ASR-I SAADET VE SONRASINDA SAVAŞ

 

Fetih ve cihat mefhumları, devr-i risalette şu içerikteydi:

Cihad, kimi zaman Müslümanların saldırıya maruz kalmaları ya da saldırıya uğrayacakları hakkında ciddî istihbarî bilgiler edinmeleri durumunda mevcut tehdidi ortadan kaldırmak, haysiyet ve itibarlarını korumak için kabule mecbur bırakıldıkları bir savaş biçiminde de görülebilir. Hz. Peygamberin bizzat komuta ettiği yahut ashabdan bazılarını kumandan tayin ettiği savaşların ve askeri harekâtın sayısı altmıştan fazladır. Bunların hiçbiri saldırı savaşı değildir.

Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Hz. Peygamber, hiçbir müşrik topluluğa sırf müşrik oldukları için saldırmamıştır. Girdiği tüm harpler ya başlamış bir saldırıya karşı savunma ya da bir saldırı hazırlığını başlangıç aşamasında sonuçsuz bırakmak amacına yöneliktir. Müminleri cihada teşvik eden âyetler de esasen kaçınılması mümkün olmadığı için başlamış bir savaşla ilgili olarak nazil olmuşlardır. Dolayısıyla Kur’ân ve Sünnet’e göre uluslararası ilişkilerde esas olan sulhtur. Savaş, istisnaî bir durumdur. (1)

Özellikle Hz. Ömer devrinde Arap yarımadasında Müslümanların varlığını hedef alan bir düşman topluluğu kalmamıştı. Ama kabile ve aşiretlerden gelmesi muhtemel tehlikeler yerini devletlere bırakmıştı. Ve kapıda daha büyük tehditler belirmişti: Bizans ve Sasani (bugünkü İran).

Araplar içerisinde olası bir Bizans yahut Sasani saldırısı beklentisi sürekli olarak vardı. Dolayısıyla mücadelenin sınırlarının genişlemesi kaçınılmazdı ve İslam toplumu gelişip güçlenmek mecburiyetindeydi. Bu nedenle önündeki güç odaklarına karşı tedbir almaya mecburdu. Yine bu husus, fetihlerin arka planındaki önemli muharriklerinden birisi olarak da yorumlanabilir.

Müminler bir yandan tebliğ vazifesini yerine getirirken bir yandan da hem kendilerine hem de kendileriyle anlaşma yapan insanlara karşı başlatılan düşmanlıkla mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Bilhassa kendileriyle anlaşma yapan yahut İslam’ı kabul ettiği için baskı, zulüm, şiddet ve fiili saldırı gören korumasız insanlara yardım etmek gayesiyle mücadele ettiler. Dolayısıyla onları savaştıkları için eleştirmek pek mantıklı bir yaklaşım değildir.

O devirlerde barış içinde komşuluklar nadirdi. Tüm coğrafyalarda sürekli devam eden savaşlar ve devamlı değişen haritalar söz konusuydu. Barış istisna, savaş bir yaşam tarzıydı. Böyle bir sosyolojide bir devletin sınırlarını kapayıp kendi halinde barış içinde kalabilme imkanı yoktu. Dolayısıyla ya siz bir yerleri ele geçirerek barış tesis edeceksiniz yahut birileri gelip sizi ezip geçecekti.

O çağlarda devlet yöneticileri tebaalarına din özgürlüğü vermiyordu.

Halk kralın dininde olmak zorundaydı.

Geçerli ilke şuydu: Jus regio, ejus religio (Kimin toprağıysa, onun dini).

Buruc suresinde işaret buyurulan mezâlimin gerekçesi budur:

Himyeri Devleti'nin son hükümdarı olan ZûNüvâs, 523’te işgal ettiği Necran’da Hıristiyan halkı Yahudiliğe girmeye zorlamış, kabul etmeyenleri kadın, çocuk ve din adamı ayrımı yapmaksızın ateş dolu hendeklere doldurarak yaktırmıştır. Bu şekilde katledilen Hıristiyan sayısı İslami kaynaklarda 20 bin olarak kaydedilmektedir. (2)

Bizans İmparatoru Jüstinyen 532 yılında işte bu ‘tek devlet, tek kanun, tek din’ kaidesine muhalefet eden Heretik 30.000 ile 40.000 insanı Hipodrom’a doldurup acımasızca katletmişti. Ardından Ariyanlar’ın kiliselerini yıktırmış, diğer yaygın bir mezhep olan Manikaenler’i toptan katlettirmişti. (3)

Allah Rasulü’nün (sas) Bizans Kralı Herakliyus’a (575-641) yazdığı İslam’a davet mektubunda “İslam’ı kabul etmekten kaçınması halinde halkının günahını da üstleneceği” şeklindeki uyarısının altında yatan sebep de muhtemelen buydu. Halk kralın dininde olmak zorundaydı.

Halkın kralın dininden olduğu bir dünyada doğal olarak din özgürlüğü yoktu. Bu durumu değiştirmek o günün fetihleri için önemli bir saikti. Ulaştığı coğrafyada dini özgürlüğü ve ekonomik hürriyet tesis eden Müslümanlık bir cazibe merkezi oluyordu.

Müminler İran ve Roma'nın eskiden yönettiği yerlere girdiklerinde ilk karşılaştıkları şey, yüzyıllardır devam eden katı bir feodal düzendi. Hükümdara bağlı soylu sınıfların mülk ve tasarrufunda olan topraklarla beraber toprağın üstünde hayatını devam ettiren ve onu sahibi adına işlemekle yükümlü olan köylü aileler ve çiftçiler de soyluların özel mülküydü.

Bizans imparatorluğunun izlediği Ortodoks ve Rumlaştırma siyaseti ve imparator Herakliyus’un bütün akideleri Monotheisme adı ile yeni bir mezhep içerisinde birleştirme teşebbüsü bütün Yakın-şark Hıristiyanlarının Müslüman ordularını bir nevi kurtarıcı olarak karşılamalarına, Mısır ve Suriye’nin kolayca ele geçirilmesine imkân verdi. (4)

Edmund Weber’e göre, tarihte doğuda ve İran’da İslam'ın rahatça yayılmasını sağlayan önemli faktör, egemen din ve mezheplerin (Hıristiyanlık ve Zerdüştlük) diğerlerini hayat hakkı olmayan kafirler olarak görmeleriydi ve bu halklar Müslümanları kurtarıcılar olarak gördüler.

Müminlerin hakim oldukları topraklarda üç sorumlulukları vardı:

İlki, i’lâ-yı kelimetullah (Allah’ı anlatma).

İkincisi, bulundukları yerlerde din ve vicdan özgürlüğünü tesis etmek.

Üçüncüsü ise şayet bir başka coğrafyada insanlar zulüm görüyorlarsa veya dini tercih özgürlüğü içinde değil iseler buna fiili müdahale. Müslüman, bir maddi zulme engel olmak zorunda olduğu gibi mazlum insanların din hürriyetini de sağlamak zorunda idi. (5)

Bizans ve Sasanilerin idaresindeki topraklarda din ve vicdan özgürlüğü olmadığı, halk kralın mezhebini kabul etmek zorunda olduğu ve köylü derebeylerin şiddetli tazyikleri ve sömürüsü altında ezildiği için Hz. Ebu Bekir devrinde Müslüman askerler neredeyse ellerini kollarını sallayarak Şam’a dek varmışlardı. İslami fetihleri kolaylaştıran iki önemli sebepten biri fethedilen topraklarda derebeyliğin (feodalite) kaldırılıp artık köylüden fey ödeme yükümlülüğüyle yetinilmesi, diğeri de herkesin dininde veya mezhebinde özgür bırakılmasıdır.

GANİMET AMACIYLA YAPILAN HARPLERİ DURDURAN HALİFE

Müminler elde ettikleri topraklarda bir medeniyet kurmaya başlıyordu. Her şeyden evvel din ve inanç hürriyeti başta olmak üzere temel insani haklarını halka vermekte kesinlikle tereddüt yaşamıyorlardı. Kentlerin mimari dokusundan, çevre temizliğine, açılan okul ve medreselerle ilmi düşüncenin hayata hâkim olmasına kadar insanların hayat standartlarını yükselterek onların insanca ve özgürce yaşamasını sağlayacak değişimleri gerçekleştiriyorlardı. Yönetim sisteminde vergi düzenlemesi, toprak ve mülkiyet planlamaları, iktisadi kalkınma, zengin fakir arasındaki uçurumun kapanması, modern devirlerdeki isimlendirme ile ifade edecek olursak ‘sosyal devlet’ anlayışının birçok unsurunu söz konusu toplumlarda görmek mümkündü…

Can alıcı soru şu; 15 yüzyıllık İslam tarihi boyunca bütün fetih hareketlerinde sonuç hep böyle mi olmuştur? İnsanlar topraklarını kaybetseler de zulüm, baskı ve eziyet içinde hayat sürmekten kurtulup özgürlüklerini mi kazanmışlardır?

Bu soruya evet yahut hayır diye tek kelimelik cevap ver derseniz cevap bellidir; hayır. Müslümanlar ne yazık ki sonraki devirlerde erken devirlerdeki samimiyet ve safiyetlerini koruyamamışlardır. Menfaat mülahazası kelimenin tam anlamıyla hem kendileri hem de muhatapları namına sonucu ‘fetih’ olması gereken savaşları, talan-yağma-gasp savaşları haline getirmiştir. Devletler arası ilişkilerin yaygın formuna onlar da uymuştur. Sınırları genişletme, anlaşmazlıkları kılıçla çözme, mevcutla yetinme ve diplomasiyi kullanmanın önüne geçmiştir. İnsanların gerçek anlamda hürriyetlerine kavuşmaları beklenirken hürriyetlerini hatta hayatlarını kaybetmişlerdir.

Maalesef Dört Halife'den sonra fetihlerin asli ekseninde aşınmalar başladı.

Artık fetih hareketlerinin saffetini yitirdiğini ilk fark eden yönetici, râşit halifelerin beşincisi sayılan Ömer bin Abdulaziz’dir.

Ömer bin Abdülazîz'in ilk icraatı İstanbul’u kuşatmakta olan Mesleme b. Abdülmelik’in ordusunu geri çağırmak oldu. Mâverâünnehir bölgesindeki fetih hareketini de durdurdu. (6)

Ona göre fetihler İ’lay-ı kelimetullah amacıyla değil ganimet ve talan amacıyla gerçekleştiriliyordu…

Halife olduğunda kısaca şunları yaptı:

Fetihleri durdurmakla beraber köle ve cariyeleri serbest bıraktı. Zira O'na göre bu ezilen zavallılar meşru savaşın sonucunda ele geçirilmiş esirler değil, esir pazarlarında insan tacirlerinin kazanç aracıydı.

Yüzbinlerce yoksul ve ihtiyaç sahibi insan sokaklarda aç gezer ve bunlar yönetimin ve kamu bütçesini (beytülmal) temellük etmiş bulunan mütegallibenin umurunda değilken, iki sene içinde ekonomi politikalarını yoksulların ve orta sınıfların lehine çevirdi. O kadar ki Şam'da yaşayan bir zengin ancak Orta Afrika’ya kadar giderse zekât verecek yoksul bulabiliyordu.

Emevîler’in ilk devirlerinden itibaren ikinci sınıf Müslüman muamelesi gören mevâlîyi Arap asıllı Müslümanlarla eşit kabul etti. Gayrimüslimlerin yöneticiler ve Müslümanlar aleyhindeki şikâyetlerini dikkate alarak haksız yere ellerinden alınan kiliselerini, evlerini ve diğer mallarını iade etti ve mağduriyetlerini giderdi. 

Yönetimindeki gayrimüslimlerin hidayete ermesi için büyük gayret sarf etti, davet mektupları ve tebliğ heyetleri göndererek onları İslâm’a çağırdı. Berberî kabilelerinin hepsi O'nun gayretleriyle Müslüman oldu. Horasan ve Mısır halkı kitleler halinde İslâm’a girdi. Mâverâünnehir’de bazı yöresel hükümdarlar halklarıyla birlikte İslâmiyet’i kabul ettiler. Hindistan krallarından birkaçı onun davetine uyup halklarıyla birlikte Müslüman oldular. (6)

Ömer bin Abdülaziz, 2,5 senelik halifeliğinden sonra 37 yaşında şehit edildiğinde geride bu muhteşem mirası bırakmıştı.

İSLAM KILIÇ ZORUYLA MI YAYILDI?

İslam’ın yayılışında genel kanı fetihlerin ana etmen olduğudur.

Peki hakikaten esas faktör fetihler miydi?

Güçlü olmak ve hakimiyet kurmak mı etkili oldu yahut temsil ve tebliğ mi?

Siyasi olarak bozulmaların meydana geldiği zaman dilimlerinde İslâm, manevi sahadaki en büyük fetihlerinden bazılarını gerçekleştirmiştir. Şöyle ki; on birinci yüzyılda daha İslâm dini ile tanışmamış olan Selçuklular ve on üçüncü yüzyılda da Moğol istilâcılar, Müslümanlara büyük yenilgiler yaşatmışlarsa da sonradan istilâ ettikleri topraklarda yaşayan insanların dinini kabul ederek İslâmiyet’i seçmişlerdir. (7)

İslam dünyasını fetihlerle kazanılmış ve İslam’a tebliğ ile kazandırılmış kesim olarak ikiye ayırarak farklı perspektiflerden bir karşılaştırma yapabiliriz. Bu iki kesimi iki ayrı tablo olarak karşılaştırdığımızda olumlu görüntülerin tebliğ ile ulaşılmış kesimde mevcut olduğunu görürüz. Müspet görüntü olarak nitelediğimiz bu ayırıcı özellikleri dört başlık altında toplayabiliriz:

1- Tebliğ ile İslam’a kazandırılmış kesimin fetihle kazanılmış kesime göre daha geniş bir coğrafyaya yayılmış olduğu müşahede edilir. İslam’ın tebliğle ulaştığı Bengal, Malezya, Endonezya, Filipinler, Kuzey sahil şeridinin altından Güneye Ekvator çizgisinin altına kadar Afrika Kıtası, kısmen Orta Asya kesimi fetihlerle ulaşılan topraklardan daha geniş bir coğrafya meydana getirmektedir.

2- Tebliğ vesilesiyle ulaşılan topraklardaki Müslüman nüfusun fetih yoluyla elde edilen topraklardaki Müslüman nüfustan daha çok olduğu müşahede edilir. Tebliğ vesilesiyle İslam’a kazandırılmış nüfus içine Avrupa, Amerika, Avusturalya, Çin ve diğer Uzak Doğu Müslümanlarını da dahil etmemiz lazımdır.

3- Fetihle ulaşılan yörelerde başlangıçtan itibaren, mezhep kavgalarının, iç çekişmelerin, isyan hareketlerinin sürekli olageldiğini gördüğümüz halde tebliğle ulaşılan yörelerde insanların İslam'ı gönülden benimsemiş olmaları nedeniyle buralarda bu tür olumsuzluklar gözlenmemiştir.

4 – Fetih yoluyla elde edilen ve yüzlerce yıl bir İslam ülkesi olarak kalmış olan oldukça geniş bir coğrafya kaybedilmiş̧ ve İslam ülkesi olmaktan çıkmıştır. Buna karşın tebliğ vesilesiyle kazanılan kesimin insanları İslam'ı gönülden benimsedikleri için İslam'ın bu yörelere yerleşmesi kesin ve kalıcı olmuştur.

Bu açık tablonun değerlendirilmesi neticesinde Müslümanlığın kılıç dini olduğu, kılıç zoruyla yayıldığı iddiasının temelsiz kaldığı görülür. İslam berrak tevhid akidesinin sıcaklığı ve cazibesiyle gönülleri fethederek yayılmıştır. İslam tarihi boyunca Müslüman hükümdarların zaman zaman birbirleriyle, zaman zaman gayrimüslim krallarla yaptıkları savaşları Kur’an’da ifadesini bulan cihad kurumuyla karıştırmamak gerekir. Bu savaşlar çoğu zaman cihan hakimiyeti emelleriyle yapılmış hakimiyet kavgalarıdır. Bu harpleri yaşandıkları çağın ve o günkü siyasetin koşullarında değerlendirmek gerekir.

Bu savaşların cihad olarak nitelendirilmesi tartışılır. Zira savaş̧ boyutuyla cihad ayetlerin (5) işaretiyle saldırganlık niteliği taşımamalıdır. Saldırgan olan ve harbi kaçınılmaz kılan karşı taraf olmalıdır. (8)

Savaşların hiç yaşanmadığı veya az olduğu Çin, Hindistan, Endonezya ve Afrika kıtası sahillerindeki memleketler, bugün dünya Müslümanlarının çoğunluğunun ikamet ettiği bölgelerdir. Bu bölgelerde Müslümanlarla ülke insanları arasında az miktardaki çatışmharicinde savaş̧ olmamış̧, buralarda İslam Müslüman alimler, tüccar ve denizciler vesilesiyle yayılmıştır.

651 senesinde devrin halifesi Hz. Osman da Çin’e bir heyet göndermiştir. Çin ile ilişkiler bu tarihlerde başlamış̧(9)ilerleyen zamanlarda Müslüman tacirlerden Çin’e yerleşenler olmuştur. Bu vesileyle Çin’de İslam, ihlaslı Müslümanların gayretleriyle yayılmıştır.

Hindistan ve Uzakdoğu’da da İslam, büyük oranda Müslüman tüccarlar aracılığıyla yayılmıştır. Zamanla Hindistan’da İslam iyice yerleşm ve bir İslam medeniyeti kurulmuştur.

İslam, Malezya’da da 1400 yılından evvel yavaş yavaş yayılmıştır. Güney Filipinler toplumu da 1500 yılından evvel Müslüman olmaya başlamıştır.

Uzakdoğu ve Endonezya gibi oldukça geniş bir coğrafyada, İslam’ın yayılması için seferler düzenlendiğine ve savaşların yapıldığına dair bir veri tarihi kaynaklarda geçmemektedir. Tüm bu veriler söz konusu ülke ve bölgelerde İslam’ın kılıçla değil, samimi ve gayretli tüccarların tebliğ faaliyetleriyle yayıldığını göstermektedir. (10)

“İslâmiyet’in tebliğ ruhunun kanıtları, ne zâlimlerin zulmünde yahut bağnaz kimselerin öfkesinde aranmalı, ne de bir elinde kılıç, bir elinde Kur’ân, efsanevi şahsiyete haiz Müslüman cengâverlerin kahramanlıklarında aranmalıdır. Bilakis, dinlerini dünyanın her tarafına taşıyan vaiz ve tâcirlerin sâkin ve iknâcı gayretlerinde aramak gerekmektedir.” (11)
Afrika kıtasında Liberya, Sierra Leone ve Gine sahilinde yapılan tebliğ çalışmalarını İngiliz Avam Kamarası’nın Sierra Leone Şirketinin feshini talep eden dilekçesinde buluyoruz:

"Çok az miktarda Müslüman’ın Sierra Leone'nin 40 mil kadar kuzeyinde Mandingo Ülkesi adı verilen bir yere yerleşmelerinin üstünden yetmiş yıldan fazla bir süre geçmeden bu coğrafyalarda Arapçanın ve İslâm’ın ilkelerinin öğretildiği okullar açıldı. Büyük oranda medeniyet, birlik ve güvenlik getirildi. Netice itibarıyla nüfus hızla arttı. Müslümanların okullarında eğitim görenler, komşu devletlerde servete ve güce ulaşıyorlar; dinlerinin ve kanunlarının kayda değer bir kısmını beraberlerinde götürüyorlar. Her Müslüman fiili olarak tebliğcidir. Bir süre ikamet amacıyla bir kasabada yaşayan beş-on Müslüman, hemen bir mescid yapıp işe başlar. Evvela kasabanın reisine yaklaşıp, niyetlerini gerçekleştirebilmek için onun rızasını almaya çalışırlar, hatta mümkünse onun da kendilerine katılmasını sağlamaya çalışırlar." (12)

Batı Afrika'da İslâm’ın yayılmasında Kadiriyye ve Ticaniyye tarikatları etkiliydi. Bunlar Senegal ırmağından Nijer ırmağının başına kadar tüm Batı Sudan’a yayılmıştı. (13)

Marco Polo, Çindeki Yunnan bölgesinin çeşitli kesimlerinde Müslümanların olduğuna değinir. Tarihçiler, 14. asrın başında Yunnan’ın başşehri Talifu’da oturanların tamamının Müslüman olduğunu yazar.

14. yüzyılın ortalarına doğru Çin’deki bazı sahil kentlerini gezen İbn Batûta şöyle bir bilgi aktarır: “Her kasabada ayrı bir Müslüman semti vardır ve Çinliler tarafından hürmet gösterilirler.”

İslâm, Tibet’e de Keşmirli tüccarlar vesilesiyle girmiştir. (14)

Girit’e ilk tebliğcilerin gelişinden bir asır sonra Girit nüfusunun yarısı Müslüman olmuştu. (15)

Semerkand’da 700'lü yıllarda Ebu Şeyda adlı bir dervişin vaazları neticesinde çok sayıda insan İslâm’a girmişti. (16)

İslam’ı ilk kabul eden Moğol hükümdarı Berke Han idi ve 1256’dan 1267 yılına dek Altın Ordu devletini yönetmiş idi. Bir gün Buhara’dan gelen bir kervandaki Müslüman tüccarlarla karşılaşır. Onlara sorular sorar. Bu tüccarlar o kadar ikna edici cevaplar verirler ki Berke Han İslam'a girer. (17)

İshak Veli isminde bir derviş, Kaşgar, Yerkent ve Hotan’da 12 senede 180 kişinin hidayetine vesile olmuştu. (18)

Tebliğci Nasır Şah (M. 969-1030) Hindistan’da Triçinopoli’de yerleşti. Çok sayıda Hindu O'nun vesilesiyle Müslüman oldu. Türbesi halen ziyaret ediliyor. Yine Şah el-Hamid (1532-1600) ömrünün çoğunu Güney Hindistan’da yaptığı tebliğ seferleriyle geçirdi; nihayetinde Nagore’a yerleşti. Türbesi burada. (19)

İslam Maldivlere 1200’lerden evvel Arap ve Fars tüccarlar vesilesiyle ulaşmıştır. Hükümet merkezi olan Mâlê’de türbesi bulunan Tebriz asıllı Şeyh Yusuf Şemseddîn bu adalarda İslâm’ı başarıyla tebliğ etmiştir. (20)

Abdülkadir Geylânî Hazretleri'nin soyundan gelen Seyyid Yusufiddîn 1422 senesinde Sind’e gelmiş ve 10 sene sonunda 700 ailenin hidayetine vesile olmuştu. (21)

Baba Ferîdüddîn’in vaazlarıyla hidayetlerine vesile olduğu on altı kabilenin listesi mevcuttur. 

Hindistan’daki tebliğcilerin en ünlüsü Hâce Muîniddîn el-Çistî idi. Peyderpey çok sayıda insan etrafında toplandı ve Müslüman oldu. 

Seyyid Celaleddîn 1244’te Hindistan’da Uç’a yerleşmiş ve o yöredeki çok sayıda insanın hidayetine vesile olmuştu. Torunu Seyyid Ahmed ise Kebir ve Pencap’taki pek çok kabileyi kazanmıştı. 

Ali Kalender, 1324 senesinde Panipat’a gelmiş ve 100 yaşında ruhunun ufkuna yürüyene kadar 300 insanın hidayetine vesile olmuştu. 

Gezici bir vaiz olan Mevlevi Bekâ Hüseyin Hân, birkaç sene içinde Bombay, Cawnpore, Acmir ve başka kentlerde yaşayanlardan 228 kişinin İslâm’ı seçmelerine vesile olmuştu. Mevlevi Hasan Ali, on ikisi Poona’da, diğerleriyse Haydarabat ve Hindistan’ın başka bölgelerinden olmak üzere yirmi beş kişiyi ihtida ettirmişti. 

Bombay Başkanlıgı’ndaki Kandeş bölgesinde Seyyid Safder Ali'nin mesleği demircilikti ve 200 kişinin hidayetine vesile olmuştu. 

Patiala’da Mevlevi Ubeydullah isminde ilim sahibi mühtedi bir Brahman, kendi akrabalarının engellemelerine rağmen çalışmaya devam etmişti. Hidayetlerine vesile olduğu insanlar kentin bir semtini dolduruyordu. (22)

Keşmir’in ilk Müslüman hükümdarı Sadreddîn’in Müslüman oluşuna 14. yüzyılın ilk yarısında Derviş Bülbül Şah isminde birinin vesile olduğu söylenir. 

Timur’un gazabından kaçan Seyyid Ali Hemedânî ve 700 seyyid Keşmir’in her tarafında zaviyeler açmış ve İslam'ı geniş bir kitleye tebliğ etmişti. (23)

Malay vakayinameleri, Sumatra’nın kuzeybatısında Açe’ye ilk gelen davetçinin 12. yüzyılın ortalarında Abdullah Arif adlı bir Arap olduğunu kaydediyor. Bu zatın öğrencilerinden olan Burhaneddin’in, batı sahili boyunca Priaman’a kadar İslâm’ı yaydığı biliniyor. 

1292 senesinde meşhur seyyah Marco Polo, Açe'nin de içinde bulunduğu Sumatra'daki tüm ahalinin putperest olduğunu nakleder ve şöyle der:

“Ama adanın kuzeydoğusunda bulunan küçük bir krallık istisnadır. Burada kentliler Müslüman’dır, çünkü bilmelisiniz ki bu krallık, Saracenler (Arap Müslümanlar) tarafından o kadar sık ziyaret edilmektedir ki, yerlileri Muhammed şeriatına çevirmişlerdir.” (24)

Sumatra’yı 1413 senesinde gezen bir Çinli gezgin şöyle der:

“Lambri kentinde hepsi de Müslüman bin aile bulunmaktadır. Bunlar çok iyi insanlar. Müslüman tebliğciler, bilhassa batı sahili boyunca, inançsızlar arasından dinlerine yeni kimseleri kazanmaktadırlar. Sipirok bölgesinde, bir cami imamı, 25 senede Hıristiyanların haricindeki ahalinin tamamını İslâm’a döndürmüştü.” (25)

Sulu vakayinameleri, Malaka’daki ilk İslâm davetçisinin Şerif Kerim el-Mahdum olduğunu kaydeder. 14. yüzyılın ortalarında Sultan Muhammed Şah’ı ve Malaka ahalisini İslâm’a döndüren bu zattır. (26)

Rus topraklarında bir Hıristiyan’ı, İslâm’a çevirmek suçu işleyen birisi, tüm medenî haklarını kaybederek, ağır hapis cezasına çarptırılıyordu. Ancak sert önlemlere rağmen, İslam özellikle kuzeydoğu Rusya’nın kabileleri arasında yayılmıştı. (27)

İSLAM TEBLİĞLE YAYILIRKEN AVRUPA NASILDI?

Batılı yazarlar 6. ve 11. yüzyıllar arası Avrupa için “karanlık çağ” ifadesini kullanır. (28)

Müslümanlar Avrupa ile fazla alakadar olmadılar. Ne Avrupa’nın lisanlarını öğrenmek ne de bu ülkeleri gezmek istediler. Avrupa’da Müslümanlara hiçbir şey veremeyecek, daha düşük bir uygarlık bulunduğunu düşünüyorlardı. (29)

"Hıristiyan düşüncesi, ilmî çalışmalara karşı olmuş ve hatta, o dönemlerde, ilim, Hıristiyanların savaş açtığı putperestlikle bir tutulmuştur. O devrin ilim ve bilgisini içinde toplayan İskenderiye Kütüphanesi’nin bir kısmının, 390 yılında, piskopos Theophilos tarafından yaktırılması bu anlayışın bir neticesi olarak görülmüştür.

529 senesinde, İmparator Justinianus, Platon Akademisi’ni kapatmıştır.

Papalar, bilimlerden dilediklerini yasaklayabilmektedir.

C. Colomb'un , Macellen’in dünyanın yuvarlak olduğu; Kopernic ve Galilee’nin dünyanın döndüğü şeklindeki görüşleri Kitab-ı Mukaddes’e aykırı bulunmuştu ve Galilee, Engizisyon’da mahkum edilmiş̧, görüşünden vazgeçmesi istenmişti." (30)

22 Haziran 1633'te Engizisyon Mahkemesi'nce mahkûm edilen Galileo GalileiKopernikçi görüşlerini ve Dünya'nın döndüğüne ilişkin tezini inkar etmek zorunda kaldı. (31)

"Hıristiyanlık halk arasında yayıldıkça, ilme karşı alınan bu tavır daha büyük bir şiddet ve dehşet aldı. Mesela meşhur astronom Theon’un kızı matematikçi Hypatia (370-415) başpiskopos Kyril’in kışkırtması ile İskenderiye’de halk tarafından taşlanarak öldürülmüştü." (32)

Deneysel bilimin öncülerinden kabul edilen Roger Bacon Oxford’da bilimsel deneyler yapmaya kalkışınca kalkışınca bütün Oxford hocaları öğrencileriyle birlikte ayaklandı. Papazlar, keşişler, öğrenciler Oxford’un sokaklarında cübbelerini sallaya sahaya “gebersin sihirbaz” feryatlarıyla dolaşmışlardı. Öte yandan Bacon, Arap eserlerine verdiği önemden dolayı yeni bir suçlama karşısında daha kalmıştı; artık muarızları “Roger Bacon Müslüman oldu” diye bağırıyorlardı. (33) Bacon, Hristiyan olmayanlardan (bilhassa Araplardan) birçok şey öğrenilebileceğini söyler. Ona göre İbn-i Sina Aristoteles’den sonraki en büyük filozoftu. Bacon, bu nedenlerle otorite ve din adamlarıyla sürekli tartışmalar yaşadığı için 14 yıl hapis yattı. (34)

1572 Aziz-Barthélemy Katliamında, Katolikler, IX. Charles’ın emriyle  5 ila 30 bin arasında Protestan’ı öldürmüşlerdi.(35) Ve Papa bu katliamı kutlamak için özel bir madalya darbettirmiştir. (36)

İtalyan filozof ve gökbilimci Giordano Bruno, Kilisenin söylemine aykırı olarak dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söylemişti. Bu aykırı görüşleri yüzünden 1600 yılında sapkın ilan edildi ve diri diri yakılarak idam edildi. (37)

Protestan ve Katolikler arasındaki Otuz Yıl Savaşları’nda (1618 ile 1648) Almanya harabe halini almış, kıtlık ve salgınlar çıkmış Almanya'nın bazı bölgelerinde %50'nin üzerinde nüfus düşüşü olmuştur. (38)

Engizisyon Mahkemeleri vahşeti yüzyıllar boyunca, yüz binlerce kişiyi yakma, kazığa oturtma, mezardan çıkarıp kemikleri yakma, dilini kesme, evlerini yıkma, mala gasp, hapis, sürgün, kürek çekme gibi cezalar olarak tezahür etmişti. (39)

“Protestanlığın babası” Martin Luther(40) krallardan hakkını isteyen "Caniler ve Haydutla Çetesi Köylülere Karşı" başlıklı yazısında Luther, köylülere karşı savaşları şöyle motive etmeye çalış­maktadır: "Bir köylüyü katletmek cinayet değildir... Onları ezin, boğazlarını kesin, etkisiz hale getirin... Bir köylüyü öldürmek vahşi bir köpeği öldürmek gibidir." (41)
                                

AVRUPA İÇİN KARANLIK OLAN ÇAĞDA MÜSLÜMANLAR NASILDI?

Yerli ve yabancı bilim insanları 8. ve 13. asırlar arasının Müslümanların altın çağı olduğunu konusunda hemfikirdir. (42)

Amerikalı-İsrailli Yahudi tarihçi Martin Kramer önemli bir makalesinde şunları söylüyor:

"1000 yılında Ortadoğu, dünya medeniyetinin potasıydı. Bilimin ve felsefenin dili olan Arapça'yı bilmeyen, gerçek ilim iddiasında bulunamaz, Bağdat ve Kurtuba, Kahire ve Buhara'yı görmeden insan dünyanın en büyük şehirlerini gördüğünü iddia edemezdi.

Küresel ticaret, Orta Doğu'nun muhteşem pazarlarında başka hiçbir yerde olmadığı kadar gelişti. Akademilerinde yetiştirilen bilimsel burs rakipsizdi. Dört asır önce fetihle kurulmuş bir İslam imparatorluğu, dünyanın en yaratıcı ve girişimci ruhlarının özgür iradesiyle sürdürülen bir İslam medeniyeti doğurmuştu...

...Bu fevkalade bir kentsel uygarlık oluşturdu. 1000'de Nobel Ödülleri olsaydı, neredeyse sadece Müslümanlara verilecekti. Ödüllerden biri kesinlikle parlak bilge, astronom, matematikçi, mineralog, botanikçi, dilbilimci ve tarihçi Biruni'ye (973-yaklaşık 1050) verilirdi. O'nun sayısız başarıları arasında, neredeyse kesin olarak dünyanın yarıçapını ve çevresini belirlemesi de vardı.

Avrupa'nın bilimlerdeki bilgisi buna nispeten sönük kaldı ve Orta Çağ süresince Müslüman sofrasından koparılan kırıntılarla ayakta kaldı. Medeni bir Müslümanın (veya İslam altında yaşayan bir Yahudinin) bakış açısından, Pireneler'in ötesindeki topraklar karanlığın kalbiydi." (43)

O zaman diliminde  nasıl bir zemin oluştu ki o yüzyılın en gözde bilim insanları yetişti?

8. yüzyılda Hârûnürreşîd döneminde Bağdat’ta ilk kâğıt fabrikası kuruldu. Bu fabrikadan sonra İslam dünyası ve İspanya’da başka birçok fabrika kuruldu. (44)

İbn Sina (Avicenna) El  Kanun fi t Tıbb ve Kitab üş Şifa gibi iki mükemmel eser yazdı. Bu eserler, Cerahlık da dahil bütün tıp alanlarını kapsıyordu ve 5 yüzyıl boyunca Avrupa'daki üniversitelerde ders kitabı olarak okutuldu. Bu eserler İbn Sina'nın şöhret kazanmasına tanınmasına vesile oldu. (45) El kanun yüzyıllar boyunca Avrupalılar tarafından "hekimlerin incili "şeklinde adlandırıldı. (46)

Ali b. el-Abbâs’ın “el-Kitâbü’l-Melekî”(47), Ebû el-Kâsım ez-Zehrâvî’nin “Et-Tasrîf”(48) isimli kitapları Latinceye tercüme edildi ve asırlarca Avrupa’da ders kitabı olarak okutuldu.

Operasyonların narkoz yoluyla yapılması o dönemde bilinen tıbbî yöntemlerden birisidir. Bu yönteme uyutma anlamına gelen `tenvim' deniyordu. (49)

İbn Ebu’l Hazm olarak tanınan İbn Nefis Dımeşkî kanın damarlarda nasıl hareket ettiğini 11. yüzyılda izah etti. Küçük kan dolaşımını keşfettti. Bunun kaşifi olarak kabul edilen Micheal Servetius bu çözüme ancak 16. yüzyılda ulaştı. (50)

İbn el-Heysem, görmenin gözden çıkan ışınlar yoluyla değil, bilakis nesneden yansıyan ışınlar yoluyla gerçekleştiğini savundu. (51) “Kitâb el-Menâzır” isimli optik kitabı O'nun matematiksel dehasına delil kabul edilir. (52) Deneylerde kullanılmak üzere birçok alet ve mekanizma yapmıştı. Başka bir keşfi asırlar sonra icat edilen karanlık odadır(camera obscura). (53) Bu kameraların atası olarak sayılmıştır. (54)

Göz merceğinin ön yüzeyinden gelen yansımayı tespit eden Kemaleddin el-Farisi bu yansımayı kendi teorisi ekseninde harika bir şekilde temellendirmiştir. Avrupa'da 1823 senesinde Johannes Evangelista O'nun koyun gözü üzerinde ispatladığı sonuçlara ancak ulaşabilmiştir. (55)

Üçüncü dereceden denklemi konik kesit yardımıyla çözen ilk kişi Ebu Cafer el Hazin'dir. Dünyanın dönüp dönmediği mevzusunun  tartışıldığı bir dönemde astronomi alanında Zic eş Şafa ih  adlı aletle gezegenlerin boylam derecelerini ölçmeyi başarmıştır. (56) El Hazin ayrıca “Mîzân el-Hikme” isimli kitabında suyun özgül ağırlığının sıcaklık derecesine bağlı olduğunu anlatmış ve özgül ağırlıkları 1/60.000’lik hata oranı ile hesaplamıştır. Bir sıvının kabı şayet yerin merkezine daha yakın ise daha büyük bir hacim, eğer daha uzak ise daha küçük bir hacim kapladığını ispatlamıştır. (57)

Ebû’l-Vefâ 10. asırda trigonometrik fonksiyonları interpolasyon yöntemi doğrultusunda çizelge haline getirmiş; sinüs, tanjant ve kotanjant çizelgelerini hesaplamıştır ve küresel trigonometrinin temel teoremini bulmuştur. Ebû Sehl el-Kûhî, öncülerinin sonsuz küçükler hesabı konusundaki denemelerini ileriye taşıyarak parabolik kubbenin hacmini çok basit bir yöntemle ölçmeyi başardı. (58)

Nasreddîn et-Tûsî, trigonometriyi ilk defa bağımsız bir disiplin halinde “Kitāb eşŞekl el-Ḳaṭṭāʿ” isimli kitabında sundu. (59)

El-Bîrûnî, trigonometrik bir problem olan iç ve dış dokuzgenin kenarları yardımıyla daire hesaplamayı çözmeyi başarmıştır. (60)

Câbir bin Eflah, küresel trigonometride “Geber [Câbir] Teoremi” ismiyle önemli bir yere sahiptir. (61)

İbrâhîm b. Yahyâ ez-Zerkâlî, Güneş ile Dünya’nın en uzak mesafe noktasının ekliptikte yıllık değişen yerinin, çok yakın bir ölçümüne ulaşmayı başarmıştır. (62)

İbn er-Rezzâz el-Cezerî, gece ve gündüz eşitliği ve gün uzunlukları esaslarına göre yapılan saatler ve nesneleri doğal konumlarından başka cisimler aracılığıyla hareket ettiren 50 farklı makine modelini detaylarıyla kitabına koymuştur. (63)

Râzî, Arap tıbbının kurucusu olarak kabul edilmiştir. Kendinden sonraki dönemde tıbbın gelişmesinde etkili olmuş, hatta modern tıbbın kurucusu olarak bile ele alınmıştır. Tıp sahasındaki birçok eseri, başta Latince olmak üzere değişik dillere tercüme edilmiştir. (64)

Hilmi Ziya Ülken'e göre, İslam uygarlığı, Eski Yunan ve İran uygarlıklarının mirasçısı olduğu gibi kendisi de modern Batı uygarlığının gelişmesinde etki yapmıştır. (65)

Müslüman denizcilerinden deniz pusulasını ilk öğrenen İtalyanlar oldu. İtalyan denizciler öğrendikleri Müslümanların usturlap'ı ile enlem-boylamları hesaplamaya başladılar. (66)

Nürnbergli ve İtalyan tüccarlar ve Pisalı Leonardo Fibonacci İslam dünyasında kullanılan onluk sayı sisteminin kolaylığını fark edip Avrupa’ya getirdiler. (Roma rakamlarıyla) Gitgide uzayan hesap defterlerinde Arap rakamlarının kullanılmasını başlattılar. (67)

İslam-Tasavvuf araştırmacısı Annemarie Schimmel, İslam’ın ilk yüzyıllarındaki gelişmelerin sosyolojik yanına da vurgu yapar: "Orta çağ'da doğa bilinmleri ve tıp ilmi Müslümanların tekelindeydi; İslam felsefesi, mistiszimi Hiristiyan Ortaçağ'ına büyük katkılar sağlamış ve İspanya yüzyıllar boyunca İbrahimi dinlerin (Müslümanlık, Yahudilik,Hristiyanlık) birlikte barış içinde yaşanmasına tanıklık etmiştir." (68)

Bu dönemin en önemli isimlerinden biri İbn Haldûn’dur. Birçok bilim insanları tarafından tarih felsefesinin ve sosyolojinin kurucusu olarak görülmüştür, yazdığı eserler tartışılmaz birer baş yapıttır.

Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı'ya göre İslam dünyasının bu ilmi çalışmaları ilim tarihinde önemli bir çağ açıp İslam dünyasının ilim bakımından bulunduğu zaman diliminin en önde toplumu haline getirmişti. (69)

Önemli bir şarkiyatçı olan Marshall G. S. Hodgson, ‘Dünya Tarihinde İslam’ adlı kitabında şöyle der: “Hz. Muhammed’in 632’deki vefatından neredeyse hemen sonra, Müslümanlar Nil’den Amu Derya’ya kadar uzanan toprakların efendisi olmuşlardı. Bunu yapmakla, yabancı bir toprağa girmiş olmuyorlardı.  İslamiyet bu yerlerde tebliğ olunduğunda, bu yeni inanç orada yaşayanlara yabancı gelmiyordu. Giderek artan sayıda insan, bunu kendi dini arayışlarında gayet mantıklı bir ileri adım olarak görmüştü.” Sosyolog ve antropolog Gustave le Bon ise o yüzyılları şöyle tasvir eder: "Henüz Avrupa koyu bir karanlık içindeyken, İslam’ın iki büyük hanedanlığının merkezleri olan Bağdat ve Kordoba gerçekten birer kültür merkezleriydi ve ışıkları dünyayı aydınlatıyordu" (70)

Müslüman coğrafyada kültür seviyesi o çağın şartlarına göre çok yüksekti. En zengin kütüphaneler buralardaydı. İspanya'da el-Meriye’nin hâkimi Züheyr’in veziri Ebû Cafer b. Abbas ise şahsî kütüphanesinde dört yüz binden fazla kitaba sahipti. (71) Gırnata’da 70 kadar küçük halk kütüphanesi vardı. (72) Kitap satmak amacıyla müzayedeler yapılıyor, insanlar kitap almak için birbiriyle yarışıyordu. (73) Azîz-Billâh devrinde sarayda hâfız-ı kütüblük görevinde bulunan Ali b. Muhammed eş-Şâbüstî de kütüphane hakkında önemli bilgiler vermekte ve sarayın kırk odasının bu kütüphaneye tahsis edildiğini söylemektedir. Koleksiyonda mevcut kitap sayısı hakkında 200.000 ile 2 milyon arasında değişen rakamlar veren kaynaklardaki bilgileri karşılaştıran Hasan İbrâhim Hasan, Fâtımîler hakkındaki doktora tezinde bu sayının 600.000 civarında olması gerektiği sonucuna varır. (74)

Emeviler devrinde sadece Kurtuba’da 800 okul bulunmaktaydı. O tarihlerde batıdaki birkaç kütüphanede sadece rahip ve keşişlerin dua ve zikir metinlerinden oluşan  kütüphaneler vardı. İslam dünyasının 13. Yüzyılda ulaştığı kitap hacmine Avrupa ancak matbaanın icadından epey sonra 1600’lerle ulaşmıştır. Yine Avrupa’da 1200’lerden sonra kurulan Salerno, Pais, Oxford gibi üniversiteler doğudaki Medreselerin kopyasıdır. Medrese geleneğinde kitaplara derkenar yazmak, şerh yazmak, metin analizi yapmak;  “Text” ve “context” kavramları ve metin analizi teknikleri şeklinde Avrupa’ya geçmişti. (70)
Hodgson, varılan noktayı şöyle ifade eder:

"Eğer XVI. yüzyılda Mars'tan bir ziyaretçi gelmiş olsaydı, bütün dünyanın Müslüman olmanın eşiğinde olduğuna hükmedecekti. Böyle bir kanaate varmasının sebebini ise, kısmen Müslümanların stratejik ve siyasî avantajlarına ve aynı zamanda onların genel kültürünün canlılığına dayandıracaktı."(75)

Hz. Ömer döneminde Kûfe, Basra, Fustat ve Musul gibi sıfırdan yeni şehirler kurulmuştu. (76) Bu şehirlerde ana caddelerin genişliği 27 metre (40 arşın) olmak zorundaydı. -Ki şu an bile şehirlerde uygulanmayan bir genişlik- ara caddeler 10 metre, sokaklar ise minimum 3,5 metre genişliğindeydi. En dar sokaklarda iki yüklü devenin rahat geçebilmesi ölçü olarak kabul ediliyordu. Kentler geceleri henüz o çağda hurma liflerinden yapılmış sokak lambaları ile aydınlatılıyordu. Ve güvenliği temin eden gece bekçileri vardı. Cadde ve sokaklara taş döşenmeye başlanmıştı. Hz. Ömer devrinde valilerin etrafında ayrıcalıklı ve birbiriyle tanışıklık kurmuş bir zümre oluşmaması için görev süreleri 2 yılla sınırlanmıştı. (70)

Hayyim J. Cohen, bir makalesinde 
daha ilk sayfada Müslüman alimlerin Hristiyanlardan farklılığını şöyle belirtiyor:

"Hâkimlerin, az sayıda fakihin ve muhaddisin haricinde tüm bu âlimler tamamen kendi adlarına çalışıyorlardı; ne bir yetkili makam ne de herhangi bir dinî kurum tarafından atanmışlardı. Diğer bir deyişle, hıristiyan rahiplerin aksine, bunlar bir ücret/maaş almıyorlardı ve kendilerini geçindirmek zorundaydılar ki bunu çeşitli şekillerde yaptılar." (77)

Şu sonuç ortaya çıkıyor: Bu asırlarda yaşayan bilim insanları ve İslami ilimlerle meşgul insanların neredeyse yüzde 90’ı devlet görevinde çalışmıyor. Ne bilimsel araştırma yapan bilim insanları ne de medreselerde İslami ilimleri tetkik eden alimler devletten destek almıyor. Geçimlerini ya kendileri yahut aileleri aracılığıyla temin ediyor.

Ortadoğu ticari olarak dünyanın en canlı bölgesiydi. Müslümanlar dünyaya ticari ahlak ve dürüstlük açısında örnek olarak gösteriliyordu. Ebu Hanife bir keresinde içinde defolu bir ürün de bulunan malları Bağdat’taki ortağına gönderdi. Defolu olanı söylediyse de ortağı Hafs b. Abdurrahman bunu unutup hepsini sağlam olarak satmıştı. Ebu Hanife satın alan kişiyi tespit ettiremeyince tüm malların parasını sadaka olarak dağıttı. (78)

O dönemlerde “doğruluk ve dürüstlük” bir Müslüman sıfatı idi.

Bu devirde tüccarlar Ebu Hanife gibi dini ilimleri öğretisinde öncülük ediyorlardı… Erken ulema da siyasi otoritelerden mali olarak bağımsız olmaya önem verdi... Bu, alimlere göre yöneticilerin tazyikinden kurtulmanın ilk adımıydı.  Aralarında bazı Hanefi âlimleri Ahmed bin Hanbel ve Süfyan-ı Sevri’nin de yer aldığı birçok alim, İslam alimlerinin kamu otoritelerinden para almasının haram olduğunu ifade ediyordu. Dahası, devlet adamlarının güvenilmez ve hadis rivayet edilemez nitelikte olduğunu ifade ediyorlardı. Temizlik, tuvalet hijyeni, diş fırçalama (misvak ağacı kökleri ile) Avrupa’ya Müslümanlar vesilesiyle yayıldı. O çağlarda, Batı Avrupalılar çoğunlukla görgü ve hijyene daha az önem vermişlerdir.(79)
Alimler, siyasi güç ile arasına mesafe koymuştu. Sırtlarını yöneticilere dayamadıkları için de cesurca idarecileri ikaz ediyorlardı.

DİPNOT:

(3) Prof.Dr. Saffet KÖSE, DİN ÖZGÜRLÜGÜ VE BARIŞ YOLUNDA İKİ FARKLI TECRÜBE, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy.5, 2005, s. 20 http://isamveri.org/pdfdrg/D02533/2005_5/2005_5_KOSES.pdf
(4) Prof. Dr. Osman TURAN, TÜRK CİHÂN HÂKİMİYETİ MEFKÛRESİ TARİHİ s. 358 https://www.academia.edu/32838098/T%C3%9CRK_C%C4%B0HAN_HAK%C4%B0M%C4%B0YET%C4%B0_MEFKURES%C4%B0_TAR%C4%B0H%C4%B0_OSMAN_TURAN
(8) Prof. Dr. Hamza AKTAN, KUR'AN VE SÜNNET IŞIĞINDA DÜŞÜNCE VE İNANÇ ÖZGÜRLÜGÜ s. 86-87 http://isamveri.org/pdfdrg/D260788/2000/2000_AKTANH.pdf
(9) Bazı Çin kaynaklarında “Tang Hanedanlığı Wu De (武德) döneminde (618-626), Muhammed, dört büyük erdemli insanı dinlerini yaymak için Çin’e gönderdi. Bunlardan birincisi Guangzhou’da, ikincisi Yangzhou’da, üçüncüsü ve dördüncüsü ise Quanzhou’da dini yaydı” denilmektedir. Detaylı bilgi için bkz. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/229333
(10) Veysel NARGÜL, İslamiyetin Yayılmasında Savaş ve Şiddetin Rolü, Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1, 1 (2012/1), s. 144 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/208663
(12) Prof. Thomas Walker Arnold, İslâm’ın Tebliğ Tarihi s. 436-437 https://books.google.com.tr/books?id=LeyyDwAAQBAJ&printsec=frontcover&hl=tr#v=onepage&q=orant%C4%B1l%C4%B1&f=false
(13) Kadir Özköse, BATI AFRİKA’DA TASAVVUF AKIMLARININ ETKİSİ, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi III (2003), Sayı: 2 s. 156 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/52626
(22) Prof. Thomas Walker Arnold, İslâm’ın Tebliğ Tarihi s. 365-369 https://books.google.com.tr/books?id=LeyyDwAAQBAJ&printsec=frontcover&hl=tr#v=onepage&q=orant%C4%B1l%C4%B1&f=false
(23) Prof. Thomas Walker Arnold, İslâm’ın Tebliğ Tarihi s. 378-379 https://books.google.com.tr/books?id=LeyyDwAAQBAJ&printsec=frontcover&hl=tr#v=onepage&q=orant%C4%B1l%C4%B1&f=false
(30) Prof. Dr. Abdurrahman KÜÇÜK, İSLAM'DA İLMİN YERİ - ÖNEMİ VE MÜSLÜMANLARIN DURUMU, DİYANET İLMİ DERGİ • EKİM- KASIM- ARALIK 1992 • ClLT: 28 • SAYI: 4 s. 14-15 http://isamveri.org/pdfdrg/D00033/1992_c28/1992_c28_4/1992_c28_4_KUCUKA.pdf
(33) Mehmet Akif İnan, Din ve Uygarlık sf. 30 https://www.ebs.org.tr/ebs_files/files/yayinlarimiz/dinveuygarlik_.pdf
(36) Prof. Dr. Saffet KÖSE, DİN ÖZGÜRLÜĞÜ VE BARIŞ YOLUNDA İKİ FARKLI TECRÜBE, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 5, 2005, s. 23-24 http://www.islamhukuku.com/Uploads/Sayilar/ihad%205__(p13-48)156.PDF
(46) Dr. Murat SERDAR, İbn Sînâ ve el-Kânûn Fi’t-Tıbb Eserinin Orta Çağ Avrupası Tıp Fakülteleri Ders Müfredatlarına Etkisi, USAD, Bahar 2020; (12): s.77 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/1213731
(49) Fuat Sezgin, İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK, Cilt I, s. 32 https://www.tuba.gov.tr/files/yayinlar/T%C4%B0BKM/%C4%B0slamda%20Bilim%20ve%20Teknik.pdf
(50) Fuat Sezgin, İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK, Cilt I, s. 50 https://www.tuba.gov.tr/files/yayinlar/T%C4%B0BKM/%C4%B0slamda%20Bilim%20ve%20Teknik.pdf
(52) Fuat Sezgin, İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK, Cilt I, s. 27 https://www.tuba.gov.tr/files/yayinlar/T%C4%B0BKM/%C4%B0slamda%20Bilim%20ve%20Teknik.pdf
(53) Fuat Sezgin, İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK, Cilt I, s. 29 https://www.tuba.gov.tr/files/yayinlar/T%C4%B0BKM/%C4%B0slamda%20Bilim%20ve%20Teknik.pdf
(55) Fuat Sezgin, İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK, Cilt I, s. 56 https://www.tuba.gov.tr/files/yayinlar/T%C4%B0BKM/%C4%B0slamda%20Bilim%20ve%20Teknik.pdf
(56) Fuat Sezgin, İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK, Cilt I, s. 20 https://www.tuba.gov.tr/files/yayinlar/T%C4%B0BKM/%C4%B0slamda%20Bilim%20ve%20Teknik.pdf
(57) Fuat Sezgin, İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK, Cilt I, s. 36 https://www.tuba.gov.tr/files/yayinlar/T%C4%B0BKM/%C4%B0slamda%20Bilim%20ve%20Teknik.pdf
(58) Fuat Sezgin, İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK, Cilt I, s. 21-22 https://www.tuba.gov.tr/files/yayinlar/T%C4%B0BKM/%C4%B0slamda%20Bilim%20ve%20Teknik.pdf

(59) Fuat Sezgin, İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK, Cilt I, s. 42 https://www.tuba.gov.tr/files/yayinlar/T%C4%B0BKM/%C4%B0slamda%20Bilim%20ve%20Teknik.pdf

(60) Fuat Sezgin, İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK, Cilt I, s. 27 https://www.tuba.gov.tr/files/yayinlar/T%C4%B0BKM/%C4%B0slamda%20Bilim%20ve%20Teknik.pdf

(61) Fuat Sezgin, İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK, Cilt I, s. 35 https://www.tuba.gov.tr/files/yayinlar/T%C4%B0BKM/%C4%B0slamda%20Bilim%20ve%20Teknik.pdf
(62) Fuat Sezgin, İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK, Cilt I, s. 34 https://www.tuba.gov.tr/files/yayinlar/T%C4%B0BKM/%C4%B0slamda%20Bilim%20ve%20Teknik.pdf
(63) Fuat Sezgin, İSLAM’DA BİLİM VE TEKNİK, Cilt I, s. 37 https://www.tuba.gov.tr/files/yayinlar/T%C4%B0BKM/%C4%B0slamda%20Bilim%20ve%20Teknik.pdf
(64) Yard. Doç. Dr. Hüseyin KARAMAN, Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2004/2, c. III, sayı: 6, BİR BİYOGRAFİ DENEMESİ: EBÛ BEKİR er-RÂZÎ , s. 112 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/85903
(65) Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk ALTIPARMAK, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Yıl: 18, Sayı 29, Ocak-Haziran 2013, Hilmi Ziya Ülken’in İslâm Felsefesine Yaklaşımı https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/257719
(67) Stephen O’shea, İnanç Denizi: Ortaçağ Akdenizinde İslam ve Hıristiyanlık, s. 309 https://vdoc.pub/documents/nan-denizi-ortaa-akdenizinde-slam-ve-hristiyanlik-7hsvn67gk1n0
(69) Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, Ortaçağ İslâm Dünyasında İlmî Çalışma Temposundaki Ağırlaşmanın Bâzı Temel Sebepleri, s. 7 https://drive.google.com/file/d/1h3Lw0sCmGm_sbXxFFBix1PzdMqAzb8M7/view
(71) Doç. Dr. Nizamettin PARLAK, ENDÜLÜS'TE KİTAP YAKMA HÂDİSELERİ, İstem • Yıl:16 • Sayı:32• 2018 • s. 208 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/610551
(72) Mahmut GÜNDÜZ, İSLAM'DA KİTAP SEVGİSİ VE İLK KÜTÜPHÂNELER s. 174 http://isamveri.org/pdfdrg/D00143/1976_11/1976_11_GUNDUZM.pdf
(75) Prof. Dr. Tahsin GÖRGÜN, Modern Devletin Oluşum Süreci: Osmanlı Siyasi Düşüncesi Perspektifinden Bazı Tespitler, s. 60 http://www.muharrembalci.com/hukukdunyasi/alintilar/918.pdf
(76) Dr. Halit ÇİL, Halife Ömer'in Askerî Şehirleri (Ordugâhlar), s. 92 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/52071
(77) Hayyim J. Cohen - çeviren Mustafa Kahya, İslâm’ın Klasik Döneminde Müslüman Fakihlerin ve Muhaddislerin Ekonomik Çevreleri ve Dünyevî Meslekleri, FSM İlmî Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, 14 (2019) Güz, s. 565 https://dergipark.org.tr/tr/pub/fsmia/issue/51096/667419
(78) Prof. Dr. Ahmet AK, KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi 27 (2016), s. 5 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/217798
(79) Kuru, A. (2019). İlerleme: Bilginler ve Tüccarlar (Yedinci ila Onbirinci Yüzyıllar). İslam'da Otoriterlik ve Azgelişmişlik: Küresel ve Tarihsel Bir Karşılaştırma (s. 68-117). Cambridge: Cambridge University Press. https://doi.org/10.1017/9781108296892