İSLAM VE DEMOKRASİ

KONUYLA İLGİLİ BAŞLICA GÖRÜŞLER

1950’lerden sonra gelişen yeni siyasal İslam’ın öncüleri Seyyid Kutup ve Mevdudi’nin demokrasi aleyhindeki fikirleri İslam alimleri ve Müslümanlar üzerinde oldukça etkili olmuştur. İlerleyen yıllarda selefi düşünceyi benimseyen Abdülaziz b. Baz, Takiyyüddin en-Nebhani ve Makdisî gibi düşünürler de demokrasinin karşısında olmuşlardır.

“Felsefesi ve tekniği ile, demokrasi Müslümanların siyasi sistemi olamaz. Ancak demokratik mekanizma, İslam ve siyaset teorisinin ilkeleri doğrultusunda -daha iyisini buluncaya kadar- kullanılabilir.” (1) diyen Hayrettin Karaman ve benzeri bir kısım ilahiyatçılar ise mevzuya oldukça pragmatist yaklaşmış; demokrasinin özü itibarıyla İslam’a zıt olduğunu belirtmekle birlikte Müslümanlar tarafından daha iyi bir siyasi sistem inşa edinceye kadar muvakkaten demokrasiden yararlanılabileceğini öne sürmüşlerdir. Yani onlara göre demokrasi, hedefe ulaşma yolunda binilecek “kullanışlı bir vasıta” olmaktan öte bir şey değildir. Dolayısıyla da hedefe ulaşıldığı gün bu vasıtadan inilmelidir.

Buna karşılık İslam aleminden demokrasiyi savunan ve İslam’ın yahut Müslümanların demokrasiyle bir sorunları olamayacağını ortaya koyan önemli sesler de yükselmiştir. Örneğin Yusuf el-Karadavî, Muhammed Cabiri, Malik b. Nebi, Raşid Gannuşî, Hasan Türabî, Abdülkerim Şuruş, Fazlurrahman, Allâl el-Fâsi, İbn Bâdis, Ahmed Reysûnî, Abdulvehhab Efendi ve benzeri düşünürler demokrasiyi savunmuşlardır. (2)

Bazı istisnalar mevzubahis olsa da ayrıntılardaki inceliklere girmeden genel bir tasnifle şunu söylemek mümkündür: Batı ülkelerinde yaşayan, Batı demokrasilerini (3) yakından gören ve tecrübe eden Müslümanlar demokrasiyi savunmakta; buna karşılık İslam aleminden mevzuyu değerlendiren, henüz demokratik kültürün oturmadığı ülkelerde yaşayan ve daha ziyade Batı’nın İslam alemi üzerindeki baskı ve zulümlerini görenler ise demokrasiyi reddetmektedirler.

Herkes mevzuya kendi demokrasi ve İslam yorumu çerçevesinde yaklaştığı için birbirine zıt birçok görüş ortaya konulmuştur. Birileri demokrasiyi “Batı icadı” yahut “küfür sistemi” diyerek yerin dibine batırırken, bazıları da onu insanlığın ulaşabileceği en mükemmel nizam olarak görmüş, dolayısıyla da olabildiğine kutsallaştırmış, tabulaştırmış, idealleştirmiş ve evrenselleştirmiştir. Maalesef bu şekildeki uç bakış açıları, demokrasinin sağlıklı bir zeminde tartışılabilmesine ve geliştirilebilmesine imkân bırakmamaktadır.

DEMOKRASİYE KARŞI ÇIKILIRKEN ÖNE SÜRÜLEN DİNİ GEREKÇELER

Demokrasinin İslam’a aykırı olduğunu iddia edenlerin ileri sürdükleri en önemli gerekçe, hakimiyet meselesi ve yasama yetkisidirOnlar egemenliğin salt Allah’a ait olduğunu öne sürerek demokrasilerdeki halk egemenliği kavramına şiddetle karşı çıkmışlardır. Benzer olarak meclise yasama yetkisi verilmesi de onlara göre Allah’ın koyduğu hükümlerin beşeri iradeye göre değiştirilebileceği ve tahrif edilebileceği anlamına gelmektedir.

Bunlara ek olarak demokrasinin Batı kaynaklı olması, bireycilik, özgürlük ve eşitlik ve benzeri Batılı değerlere dayanması ve bu değerlerin İslam’a aykırı zannedilmesi de ona tereddütle yaklaşılmasına yahut karşı çıkılmasına neden olmuştur. Ne yazık ki Müslümanların büyük bir kısmı Batıda doğmuş ve gelişmiş değerlere şüpheyle yaklaşıyor. Zihinlerde sanki Batı kültür ve medeniyetine ait olan her şeyin ilahî vahye aykırı olacağı şeklinde bir önyargı var. Dolayısıyla demokrasinin tüm yönleriyle ele alınıp tahlil edilmesi bile abes görülüyor.

Çağın gereklerinin ve beşeriyetin ulaşmış olduğu seviyenin yeterince farkına varamayan bazı Müslüman bilginler, demokrasilerin vazgeçilmez unsuru olan özgürlüğü, salıverilmişlik, başıboşluk ve ibahiye mezhebi olarak görüyor; bu yüzden de onun Müslümanları dejenere edeceğini düşünüyor. Buna ek olarak onlar, Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında mutlak bir eşitliğin kabul edilmesini, klasik fıkıh kitaplarında ele alınan “zımmî hukukuna” aykırı görüyor ve reddediyorlar.

Yine demokrasi muhalifleri, çoğulculuk neticesinde hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün birbirine karışacağını ileri sürmüşlerdir.

Demokrasi mevzusunda olumsuz tavır alınmasının altında yatan diğer bir sebep de geleneksel İslam anlayışına, klasik öğretiye sıkı sıkıya bağlı kalınması ve İslam’ın evrensel mesajının çağın şartlarına uygun olarak yorumlanamamasıdır. Asırlardır devam edegelen ve Müslümanların zihin dünyalarına derinden nüfuz eden İslam yorumu, onların değişen dünya koşullarına ayak uydurmalarına mâni olmaktadır. Uzun asırlardır İslam fikir dünyası ciddi bir durağanlık ve tıkanıklığa maruz kaldığı ve içtihat kurumu hakkıyla işletilemediği için değişimden ürkülmekte ve çağa uygun yeni yorumlar yapılamamaktadır. Bu da katı, sert ve mutaassıp bir İslam anlayışına sebep olmaktadır.

İki üç yüzyıldır kurulu geleneksel sistemin tamamen bozulması, geleneğin akışının tıkanması, insanla ilgili telakkilerin tamamen değişmesi, yepyeni bir toplum ve devlet modelinin ortaya çıkması gibi köklü, kalıcı ve karşı çıkılamaz değişimler de maalesef demokrasi karşıtlarına bir şey ifade etmiyor. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri'nin ifadesiyle büyük bir müfessir olan zamanın (4) hükmünü çoktan açıklamasına karşın, onlar zamanın bu hükmüne direnmeye devam ediyorlar.

Bu gibi kısmen de olsa rasyonel bir kısım gerekçelerin yanında oldukça sığ, duygusal ve tepkisel bir kısım yaklaşımlara rastlamak da mümkündür. Mesela bazıları, “Kur’an ve Sünnet’te demokrasi mi var?” veya “Peygamber Efendimiz ve Raşit Halifeler döneminde demokrasi mi uygulanmış?” gibi lafza ve isimlere takılarak oldukça basit bir mantıkla demokrasiye karşı çıkmakta ve onu bir “bidat” olarak görmektedir. Bir kısım kimseler ise demokrasiyi salt katı laik, seküler ve din düşmanı bir rejim olarak gördüğünden onu “şirk sistemi”, “tağut düzeni” veya “küfür rejimi” olarak isimlendirmektedir. “İslam’da bulamadığınız ne var ki demokraside arıyorsunuz?” minvalinde bağnazca düşüncelere rastlamak da mümkündür.

Demokrasiye itiraz edenlerin genel itibarıyla onu sadece bir siyaset tekniği, yönetim tarzı veya siyasal bir örgütlenme aracı olarak ele almadıklarını; bilakis demokrasiyi bir dünya görüşü, bireylerin dünyayı algılama biçimi hakkında ilke ve değerler koyan bir ideoloji ve hatta bir din gibi gördüklerini ve dolasıyla da onu İslam adına bir tehdit olarak algıladıklarını da hatırlatmakta fayda var.

DEMOKRASİYE KARŞI ÇIKILMASININ SİYASİ SEBEPLERİ

İslam aleminde oluşan demokrasi karşıtlığının önemli bir sebebi Batılı devletlerin uluslararası ilişkilerde takip etmiş olduğu salt çıkara dayalı politika ve Batı emperyalizmidirDemokrasinin bayraktarlığını yapan ülkelerin iki-üç yüzyıldır sürdürdükleri gizli-açık sömürgecilik faaliyetleri, son yarım asırdır demokrasi getirme iddiasıyla Ortadoğu’da sebep oldukları yıkımlar, demokrasiyi dayattıkları aynı anda İslam ülkelerindeki diktatörlere vermiş oldukları destekler haklı olarak Müslümanların tepkisine sebep olmuştur.

Özellikle Türkiye ve benzeri ülkelerde idarecilerin demokrasiyi laiklikten ayrı düşünememeleri, laikliği din düşmanlığı gibi algılamaları ve dayatmaları da Müslümanlar arasında demokrasi karşıtlığına yahut en azından demokrasiye tereddütle yaklaşılmasına neden olmuştur.

Diğer taraftan İslam dünyasında iktidarı elinde tutan siyasi elitler de demokrasinin önünde ciddi bir engel olmaktadırlar. Onlar, hakiki bir demokrasi geldiğinde, sahip oldukları kuvvet ve olanakları yitireceklerinden endişe ettikleri için ya açıktan demokrasiye karşı çıkmakta ya da sözde demokrasi adı altında vesayetlerini devam ettirmekte ve istibdat rejimlerini korumaktadırlar.

Tüm bunlara ek olarak şunu da vurgulamak lazımdır ki şimdiye dek İslam alemi tam anlamıyla demokrasiyi tecrübe etmemiş, henüz onun nimetleriyle tanışmamış, bu yüzden de demokrasi vasıtasıyla elde edebileceği hak ve özgürlüklerden habersiz kalmıştır. Başka bir deyişle demokrasinin sağlayacağı avantajlar hakkında yeterince bilgi sahibi olunamaması da ona karşı alınan olumsuz tavrın sebepleri arasındadır.

Demokrasiyle alakalı bazı belirsizlikler, pratikteki bazı arızalar, demokrasinin bir sistem olarak barındırdığı eksiklik, boşluk ve zafiyetler de demokrasi düşmanlarının onu reddetme adına sıkça üzerinde durduğu konular arasındadır.

Demokrasiye itiraz edilmesinin başka bir nedeni de Müslüman toplumların uzun asırlardır alışmış oldukları siyaset ve devlet anlayışıdır. Müslümanlar arasında hâkim olan “kurtarıcı beklentisi” çoğunlukla maalesef tek adam yönetimlerini meşrulaştırıcı bir rol oynamaktadır.

Tüm bu izahlardan da anlaşılacağı gibi aslında demokrasiyle alakalı öne sürülen itirazların ve yaşanan problemlerin kökleri İslamî nasların kendisinde değil; başta nasların anlaşılma ve yorumlanma şeklinde, sonrasında da Müslümanların içinde bulundukları sosyal, ekonomik ve siyasal koşullarda saklıdır.

Ne yazık ki Müslümanlar arasında hem demokrasi hem de demokrasi ve İslam ilişkisi hakkında yaşanan tartışmalar oldukça sathi, ön yargılı ve ideolojik karakterlidir. Hangi kavramdan kimin ne anladığı belli değil. Tam bir kavram kargaşası söz konusu. Maalesef mevzuyla ilgili yazılara bakınca hem demokrasi hem de İslam konusunda ciddi bir belirsizlik ve bilgisizliğin hâkim olduğu görülüyor. Bu mevzuda ciddi ön yargılar, ezberler, mevhum bir kısım endişe ve korkular söz konusu. Yine bu mevzuda yeterli bilgi ve kuşatıcı bir bakış açısı olmayınca da bir türlü derinlikli tartışmalar yapılamıyor, ilmî ve akademik düzeyde kaliteli çalışmalar ortaya konulamıyor.

Kendilerini liberal, laik veya seküler gören bazı insanlar, dinle ve İslam’la alakalı belirli mevzuları açıkça ve özgürce tartışmaya maalesef kapalılar. Bir tarafta demokrasiyi “şirk” yahut “bidat” olarak gören dindar bağnazlar var, diğer tarafta dinle demokrasinin adını bile birlikte zikretmekten kaçınan laik yobazlar.

DEMOKRASİNİN KISA TARİHÇESİ

Demokrasi, öncelikle Eski Yunan’da ortaya çıkmış ve vekillere ihtiyaç duyulmadan doğrudan demokrasi şeklinde uygulanmıştır. Ne var ki pratiğe bakıldığında Yunan demokrasisi, “kısmi bir demokrasi” veya “azınlığın demokrasisi” olmaktan öteye geçememiştir. Çünkü toplumun yalnızca belirli bir kısmı yönetimde söz sahibi olmuş, demokratik hak ve özgürlüklerden istifade edebilmiştir. Zira sınıflı bir toplum şekline sahip olan Eski Yunan’da yabancılar, kadınlar ve bilhassa köleler siyasi haklardan mahrum bırakılmıştır. (5) Bu nedenle Eski Yunan, monarşik bir idarenin reddedilmesi, yönetimle alakalı her mevzunun yurttaşlar tarafından tartışılarak karara bağlanması, kararların çoğunluğun oylarıyla alınması ve alınan kararların uygulanması itibarıyla demokrasinin bazı temel ilkelerine sahip olsa da bunun, modern Batı’da ortaya çıkan demokrasiden oldukça farklı olduğu da bir gerçektir.

Modern demokrasi anlayışının kökleri ise 16. yüzyıla dek uzanır. (6) Ortaçağ boyunca süren kilise despotizminin halk üstündeki baskısı, feodal yönetimlerin emek sömürüsü, burjuvazinin doğuşu ve aristokratlara karşı demokratik ilkelerin savunuculuğunu üstlenmesi, yüzyıllarca devam eden ve çok kanlı geçen din ve mezhep savaşları gibi tarihî hâdiselerin demokrasinin ortaya çıkmasında ve gelişmesinde çok önemli bir yeri vardır. Ortaçağ boyunca başta kilise olmak üzere krallar ve aristokratlar tarafından ezilen, sömürülen, hakları elinden alınan, zulüm ve baskılara uğrayan Batı halkları, asırlar süren uzun mücadeleler, ihtilal ve devrimler, kanlı savaşlar neticesinde geri alınamaz haklar elde etmiş ve birlikte yaşamanın en insanî yolu olarak demokrasiyi ortaya çıkarmıştır.

Demokrasi tabii ki sadece işçi sınıfının, geniş halk kitlelerinin veya burjuvanın krallara ve soylulara karşı giriştikleri mücadelelerle ortaya çıkan bir rejim değildir. Aksine onun temelinde, insan hakları, eşitlikler, bireyin özgürlüğü, toplum sözleşmesi, güçler ayrılığı gibi John Locke, Montesquieu, Rousseau ve John Stuart Mill gibi filozoflar tarafından ortaya konulan çok önemli fikirler yatmaktadır. İkinci dünya savaşından sonra totaliter ve faşist yönetimlerin yıkılmasıyla birlikte demokrasi dünya genelinde en popüler yönetim tarzı haline gelmiştir.

DEMOKRASİNİN TANIM VE MAHİYETİ

Yunanca bir sözcük olan demokrasi (demokratia), halk manasına gelen “demos” sözcüğü ile egemenlik manasına gelen “kratos” sözcüklerinden oluşur ve halk iktidarı, halk egemenliği anlamına gelir. (7) En basit tanımıyla o, halkın kendi kendisini yönettiği bir idare şeklidir. (8) Demokrasilerde halk, oylama yoluyla kendisini sınırlı bir süre idare edecek yöneticileri seçme hakkına sahiptir. Dolayısıyla demokrasi denildiğinde ilk olarak akla; seçim, oy, partiler, siyasi katılım, özgür bir muhalefet gibi kavramlar gelir. Çünkü bunlar demokrasi mekanizmasının temel parçalarıdır.

Ne var ki demokrasiyi sadece oydan ibaret görmek ve onu sandığa indirgemek oldukça dar ve yüzeysel bir anlayıştır. Demokrasiden beklenen hedeflerin gerçekleşmesi ve demokratik sistemin işleyebilmesi adına, temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan bir anayasanın mevcudiyeti, halkı temsil eden ve iktidarı paylaşan bir parlamentonun varlığı, hukukun üstünlüğü ilkesine bağlı kalınması, kuvvetler ayrılığının benimsenmesi son derece önemlidir.

Hatta çağdaş demokrasilerde üzerinde ehemmiyetle durulan konulardan birisi de siyasi katılımın dinamik, aktif ve sürekli hâle getirilmesidir. Katılımcı demokrasi denilen bu sistemde, vatandaşın görevinin sadece oy vermekle sınırlı olmadığı düşünülür. Aksine halkın, seçmiş olduğu yöneticileri görevde kaldıkları süre içerisinde de sivil toplum kuruluşları, kitle eylemleri, gösteri ve mitingler, baskı grupları vs. aracılığıyla denetlemeye ve yönlendirmeye devam etmesi, düşünce ve taleplerini gerek ferdî gerekse teşkilatlı olarak yöneticilere iletmesi gerektiği üzerinde durulur.


Demokraside teorik olarak h
alkın rıza ve onayını alabilen herkes yönetici olabilir. Dolayısıyla potansiyel olarak ülkedeki bütün vatandaşlar iktidar kuvvetine sahiptir. Bu yönüyle demokrasiyi diğer rejimlerden ayıran önemli nüanslardan birisi, egemenliği belirli bireylerin veya sınıfların elinden alarak onu halka emanet etmesidir.

Demokrasiyi farklı hale getiren husus, iktidarın nasıl elde edileceği, nasıl kullanılacağı ve nasıl sınırlandırılacağıyla alakalı diğer rejimlere nazaran daha adil ve insanî teoriler ortaya koyabilmesidir. Rejim şekli ne olursa olsun, iktidarı sınırlayacak unsurların bulunmadığı bir devlette yozlaşmanın önlenmesi çok zordur.

Belki de çağımızda demokrasiden hayranlıkla söz edilmesinin ve onun ateşli bir şekilde savunulmasının en önemli sebeplerinden birisi, onun istibdadın karşısında en önemli alternatif olması; yani insanları totaliter rejimlerin kişiliksizleştirici ve köleleştirici baskılarından kurtarmasıdır.

Toplumdaki bireylerin, diğerlerini umursamadığı, kendilerini birilerinden üstün gördüğü, uzlaşma ve paylaşma gibi değerleri içselleştiremediği bir toplumda demokrasi anlayışının yeşermesi de mümkün değildir.

Gerçekten de çağımızda “demokrat” yahut “demokratik” kelimelerinin artık fikirlerin, insanların, kurumların, grupların vs. sıfatı olarak kullanılmaya başlaması ve bu kelimelerin “açık görüşlü, uzlaşıcı, farklı fikirlere saygılı, alçakgönüllü” gibi manalar kazanması da bu bakış açısının bir uzantısıdır. Farklı bir ifadeyle demokrasinin siyaset alanındaki kullanımının yanında, insanlar arası tüm ilişkilerde uyulması gereken bir ilke veya farklı insanlarla, fikirlerle, inançlarla, kültürlerle birlikte yaşama tecrübesi haline geldiği de söylenebilir.

Şunu da unutmamak gerekir ki demokrasi tek başına adaleti getiremez. Yaşamaya değer iyi bir dünya kuramaz. Sınıf çatışmalarını önleyemez. Huzurlu bireyler ve temiz bir toplum inşa edemez. Ekonomik kalkınmayı, toplumsal refahı sağlayamaz. Asayiş ve güvenliği temin edemez. Fakat bütün bunların gerçekleştirilmesinin önündeki engelleri önemli ölçüde bertaraf eder ve bu konuda sağlam bir zemin hazırlar.

Yine demokrasi, insanlara nasıl yaşayacaklarını, nasıl düşüneceklerini, nasıl inanacaklarını telkin edemez; bu konuda onlara yol gösteremez ve hele asla belirli bir hayat tarzı dayatamaz. Demokrasi, varlık, insan ve Tanrı hakkında bütüncül bir dünya görüşü sunamaz. İnsanlığın anlam arayışına ikna edici cevaplar veremez. Yaşamı anlamlandıracak değer yargıları ve ahlaki prensipler vazedemez. Zira o, ne bir dindir ne bir felsefedir ne de bir ideoloji.

Aksine demokrasi insanların hür ve bağımsız bireyler olarak kendi tercihlerine göre yaşayabilecekleri, kendi inanç ve idealleri arkasında koşabilecekleri özgür bir ortam hazırlar. Başta devletin acımasız gücü olmak üzere her türlü ferdî ve toplumsal baskı karşısında fertlerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına almaya çalışır.

Demokrasi, değişik ahlaki ilkelere ve dünya görüşlerine sahip bireylerin aynı toplumda, aynı devlet içerisinde çatışmadan birlikte hayat sürebilmelerini; haksızlık ve zulme uğrayan bireylerin korkusuzca haklarını arayabilmelerini ve elde edebilmelerini; insanların, özgür iradeleriyle seçmiş oldukları dinlerini veya hayat tarzlarını kimsenin iznine ve müsamahasına bağlı olmadan ve herhangi bir sınırlama ve kısıtlamaya maruz kalmadan rahatça yaşayabilmelerini temin eder.

DEMOKRASİNİN İDEAL VE HEDEFLERİ

Demokratik sistemlerin kurulması ve işletilmesiyle varılmak istenen hedef, öncelikle denetlenebilir, hesap verebilir, açık ve şeffaf bir yönetim anlayışı getirmektir. Çünkü idarecilerin ele geçirdikleri otorite ve yetkiyi kötüye kullanmalarını, keyfi uygulamalara yönelmelerini engellemenin en etkili yollarından birisi budur.

Yine yönetimde şeffaf ve denetlenebilir bir yapı kurulduğu takdirde, devlet imkanlarının yönetimdeki oligarşik bir azınlığın çıkarları uğruna kullanılmasının önüne geçilebilecek, iktisadi ve siyasi kurumların toplum menfaatlerini gerçekleştirecek şekilde daha kapsayıcı hale gelmelerinin önü açılacaktır.

Hak ihlalleri, güçsüzlerin ezilmesi ve özgürlüklere getirilen kısıtlamalar demokrasiyi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkaran önemli olgular olduğu gibi, toplum fertleri arasında eşitlik ve özgürlüğün sağlanması, genelde insan haklarının özelde ise azınlık haklarının güvence altına alınması, farklı kesimler arasında uzlaşı ve hoşgörü ortamının sağlanması, sosyal barışın ve iç ahengin temin edilmesi de demokrasilerle ulaşılması hedeflenen en önemli değer ve ideallerdir.

Diğer bir deyişle (çoğulcu) demokrasiden beklenilen ve onunla ulaşılmak istenilen hedef; küreselleşmeyle birlikte en büyük toplumsal gerçeklik haline gelen etnik, kültürel veya dinî farklılıkların barışçıl bir şekilde yönetilebilmesidir. Yasalar önünde herkesin eşit kabul edilmesi ve birilerinin diğerleri üzerinde tahakküm kurmasına sebep olabilecek her türlü imtiyaz ve ayrıcalığın ortadan kaldırılmasıdır. Bu sayede müreffeh ve huzurlu bir topluma giden yolun açılmasıdır.

Demokrasinin önemli kazanımlarından yahut ideallerinden birisi de devlet mekanizmasını bireyin hizmetine vermek suretiyle onu ehlileştirmesi ve insanileştirmesidirDemokrasilerde icraatlarından sual olunamayan, yeri geldiğinde vatandaşlarını “yüce idealleri” uğruna feda edebilen kutsal devlet anlayışına yer yoktur, olmamalıdır. Zira devletin kendinden menkul bir kıymeti yoktur. Devlet, tek başına bir amaç değildir. Bilakis asıl olan insandır. Devlet ise insana hizmet ettiği, onun ihtiyaçlarını karşıladığı ölçüde kıymetlidir. Sonuç olarak bireyin tercihlerinin önemsenmesi ve bu sayede bütün vatandaşların onur ve haysiyetiyle yaşamını sürdürebilmesi demokrasilerin önemli hedefleri arasındadır.

DEMOKRASİ VE LAİKLİK

Şayet günümüzde Batı dünyasında yahut laikliği demokrasinin ön koşulu kabul eden ve demokrasiyi de keyfine göre yorumlayan bir takım İslam ülkelerinde, dini, toplumsal yaşamdan uzaklaştırarak vicdanlara hapsetme gayreti varsa, bunun iki temel sebebi vardır:

    1-) Tüm dinî, ekonomik ve siyasi gücü ele geçiren ve bunu bireyler, toplum ve hatta krallar üzerinde bir baskı ve tahakküm aracı olarak kullanan Kilisenin, Ortaçağ boyunca keyfi ve despotik uygulamalarıyla sebep olduğu hak ihlalleri, acılar, göz yaşları, yıkımlar ve ölümler.

    Kilise’nin, akla ve bilime aykırı söylem ve eylemleri, insanları zorla Hıristiyanlığa sokma veya istemediği kişileri dinden çıkarma (aforoz) hakkını kendinde görmesi, mensuplarına Cennet tapusu satması (endüljans), krallara taç giydirecek ölçüde dünyevî iktidar üzerinde hak iddia etmesi gibi bir kısım totaliter uygulamalarının faturası, demokratikleşme mücadelesinde “dine” kesilmiştir. Daha doğrusu Batı insanı, yaşadığı bu acı tecrübe nedeniyle, tüm dinlerin, özünde, baskıcı ve dayatmacı olduğu ön yargısına sahip olmuştur.

    2-) Son birkaç asırdır Müslüman dünyasının özellikle de siyasal İslamcıların, radikal örgütlerin, selefi yapılanmaların vs. sebep olduğu baskıcı ve kısıtlayıcı din anlayışı.

    Gerçi İslam’ın ruhuna vâkıf olan bazı Müslüman âlimler, özgürlük, adalet, kanun önünde eşitlik, uzlaşı ve hoşgörü gibi ilkelerin İslam’ın özünü oluşturduğunu; İslam’ın her türlü baskı ve zorlamanın karşısında olduğunu anlatmaya çalışmışlardır. Ne yazık ki oryantalistlerin çarpıtmaları, siyasal İslamcıların daraltıcı yorumları, Müslümanların dinlerini kötü temsil etmeleri, bir kısım İslamî devletlerin otoriter ve totaliter uygulamaları karşısında bu tür sesler çok cılız kalmış ve İslam hakkındaki önyargıları ve negatif algıları değiştirmeye yetmemiştir.

Hal böyle olunca da bazıları tarafından, İslam da dahil bütün dinlerin sosyal ve siyasal hayatta sebep olabilecekleri bir kısım “potansiyel tehlikeleri” bertaraf etme adına laiklik, demokrasinin ayrılmaz bir ilkesi kabul edilmiştir. Fakat tekrar etmek gerekir ki burada problem olarak görülen asıl husus, Müslümanların bütün hükümleriyle dinlerini yaşamaları değildir. Çünkü gerçek bir demokrasiden bahsedildiği bir yerde, bir insanın mensup olduğu dinini istediği şekilde tatbik edebilmesi onun en temel hakkı olmalıdır. Buradaki esas korku, Müslümanların sadece kendi dinlerini yaşamakla kalmayıp herhangi bir dine inanmayan veya dindar olmayan ya da farklı dinlere mensup olan insanlar üzerinde baskı kuracakları ve onların özgürlüklerini kısıtlayacaklarıdır.

Tüm bunlara rağmen, taşıdıkları bir kısım endişe ve korkulardan ötürü, dinleri ve özellikle de İslam’ı kamusal ve politik hayatın tamamıyla dışında tutmak isteyen bazı kimseler demokrasiden bahsederken mutlaka başına “seküler ve laik” kelimelerini ekleme ihtiyacı hissediyorlar. Onların iddiasına göre laik ve seküler olmayan bir demokrasiyle hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması mümkün değildir. Oysaki bugün Batı’da demokrasiyle ilgili yazılmış kitaplara göz gezdiren bir insan, bunların çoğunda laiklikten bahsedilmediğini hayretle görecektir. Aynı şekilde günümüzde tam demokrasiyle yönetilen ülkelerin önemli bir kısmının anayasasında laiklik ibaresi olmadığını da ifade etmek gerekir. (9)

Tabii ki laiklikten ve sekülerizmden ne anlaşıldığı da ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur. Çünkü bu terimlerle ilgili de birbirinden oldukça farklı izah ve tanımlamaların yapıldığı malumdur. Bu nedenle bu mevzuda yapılan çalışmalardan da anlaşılacağı üzere laiklik ve sekülerizmin mutlak manada İslam’la çatıştığı yönündeki bir algı da doğru değildir. Mesela laikliği din ve vicdan özgürlüğü şeklinde yorumlayanlara göre laiklik İslam ile çelişmezken, laikliği dinsizlik olarak yorumlayanlara göre hareket edersek elbette ki laikliğin İslam ile çeliştiği sonucuna ulaşırız. Fakat asıl mevzumuz bu olmadığı için sözü daha fazla uzatma gereği duymuyoruz.

DEMOKRASİNİN ARTILARI VE EKSİLERİ

Çağımızın çoğu insanı tarafından demokrasi, Batılı insanın uzun mücadeleler ve arayışlar neticesinde ulaştığı “en iyi yönetim şekli” olarak görülse de, onun etrafında ciddi tartışmaların cereyan ettiği, ona önemli eleştirilerin yöneltildiği ve daha iyisine ulaşma adına arayışların sürdüğü de gözden kaçırılmamalıdır.

Başta Marksist düşünürler ve siyasal İslamcılar olmak üzere Batılı araştırmacılar tarafından da demokrasiyle alakalı dikkat çekici eleştiriler ortaya konmuş, onun eksik ve zayıf tarafları vurgulanmıştır. Aslında çoğu zaman demokrasinin tek başına kullanılmayıp, “seküler, liberal, katılımcı, çoğulcu, çoğunlukçu, Marksist, anayasal, sosyal, kalkınmacı, Müslüman, Hıristiyan, klasik, otoriter” gibi sıfatlarla birlikte anılması ve farklı demokrasi tanımlarından ve çeşitlerinden bahsedilmesi (10) de bu konuda farklı düşüncelerin bulunduğunu ve arayışların devam ettiğini gösterir.

Demokrasinin, monarşi, oligarşi ve aristokrasi ve benzeri rejimlere nazaran kayda değer avantajlar içerdiği, özgürlükleri ve insan haklarını güvence altına almada, toplumun ortak çıkarlarını korumada insanlığa önemli fırsatlar sunduğu inkâr edilemez. Ne var ki onun kusursuz olduğunu öne sürmek ve onu “beşeriyetin son durağı” olarak görmek de doğru bir bakış açısı değildir.

Meşhur İngiliz politikacı Winston Churchill’in, “Demokrasi, en iyi yönetim şekli değildir, kötü tarafları en az olan yönetim şeklidir.” cümlesiyle (11), demokrasiye dikkat çekici eleştiriler yönelten Raymond Aron’un, “Anayasaya bağlı çoğulcu rejimler bütün politik rejimler gibi oligarşiktir. Ama demokrasi bilinen bütün rejimlerden daha az oligarşiktir.” ifadesi (10) demokrasiyle alakalı güzel bir çerçeve sunar. Bu yaklaşıma göre demokrasi her ne kadar mevcut siyasi rejimlerin en iyisi olsa da onun eksik ve kusurları da yok değildir.

Pek tabii oldukça adil ve insan haklarına saygılı monarşik yönetimler olabileceği gibi, demokrasi perdesi altına saklanan zorba yönetimler ve diktatörlükler de ortaya çıkabilir.

a) Artıları

Demokrasinin öteki rejimlere nazaran en önemli artılarından birisi, kavgasız ve çatışmasız bir şekilde iktidarın el değiştirmesini temin etmesidir. Benzer olarak demokrasi, egemenliği halka verdiği ve güçler ayrılığı ilkesini benimsediği için gücün bir yerde toplanmasının, güç zehirlenmesinin önüne geçmektir. Bir yandan hukukun üstünlüğünü esas aldığı öte taraftan da yöneticilerin denetlenmesinin, gözetlenmesinin ve ihtiyaç halinde de hukuk önünde hesap vermesinin önünü açtığı için, keyfi uygulamaların önüne geçmektedir.

Demokrasiler, kamu gücünü, güçsüzü güçlüye karşı koruma yolunda seferber ettiğinden, bireyi devlet karşısında önemli ve etkin hale getirir. Bireye, devlet baskısı yaşamaksızın, kendi düşünce ve tercihlerine göre hayatını yaşama imkanı hazırlar. Çoğulcu yapısıyla her türlü ayrımcılığa, dışlamaya ve ötekileştirmeye engel olur.

Hakların anayasayla belirlendiği ve güvence altına alındığı, “devlet terörünün” ortadan kalktığı, mal ve can güvenliğinin sağlandığı gerçek demokrasilerde teşebbüs ve yatırım ruhu da doğal olarak canlanacaktır. Demokrasiyle idare edilen ülkelerin iktisadi yönden ilerlemeleri, sanayileşmeleri, teknolojik üstünlükleri ve ekonomik refahları da bunu göstermektedir.

b) Eksileri

Tüm bu artılarının yanında demokrasinin dikkate değer boşlukları, kötüye kullanmaya açık tarafları, eksik ve kusurları da vardır. Bunlardan birisi çoğunluk diktatörlüğüne neden olabilmesi, bu yüzden de azınlık haklarını riske atabilmesidir. Çünkü yönetimde toplumun tamamının değil, çoğunluğun iradesi etkilidir. Seçim sonuçları, meclis kararları vs. hep çoğunluğun kararlarına göre belirlenir. Çoğunluğun tercihlerinin geçerli olduğu bir yerde ise çoğulculuğun oluşturulabilmesinin garantisi yoktur.

Eksilerden bir diğeri de demokrasilerin tabiatı itibarıyla gizli bir oligarşiye açık olmasıdır. Demokrasilerin, kamu imkanlarını, bazı şahıs yahut zümreler hesabına değil, kamu menfaatini gerçekleştirme istikametinde seferber edecekleri öngörülür. Ne var ki siyaset ve devlet politikalarının halk iradesinden ziyade egemen sınıflar, baskı ve çıkar grupları tarafından belirlendiği ifade edilmektedir. Geçmişte ABD Savunma Bakanlığı’nın sekreteri tarafından dile getirilen, “General Motors için iyi olan, Amerika için de iyidir.” sözü de oligarşinin siyasete müdahale hakkının deşifresi olarak anlaşılmış ve büyük tepkilere sebep olmuştur. (12) Sonuç olarak demokratik karar mekanizmalarının; iş ve finans çevrelerinin yahut siyasî elitlerin doğrudan veya dolaylı yollarla yapacakları müdahale ve manipülasyonlardan nasıl korunacağı önemli bir soru işareti olarak durmaktadır.

René Guénon ve J. S. Mill gibi filozoflar tarafından demokrasilerin, yönetim meselesini tamamen niceliksel (kantitatif) olarak ele almalarının, nitelik ve keyfiyeti göz ardı etmelerinin bir kısım mahzurları olduğu dile getirilmiştir. Belirli bir bilgi ve tecrübe gerektiren siyasetin, vasat halk yığınlarına bırakılmasının yahut halkın tamamının yönetime eşit bir şekilde katılmasının doğru olup olmadığı pek çok düşünür ve siyaset teorisyeni tarafından sorgulanmıştır. Bilhassa okumamış, cahil veya apolitik şahısların sayısının fazla olduğu bir toplumun bu konuda isabetli kararlar almasının çok zor olduğu ifade edilmiştir.

Demokrasiyi savunanlar çoğunluğun hatalı karar verme ihtimalinin, azınlığın yanılma ihtimaline göre çok daha düşük olduğunu belirtirler. Ne var ki yapacakları tercihlerde halk yığınlarının kendi başlarına özgür kararlar alıp alamayacağı yahut siyasiler tarafından buna müsaade edilip edilmeyeceği önemli sorunlar olarak karşımızda durmaktadır. Buna ek olarak toplumun, tercihte bulunacağı adayları tanıması adına yeterli imkanlara sahip olup olmadığı da sorgulanabilir. Çünkü seçim öncesi yapılan propaganda ve manipülasyonlarla toplum kolaylıkla yönlendirilebilmektedir. Hatta medya gücünün bazı zümrelerin elinde olduğu ülkelerde “fikir oluşturma” imkanı da o zümrelerin tekeline geçmektedir.

En demokratik ülkelerde bile toplumu bilmeyen, siyaset tecrübesi olmayan, dış ilişkilerden anlamayan vs. kişilerin yönetime geldiği görülür. Zira söz konusu kişiler kullandıkları propaganda tekniği, medya desteği ve sırtını dayadıkları partileri sayesinde bir şekilde halkı ikna etmenin veya aldatmanın yolunu bulmuşlardır.

Demokrasiyle alakalı dile getirilen eleştirilerin önemli bir kısmı da siyasi partilerle ilgilidir. Zira halkın seçeceği yöneticiler genel itibarıyla siyasi partiler tarafından belirlenmektedir. Bu belirlemelerde de toplum menfaatinden daha çok parti menfaatleriyle partilerin güç devşirdiği çevrelerin çıkarları öne çıkmaktadır. Toplum, halihazırdaki siyasi partilere güvenemediği ve bunların hiçbirini iktidar için liyakatli bulmadığı durumlarda alternatifsiz kalmaktadır.

Ayrıca gerek iktidara gelen gerekse muhalefette kalan partiler ülkenin problemlerinden daha çok kendi iktidarlarını güçlendirmek ve geleceklerini garanti altına almak için uğraşmakta; halka daha iyi hizmet verme yerine, sahip oldukları ideolojiyi hâkim kılmaya çalışmakta; iktidar olur olmaz karşıt ideolojideki amir ve memurları tasfiyeye girişerek kendi yandaşlarına görev vermekte; dolayısıyla da ciddi bir pragmatizme ve oportünizme saplanmaktadırlar.

Partilerin kendi aralarında girdikleri amansız yarışın ve yıkıcı rekabetin neden olduğu kutuplaşmalar; seçim barajı nedeniyle toplumun bir kısmının tercihlerinin yok sayılması; çok partili rejimlerde devletin sık sık istikrarsız koalisyonlar tarafından yönetilmek zorunda kalması; seçilen milletvekillerinin kendilerini oraya taşıyan halkın değil partilerinin sözcüsü olmaları da partilerle ilgili başlıca eleştiriler arasındadır.

Yine pek çok ülkede şahit olunduğu üzere nüfuz ve yetki sahipleri şahsî çıkarları istikametinde rahatça kanunlarla oynayabiliyor; yani istedikleri kanunları değiştiriyor, ilga ediyor ve yerine yenilerini koyuyorlar.

İktidara gelen şahıs yahut partilerin diktatörlüğe kaymasını veya tek adam yönetimlerinin hâkim olmasını engelleyecek mekanizmaların zayıflığı, siyasal örgütlenmenin en etkili öğesi durumuna geçen yürütmenin rahatlıkla yasama ve yargı üzerinde denetim kurabilmesi de demokrasilerle ilgili tartışma konusu olan meseleler arasındadır.

DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ

Demokrasi teoride ne kadar güzel bir rejim olarak ifade edilirse edilsin, onun pratiğe taşınması kültürle, eğitimle ve insan kalitesiyle ilgilidir. Dolayısıyla sosyoekonomik koşulların yeterli olmadığı, demokrasi kültürünün gelişmediği ve demokratik değerlerin yeterince sindirilmediği bir ülkede, uygulamada olan siyasi rejimin ismine ne denilirse denilsin, demokrasiden beklenilen hedeflerin gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır.

Kuşkusuz fakirlik, sınıflı toplum yapısı, ırkçılık, cehalet, bağnazlık, radikalizm, ötekileştirme, ayrımcılık gibi faktörler demokrasinin önündeki en büyük engellerdir. Dolayısıyla bir ülkede demokrasinin var olabilmesi için öncelikle bu tür sorunların üstesinden gelinmesi gerekir. Demokrasinin, iktisadi bağımsızlığını elde etmiş, medeni ve eğitim düzeyi yüksek ülkelerde uygulanıyor olması da bunu gösterir. Her ne kadar demokrasi vatandaşların, saygın ve şerefli bir birey olarak hayat sürebilmesi adına önemli avantajlar sunsa da, onun uygulanabilmesi ve yaşatılabilmesi sanıldığı kadar kolay değildir.

Fertlerinin; aile içi ve insanlar arası ilişkilerde, kurum ve kuruluşların idaresinde çeşitliliği bir yaşam formülü olarak görmediği, farklılıklara saygı duymadığı ve uzlaşı kültürünü geliştiremediği bir toplumda, bir yönetim şekli olarak demokrasinin de uygulanabilmesi çok zordur.

Ayrıca demokrasinin bir ülkede kusursuz olarak işleyebilmesi adına toplumu oluşturan bireyler arasında hak ve adalet bilincinin, insan hak ve özgürlüklerine saygının ve sorumluluk duygusunun gelişmesine ihtiyaç vardır. Dahası toplumun siyasi ve kültürel olgunluğa ulaşması, kamusal vicdanın ve toplumsal şuurun gelişmesi ve hepsinden önemlisi toplumun faziletli ve erdemli bireylerden meydana gelmesi demokrasi bilincinin gelişmesi adına önemli dinamiklerdir.

Bu yazılanlar, “Monarşi ve krallıkla yönetilen ülkelerde öncelikle demokratikleşmenin önündeki engeller kaldırılmalı, toplum fertleri buna hazırlanmalı daha sonra demokrasiye geçilmeli” anlamına da gelmez. Bir ülkeye demokrasinin gelmesi ve oturmasıyla, halk arasında demokrasi kültürünün yerleşmesi noktasında birlikte mücadele verilmelidir. Hangi toplum söz konusu olursa olsun, demokrasinin benimsenmesi ve istikrar kazanması belirli bir zamana bağlıdır.

DEMOKRASİ VE İSLAM BİRBİRİNE ALTERNATİF DEĞİLDİR

Demokrasiyi İslam’ın alternatifi olarak gören, bu sebeple de onu savunmanın İslam’a zarar vereceğini zanneden bir kişi eksik veya çarpık bir İslam anlayışına sahiptir.

İslam, en temelde Müslümanlara adil bir yönetimi, bunun temin edilmesi için de görevlerin ehil insanlara verilmesini ve yönetimle alakalı mevzuların istişareyle çözülmesini emretmiştir.

Kur’an ve Sünnet, devletin yönetim şekliyle alakalı tüm zaman ve mekanları bağlayan detaylı düzenlemeler getirmemiştir.  İslam’ın ortaya koymuş olduğu ne belirli bir devlet biçimi vardır, ne de yönetim şekli. (13) Allah Resûlü’nün kendinden sonra yönetim işini üstlenecek birisini bırakmaması ve dört halifenin her birisinin ayrı bir tarzda hilafete gelmesi de bunu gösterir.

İslam’ın gayesi, yukarıdan inme belirli bir devlet sistemi getirmekten ziyade, İslam’la ikinci bir fıtrat kazanmış fertler ve böyle fertlerden oluşmuş ahlaklı ve temiz bir toplum inşa etmektir. Kurulacak olan devlet yönetiminin şekli ise İslamî terbiye ile belirli bir olgunluğa erişmiş fertlere havale edilmiştir. Onlar, istişare yoluyla en adil ve toplum işlerine en uygun sistemi kurmakla sorumludurlar. İslam’ın bütün zaman ve mekânlara hitap eden evrensel bir din olması ve insanın yeryüzüne halife olarak gönderilmesi de bunu gerektirir.

Kur’an ve Sünnet, devlet rejimi hakkında bir şey dememesine, siyaset üzerinde çok durmamasına ve alimler de ilmî mesailerini siyasetten daha çok birey ve toplumla alakalı mevzular üzerine hasretmelerine karşın maalesef günümüzde İslamî söylem aşırı politize edilmiştir. Bilhassa siyasal İslamcılar ve İslam adına ortaya çıkan bir kısım radikal gruplar, İslam’ın evrensel ve kuşatıcı mesajını adeta bir rejim projesine indirgemişlerdir. Hatta onların, devleti ele geçirme ve kafalarında oluşturdukları hayali bir kısım kurgulara göre insanları idare etme adına dini suiistimal ettikleri ve onu bir ideolojiye çevirdikleri söylenebilir.

İslam aleminin son iki-üç asırdır yaşamış olduğu acı tecrübelere, maruz kalmış olduğu ağır şok ve travmalara bakılacak olursa, elbette siyasal İslamcıların siyaset ve devlet üzerindeki istek ve taleplerinin haklı bir kısım sebeplere dayandığı görülecektir. Ama “İslamî devlet” isteğiyle ortaya çıkma, dinî nasları siyaset gözlüğüyle değerlendirmeye alma, sanki İslam’ın ortaya koymuş olduğu mütekamil bir siyaset teorisi varmış gibi hareket etme hem İslam’ı doğru anlamanın hem de günümüzdeki siyasi rejimleri İslam açısından doğru değerlendirmenin önünde ciddi bir engel olmuştur.

İşte İslam’ın, demokrasinin karşısına bir alternatif olarak konulması, demokrasinin İslam’a aykırı görülmesi, İslamî bir rejiminin demokrasiden üstün olduğunun öne sürülmesi gibi siyasi söylemler, İslam’la alakalı bu eksik yahut yanlış değerlendirmelerin birer neticesidir. Bir kefeye İslam’ı, öbür kefeye de demokrasiyi koyarak yapılacak kıyaslama ve değerlendirmelerle bir yere varılması mümkün değildir. Çünkü demokrasinin karşısında İslam tarafından ortaya konulan alternatif bir yönetim şekli yoktur. İslam adına demokrasiye itiraz edenler de, ikna edici alternatif bir yönetim şekli önerememektedirler. “Hele var olanı bir yıkalım, daha sonra ne yapacağımıza karar veririz.” yaklaşımıyla bir neticeye ulaşmak mümkün değildir. Bu yaklaşımla varılsa varılsa ancak anarşi ve kaosa varılır.

Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki hem vahye dayanan ilahî bir din hem de bir medeniyet ve kültür olan İslam’ın siyasal bir rejim olan demokrasi ile mukayese edilmesi yöntem olarak da doğru değildir. Çünkü birbirinden bütünüyle farklı iki entitenin (varoluşun) birbiriyle karşılaştırılması yanlış bir kıyas olduğu için, buradan isabetli neticeler elde edilemeyecektir. Siyasetle ilgili hükümler dinin çok küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Dolayısıyla “ya İslam yahut demokrasi” şeklinde bir düşünce doğru değildir. Pekala bunların ikisinin birlikte var olması ve uzlaşması mümkündür.

Zamanın ruhu anlaşılmadan ve toplumsal koşullar hesaba katılmadan İslam adına ortaya atılan fikirlerin getirisinden çok götürüsü olacaktır. Peygamberimiz’in, “Eğer kavmin küfür dönemine yakın bulunmamış olsaydı Kâbe’yi yıktırıp İbrahim’in temelleri üzerine yeniden inşa ederdim.” (14) şeklindeki hadisleri realitelerin göz önünde bulundurulması lüzumuna güzel bir örnektir.

Batı ülkeleri, gelişme ve ilerlemelerini büyük oranda demokrasiye ve hürriyet telakkisine borçludur. Zira aykırı düşüncelere bile saygı gösterilen demokratik zemin, can ve mal güvenliğinin garantide olduğu umumi atmosfer, girişimcilik ruhunu canlandırmış, istidat ve kabiliyetleri inkişaf ettirmiştir. Bu da ilim ve teknolojik gelişmeleri, üretim ve sanayileşmeyi beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla sosyal ve siyasal hayattaki gelişmeyi iktisadi gelişme takip etmiştir. İslam aleminin geri kalmasının öncelikli suçlusu ise karabasan gibi toplumun ve siyasetin üzerine çöken zorba ve despot yönetimlerdir. Bu nedenle mevzuyla alakalı yapılacak yorumlarda muhakkak bu gibi realitelerin göz önünde bulundurulması gerekir.

İslamî prensiplerin, kültürün ve insanın yozlaştığı ve tüm farklılıkların birlikte yaşamaya çalıştığı topraklarda, “Biz demokrasiden daha ileri bir İslamî rejim getireceğiz.” şeklindeki söylem ve eylemler ise var olan istibdadın sadece renk ve desenini değiştirecektir. Bazılarının milliyetçilik, bazılarının dinsizlik, bazılarının sahip olduğu ideolojiyi hâkim kılma adına başvurduğu istibdat, bu sefer de dinî bir kılıfa bürünerek varlığını devam ettirecektir. Başta İran olmak üzere İslam ülkelerinin son yıllardaki tecrübeleri de bunu en büyük şahididir.

Şunu da vurgulayalım ki demokrasinin olabildiğince önemsendiği çağımızda, ona karşı çıkmanın gayrimüslim halk ve ülkeler penceresinden nasıl anlaşılacağı ve böyle bir tavrın İslam’la alakalı anlayışları nasıl etkileyeceği de muhakkak göz önünde bulundurulmak zorundadır. Zaten İslam hukukçuları, şartların zorlamasıyla veraset sistemini dahi meşru görmüşlerdir. Çağımızda hangi isimle ve hangi gerekçeyle olursa olsun, demokrasiye karşı çıkmak despotizm ve totalitarizm yanlısı olmakla eş anlamlı hale gelmiştir. Bu nedenle böyle bir tavrın İslam’ı baskıcı ve dayatmacı bir din olarak lanse edeceğinde şüphe yoktur.

Bediüzzaman Muhakemat isimli eserinde, “Kim ki dünyanın yuvarlaklığı gibi kesin bir delil ile sabit olan bir hakikati dini koruma bahanesiyle inkâr ve reddetse dine karşı büyük bir cinayet ve hıyanet etmiş olur.” (15) sözüyle önemli bir hakikate dikkat çeker. Dünyanın yuvarlaklığı ölçüsünde kesin kanıtlara dayanmasa bile, demokrasinin doğruluğu konusunda da insanlık dünyasında yaygın bir inanış ve bir güven oluşmuştur. Demokrasi de artık adalet, ahlak ve dürüstlük gibi ulaşılması gereken bir ideal olarak görülmektedir. Din namına buna karşı çıkmaya çalışan bir insan, her şeyden önce dine zarar vermiş, onun imajını kirletmiş olacaktır. Zira onun bu tavrı Müslümanlığı diktatörlük yanlısı bir din gibi gösterecektir.

Bu sebeple asırlardır diktatörlerden çok çeken ve zorba rejimlerin baskıları altında kıvranan Müslümanların, demokrasiyle uğraşmayı ve ona düşmanlık yapmayı bir kenara bırakarak asıl düşmanlarını görmeleri, güç ve enerjilerini despotizmi yok etme istikametinde kullanmaları elzemdir.

EGEMENLİK HAKKI

Demokrasinin İslam’ın onay verdiği bir siyasal model olamayacağını savunanların en fazla üzerinde durdukları mesele, hâkimiyettir. Onlara göre, demokrasiler egemenlik hakkını halka verirken, Kur’ân ayetleri ısrarla hakimiyetin Allah’a ait olduğunu bildirmektedir. (16)

Peki otorite ve hakimiyetin Allah’a ait olmasının anlamı nedir? Tabii ki bunun anlamı Allah’ın yeryüzüne inip insanları yönetmesi demek değildir. Bununla kastedilen öncelikli anlam, dünyada ve bütün evrende genel ve kalıcı hakimiyetin Allah’a ait olmasıdır. Hakimiyetten anlaşılan ikinci anlam ise ahirette son hükmü Allah’ın vereceği, yarattıkları arasındaki tüm anlaşmazlıkların Allah tarafından çözüme kavuşturulacağıdır. Hüküm ve hakimiyetin Allah’a ait olmasının diğer bir anlamı ise yasama faaliyetinde Allah’ın göndermiş olduğu hükümlere muhalif bir yolun tutulmamasıdır.

Demokraside ise egemenliğin millete ait olmasıyla kastedilen, Allah’ın hakkını insanlara verme demek değildir. Asıl kastedilen egemenlik hakkını bazı şahıs ve zümrelerin tekelinden alarak, millete emanet etmektir. Bununla bir taraftan ele geçirdiği güç ve iktidarı baskı aracı olarak kullanarak halk üzerinde despotik bir rejim inşa eden diktatörlerin; diğer taraftan ise Allah adına yeryüzünde haksız yere iktidar tekeli kuran teokratik rejimlerin önüne geçilmesi hedeflenmiştir.

Aslında rejim ve siyasetin düzenlenmesi, adil ve güvenilir bir beşeri hayatın inşa edilmesi, zulüm ve haksızlıkların engellenmesi vs. beşeriyetrrin yeryüzünde “halife” olarak yaratılmasının da gereklerindendir.

Dört Halife dönemi siyasi icraatları da iktidarın kaynağının beşerî olduğu düşüncesine dayanır. Yine fıkıh alimleri de ısrarla yönetici tayininin halkın rıza ve kabulüne dayanması gerektiğini, yani yöneticilerin iktidar yetkisini ilahî bir kaynaktan değil halktan alacaklarını ifade etmişlerdir. Egemenlik hakkının millete verilmesi, adil ve şeffaf bir rejimin meydana gelmesi adına fevkalade önemlidir. Çünkü tarihte, sahip olduğu iktidar gücünü ilahî bir kaynağa dayayan yöneticilerin hemen hepsi, baskı, despotizm ve zorbalığa yönelmişlerdir.

Demokrasiyi Allah’ın hakimiyetine zıt bir yönetim şekli olarak gören zihniyetin, Haricilerden bir farkı yoktur. Çünkü Hariciler de Hâkim-i Mutlak’ın Allah olduğunu gerekçe göstererek Hz. Ali ve Muaviye’nin hakem tayin etmesine itiraz etmişlerdi. Hz. Ali, Haricilerin hakemlikle alakalı ifadelerini, “Kendisiyle bâtıl amaçlanmış hak bir söz.” diye nitelemişti. (17) Bunun gibi, her ne kadar hakimiyetin Allah’a ait olduğu ifadesi doğru bir söz olsa da, bunu demokrasiyi mahkum etmek için kullanmak yanlış bir yorumdur.

Esasında bu tarz gerekçelerle demokrasiye karşı çıkmak, İslam namına demokrasi düşmanlığı yapmak işin kolayına kaçarak hiçbir şeyi çözmemek demektir; zira önemli olan Müslümanların yönetimle alakalı sorunlarına ikna edici çözümler geliştirebilmek, bu mevzuda alternatifler oluşturabilmektir. Ne var ki bu yapılamadığı müddetçe halihazırdaki rejimler arasında en iyisi olan demokrasiyi reddetmeye kalkmak ciddi komplikasyonlara sebep olacaktır.

YASAMA YETKİSİ

Demokrasiye itiraz edenler, yasama yetkisinin meclislere verilmesini, insan iradesini Allah iradesinin yerine koyma olarak değerlendirir. En başta şunu vurgulamak gerekir ki naslarla belirlenen hükümlerin sayısı sınırlı, hukukî olaylar ise neredeyse sınırsız olduğu için içtihat faaliyeti kaçınılmazdır. Ayrıca rejim şekli, ülke siyaseti ve idari işlerle alakalı naslardaki hükümlerin evrensel temel prensiplerden ibaret olduğunu ve bu mevzuların genel itibarıyla insan aklına ve insan tecrübesine bırakıldığı unutmamak gerekir. Osmanlı’da şeri hukukun yanında bir de örfi hukukun bulunması da bunu gösterir.

Ayrıca Müslüman bir halkın yahut bu toplum tarafından seçilen vekillerin, dini, bütünüyle ihmal edeceklerini ve ona aykırı hükümler koyacaklarını farz etmek makul değildir. Zaten Allah Resûlü de ümmetinin dalalet üzerinde ittifak etmeyeceğini ifade buyurmuştur. (18Şayet bu oluyorsa, dinî hassasiyetlerin kaybolması, toplum üzerinde ciddi bir baskı ve zorlamanın hâkim olması ve cehalet gibi halledilmesi gereken daha öncelikli problemler var demektir.

Tabii ki Türkiye gibi laiklik ve sekülerliğin din karşıtı bir ideolojiye dönüştüğü ve topluma dayatıldığı ülkelerde, Müslüman toplumun iradesinin yasama ve yönetim üzerinde etkili olması konusunda bir kısım sorunlarla karşılaşılacaktır. Ama bu problemleri çözmenin yolu demokrasi düşmanlığı yapmak veya demokrasiyi İslam karşıtı bir sistem olarak görmek değildir. Aksine yine demokratik mekanizmalar vasıtasıyla söz konusu sorunların üstesinden gelmeye çalışmaktır.

Çağımızdaki demokrasilerinin toplumun manevî ve uhrevî ihtiyaçlarına yeterince eğilmedikleri, insanların dinlerini yaşama mevzusundaki istek ve ihtiyaçlarını yeterince etüt etmedikleri bir gerçektir. Bunun önemli bir sebebi, pozitivist ve rasyonalist felsefenin Batı toplumları ve demokrasiler üzerindeki etkisidir. Buna ek olarak Hıristiyanlıkta aileyle ilgili, toplumsal ve hukukî alanı düzenleyecek yasaların bulunmaması da dinin yasamayla ilişkisinin çok boyutlu ve derinlikli bir şekilde ele alınmasının önüne geçmiştir. İslam alemindeki demokrasi tecrübeleri ise henüz emekleme çağında olduğundan bu konu yeterince aydınlığa kavuşturulamamış, Müslüman toplumlara uygun çözümler geliştirilememiştir.

Burada akla gelmesi muhtemel bir soru üzerinde durmakta fayda var: Aynı devlet çatısı altında değişik din müntesiplerinin veya herhangi bir dine inanmayan insanların da yaşadığı toplumlarda hiçbir görüş diğeri üzerinde baskı unsuru haline getirilmeksizin birlikte yaşama nasıl sağlanacak, kısaca hak ve özgürlükler nasıl korunacaktır?

Her ne kadar maalesef bazı Müslümanlar aksi bir görüntü sergileseler de İslamî hükümler açısından bunun sağlanması hiç de zor değildir. Çünkü İslamî hükümler sadece Müslümanları bağlar. İslam, diğer din müntesiplerini inanmaya zorlamadığı gibi onları, getirmiş olduğu ahkamı uygulamakla da mükellef tutmaz. Kur’an onlarca ayet-i kerimesinde açık bir şeklide bunu vurgulamıştır. (19) Dolayısıyla çoğulculuğun önemli bir toplumsal olgu haline geldiği çağımızda, aynı toplumda aralarında çatışma yaşanmadan tüm dinlerin, ideolojilerin, fikirlerin beraber yaşayabilmesinin en önemli çözümü demokrasidir.

BAŞKA KÜLTÜRLERDEN İSTİFADE

Demokrasiyle alakalı dile getirilen itirazlardan birisi de onun Batı kaynaklı ve beşer ürünü olmasıdır.

Allah Resûlü’nün, “Hikmet mü’minin yitiğidir, onu nerede bulursa alsın.” (20) ve benzeri hadisleri açısından meseleye bakılacak olursa, bu itirazın İslami olarak haklı bir itiraz olmadığı ortaya çıkar.

Zaten İslam’ın ilk dönemlerinde Müslümanlar, Bizans ve özellikle de Sasanilere ait pek çok idari ve siyasi kurumu almada hiçbir sakınca görmemişlerdir.

Bediüzzaman Hazretleri farklı kültürlerden yararlanmanın cevazını kendine has şu orijinal yaklaşımıyla izah eder: “Her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve sanatları kâfir olmak lazım gelmez. Bundan dolayı Müslüman olan bir sıfatı veya bir sanatı, beğenmekle alıntı yapmak neden câiz olmasın?” (21)

Burada esas olan kısım, başka kültür ve medeniyetlerden alınacak fikirlerin, değerlerin, sistemlerin dinin ilke ve esaslarına aykırı düşmemesidir. Hele demokrasinin beşer ürünü olmasından yola çıkarak onun reddine gitmek ancak bağnazlık veya cehaletle açıklanabilir. Çünkü Kur’an-ı Kerim baştan sona mü’minleri düşünmeye, tefekkürde bulunmaya, aklı kullanmaya davet eder. Dolayısıyla Batı medeniyetinin ve insan aklının bir ürünü olmasından yola çıkarak demokrasi hakkında hüküm vermek ne aklın ne de dinin tasvip edeceği bir tavır değildir.

Kaldı ki demokrasiye itiraz edenler de dahil olmak üzere çağımız Müslümanlarının elektronik aletlerden teknolojik cihazlara, dijital programlardan bilgisayar uygulamalarına, bilimsel araştırmalardan sosyal bilimlere kadar pek çok alanda Batı’dan istifade ettikleri bir gerçektir. Pekala Batıdaki siyaset alanındaki gelişmelerden istifade edilmesi de mümkündür.

Şayet demokrasinin Müslümanlara uygun bir yönetim sistemi olup olmadığıyla alakalı bir yorum yapılacaksa, baz alacağımız kriterler Batı kaynaklı ve/veya beşer ürünü olması olmamalıdır. Onun, İslam’ın ruhuna uygun olup olmadığı irdelenmeli, Müslümanlar açısından vaat ettiği hayır ve güzellikler göz önünde bulundurulmalı, insan haklarını ne ölçüde koruyup korumadığı üzerinde durulmalıdır.

OY VEREN ŞİRKE Mİ GİRMİŞ OLUR?

Anayasa ve kanunların yapılmasında, rejim şeklinin belirlenmesinde ve yönetim felsefesinin oluşmasında halkın talep ve isteklerinin, örf ve teamüllerinin, kültür ve değerlerinin belirleyici olması beklenir. Mevcut durumun böyle olmaması despotizm ve otoriterliğin göstergesidir.

Despotizmin olduğu bir yerde baskı ve zulümler de kaçınılmazdır. Bu tarz bir ülkede yaşayan Müslümanların da haklı olarak seslerini yükseltmeleri ve bununla mücadele etmeleri gerekir. Fakat sandığa gitmemek, Müslümanların menfaatine değil zararına bir tavırdır. Mevcut problemlerin çözümüne hiçbir katkı sunmaz. Kendi faydalarına bir değişimi arzulayan Müslümanlar; rejimi lanetleyerek, oy kullanmayarak, siyasileri protesto ederek, kamusal vazifelerden uzak durarak, devletle kavga yaparak kesinlikle hedeflerine varamazlar.

Dindar ve muhafazakâr bireylerin oy kullanmadığı bir ülkede ise hiç şüphesiz ki yönetim kademesi, seküler dünya görüşüne sahip olan vatandaşların tercihlerine göre şekillenecektir. Bu ise yüksek olasılıkla, dinî gerekçelerden ötürü oy kullanmayan kimselerin aleyhine bir netice doğuracaktır.

Oy kullanmanın haram olduğunu öne sürenler, laik ve seküler bir ülkede Allah’ın değil, insanların kanunlarının işlediğini, dolayısıyla da böyle bir sistemin yöneticisi olacak kimselere oy vermek suretiyle destek olmanın mahzurlu olduğunu belirtiyorlar.

Oysaki  İslam’da herkes güç ve iktidarı dahilinde yapabileceği işleri yapmakla mesuldür. Salt oy kullanmış olmasından ötürü devlet sistemindeki İslâm’a aykırı uygulamalardan onu mesul tutmak, yukarıdaki ilkeyle çelişir. Böyle bir yaklaşımın rasyonel ve realist olmadığını da belirtmek gerekir.

Diğer taraftan Müslümanların, bırakalım İslâm ülkelerinde, gayrimüslimlerin yaşadığı ülkelerde dahi siyasi sistemin içerisinde yer alabileceklerini gösteren deliller bulmak mümkündür. Mesela Hz. Yusuf, putperestliğin hâkim olduğu bir ülkede, “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir.” (22) diyerek görev talep etmiş ve sonrasında da hazine bakanı olmuştur. Yine Kur’an, Firavun’un Hz. Musa’yı öldürmeye azmettiği bir esnada, Firavun hanedanı arasında (idareci kadrosunda) yer alıp da o ana kadar imanını açığa vurmamış bir mü’minin kahramanca ve ikna edici delillerle Hz. Musa’yı savunmasını anlatır. (23)

Yine Hz. Peygamber (s.a.s) vahiy gelmeden önce Arap müşrikleri tarafından kurulan Hılfu’l-fudul teşkilatı içerisinde yer almış, peygamber olduktan sonra da bu vazifesinden övgüyle bahsetmiştir. Hatta benzer bir oluşuma tekrar çağrılacak olsa, tereddüt etmeden icabet edeceğini bildirmiştir. (24)

Tüm bunlardan anlaşılıyor ki Müslümanlar, İslâmî prensiplere riayet edilmeyen ülkelerde, yararlı gördükleri takdirde farklı devlet kademelerinde görev alabilecekleri gibi, pekâlâ görev alacak kimseleri de seçebilirler. Bu anlattıklarımızdan oy kullanmanın farz olduğu gibi bir netice de çıkarılmaması gerekir. Elbette bir insan yine düşündüğü bir maslahata binaen oy kullanmayabilir. Aslında bu gibi mevzularda herkesi kapsayacak ölçüde mutlak dinî hükümlerin verilmesi çok riskli ve doğru olmayan bir tavırdır. Burada esas dikkat edilmesi gereken kısım, niyet ve fikirlerdir, hedef ve maksatlardır.

Hele hele belirli bir partiye oy vermeyi “farz” yahut “haram” gibi dinî hükümlere bağlamanın veya belirli bir partiye oy veren kimselerin “büyük sevaplar elde edeceğini” ya da “büyük günah vebali altında kalacağını” ifade etmenin bundan çok daha tehlikeli olduğunu ifade etmek gerekir. Bu tür tavırlar dinin istismarından ve dinî değerlerin siyasete alet edilmesinden başka bir şey değildir.

Dahası büyük bir yarış ve rekabetin yaşandığı, ihtilaf ve çatışmaların söz konusu olduğu, menfaat ve çıkar ilişkilerinin gözetildiği bu tür siyasi işlerde kesin dinî hükümlerle insanları yönlendirmeye çalışmak, dinî değerlerin yıpranmasına, yozlaşmasına ve zarar görmesine sebep olacaktır.

OY VERİLECEK PARTİ/LİDER SEÇİMİ

Bir şahsın devlet başkanı olabilmesi için hem bilgili, adil, dürüst, takva sahibi, emanette emin, zulüm ve günahlardan uzak duran, ahlaklı, şahsiyet ve mürüvvet sahibi, halk tarafından sevilen bir kimse olması; hem de ehlü’l-hal ve’l-akd denilen özel bir heyet tarafından seçilerek halkın bey’atını (rıza ve onayını) alması gerekir.

Bilhassa belirli bir dönem kendi öz vatanlarında kendi yurttaşları tarafından baskı ve zulme maruz kalmış, ezilmiş ve dışlanmış veya din aleyhine bir kısım adımların atıldığına şahit olmuş Müslümanlar ilk olarak seçeceği kimsenin dindarlığına bakıyorlar. Çoğu Müslüman, İslâm’a yakın olduğunu düşündüğü liderlerin arkasından gidiyor. Zira onların İslam'a sahip çıkacağını ve mukaddes saydığı değerleri koruyacağını düşünüyor. Dindar insanların iktidara gelmesini, inandığı dinin hükümlerini özgürce yaşayabilmenin tek yolu olarak görüyor. Hatta dindar insanların iktidarda olduğunu düşündükleri ülkelerde Müslümanlar da kendilerini devletin sahibi olarak görmeye başlıyor.

Tabii ki dindarlık, her din müntesibinin şöyle veya böyle arzu edeceği ve oy kullanırken göz önünde bulunduracağı kriterlerdendir. Ne var ki burada gözden kaçan ve bu sebeple de krizlere sebep olan çok önemli bazı noktalar vardır.

Bunların ilki, dindarlığın nasıl tespit edileceğidir. Ne yazık ki modern siyasetin en önemli handikaplarından biri, riyakârlık ve ikiyüzlülük üzerine kurulmuş olmasıdır. Samimiyet ve şeffaflık olmadığı için siyasilerin miting meydanlarındaki yahut televizyon ekranlarındaki sözlerine bakarak karar vermek oldukça yanıltıcı olabiliyor. Çünkü hemen her lider, kendisini halkın görmek istediğini düşündüğü şekilde gösteriyor, halkın hoşuna gideceğini düşündüğü sözleri konuşuyor. Bu yüzden, liderler hakkında sahici bilgiler elde etmek çok da mümkün olmuyor.

DİNDARLIK MI YOKSA LİYAKAT Mİ?

Dört halife ve beşinci halife sayılan Ömer bin Abdülaziz gibi tüm kriterleri sağlayan adaylar tarih boyunca nadir bulunmuşlardır. Peki mevcut adaylar içerinde tercih nasıl olmalı? Hangi kriterlere öncelik verilmeli?

Müslümanlar, oy verecekleri kişinin salt dindar pozları vermesine aldanmamalı, dindarlığın devlet idaresinde tek başına yeterli olmadığını iyi bilmelidirler. Dindarlıkla birlikte ve ondan daha da öncelikli olarak oy verecekleri kişinin devlet idaresinde ehil olmasına bakmalıdırlar.

Bediüzzaman Hazretleri’nin şu ifadeleri, üzerinde düşünmeye değer: “Hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan, İslamî faziletlerle donanmazsa, ondan hakikî hamiyet, sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve sanat başka olduğu için, fasık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte şimdi dindarlık ve mahareti, diğer bir ifadeyle fazilet ve hamiyeti, kalb ve fikir nurunu bir araya toplayanlar vazifelere yeterli gelmezler. Öyle ise ya maharet ya da dindarlık tercih edilmelidir. Sanatta maharet ise tercih sebebidir.” (25)

Yine Bediüzzaman Hazretleri’ne, gayrimüslimlerin nasıl olup da kaymakam ve vali olacakları sorulduğunda ise şöyle cevap verir: “Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi.” Devamında ise bu sözünü şöyle izah eder: “Zira Meşrutiyet, milletin hakimiyetidir. Hükümet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa; kaymakam ve vali reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayrimüslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur. Farz ediniz ki, memuriyet bir nev’i başkanlık ve bir ağalıktır. Gayr-ı müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, başkanlığımıza ortak ettiğimiz vakitte, millet-i İslâmiyeden dünyanın her köşesinde üç yüz bin adamın başkanlığına yol açılıyor. Biri kaybedip bini kazanan, zarar etmez.” (26)

Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği ölçülere göre şayet mümkünse dindarlık ve maharet birlikte bulunmalıdır; bunun mümkün olmadığı durumlarda ise maharet yani ehliyet ve liyakat öne çıkarılmalıdır. Peki, günümüzün modern devletinde bir insanın iyi bir yönetici olabilmesi için hangi vasıflarına bakılmalıdır?

LİYAKATİN KRİTERLERİ NELERDİR?

Oy verilecek kimsenin temel hak ve özgürlükleri içine sindirmiş biri olması çok önemlidir. Aksi takdirde günümüzde oldukça merkezileşmiş ve güçlenmiş modern devletin başına geçen ve her çeşit insanın yaşadığı çoğulcu bir toplumu yönetmek zorunda olan bir kimsenin baskı, despotizm ve zorbalıktan kurtulması mümkün değildir.

Yine oy verilecek kimsenin, uğruna fertlerin hayatını feda edecek ölçüde devleti mitleştirmeyen ve sivil toplumu öne çıkaran bir kişi olması çok önemlidir. Hele hele Saddam döneminde Irak, Kaddafi döneminde Libya, Hitler döneminde Almanya gibi ülkelerde acı örnekleri görüldüğü üzere şahsını devlet yerine koyacak, şahsıyla devletin bekasını özdeşleştirecek, kendi ideolojileri veya hırsları adına devlet mekanizmasını felce uğratacak kibirli, megaloman ve maceracı kişilerden uzak durulmalıdır.

Yine oy verilecek kimsenin, hedefe ulaşma adına bütün yolları meşru gören, hedefin yüceliğinin vesileleri de meşru hale getireceğini öne süren Makyavelist ahlaktan uzak durması gerekir. Oy verilecek kimsenin siyaseti ve kendisini ahlak üstü görmemesi, bütün icraat ve politikalarında ahlakî ilkelere bağlı kalması son derece önemlidir.

Yine oy verilecek kimsenin, hukuk devletinin ve hukukun üstünlüğü ilkesinin zaruretine inanması gerekir. Çünkü mafya ve çeteler ile devleti birbirinden ayıran temel ölçü, hukuktur. Bunların her ikisi de güç ve şiddet kullanır. Fakat devlet, bunu kanunlara bağlı kalarak yapar. Şayet devlet, hukuktan ayrılırsa ülkenin en büyük ve en tehlikeli mafyası haline gelir. Kendi vatandaşları için bir tehdit unsuru olur. Bu sebeple şöyle böyle hukuku ihlal eden ve kendisini hukuk üstü gören bir kimsenin bütünüyle ehliyetini yitireceği iyi bilinmelidir.

Yine oy verilecek kimsenin, kamu maslahatlarını; her türlü şahsî, ailevî ve parti çıkarlarının önünde tutan biri olması gerekir. Yaptığı bütün hizmetleri oya tahvil etmeye çalışan bir kişi, kendi geleceğine yatırım yapıyor demektir. Şayet bir kimse, zaten yapmak mecburiyetinde olduğu bazı iş ve hizmetlerin sürekli  reklamını yapıyor, bunları her daim halkın gözüne sokuyor, hatta yapmadığı işleri dahi yapmış gibi gösteriyorsa, oy hesaplı hareket ediyor demektir.

Yine oy verilecek kimsenin, şeffaflığa, açıklığa, denetime ve hesap verebilirliğe önem vermesi de mutlaka üzerinde durulması gerekli olan kriterler arasındadır.

Görevlendirmeleri liyakata göre yapma, torpil ve adam kayırmadan uzak durma, toplumun bütün kesimlerine karşı eşit muamele etme, toplumu taraf tutmaya zorlamama, verdiği sözleri ve yaptığı vaatleri yerine getirme, popülizm ve hamasetten, kin ve nefret dilinden, kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı siyaset tarzından uzak durma, uluslararası ilişkileri iyi bir diplomasiyle yürütme, sosyal devlet olmanın gereklerini yerine getirme gibi daha pek çok husus üzerinde durulabilir.

Sonuç itibarıyla şunu diyebiliriz ki Müslümanlar, bir kısım dinî sembol ve simgelere aşırı değer vermek suretiyle yöneticilerin dini istismar etmesine fırsat vermemelidir. Allah’la aralarındaki ilişkiyi Allah'a bırakarak liyakatlarına bakmalıdırlar. 

SON SÖZ NİYETİNE

Kanaatimizce hem oylama, seçim, meclis, anayasal sistem, güçler ayrılığı gibi demokrasinin mekanizmaları hem de hürriyet, kanun önünde eşitlik, insan hakları, farklı fikirlere saygı, uzlaşı ve hoşgörü gibi demokrasinin temel değerleri dinî naslara ters değildir. Aksine demokrasi; şura, bey’at, icma, sulh, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker, maslahatları elde etme ve mefsedetleri giderme, hak ve adaleti ikame etme, zulüm ve fesadı önleme, hukukun üstünlüğünü sağlama gibi pek çok dinî kavram ve ilkeyle uyum içindedir.

Allah, “Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir.” (27) buyurmak suretiyle yönetim işlerinin nasıl yürütülmesi gerektiğinin yolunu göstermiştir. Buna göre her türlü idari ve siyasi mevzunun meşverete dayanması gerekir ki bu, demokrasilerin de özünü oluşturur. Zira tek adam rejimlerinin önüne geçmenin, despotizm ve baskıyı engellemenin en etkili yolu, işlerin istişareyle karara bağlanmasıdır.

Bey’at ise toplum ile yöneticiler arasında yapılan bir çeşit akittir. Bu akdin maksadı, halk tarafından seçilen ve razı olunan kişilerin yönetime geçmesi; yöneticilerin otorite ve yetkilerini halkın irade ve egemenliğinden almasıdır. Demokrasiyi monarşiden ayıran temel nokta da budur.

Bilindiği üzere Hudeybiye antlaşmasına kadar geçen 19 yıllık zaman diliminde Müslüman olan insanların sayısı ne kadarsa, bundan sonraki bir yıl içinde o kadar insan daha Müslüman olmuştur. Demek ki halkın farklı kesimleri arasındaki gerilim ve çatışmaların sürüp gittiği zamanlarda İslam’ın insanlığa sunduğu mesajın iyi anlaşılıp doğru değerlendirilebilmesi de mümkün değildir. Bunun için mutlaka uzlaşı ve barış ortamına ihtiyaç vardır. Toplumun bütün katmanlarında çeşitliliğin hakim olduğu bir dünyada bunu temin edebilecek en elverişli sistem ise demokrasidir.

Zaten Türkiye tarihi açısından hem dindar kesimin rahat bir nefes aldığı zamanlara bakılacak olursa bunun kısmen de olsa demokrasinin işlerlik kazandığı dönemlere rastladığı görülecektir. Demokrasi, sosyal, dinî ve siyasi hayatta her zaman Müslümanların önünü açmıştır. Çünkü demokrasinin sağladığı özgür ve rahat atmosfer, her türlü faaliyet ve çalışmalarını yürütebilme, sosyal ve siyasi alanda istedikleri gibi örgütlenebilme, kendi fikir ve düşüncelerini savunabilme adına Müslümanlara önemli fırsatlar sunmuştur.

Müslümanların en çok içe kapandığı, haklarından mahrum edildiği, dinlerini hayatlarına tatbik etme imkânlarının ellerinden alındığı, ötekileştirildiği, dışlandığı, devlet kurumlarından tasfiye edildiği dönemler ise baskıcı ve totaliter anlayışın hakim olduğu zamanlardır.

Bu ölçüde demokrasinin sağladığı imkanlardan faydalanmalarına rağmen bazı Müslümanların hala demokrasinin karşısında olmaları veya despotizm dönemlerinde tam bir demokrasi savunucu kesilen Müslümanların güç ve iktidarı ellerine geçirdikleri dönemlerde ondan vazgeçmeleri gerçekten anlaşılması zor bir tavırdır. Oysaki günümüz Müslümanlarının demokrasi karşıtı tavırları, onların altını oymaktan veya bindikleri dalı kesmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Ayrıca böyle bir tavır, akıntıya karşı kürek çekme demektir. Dolayısıyla Müslümanların, küreselleşen bir dünyada demokrasiye karşı çıkarak varabilecekleri hiç bir yer yoktur. Şayet Müslümanlar yaşadıkları çağın dışında kalmak istemiyorlarsa, mutlaka demokrasiye sahip çıkmalı ve hatta onu daha da geliştirmeye çalışmalıdırlar.

Elbette Batılı demokrasinin İslamî değer ve idealler açısından tenkit edilebilecek yönleri vardır. Fakat dünyada hangi yönetim şekli veya devlet vardır ki tamamıyla kusursuz olsun! Hz Peygamber haricinde İslam tarihindeki yönetim ve devletlerin İslam açısından kusursuz olduğu iddia edilebilir mi?

Netice itibarıyla şunu söyleyebiliriz ki, İslam ve demokrasi ne birbirinin alternatifidirler ne de birbirinin düşmanı. Aksine demokrasi, İslamî ilkeler ve değerler açısından mevcutlar arasında en uygun ve en ideal yönetim şeklidir. Şayet Müslümanlar, başlarındaki zorba idarelerden kurtulmak ve geleceğin dünyasında söz sahibi olmak istiyorlarsa Batılılardan daha fazla demokrasiye sahip çıkmalıdırlar. Tüm enerjilerini “İslam devleti” kurma yolunda sarf edeceklerine; cehalet, despotizm, fakirlik, geri kalmışlık gibi çözüm bekleyen daha acil sorunlara odaklanmalı; bu sorunları da demokrasinin temin edeceği rahat, özgür ve güvenli bir ortamda daha rahat çözebileceklerinin şuurunda olmalıdırlar.

DİPNOT:

(1) Hayrettin Karaman, İslam, demokrasi ve Medine Vesikası, Yeni Şafak, 29.5.2014 https://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettin-karaman/islam-demokrasi-ve-medine-vesikasi-53922
(2) Ahmet Sapa, İslam'a Zıt Fikirlerle İslamcılık Taslamak, https://www.kokludegisimdergisi.com/index.php?p=makaleDetay&makale=783
(3) Karen Haekkerup, ülkesinin en başarılı bakanlarından birisiydi. 10 yıl boyunca mecliste olmasına rağmen, Ekim 2014’de sürpriz bir kararla, politik kariyerinin zirvesindeyken hem adalet bakanlığına hem de politikaya veda ettiğini açıkladı.

Sadece 40 yaşında olmasına ve önünde uzun bir siyasi kariyer imkanı olmasına karşın Çiftçiler Birliği’ne başkan olmayı tercih etti. (https://www.haberler.com/danimarka-da-ozel-sektorde-is-bulan-bakan-istifa-6572891-haberi/)

Haekkerup, ‘Asla siyasete geri dönmem’ dedi. Seneler geçmesine rağmen zirvesine çıktığı siyasete geri dönmeyip, sözünü tuttu.

Karen Haekkerup bu konuda yalnız değil. Politika rant ve para kazanma aracı olmadığından çok sayıda Avrupalı politikacı, ömür boyu meslek olarak görmediği siyasete genç sayılacak yaşta veda ediyor.

Fredrik Reinfeldt, 2006-2014 arasında İsveç başbakanlığı koltuğunda oturdu. 2014’te seçimleri kaybedince parti liderliğinden istifa ettiği gibi siyaseti de bıraktı. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Fredrik_Reinfeldt) Yaşı 50 olmasına rağmen geri dönmesi taleplerine de olumsuz cevap verdi. Reinfeldt, kurumsal yönetim ve medya sektörüne danışmanlık hizmetleri verecek bir şirket kurarak ticari hayata atıldı. Seçim kaybeden liderlerin görevini bırakması Avrupa siyasetinin yazılı olmayan kuralları arasında uzun yıllardır yer alıyor. Liderlerin çoğu sadece parti başkanlığını değil, siyaseti de bırakıyor.

Avrupa ülkelerinde milletvekili olmanın imtiyazı ve ‘Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz’ cümlesinin hiçbir anlamı yok. Avrupa’daki birçok ülkede yasama dokunulmazlığı geniş kapsamlı değil.

Ülkemizde milletvekili olmanın en ayrıcalıklı kısmı ‘statü’ oluyor. Milletvekili olunca protokolün ön sıralarında yer buluyorsunuz. Normal vatandaşlıktan yükselip VIP hale geliyorsunuz. Avrupa’da protokol kuralları Türkiye’ye oranla yok denecek kadar az. Otobüste yahut trende seyahat ederken milletvekili ile karşılaşmanız sıradan bir durum. Danimarka, Hollanda ve İsveç gibi devletlerdeki milletvekillerinin en tercih ettiği "makam aracı" bisiklet. Hatta bazı bakanlar kırmızı plakalı aracı yerine bisiklet kullanmayı tercih ediyor. (https://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/05/150519_hollanda_bisiklet)

Kurallar, ya sıradan vatandaş yahut da milletvekili olun fark etmez, herkes için geçerli. Avrupa’da aşırı hızdan ceza alan ve ehliyetine el konan milletvekili veya bakan haberlerini okumak oldukça sıradan bir durum. 2006’da zamanın Danimarka Adalet Bakanı Lene Espersen şahsi aracıyla seyir halindeyken sağa dönüşte arkadan gelen küçük bir motosiklete çarpmıştı. Motosiklet kullanıcısı acil serviste ayakta tedavi olurken, kazadan sonra Lene Espersen kendisine bağlı olarak görev yapan polisi arayıp haber vermişti. Kazada suçlu olduğuna hükmedilen Espersen 1500 kron (200 Euro) ceza ödemiş ve ehliyetine 2 yıl el konmuştu. (https://www.sondakika.com/haber/haber-danimarka-da-ornek-davranis-adalet-bakaninin/)

Maaşı ve statüsü sıradan yurttaştan farklı olmayan politikacılığı meslek olarak daha çok idealistler seçiyor. Ve en önemlisi partinin politikasıyla hayatını özdeşleştirenler tercih ediyor. Partiler arasında gel-gitlerin yok denecek kadar az olduğu Avrupa’da, lider tek seçici değil. Milletvekili adaylığında son sözü parti üyeleri söylüyor. Parti üyelerinin onayını almayan birinin adaylığı söz konusu olmuyor.

Hele parti üyesi olmayan birinin üstten gelen onayla aday olması asla yaşanmıyor. Milletvekili adayları ülkemizde olduğu gibi seçimlere iki ay kala değil, parti teşkilatında yapılan ön seçimlerle aylar, hatta yıllar öncesinden belli oluyor. Sıralamayı genel merkez değil, parti teşkilatı belirliyor. Kısacası Avrupa’da milletvekili olmak ayrıcalık getirmediği gibi, çoğu zaman sorumluluk ve aşırı çalışmadan dolayı bazı vekiller özel sektöre geçmenin yollarını arıyor. Siyasette mezarda emeklilik kavramı bulunmuyor.

(4)Risale-i Nur Külliyatı, Münazarat, s. 30 https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/munazarat/30
(10) Demokrasi türleri ile ilgili ayrıntılı bir çalışma için bkz.; Arend LIJPHART, Çağdaş Demokrasiler, Yirmibir Ülkede Çoğunlukçu ve Oydaşmacı Yönetim Örüntüleri, Çev. Ergun ÖZBUDUN-Ersin ONULDURAN, Yetkin Yayınları, Ankara; Hasan TUNÇ, “Demokrasi Türleri ve Müzakereci Demokrasi Kavramı”, GÜHF Dergisi, Prof.Dr. Attila ÖZER’e Armağan, S.12, C.1-2, Ankara 2008. http://webftp.gazi.edu.tr/hukuk/dergi/13_12.pdf
(12) Ali Bulaç, İSLÂM VE DEMOKRASİ - Teokrasi, Totaliterizm - https://pdfcoffee.com/slam-ve-demokrasi-teokrasi-totaliterizm-pdf-free.html
(13) Cengiz Tomar, İslam'da Yönetim Biçimi ve Hilafet http://www.aljazeera.com.tr/gorus/islamda-yonetim-bicimi-ve-hilafet
(14) Buharî, Hac 42 https://sunnah.com/bukhari:1585
(15) Risale-i Nur Külliyatı, Muhakemat, Birinci Mesele s. 54 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/muhakemat/54
(18) Tirmizi, Fiten 7 https://sunnah.com/tirmidhi:2167
(20) Tirmizî, ilim 19 https://sunnah.com/tirmidhi:2687
(21) Risale-i Nur Külliyatı, Münazarat, s. 30 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/munazarat/30
(22) Yusuf, 12/55 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=12&ayet=55
(25) Risale-i Nur Külliyatı, Münazarat, s. 22 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/munazarat/22
(26) Risale-i Nur Külliyatı, Münazarat, s. 34 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/munazarat/34
(27) eş-Şûrâ, 42/38 Elmalılı Hamdi Yazır Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=42&ayet=38