Tanç, Beyaz Balina Yay., İstanbul,
2000.
CERRAHOĞLU,
İsmail, “Oryantalizm ve Batı’da Kur’an ve Kur’an İlimleri
Üzerine
Araştırmalar”, AÜİFD, XXXI/95-136.
el-CEVZÎ,
İbn Kayyim, Bedâiu’t-Tefsir, thk. Salih Ahmed Şamî ve Seyid
Muhammed,
Daru İbn Cevzî, Suudi Arabistan, 2007, I-III.
ÇAĞATAY,
Neşet, İslam Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, AÜİF Yayınları,
Ankara,
1982.
ÇETİN,
Nihad M., “Ümeyye b. Ebi’s-Salt”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları,
İstanbul,
1986, XVI/100-102.
ÇORUK,
Ali Şükrü, “Oryantalizm Üzerine Notlar”, Sosyal Bilimler Dergisi, c. XI,
sy. 2,
ss. 193-204.
DAVENPORT,
Lord John, Hz. Muhammed ve Kur’an-ı Kerim, çvr. Ömer Rıza
Doğrul,
Arar Yay., Ankara, 1967.
DAVUTOĞLU,
Ahmet, “Batıdaki İslam Çalışmaları Üzerine”, Marife, sy. 3, ss. 39-
52.
DOZY,
Reinhart Pieter Anne, Tarih-i İslamiyet, çvr. Abdullah Cevdet, Matba-i
İçtihad,
İstanbul, 1928.
ERTUĞRUL,
İsmail Fennî, Kitab-ı İzale-i Şükûk, Osmaniye Matbaası, İstanbul,
1928.
………………………………....,
Hakikat Nurları, Sebil Yay., İstanbul, 1994.
FAZLURRAHMAN,
Ana Konularıyla Kur’an, çvr. Alparslan Açıkgenç, Ankara
Okulu
Yay., Ankara, 2000.
FISCHER,
August, “Kâhin”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1955,
VI/71-73.
GIBB,
Hamilton, Mohammedanisme An Historical Survey, A Galaxy Book,
Newyork,
1962.
GOLDZIHER,
Ignaz, el-Akide ve’ş-Şeria fi’l-İslam, trc. Muhammed Yusuf Musa ve
diğerleri,
Daru’l-Kütübi’l-Hadise, Mısır, ts.151
GÖKKIR,
Bilal “Kur’an’da Yabancı Kelimeler Meselesine Oryantalist Bir
Yaklaşım”,
Marife, sy. 3, ss. 135-142.
GÖRGÜN,
Tahsin, “Goldziher, Ignaz”, DİA, İstanbul, 1996, XIV/105-111.
GUILLAUME,
Alfred, Islam, Penguin Books, England, 1956.
HAMİDULLAH,
Muhammed, “Kur’an Müslümanların Mukaddes Kitabı”, çvr.
Ahmet
Salih Ocak, İslam Medeniyeti Dergisi, c. 1, sy. 1, ss. 3-5.
………………………………….,
İslam Peygamberi, çvr. Mehmet Yazgan, Beyan
Yay.,
İstanbul, 2014, I-II.
HATİP,
Abdülaziz, Kur’an ve Hz. Peygamber Aleyhindeki İddialara Cevaplar,
Nesil
Yay, İstanbul, 1997.
HIDIR,
Özcan, “XX. Yüzyıl Oryantalist Çalışmalarda Hz. Peygamber İmajı”, İLAM
Araştırma
Dergisi, c. 3, sy. 2, ss. 141-165.
IŞIK,
Emin, “Alak Suresi”, DİA, İstanbul, 1989, II/333-334.
IZUTSU,
Toshihiko, Kur’an'da Allah ve İnsan, çvr. Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar
Neşriyat,
İstanbul, ts.
İBN
HİŞAM, Abdülmelik, es-Siretü’n-Nebeviyye, thk. Mustafa es-Seka ve diğerleri,
Şeriketü
Mektebeti ve Matbaati Mustafa el-Babi el-Halebi, Mısır, 1955, I-II.
İBN
KESÎR, Ebu’l-Fidâ, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, thk. Muhammed Hüseyin
Şemsüddin,
Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, I-VIII.
KARA,
Seyfullah, “Hz. Peygamber’e Karşı Oryantalist Bakış ve Bu Bakışın
Kırılması”,
AÜİFD, XXIII/145-169.
el-KEVSERÎ,
Muhammed Zahid, “Min İberi’t-Tarih (Yarım Asır Öncesinden
Oryantalizme
Bakış)”, çvr. Seyit Bahçıvan, SÜİFD, XXIII/185-194.
KUTUB,
Muhammed, Oryantalistler ve İslam, trc. M. Beşir Eryarsoy, Beka Yay.,
İstanbul,
2014.
KUZUDİŞLİ,
Bekir, “Oryantalizm ve Hadisle İlgilenen Bazı Oryantalistler”,
İÜİFD,
sy. 7, ss. 141-172.
KÜÇÜK,
Hülya, “Dozy’nin ‘Het Islamisme’ Adlı Eseri Üzerine”, Diyanet İlmi
Dergi,
XXX/4, ss. 63-89.
LEWIS,
Bernard, The Arabs in History, Oxford University Press, Newyork, 1993.
el-MEVDUDİ,
Ebu’l A’la, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber’in
Hayatı,
çvr. Ahmet Asrar, Pınar Yayınları, İstanbul, 2010.152
………………………….,
Tefhimu’l Kur’an, trc. Yusuf Karaca ve diğerleri, İnsan
Yay.,
İstanbul, I-VII.
OKUMUŞ,
Mesut, “Arthur Jeffery ve Kur’an Çalışmaları Üzerine”, AÜİFD,
XLIII/2,
ss. 121-150.
ÖZAN,
Gülbahar, “Sir William Muir’in Kur’an’a Bakışı”, Ankara Üniversitesi
Sosyal
Bilimler Enstitüsü, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2016.
er-RAZÎ,
Fahreddin, Mefâtîhu’l-Ğayb, Daru İhyai’t-Türasi’l-Arabî, Beyrut, 2000, IXXXII.
RIZA,
Muhammed Reşid, el-Vahyu’l-Muhammedî, el-Mektebetü’l-İslamî, Beyrut,
1985.
RODINSON,
Maxime, “Oryantalizmin Doğuşu”, çvr. Ahmet Turan Yüksel, Marife,
sy. 3,
ss. 171-188.
…………………….….,
Muhammed, çvr. Atilla Tokatlı, Doruk Yay., İstanbul, 2008.
SAID, W.
Edward, Oryantalizm: Sömürgeciliğin Keşif Kolu, çvr. Nezih Uzel, İrfan
Yay.,
İstanbul, 1998.
es-SİBAÎ,
Mustafa, el-İstişrak ve’l-Müsteşrikûn, Mâ Lehüm ve Mâ Aleyhim,
elMektebu’l-İslamiyye, Beyrut, 1979.
SÖNMEZSOY,
Selahattin, Kur’an ve Oryantalistler, Fecr Yay., Ankara, 1998.
ŞENTÜRK,
Habil, “Peygamber’in Diğer İnsanlardan Farkı: Vahiy”, DEÜİFD,
III/181-187.
et-TABERÎ,
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Cami’ul-Beyan, thk. Ahmet
Muhammed
Şakir, Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 2000, I-XXIV.
TISDALL,
W. St. Clair, The Original Sources Of The Qur’an, Society for
Promoting
Christian Knowledge (S.P.C.K.), London, 1911.
THOMAS,
J. Heywood, “Paul Tillich”, çvr. Mehmet Dağ, AÜİFD, XXII/201-243.
TORREY,
Charles Cutler, The Jewish Foundation Of Islam, Jewish Institute Of
Religion
Press, Bloch Publishing CO., Newyork, 1933.
TÜCCAR,
Zülfikar, “Ümeyye b. Ebi’s-Salt”, DİA, İstanbul, 2012, XLII/303-305.
TÜLÜCÜ,
Süleyman, “İmruü’l-Kays b. Âbis”, DİA, İstanbul, 2000, XXII/237.
UĞUR,
Hakan, “Osmanlının Son Döneminde Oryantalistlerin Kur’an Hakkındaki
İddialarına
Karşı Osmanlı Ulemasının Yaptığı Çalışmalar -İsmail Fennî Ertuğrul
Örneği-”
Osmanlı Toplumunda Kur’an Kültürü ve Tefsir Çalışmaları II, İstanbul,
2013,
ss. 507-548.153
WATT,
William Montgomery, “Oryantalistlerin İslam Araştırmaları”, çvr. Talip
Küçükcan,
DEÜİFD, İzmir, 1992, VII/411-422.
………………………….……,
Hazreti Muhammed Peygamber ve Devlet Adamı,
çvr.
Erdem Türközü, İletişim Yay., İstanbul, 2015.
……………………………….,
Hz. Muhammed Mekke’de, AÜİF Yay., çvr. M. Rami
Ayas ve
Azmi Yüksel, Ankara, 1986.
…………………………….…,
Kur’an’a Giriş, çvr. Süleyman Kalkan, Ankara
Okulu
Yay., Ankara, 1998.
……………………………….,
Modern Dünyada İslam Vahyi, çvr. Mehmet S.
Aydın,
Hülbe Yay., Ankara, 1982.
WENSINCK,
A. J., “Vahiy”, İslam Ansiklopedisi, MEB Yayınları, İstanbul, 1986,
XIII/142-145.
YAVUZ,
Hilmi, Modernleşme, Oryantalizm ve İslam, Büke Yay., İstanbul, 2000.
YAZIR,
Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Feza Yay., İstanbul, ts.,
I-X.
YILDIRIM,
Suat, Anahatlarıyla Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, Ensar
Yay.,
İstanbul, 2011.
…………………..,
Oryantalistlerin Yanılgıları Oryantalistlerin İslam Araştırmaları
Üzerine
Düşünceler, Da Yay., İstanbul, 2003.
ZAKZUK,
M. Hamdi, Oryantalizm veya Medeniyet Hesaplaşmasının Arka Planı,
trc.
Abdülaziz Hatip, Nil Yay., İzmir, 1993.