“DARU’L HARB” “DARU’L İSLAM” KAVRAMLARI ÜZERİNE

  

Avrupa’da bazı Müslümanlar arabasının dikiz aynasına tespih takıyorlar. Çünkü oradaki bazı Müslümanlar Müslüman olmayanların mal ve eşyalarını kendilerine helâl görüyor. Araba yahut evde, sahibinin Müslüman olduğuna dair bir işaret gördüklerinde almaktan vazgeçiyorlar.

Sen ülkende “savaş, zulüm vs var” diye kaç. Avrupa seni kabul etsin. İş bulana kadar Müslüman olmayan vergi mükellefleri sana ve ailene maaş versin. Sen ise sana yurdunu açan insanlara ihanet et, eşyalarını kendine helal kabul et.

Peki bunun sebebi ne?

Maalesef mürur-u zamana maruz kalmış bir takım kavramların ve fetvaların bunda etkisi var.

Klasik fıkıh kitaplarda “Daru’l Harb”, “Daru’l İslam” gibi terimler var.

Barış içinde komşulukların nadir olduğu, tüm coğrafyalarda sürekli devam eden savaşların ve devamlı değişen haritaların söz konusu olduğu, barışın istisna, savaşın bir yaşam tarzı olduğu, bir devletin sınırlarını kapayıp kendi halinde barış içinde kalabilme imkanı olmadığı, dolayısıyla ya sizin bir yerleri ele geçirerek barış tesis edeceğiniz yahut birilerinin gelip sizi ezip geçeceği, halkın kralın dininde olmak zorunda olduğu, dost düşman tanımının hatta insanların kendini tanımlamaları ve dünyaya ait her şeyi değerlendirmedeki ölçülerinin tamamen din üzerinden yapıldığı bir dönemde bu terimler doğru olabilirFakat günümüzde bu terimleri esas aldığımızda ortaya çözümsüz bir çarpıklık çıkıyor.

Günümüzde, ülkeleri daru’l harb ve daru’l İslam olarak ikiye ayırmak yerine ‘daru’l adalet’ ve ‘darü’z zulüm’ olarak ikiye ayırmak İslam’ın ruhuna daha muvafık olacaktır. Çünkü Müslümanların çoğunlukta olduğu devletlerde hayat süren Müslümanlar, yine Müslümanların zulmü altında inim inim inlerken, Batı ülkelerinde hayat süren Müslümanlar ise dinlerini daha rahat yaşamaktadırlar. Hatta Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde dinlerini yaşama imkanı verilmeyen alt dini gruplara müntesip bazı Müslümanlar bir yolunu bulup Batı’ya kaçmaktadırlar. İşte bu insanlar zulümden adalete kaçıyorlar. Nitekim ilk Müslümanlar da zulümden adalete yani Habeşistan’a kaçmamışlar mıydı?

Zaten sözde şeriat ile yönetilen Suudi Arabistan ve İran gibi ülkeler dahil, bütün İslam ülkelerindeki siyasi yönetimlerdeki İslam’a aykırılıklar, seküler Avrupa’nın İslam’a aykırılıklarından çok daha fazladır. Üstelik Avrupa’daki uygulamaların %90’dan fazla İslam’a muvafık olduğu söylenebilir. İslam siyasi düşüncesinin iki temeli olan ‘istişare’ ve ‘adalet’ ilkeleri Avrupa’da uygulanırken, Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde bunlardan bahsetmek neredeyse imkansızdır. Halbuki Hazreti Ali ‘devletin dini adalettir’ der. Yoksa devlet namaz kılmaz ve oruç tutmaz. Adalet varsa İslam vardır. Adalet yoksa İslam da yoktur...Almanya ile Türkiye’yi karşılaştırdığımızda, Almanya’nın Müslümanlara sunmuş olduğu dini özgürlüklerin, Türkiye’nin Müslümanlara verdiği dini özgürlüklerden, temelde ve detayda daha geniş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

“Daru’l Harb” ve “Daru’l İslam” tanımlamaları geçerliliğini yitirdi. İllaki bir ülkeye “Daru’l İslam” yani İslam ülkesi diyeceksek inanç hürriyetinin olduğu, yalan, yolsuzluk ve adam kayırmanın minimum düzeyde olduğu ülkelere “İslam” ülkesi demeliyiz. Zira yolsuzluk ve rüşvetin; yalan ve aldatmanın hayat rutini haline geldiği ülkelere “İslam ülkesi” demek İslam’a ve Müslümanlığa ağır bir hakarettir.

Büyük bir fıkıh alimi ve müfessir olan Mâverdî’ye nispet edilen “Bir küfür ülkesi, orada dinin izhar edilebilmesi halinde dârü’l İslâm olur,” sözü çarpıcı bir kriterdir. (1)

Klasik eserler dikkatle tetkik edildiğinde görülecektir ki, daru’l harbin belirlenmesinde temel esas, din patenti değil, Müslümanların zulüm altında inlemeleri ve dinlerine ait ahkamın hiçbir yürürlük imkânı bulamamasıdır.

İslâm hukukçularının dârülislâm için, hukuk düzeninin hâkim olduğu ülke anlamında “dârü ahkâm” (Serahsî, el-Mebsûṭ, XXX, 33; Cürcânî, s. 82), buna karşılık gayri müslim ülkeler için de kuvvet ve zorbalığın hâkim olduğu yerler anlamında “dârü kahr” (Serahsî, el-Mebsûṭ, XXX, 33), “dârü kahr ve galebe” (Cürcânî, s. 82), “dârü kahr ve ibâha” (Haccâvî, III, 144) tabirlerini kullanmış olmaları da dikkat çekicidir. (2) O halde, İslamî hükümlerin eksik uygulanması ve inanç farklılığı bir ülkeyi daru’l harb yapmaz.

Moğollar, Bağdat’ı kuşattığında Hülâgû, Müstansıriyye âlimlerine şu suali yöneltir:

“Müslüman olmayan fakat âdil olan bir sultan mı, yoksa Müslüman fakat zalim olan sultan mı daha üstündür?”

Bu suali Ehl-i Beyt silsilesinin büyük alimlerinden İbn Tâvûs cevaplar:

“Müslüman olmayan fakat âdil olan sultan üstündür.” (3)

Öne çıkan özellik adalet.

20. Yüzyıl Rusya Müslümanlarından ilahiyatçı, Kazanlı Musa Carullah’ın “Devletin dini adalet, küfrü zulümdür. Devlette din aranmaz” sözü çok çarpıcı.(4)

Bu bakış açısı terk edildiğinde İslam’ın barış dini olma özelliği ortadan kalkar. Savaştan başka amacı olmayan nefret, öfke ve kin “Müslümanlığı” ortaya çıkar. Bu da Müslümanlığın dünyadan silinmesine neden olur.

Tabii ki geleneği kabul edeceğiz ama Selefilerin yaptığı gibi değil. Onda bir ayıklamaya gidecek ve onların yetmediği ya da günümüz gerçeklerine uymadığı yerde geleneği yeniden inşa edeceğiz. Arkadan gelen insanlar olarak geleneğe ek koymasını bileceğiz. 13 asır önce Orta Asya, 10 asır önce Endülüs’te, 2 asır önce Osmanlı’da hatta 50 yıl önce ülkemizde üretilen bilgileri ayniyle kabullenmek, bugün ne kendimize yeni bir kimlik inşa etme imkanı verir ne de hayatı Allah ve Resulünün muradı doğrultusunda yaşamamızı sağlar. Aksine bizi dinden uzaklaştırır, aramıza mesafe koyar.

Günümüzde mevcut dindarlığımız üzerinde düşünüp aksayan ve eksik kalan kısımlarımızı keşfederek dinimizin değişmez emir-yasak, değer, ilke ve prensiplerinden hareketle yeni bir Müslüman kimliği inşa etmek zorundayız.

DİPNOT:

(1)  Yrd. Doç. Dr. Muammer ARANGÜL, GAYRİMÜSLİM HÂKİMİYETİ ALTINDA YAŞAMANIN FIKHÎ AÇIDAN İMKÂNI ÜZERİNE, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2017/2, c. 16, sayı: 32, s. 437 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/404571