Darwin Konusunda Müslümanların Tepkisi - Kelly James Clark

 



     Darwin'in teorisinin 1858'de halka sunulmasından kısa bir süre sonra, geriye kalan Müslüman imparatorluklar "dağılmış ve neredeyse tüm Müslüman dünyası sömürgeleşmişti" (Iqbal, 2007: 11–12). Bir zamanlar güneydoğu Avrupa, Ortadoğu ve kuzey Afrika'yı kuşatan Osmanlı, önceki topraklarının ve håkimiyeti altındaki devletlerin sömürgeleştiğine ve etki alanının önemli ölçüde Anadolu yarımadasına kadar daraldığına tanıklık etmişti. 1853'te, Rus Çarı 1. Nikolay Osmanlı İmparatorluğu'nu "Avrupa'nın hasta adamı" ilan etti. Bir zamanlar Hint Yarımadası boyunca uzanan kudretli Moğol İmparatorluğu, 1858'de İngiliz hâkimiyeti altına girdiğinde eski halinden eser yoktu. Önceki (eskiden "Acemistan" olarak bilinen) Safavi Imparatorluğu'nun merkezi olan İran hiç resmi anlamda sömürge olmamıştı ancak siyasi ve ekonomik olarak Rusya'nın ve Britanya'nın boyunduruğu altındaydı.

         Sömürgeci işgal/hâkimiyet altında yaşayan  Müslümanlar, Avrupalı-Hristiyan kültürün medenileştiren etkisine çaresizce muhtaç barbarlar ve kåfirler olarak görülüyordu. Avrupalılar küstah ve küçümseyici idiler ve kendilerinin ilahi olarak aşağılık irkları medenileştirme yükümlülüğü verilmiş olan üstün irk olduğuna inanıyorlardı. Son olarak, Avrupalı güçler ise sömürücü idiler; sömürdükleri ülkelerin hammaddelerinden ve muazzam nüfuslarından kar elde ediyorlardı.

       Bilim, Avrupalı ve Hıristiyanların "üstün" olduklarını ve Arap Afrikalı ve Farsların (ve Müslümanların) "aşağılık" olduklarını savunmanın bir başka yolu olarak görülüyordu. Avrupa'nın "bilimsel devrimi" bazı Müslümanlar tarafından "terör silahları" üretmeye yarayan bir teknolojiyi desteklemekten farksız olarak değerlendiriliyordu.

       Darwin'in teorisi, bu sömürgeleşmiş ve küçümsenmiş Müslüman dünyasına Avrupadan emperyalizm ile ithal olarak geldi. Dolayısıyla Müslümanlar, Darwinciliğe Avrupalıların tutkularına ve kültürlerine has ve anlaşılır bir ihtiyat ile yaklaştılar.

           On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde, çok az sayıda değerli Müslüman Darwin'in eserini değerlendirecek donanıma sahipti. İslami ilimler görkemli günlerinden çok uzaktı."(1) Bir asır süren gerilemenin ardından, İslam dünyasında bilimin varlığından bahsetmek neredeyse imkânsızdı. Müslümanların modernleşmeye gösterdikleri direnç ve teknoloji bakımından üstün Avrupalılara karşı koyma kabiliyetinden yoksun olmaları, Müslüman imparatorlukların çöküşünü hızlandırmıştı.

          Sonuç olarak, Darwin'in görüşleri Müslüman ülkelere gelişigüzel ve buna rağmen asıl metin ve fikirler ile oldukça alakasız biçimde ulaştı. Müslüman bir öğrenci, Hristiyan misyoner bir öğretmenden batıya dair öğrendiği diğer şeyler gibi, Darwinizmi de muhtemelen öğreniyordu. Aktarımın şöyle gerçekleştiğini düşünebiliriz: Ana dill Arapça olmayan Misyoner Smith, sözgelimi Pastör Jones tarafindan yazılmış olan ve Pastor Jones'un Köken eserine yaptığı ikinci sınıf bir yorum ya da eleştiri niteliğinde olan (Origin ile neredeyse hiç benzerlik taşımayan) Ingilizce yazılmış bir makaleden alınmış fikirleri anlatıyordu. Darwin önce Jones tarafından değiştiriliyor, sonra Smith tarafından değiştiriliyor ve tekrar Smith tarafindan Ingilizceye ya da Arapçaya (ya da Türkçeye) "tercüme ediliyordu" Tahmin edilecegi gibi, bu tercüme esnasında bazı şeyler kayboluyordu. Türlerin Kökeni eseri 1918e kadar Arapça olarak basılmamıştı ve basıldığında da yalnızca ilk altı bölüm mevcuttu. Yine tahmin edileceği üzere, Darwinizm hakkındaki bilgisizlik ve alaycılık yaygındı.

          Avrupalı ve Avrupalı-dostu aktarıcılar ve tercümanlar Darwinciliği kendi gündemleriyle birleştirdiklerinde yanlış anlaşılmalar giderek arttı. Bu dengesiz karışımın içerisine ırksal ve dini üstünlük meseleleri de karıştırılınca, yanlış anlaşılma ihtimalleri akıllara durgunluk veren seviyelere ulaşıyordu. Biraz da sömürgecilik ve suiistimal serpin, işte felaket reçeteniz hazır. Orneğin, Darwin'in gelişme konusunda Israr ettiği iddiası (alaycılık), Avrupa'nın ilkel ve kara cahil Araplara (küçümseme ve sömürgecilik) eğitim ve medeniyet modelleri konusunda bir desteği olarak sunuluyordu.

            Darwin kültürel olarak nötr bir matematik formülü olarak sunulmadı. Darwincilik İslam dünyasına çıplak ve açık olarak girmedi - kalın kültürel giysiler içinde girdi. Bununla birlikte, Müslümanların tepkisi toptan kabul etmekten doğrudan reddetmeye kadar oldukça çeşitlilik arz ediyordu. İslam gibi kapsamlı bir dinde bol çeşitlilik olması beklenirdi, ve öyleydi de. Darwinizm hakkındaki ilk tartışma, her nasılsa büyük ölçüde álimler arasındaydı. Başlangıçta birkaç Müslüman álim İslam ve evrimin uyumlu olduğunu onayladı.(2) Evrimi reddedenler ise, gerçekten, genellikle Kuran'a aykırı olduğunu düşünüyorlardı. (Iqbal, 2009). Darwinciliği ilk kez eleştirel biçimde ele alan iki önemli on dokuzuncu yüzyıl düşünürü Hüseyin el-Cisr ve Cemaleddin Afgani'yi inceleyelim.


        Trabluslu olan Hüseyin el-Cisr (1845-1909), Darwinciliği savunuyor ve Kuran'la uzlaştırılabileceğini iddia ediyordu. El-Cisr'in Risaletü'l-Hamidiye fi hakikatid-Diyaneti'l-İslamiye ve Hakkiytü'ş- Seriatü'l-Muhammediye (İslam'ın ve Şeriat'ın Doğruluğu Hakkında Hamidi Eser) şeklinde büyüleyici bir başlığa sahip olan 400 sayfalık eseri, modern evrim teorisini lslami ilimler ve mantik bakış açısıyla ele alan oldukça teknik bir eserdi (Elshakry, 2011), Bunun karşılığında, Esere adını veren Osmanlı Padişahı Abdülhamid, Osmanlı irfanına katkılarından dolayı el-Cisre Padişah Armağanı verdi. Bu inanç gösterisi ile, el-Cisr evrim teorisi deneme alanı iken Islam'ın akla uygun biçimde savunulması gerektiğini öne sürüyordu. El-Cisr, Avrupa'nın kokuşmuş emperyalizmi içinde yaşayarak öğrendi. Batılı bilginler ve misyonerler emperyalizm ile ittifak halinde İslam'a korkunç şekilde saldırıyorlardı: Müslümanlar geri kalmış ve cahil barbarlar olarak gösteriliyordu. El-Cisr Eser'inde bu suçlamalar karşısında kararlı biçimde dik durmayı amaçlıyordu.

         El- Cisr felsefe, bilim, bilgi ve vahiy arasında on ikinci yüzyılın büyük filozoflarından ibn Rüşdün eserlerinde keşfettiği bir uyum ilkesini savunuyordu (Guessoum, 310): Köklü bilgi daima Kuran'ın doğru anlaşılması ile uyum içerisindedir. Ona göre, böyle konular hem epistemolojik (köklü bilginin ne olduğu ile ilgili) hem de yorumsal (Kutsal Kitap'ın nasıl yorumlanması gerektiği ile ilgili) idi. Yorumsal açıdan tevili, yani Kuran'da geçen metinlerin bire bir anlamlarının (bire bir anlam bariz değilse) mecaz ve benzetmelerden faydalanılarak yorumlanmasını savunuyordu. Te'vil mevcut bilim ve Kutsal Kitap arasındaki aşikâr tutarsızlıkların uzlaştırılmasını sağlıyordu (Elshakry, 2011). "Allah'ın kelamı” (Kuran-ı Kerim) ile "Allah'ın Eserleri"ni (yani doğa) bir araya getiren bir din bilimini savunan te'vil, Darwincilik de dahil olmak üzere bilimle uyuşmayan ayetlerin yorumsal bir yaklaşımla yeniden alegori biçiminde yorumlanmasını öneriyordu. Son olarak, el-Cisr İslam'ın Tanrı'yı kabul eden ya da ona karşı çıkmayan tüm doğruları desteklediğine inanıyordu (Guessoum, 2011: 310). Kuran'ın birkaç günde ya da çok uzun bir sürede gerçekleşen yaratılışla ilgili tarafsız olduğuna inandığı için, her şeye kadirlik ve yaratılışa dair Kuran öğretilerinin evrim teorisiyle fazlasıyla uyumlu olduğunu iddia ediyordu.

         El-Cisr'in Darwincilik hakkında bir ciddi tereddüdü vardı. Kendisinden sonraki birçok Müslüman gibi o da Darwin'in teorisinin Kuran'da geçen insanın yaratılışına aykırı olduğuna inanıyordu. El Cisr, Kuran'da insanın yaratılışının açıkça anlatıldığını düşünüyordu: Adem, Allah ruhundan üflemeden önce topraktan yaratılmıştı (3.59). Ancak, el-Cisr insanlığın kökeninin primatlar olduğuna dair kanıt olduğu takdirde Müslümanların bu görüşü kabul etmesi gerektigini kabul ediyordu. Insanların atalarına dair bir kanıt, el-Cisre göre yaratıcı Allah'a olan inanca hiçbir şekilde gölge düşüremezdi. (Elshakry, 2011).


        Iran doğumlu olan Cemaleddin Afgani (1838-97), başlangıçta Darwinciliği yüksek sesle reddetti çünkü evrimin maddeci varsayımlarının Allah'ın varlığını inkâr ettiğine inanıyordu. Modern İslam'ın dirilişinin babası olarak görülen Afgani, Avrupa emperyalizmine karşı Islam dünyasının birlik olması gerektiğini savunan bir alim ve aktivisti. Hindistan, Mısır, Konstantinopolis, Paris , Londra, Moskova ve Münih'i gezerek oralarda Islami siyasal devriminin gerçekleri hakkında vaaz veriyordu. Darwine yönelik (en fazla) Köken eserine imalarda bulunduğunda eleştirileri gülünç olduğu gerekçesiyle ağır biçimde eleştiriliyordu. Türlerin bir tür değişim geçirdiklerini kabul ediyor ve bunun zaten Kuran'da yer aldığını ve bunun Allah'ın varlıkları yaratma biçimi olduğunu iddia ediyordu. Ancak, insanların maymunlardan evrildiğini kabul etmiyordu.

         Afgani'nin çeşitli tepkileri, özellikle de evrimi başlangıçta reddetmesi, evrim ve İslam arasındaki uyumun daha kapsamlı kültürel, siyasi ve kimlikle ilgili konulardan etkilendiğini gösteriyor. Örneğin, Afgani'nin Darwin'in teorilerini ele alışı, daha büyük bir kültürel mücadele -Batı emperyalizmini anlamak ve üstesinden gelmek için bir mücadele- olarak anlaşılmalıdır. Bu maksatla, Afgani Darwin'in teorisinin, dolayısıyla Avrupa'nın maddeci (ateist) olduğuna Müslümanları ikna etmeyi umuyordu." (3)

          O zaman, kararlı bir şekilde anti-emperyalist olan Afgani, Darwin'in teorisini parça parça da olsa nasıl kabul etti? Afgani on birinci yüzyılda yazılmış bir şiirde organik olmayan maddeden üretilen hayvanlardan bahsedilmesinin Arap düşünce akımında evrimin kökenlerini gösterdiğini iddia etti. İddiasını şu sözlerle destekliyordu: "Eger evrim doktrini bu öncüllere dayalı ise, o zaman Arap bilim insanları Darwin'den önce davranmışlardı." Evrimi Arapça kaynaklarla ilişkilendirerek ve Avrupalı düşünce akımı ile bağlarını zayıflatarak, Afgani Darwin tarafından yöneltilen kültürel tehdidi etkisiz hale getirmeyi başarmıştı. Arap özgünlüğü iddiası, İslam ve evrimin uyumu hakkındaki endişeleri hafifletmeyi hedefleyen Müslümanlar tarafından tekrarlanacaktı.

          Başlangıçta evrimi reddetmiş olmasına rağmen, Afgani "Manar Düşünce Okulu'nu etkiledi. Manar Düşünce Okulu, modern bilim ve Kuran'ı uzlaştırmayı ve modern bilimi fiziksel dünyaya dair bilgilerin kaynağı (Kurandan ziyade) olarak değerlendirerek Müslümanların rasyonalizm karşıtlığını ortadan kaldırmayı hedefliyordu. Böyle düşünürler, Avrupalıların Müslüman topraklarına tecavüz etmelerine ve hükmetmelerine karşı geliştirilen entelektüel tepkilerin ve direncin öncüleri idiler. İdeolojik olarak Avrupa emperyalizmine karşı olsalar da, modern bilimi Müslüman dünyasının bağımsızlığına siyasi üstünlüğüne giden yol olarak görüyorlardı.


Kelly James Clark , Bilim Ve / Veya Din kitabının 355-360 sayfalarından alınmıştır.