Bilimin Unutulan Kökeni - John Lennox

 





Bütün bilimlerin kalbinde, kâinatın düzenli olduğu kanaati yatar. Bu derin kanaat olmadan bilimin olması mümkün değildir. Bu nedenle şunu sormaya hakkımız var: Bu kanaat nereden geliyor? Biyokimya dalında Nobel ödüllü Melvin Calvin bunun kaynağı hakkında der ki: 

      “Bu kanaatin kökenini anlamaya çalışırken, bu temel kavramın 2.000 veya 3.000 yıl kadar önce keşfedildiğinin farkına vardım. Batı dünyasına ilk kez İbranice olarak ilan edilen bu kavram şudur: Kâinat tek bir Tanrı tarafından yönetilmektedir. Kainat kendi kurallarına göre kendi alanlarında hüküm süren tanrıların heveslerinin ürünü değildir. Anlaşılan o ki modern bilimin tarihsel temelini oluşturan şey, bu tek-tanrıcı görüştür."(1)

Literatürde genellikle çağdaş bilimin izlerini M.Ö. 6. yüzyıldaki Yunanlılara kadar takip ettiğimizi düşünecek olursak, bu oldukça çarpıcı bir tespittir. Bu tespit, bilimin gelişmesi için Eski Yunan dünya görüşündeki çok-tanrıcı içeriğin boşaltmış olmasının gerekliliğine vurgu yapar. Bu son noktaya ileride geri döneceğiz. Burada basitçe şunu ifade etmeye çalışıyorum, her ne kadar Yunanlılar gerçekten şimdi anladığımız tarzda bilim yapma konusunda pek çok şeyde ilk olsalar da, evrenin yaratılmış olup Tanrı tarafından idame edildiği görüşü, Yunan dünya görüşünden çok daha eskidir. Üstelik Melvin Calvin'in burada ima ettiği gibi, bilimin gelişmesinde en büyük katkıyı sağlayan şeyin, yani evrenin düzenine dair kanaatin de kökeni bu görüşe dayanmaktadır. Bu, Dawkins'in sözlerini ödünç alarak söylemek gerekirse, Tanrı'nın delilsiz reddine deva sadedinde 'çatılardan haykırılması gereken bir hakikattir. Çünkü bir kolu “kâinatın uzak köşelerine ulaşan bu bilimin dayandığı temelin kendisi güçlü bir teistik boyuta sahip bulunuyor.Bu şaşırtıcı gerçeğe, seçkin bilim tarihi uzmanı ve matematikçiSir Alfred North Whitehead, Melvin Calvin'den çok daha önce dikkatleri çekmişti. Bilgi seviyesi, M.Ö. 3. yüzyılda yaşamış Arşimed'ten bile daha düşük olan 1500'lerin ortaçağ Avrupası'nın, 1700'lerde birden Newton'un ustalık eseri olan Principia Mathematica'sını yazacak seviyeye çıkmasını inceleyen Whitehead hakli olarak şu soruyu soracaktı: "Nispeten bu kadar kısa bir zaman zarfında böylesine bir gelişme nasıl gerçekleşti?” Sonrasında ise bu soruya şu cevabı verecekti: "Modern bilim, ortaçağda Tanrı'nın rasyonelliği konusundaki ısrarın neticesinde ortaya çıkmıştır... Benim açıklamama göre, modern bilimsel teorinin gelişiminden önce var olan şey, bilimin olabilirliğine dair inançtır ki bu inanç esasen, ortaçağ teolojisinin bir yan ürünüdür."(2) 
C.S. Lewis'in, Whitehead'in bu görüşüne getirdiği veciz formül alıntılanmayı hak ediyor:

      “İnsan bir kanun koyucunun varlığına inandığı için doğada kanun olduğunu varsaydı ve doğada kanunun varlığına olan inancı onu bilim yapmaya sevketti." Bundan dolayı, pek çok kimse tarafından modern bilimin babası olarak addedilen Francis Bacon (1561-1626), kendinden emin bir şekilde şunu öğretiyordu: “Tanrı bize kendini tanıtmak için iki kitap sunmuştur; kâinat kitabı ve Kutsal Kitap. Kim tam anlamıyla yetişmiş olmak istiyorsa bu iki kitaba birlikte çalışmalıdır."

         Bilimin geçmişteki zirve isimleri bu konuda fikir birliği içindedirler. Galileo (1564-1642), Kepler (1571-1630), Pascal (1623-62), Boyle (1627-91), Newton (1642-1727), Faraday (1791-1867), Babbage (1791-1871), Mendel (1822-84), Pasteur (1822-95), Kelvin (1824-1907) ve Clerk Maxwell (1831-79) gibi bilim adamlarının hepsi Tanrı'ya inanmaktadırlar. Onların Tanrı'ya inanmaları, bilim yapmalarına engel olmamış bilakis bu inanç onların ana ilham kaynakları olmuştur. Üstelik onlar, imanlarını ifade etmekten de utanmiyorlardı. Mesela Galileo'nun sorgulayan zihninin ardındaki motivasyon kaynağı, onun şu kanaatiydi: "Tanrı insana duygu, akıl/idrak ve zekayı bahşetmiştir' öyleyse 'onları atıl bırakmamalı, kullanarak bilgi edinmeliyiz."


Bir başkası, mesela Johannes Kepler kendi motivasyonunu şöyle izah ediyor: "Dış dünyadaki bütün araştırmaların ana amacı, Tanrı'nın bize matematiksel bir dille vahyetmiş olduğu akli düzeni keşfetmektir. Bu aynı zamanda Tanrı'nın bize yüklediği bir sorumluluktur." (3) Kepler bu keşfini, şu ünlü sözünde özetler: "Tanrı'nın mütalaası üzerine tefekkür etmek." Oysaki mesela İngiliz biyokimyacı Joseph Needham'ın yazdığına bakılırsa, Cizvitler 18.yy.'da Çinlilere Batı'da devam eden bilimsel devrimi haber verdiklerinde, Çinlilerin göstermiş olduğu tepkinin bundan çok farklı olduğunu görüyoruz. O zamanın Çinlilerine göre, kâinatın insan tarafından keşfedilen ya da keşfedilebilen basit kanunlarla yönetiliyor olması son derece aptalca bir fikirdi. Basitçe onların kültürü bu tarz kavramları kabule açık değildi. (4) Buradaki hassas noktayı takdir etmemek, karışıklığa neden olabilir. Biz, genelde dinin, özelde Hıristiyanlığın, bütün yönleriyle bilimin hızlı gelişimine katkıda bulunduğunu söylemiyoruz. Biz, kâinatın varlığı ve düzeninden sorumlu olan bir Eşsiz Yaratıcı Tanrı anlayışının, bu gelişimde önemli bir rol oynadığını ileri sürüyoruz.


John Lennox'un Aramızda Kalsın Tanrı Var kitabının 26-28 sayfalarından alınmıştır.

Referanslar; 

(1) Chemical Evolution. Oxford, Clarendon Press, 1969, s. 258.
(2) Science and the Modern World, Londra, Macmillan, 1925, s. 19.
(3) Morris Kline, Mathematics: The Loss of Certainty'de alıntılanmış, Oxford University Press, New York, 1980, 5.31.
(4) 'Science and Society in East and West', The Great Titration, Londra, Allen ve Unwin, 1969.