"Mucize" Tanımları - Richard Swinburne

 


Yazar: Richard Swinburne

Çevirmen: Aydın Işık


1. "Mucize" Tanımları

      İngilizce "mucize" (miracle) kelimesinin –ve dolayısıyla normal olarak İngilizceye ‘mucize' şeklinde çevrilen kelimelerin– çok farklı anlamları vardır. Ben bu bölümde, bu farklı anlamları ayırt edecek ve onların nasıl birbiriyle ilişki içerisinde olduğunu göstereceğim. Müteakip felsefi analiz için ele aldığım bu kelimenin (mucize kelimesinin) özel bir anlamını değerlendirerek (bu bölüme) son vereceğim. Akabinde ki bölümlerde ise bu anlamda bir mucizenin oluştuğunu söylemenin anlamının ne olduğunu ve onun meydana geldiğinin kanıtının ne olabileceğini detaylı bir şekilde irdeleyeceğim. Benim bu anlam analizim, söz konusu kelimenin başka anlamları (bağlamında belirtilen) mucizelerle ilgili iddiaların analiz edilebilme tarzını da ortaya çıkaracaktır ve böylece bu iddialar desteklenebilecek ya da reddedilebilecektir.


"Mucize"nin Geniş Bir Tanımı''

      İlk iş olarak bir mucizenin, olağanüstü türden; Tanrı tarafından meydana getirilen ve dini önemi haiz bir olay olduğunu oldukça genel bir tarzda söyleyebiliriz. Fakat bu tanımdaki terimlerin bazıları farklı şekillerde yorumlanabilir ki şimdi bizim (bu yorumları) tefrik etmemiz gerekmektedir. İkincil olarak; "mucize" kavramı, bazen bu verilen tanımın kapalı bazı terimlerini sarihleştirmenin de ötesinde daha geniş ya da daha dar bir anlamda da kullanılmaktadır. Bunları da açıklamak/aydınlatmak zorundayız.


"Olağanüstü Türde Bir Olay"

       "Olağanüstü bir tür" olarak addedilen şey, kişinin olağan olarak meydana gelen şeyden ne anladığına dayanır. Nitekim çoğu ortaçağ düşünürü tarafından takip edilen Aristo'ya göre, her bir obje (nesne) bir türe sahipti ve her bir türün objelerinin, kendi türünün objelerine has/özel yapıları (natures) vardı. Bir objenin doğası, diğer objeler tarafından hareket ettirilmediğinde, doğal olarak onun nasıl davrandığını belirlerdi. Nitekim bir bitkinin doğası, beslenme; büyüme ve sonuç olarak çürümeyi içeren bir tabiata sahipti ve bu şeyleri yapmak (bitki) için doğal bir hareket tarzıydı. Bununla birlikte, başka objeler kendi doğalarına uygun olarak, bir objenin doğası gereği yapamadığı şeyi ona yaptırabilirlerdi (sonraki objenin hareketi onu hareket ettirdiğinde, bu hareketin icbari hareket olduğu söylenmiştir). Bir bitki kendi doğası gereği yeryüzünde hareket edemezdi, fakat bir insan onu yeryüzünde taşıyabilirdi, dolayısıyla da o (bitki) icbari harekete uymak zorundaydı. Bir insanın doğası, bitkide böyle bir hareketi üretme gücüne sahipti. Bu yüzden dünyadaki oluşumlar, yani objelerin durum değişiklikleri, hem söz konusu objelerin doğal hareketleri olan oluşumlar, hem de doğaları gereği bu gibi oluşumları üretme gücüne sahip olan başka objeler tarafından meydana getirilen oluşumlardı.

    Aziz Thomas Aquinas, (m. 1225-74) bir olay, yaratılmış varlığın doğal gücünün meydana getirdiğinin üzerine ise onun bir mucize olabileceğini iddia etmiştir (bkz. [2] s. 102).[1] "Olağanüstü"nün bu şekilde anlaşılmasının sonucunda Aquinas, mucizeleri sadece yaratılmamış olan Tanrı'nın gerçekleştirebileceğini düşünmüştür. Mamafih başkaları ve özellikle de Roma Katolik doktrinine standart bir şekil veren De Miraculis adlı eseri yazan XIV Papa Benedict (1675–1758), "görünen ve doğası maddi olan güçler"i aşan şeylerin meydana getirdiklerinin de mucize olduğunu kabul etmektedir. ([3] 1.1.12) Bu yüzden Benedict'e göre, melekler de mucizeleri gerçekleştirebilirlerdi. Hatta o, insanların da onlara verilen kendi doğalarının üstünde ki güçler (bir amil tarafından bu gibi güçler ihsan edilmişse) sayesinde mucizeleri gerçekleştirebileceğini iddia etmiştir.

     Bununla birlikte, fiil yapmak için belirli güce sahip varlıklara dayanarak objelerin doğası hakkında konuşmak modern bilimden ziyade antik dönemin sahip olduklarıyla konuşmaktır. Çünkü 17. yüzyıldan beri, objelerin/şeylerin hareketinin kendi doğalarıyla ya da başka objelerin onlar üzerindeki etkisiyle idare edilmediğini, olayların diğer olayları takip etmek zorunda olduğunu veya yüksek olasılıkla takip etmesi gerektiğini ifade eden doğanın yasalarıyla veya yasalarla yürütüldüğünü düşünmeye başladık. (Konuşmanın bu yeni tarzı yeni bilimsel buluşlarla insanlara zorlanan bir şey değil, daha çok şeylerin hareketi hakkında ileri sürdüğümüz bilgilerimizin daha uygun bir metodunun ve belki de farklı olmalarının zorladığı bir şeydir.)

     Doğa yasaları, şeklen evrensel ya da istatistikî formda olabilirler. Evrensel yasalar, "şu ve şu gibi şeyler her zaman böyle böyle yapar" ya da "yaparlar" formunu; istatistiksel yasalar "şu ve şu gibi şeyler n% oranında böyle böyle yapar" ya da "yaparlar" formunu taşır. Evrensel yasalar, muayyen bir durumda vuku bulması zorunlu olan şeyi, istatistiksel yasalar ise muhtemelen vuku bulması gereken şeyi belirtirler. Evrensel yasalara en güzel örnek Newton'un hareketin üç yasası ve çekim yasasıdır. Ki bunlar birlikte belirli bir ilk düzen ve hıza sahip olan farklı hacimlerdeki maddelerin sonraki düzenlere ve hızlara nasıl sahip olduklarını gösterir. 18. yüzyıldan bu yana insanların çoğu, özellikle bilim adamları, doğa yasalarının bütün türlerin bütün olaylarını yönettiğini, evrenin önceki durumundan, onun sonraki durumunun ne olacağının çıkarılabileceğine inanmaktaydı. 18. yy dan 20. yüzyılın başlarına kadar birçok kişi bütün doğa yasalarının evrensel olduğuna inanmıştı. Fakat bu yüzyılda (20. yy) Kuantum Teorisinin geliştirilmesinden itibaren birçok bilim adamı temel doğa yasalarının istatistiksel olduğunu söylemeye başladılar. Bunlar bizi kuşatan mutat düzenli objelerin oluşturulduğunun dışında foton[2], elektron[3] ve meson[4]gibi temel parteküllerin hareketlerini yöneten yasalardır. Bu yasalar mesela uzun bir akış içinde güçlü bir duvara çarpan fotonların belirli bir oranının duvarın karşısına geçeceğini ve belirli bir oranın ise (geri) yansıyacağını; yine de buradan duvarı geçen bireysel fatonların olasılığının çıkarılabileceğine dair bir ihtimali ifade edebilir. Bununla birlikte, küçük çaptaki kısmi olayların olasılığı çoğunlukla bire ya da sıfıra yakın olmamasına rağmen bu küçük çaptaki olasılıklar çoğunlukla büyük çaptaki yaklaşıkkesinlikleri üretirler. Bu tekil temel parçacığın ne yapacağı, idyosenkrazilerin iptalinin nasıl olacağı kesinlikten uzak olmasına rağmen ve böylesi parçacıkların büyük bir oranda ne yapacağı bir anlık hata boşluğu içinde kesinliğe yakın olabilir –ki bu birimlenen/ölçülebilen sıradan objelerin davranışının niçin genel olarak böyle ahenkli olduğunu yansıtan bir kesinliktir. (Nitekim bu, her bir denemede bir metal paranın yazı ya da tura gelmesi eşit olasılığa sahipse o zaman bir milyon atışın neredeyse yarısının tura ve neredeyse yarasının yazı olacağı örneğindeki gibidir.)

    Doğa yasalarının ifade ettiği şey, yasalara aykırı olan veya onları ihlal (bu ihlal kavramı 3. Bölümde oldukça detaylı bir şekilde incelenecektir) eden bir olayın "olağanüstü türden" bir olay olacağını gösterebilirdi. Eğer yasalar evrenselse, bu türden bir olay, yasaların oluşmayacağını önceden belirlediği bir olay olmuş olacaktı. Şayet yasalar istatistikselse, istatistikî yasalar tarafından meydana gelmesi yüksek bir oranda mümkün olmayan olarak sunulan "olağanüstü türden" bir olay olmuş olacaktı. Bunların bence meydana getirilmeleri görünen ve maddi yapılı varlıkların gücünü aşan bir olaya dair en doğal modern denklikler olduğu gözükmektedir. Birçok kişi kesinlikle bu türden bir olayın bir mucize olmanın en iyi şekli (olduğunu) düşünmektedir.

     Bununla birlikte, doğa yasalarıyla tam uyum içerisinde meydana gelen olağanüstü türde olaylar vardır ki bunların çoğu mucize olmaya namzet şeyler olarak düşünülmek istenir. Bunlar olağanüstü rastlantılardır. (Olayların) nasıl vuku bulduğunun hakikatini veren determinizm bile (ki o evrensel doğa yasalarının tüm oluşumları yönettiğini ve burada onların işleyiş sürecinin bir istisnasının olmadığını iddia eder) yalnızca yasaların iş gördüğü bir fonksiyon değildir. Yasalar belirli ilk şartların sonraki etkisini ve olacak şeylerin ilksel şartlar kadar yasaların bir fonksiyonu olduğunu söyler. Dünyanın bugünkü durumu (determinizme göre) onun dünkü durumunun bir sonucudur ve onun dünkü durumu (da) bir önceki günkü durumunun sonucudur vb. (Eğer ‘Kâinatın' bir ilk hareketi varsa, onun son durumu (yasalara göre) onun ilk durumunun bir sonucudur.) Şimdi, tarihi periyot içerisinde bazı olaylar oldukça sık ve bazı (diğer) türden olaylar da oldukça nadirdirler, sık olan ve nadir olanlar (doğa yasalarında ortaya konulduğu gibi) Kâinatın geçmiş durumunun bir sonucudur (şayet böyle bir şey varsa, bizzat o ‘kâinat', yasalarla belirlenen değil daha önceki durumlarla belirlenen olacaktır). Yasalar tek başına olayın izleyeceği şeyi belirlediği gibi rastlantısal olaylar (diğer olaylar gibi bir araya rast gelen olay) da ilk durumlar üzerine dayanırlar. Bazı uyumluluklar normal, bazıları da anormal veya olağanüstü olacaktır. Bazı filozoflar ve teologların mucizenin varlığına örnek olağanüstü türde bir olay olarak olağanüstü rastlantısallığı kabul etmek istedikleri ve genel bir söylemle bu kullanımı kabul ettikleri görülmektedir.

Prof. R.F. Holland mucizenin varlığının numunesi bir rastlantısallık örneği olarak aşağıdaki misali verir:

   "Oyuncak motor arabasına binen bir çocuk evlerine yakın muhafazasız bir demir yolunda yolunu kaybeder. Ve arabasının tekerleklerinden biri rayların birisinin yanına sıkışır. Bir ekspres tren tam zamanında sinyal vererek geçmektedir. Tren kendi yolunda giderken herhangi bir engel yoksa makinistin treni durdurması imkânsızdır. O (çocuğa) çarpacaktır. Çocuğunu aramak için evin dışına çıkan anne onu tren yolunda görür ve yaklaşan trenin sesini işitir. O bağırarak ve el sallayarak koşar. Küçük çocuk arabasının selesinde oturmaya devam etmektedir. Pedal çevirme işiyle meşgul olmaktadır. Trenin frenine basılır ve tren çocuğa bir kaç adım kala durur. Anne bu mucize için Tanrı'ya teşekkür eder. Çünkü o, asla bu şekilde (şimdiye kadar öğrendiği gibi) olacağını düşünmemiştir. Burada trenin frenlerine basılması durumunda doğaüstü hiçbir şey yoktur. Bu hatta çocuğun bulunmasına yapılacak hiçbir şey olmamasından dolayı makinist bayılmıştır ve kontrol koluna onun eli basınç yapınca fren uygulanmıştır."([18] s. 43)

    Netice olarak bu türden bir olay "olağanüstü türden" bir olay olabilir ve dolayısıyla da bir mucize olmak için adaydır. Bununla birlikte böyle bir koşul olağanüstü bir türde meydana gelen bir olayın bir mucize olması gerekliliğini zayıflatabilir; bizzat böyle olmasına bir zaruret yoktur.

      Bu zayıflığın –modern şartlar içinde– meydana getirilmeleri görünür ya da nesnel doğalı gücü aştığı için ve onların doğa yasalarını ihlal etmesi ve takip eden (bu gibi) gerekçeler nedeniyle bilfiil ya da görünüşte olağanüstü vücut bulan olayları akla getirmesi özellikle olasıdır. Aristolesci düşüncede bir objenin doğasının ne olduğunun tahkiki ve dolayısıyla bir objenin doğasında bulunan güçle ne yapamadığının tespiti felsefi-bilimsel bir araştırmanın konusuydu ve bilimsel bilgi hatalarının yok edilmesi sonrakiyle (felsefi-bilimsel araştırmanın neticesinde) yapılabilirdi. Aquinas, "sonlu bir güç, belirlenen muhtemel etkiyi meydana getirdiğinde, bunun gücün ne olduğunu bilmeyen kişiler için hayret verici bir mesele olmasına rağmen bir mucize olmadığı, örneğin, mıknatısın demiri çektiğinden cahil olan insanlar için bu olayın hayrete düşürücü bir olay olarak görülebileceği" fikrini ileri sürer. Aquinas'ın söylediği gibi, cahil kişi demirin çekilmesinin mıknatısın doğal güçlerinin üzerinde olduğuna inanabilir ve dolayısıyla da çekim durumunu bir mucize olarak kabul edebilir; fakat onlar bilimsel bilgi eksikliklerinin bir sonucu olarak hata yapmaktadırlar. Aynı şekilde doğa yasalarının ne olduğunun ortaya konulması da bilimsel bir araştırma meselesidir ve biz, doğa yasalarının dolayısıyla da bir doğa yasasının ihlalinin ne olduğu hakkında her an hata yapabiliriz. Bununla birlikte, objektif olarak, bazı olayların ilgili nesnenin doğal güçlerinin ötesinde olduğunu ya da bu oluşumların doğa yasalarının bir istisnası olduğunu kesinlikli olarak tahkik etmek zordur. Bu yüzden sübjektif anlam taşırlar. Bu anlamda bir olay şayet doğa olaylarının bir ihlali olarak zuhur ediyorsa (belki de) daha önce verilmiş olan diğer şartlar yerine gelse de gelmese de bir mucizedir.

     Her ne kadar bu terim bazen bu sübjektif anlamda kullanılmasına rağmen, ben gerçekte bu kullanımın hiçbir surette yaygın bir kullanım olduğunu düşünmüyorum. Çünkü genelde böyle bir şeyin daha önceden doğa yasalarının bir ihlali olduğuna inanılıyorsa ve mucizenin gerçekte normal bir şekilde doğa yasalarına göre oluştuğu gösteriliyorsa, o zaman her şeye rağmen onun asla bir mucize olmadığını söyleme eğilimindeyiz; onun artık bir mucize olmayacağı (anlamında) değil.


"Tanrı Tarafından Meydana Getirilen Bir Olay"

   Benim orijinal tanımımda ki, ikinci şartla ifade edilen, bir olayın mucize olabilmesi için onun bir Tanrı tarafından meydana getirilen bir olay olması gerektiğidir. Ben Tanrı'yla, büyük güce sahip, tecessüm etmeyen rasyonel bir amili (fail) anlıyorum. Ben "tecessüm etmeyen" fail varlıkla, O'nun hiçbir vücuda sahip olmadığını; O'nda maddi hiçbir materyalin bulunmadığını; O'nun oluşumları etkilediğini ve oluşumların O'nun kontrolü altında olduğunu; O'nun gerçek olmayan diğer maddi objelerden farklı olduğunu kast ediyorum. Ben rasyonel amille, O'nun düşünen, seçen, karar veren ve irade eden bir varlık olduğunu (Hem bunlara benzer hem de benzemez), O'nun ahlaki ya da ahlaki olmayan fiili yapmaya muktedir olduğunu kast ediyorum. Ben büyük güce sahip fail varlıkla, insanların güçlerinin meydana getirmesinin uzak ara ötesinde olan şeyi O'nun bu dünyada meydana getirebileceğini kast ediyorum.

    Bu ikinci şart oldukça sıkı ve gevşek bir şekilde ortaya konulabilir. Çok dar tanımlama içerisinde, şayet bir olay sadece Tanrı (her hangi bir tanrı tarafından değil) tarafından meydana getirilen bir olaysa mucizedir. Benim Tanrı'yla kastettiğim Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların Tanrısıdır. (Çünkü Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanların Tanrı'ya atfettiği nitelikler oldukça benzerdir: –Mesela her şeye gücü yeten (Kadir), her şeyi bilen (Alim), mutlak anlamda iyiliğe sahip gibi– Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların aynı Tanrı'ya ibadet ettiklerini söylemek tabiidir. Onlar kesinlikle belirtilen sıfatların dışında O'nun başka farklı sıfatlara sahip olduğunu da kabul etmektedirler; mesela Hıristiyanlar – Müslümanların aksine– O'nun bir "öz"de üç "zat" olduğuna ve O'nun İsa vasıtasıyla dünyayı kurtardığına inanırlar. Bununla birlikte bir varlığa başka tarzlarda sıfatlar atfedilmesi de görülebilir.)

    Biz şayet mucizeyi bu şekilde tanımlarsak, o zaman bu elbette mantıksal bir zorunluluk olarak Hıristiyan Tanrı'sı var olmadıkça mucizelerin var olamayacağıdır. Dolayısıyla bir olayın mucize olmaklığıyla ilgili olarak kabul edilen bir tanım, Tanrı'nın var olduğu kabulünü önceden üstlendiği için burada mucizeler O'nun varlığının kanıtı olamayacaktır. Lakin yine de Hıristiyanlar, çoğu zaman mucizelerin, Tanrı'nın varlığının kanıtı olduğunu söylemek isterler. Hatta onlar başkalarıyla tartışmalarında, diğer dinlerde de mucizelerin meydana geldiğini kabul edebilir ve Tanrı'dan başka varlıkların da mucizeleri husule getirebileceğini düşünebilirler. Lakin şayet mucizenin Tanrı tarafından gerçekleştirilen bir olay olduğu onun anlamının bir parçası ise bu ortaya konamayacak bir mümkünlüktür. Bu sebeplerden dolayı bir mucizenin Tanrı tarafından gerçekleştirilen bir olay olmayı gerektirmesi, bu terimin kullanımının genel olarak uygulamayla doğrulanamayacağına dair bir sınırlamaya yer vermek demektir. Bununla birlikte daha önce bahsettiğimiz üzere Aquinas, mucizeleri yalnızca Tanrı'nın gerçekleştirebileceği bir tarzda "mucize" tanımı yapmak istemişti.

     İkinci şart, mucizeyi gerçekleştirmek için her hangi bir amilin –bir Tanrı zarureti olmaksızın– kabul edilmesiyle daha kolay yapılabilir. Mucize gerçekleştirmiş olan bir insan gibi kimi bedenli/tecessüm etmiş akıl sahibi bir faili varsaymak açıkçası kendi içerisinde bir çelişki gibi gözükmemektedir. Gerçekte, İncil'deki birçok "mucize" hikâyelerinin ve akabinde Hıristiyan tarihinden gelen "mucize" hikâyelerinde iddia edilen mucizenin amili Tanrı ya da melektir (İsa'nın Hıristiyan yorumunda onun mucizelerinin Tanrı tarafından gerçekleştirildiği söylenebilir; zira O Tanrı'dır). Fakat burada fazla olmasa da iddia edilen mucize amilinin Peter'in âmâ bir adamı iyileştirdiği gibi tartışmasız bir insan olduğunu –mesela bkz. Resullerin İşleri 3: 1-9– anlatan başka mucize hikayeleri de vardır.

  Benedict, "görünür ve maddi doğaya sahip bir gücün gerçekleştirebilmesinin ötesinde" bir etki meydana getiren herhangi bir varlığın da bir mucize gerçekleştirebileceğini kabul etmektedir. O, iki görüş takdim eder: İlki, mahlûkatın mucizelerin sadece "moral/manevi" sebepleri olduğu (yani mucizelerin sebebinin onların gerçekleşmesi için sadece Tanrı'dan talep edilmiş olmasına dayanması gibi); diğeriyse, mahlûkatın bazen mucizelerin "fiziksel" sebepleri olduğudur. Ve konuyla ilgisi bakımından bir dereceye kadar önemsiz bir mesele olmasına rağmen onun son görüşü tercih ettiği gözükmektedir ([3] 1.2). Bunun anlamı mucizeyi sadece her hangi bir tanrısal varlığın (mesela bir melek) gerçekleştirmediğidir; böyle bir şeyi insan da yapabilir.


"Dini Önemi Haiz Bir Olay"

    Benim evvelki tanımımın üçüncü şartı; bir olayın mucize olması için, onun dini öneme sahip bir olay olması gerektiğidir. Eğer Tanrı, derin nihai bir amaç olmaktan ziyade natürel düzene burayı keyifli yer kılmak için müdahale ediyorsa ya da çocuğun oyuncak kutusunu inat olsun diye deviriyorsa, bu olaylar doğal olarak mucize olarak tanımlanamazlar. Bir olayın mucize olabilmesi için onun dünyayı kutsal ilahi bir amaca sevk etmek için önemli ölçüde katkı sağlaması gerekmektedir.

     "Dini önem"in en kapsamlı anlamı içinde, şayet bir olay iyi bir olaysa ve dünyanın nihai düzenine bir katkı sağlıyorsa ya da öncesinden bir tat katıyorsa, işte böyle bir olay dini öneme sahip bir olay olacaktır. Hıristiyanlar açısından hasta bir kişinin sağlığına kavuşması dini önem taşıyacaktır, çünkü dünyanın nihai düzeni –Hıristiyanlar açısından– hastalığı içeren bir kötülüğün fazlaca olmadığı bir yerdir. Ya da daha önce bahsedilmiş olan Holland'ın örneğindeki trenin durması Hıristiyanlar açısından dini öneme sahip olacaktır. Çünkü anne ve çocuğun ölümüyle meydana gelen ayrılık dünyanın son durumu içerisinde ortadan kaldırılması gereken bir kötülüktür.

     Buna rağmen "dini önem" için daha dar görüş açıları da mümkündür. XIV Benedict'e göre mucizelerin,"Katolik imanını doğrulamaya hizmet etmesi ya da bazı insanların kutsallığını/dokunulmazlığını kanıtlaması" ([3] 1.4.6) gerekmektedir. Olağanüstü olayın bir doktrini "doğrulayabilme"sinin tek yolu Carmel Dağı'nda Elijah'a atfedilen –şayet meydana gelmişse– mucizede olduğu gibi şayet bir akideyi doğrulamak için duaya cevap şeklinde meydana gelmesi olacaktır (1 Krallar 18).

   Elijah, Baal'ın peygamberlerine meydan okudu, "Hadi tanrılarınızın ismiyle çağırın. Ben de Rabbimin adıyla çağıracağım: Ve Tanrı ateşin içinden ona cevap verdi." Baal'ın peygamberlerinin duası cevap bulmadı; bununla birlikte Elijah'ın duasına cevap ta, "Rabbin ateşi yere düştü ve yakılmalık sunuyu, ağacı, taşları ve toprağı yakıp bitirdi"; ve suyla dolu olan "hendekteki suyu kuruttu" (1 Krallar 18: 38). Olağanüstü olayların bir akideyi tasdik etme tarzlarından biri de onun sembolleştirilerek yapılmasıdır. İsa, kurak bir arazide beş somon ve iki balıkla beş bin kişiyi doyurduğunda (bkz. Yuhanna 6: 1-14); o İlyas (Elisha) tarafından gerçekleştirildiğine inanılan bir olayı (2 Krallar 4:42) büyük bir oranda yeniden tekrarlamıştı ve böylece o, Yahudi anlayışına (Yahudi anlam dünyası içerisindeki bir şeyi) onun (İlyas'ın) varlığını yeni ve daha yüce bir İlyas sembolüyle tekrarlıyordu.

   Dolayısıyla o zaman "dini önem" dar ya da geniş bir anlam içinde anlaşılabilecektir. Bununla birlikte bir olayın bir mucize olabilmesi için bir anlamda kesinlikle dini öneme sahip olması gerekmektedir. Dini önem taşımayan olağanüstü olaylar mucizelerden ziyade büyüsel ya da psişik bir fenomen olarak vasıflandırılırlar. Benedict'in kötü ruhların mucizeler gerçekleştirebileceğini reddetmesinin sebebi de buydu.

  "Şayet bir kişi kötü ruhların kendi doğal güçleriyle mucizeler gerçekleştirebileceğini ifade etmişse hata yapmış olacaktır... Estius'un doğru bir şekilde gözlemlediği gibi... ‘kötü ruhlar/cinler ne mucizeyle doğrulanmak istenen bir hakikati öğretirler (teach); ne de sahip olmadıkları kutsallıkları açığa çıkarmak için bizzat kendileri ya da başkaları vasıtasıyla herhangi bir mucize gerçekleştirirler. Bu iki eğilimden her birinin bir kişinin bir mucize gerçekleştirdiğini söylemek için zaruri olduğu söylenebilir." ([3] 1.3.15)

      Mucizelerle ilgilenen birçok kadim yazarın bir mucizenin doğaya zıt bir olay değil; fakat doğanın üstünde bir olay olduğunu ifade etmelerinin sebebi mucizelerin dini öneme sahip olma zorunluluğudur. Bu açıklamanın özü mucize olan bir olayın ilgili objelerin doğasına göre değil, bir bütün olarak natürel düzeni yöneten "ilahi takdire" göre olduğudur. Gerçekten de Aquinas'ın gösterdiği gibi denizin doğasına aykırı olarak yarılması ve insanların karşıya geçmesine müsaade etmesi; bunun İsraillilerin Mısır'dan çıkışı anında vuku bulması insan ırkı için İlahi planın bir parçasıydı ve böyle bir şey bir anlamda oldukça doğal bir olaydı. Mucizeler eşyanın bütüncül planındaki bir maksatla (point) ilgili olaylardır ve bu yüzden oldukça düzenli bir anlam içindedirler.

     Birkaç modern düşünüre göre, büyük dini öneme sahip sıradan bir olay (da) tek başına bir mucizedir. Onlara göre mucizenin Tanrı'nın ya da bir insanın abonormal güçler kullanarak (daha önce bu anlam belirtilmişti) meydana getirdiği olağanüstü bir olay olmasına gerek yoktur. Bu tarzda bir tanım otorite sahibi Protestan teolog Paul Tillich (1886–1965) tarafından teklif edilmiştir. O, "gerçek bir mucizenin her şeyden önce gerçekliğin rasyonel yapısına zıt olmayan şaşırtıcı, sarsıcı, müstesna bir olay olduğunu; ikinci olarak varlığın gizemini gösteren; kesin bir tarzda bizimle ilişkisini ifade eden bir olay olduğunu; üçüncü olarak da vecdi tecrübe içinde bir işaret olay olarak kabul edilmiş bir oluşum olduğunu; şayet bu şartlar gerçekleşmişse gerçek bir mucizeden bahsedilebileceğini" ([9] s. 130) ileri sürmüştür. Bununla birlikte "mucize" kelimesi kesinlikle bu türden bir anlamda kullanmasına rağmen bunun normal bir anlam olmadığı ve burada mucize yerine işaret kavramının (ya da İngilizceye bu şekilde çevrilen kelimelerin) rol oynadığı görülmektedir. Ezekiel, Tanrı'nın İsrail ve Judah kabilelerinin insanlarını birleştirmek istediğini göstermek için iki asayı birleştirdiğinde (Ezekiel 37:15–28) onun eylemi oldukça büyük bir dini öneme sahip olmasına rağmen; burada onun fiziksel hareketlerinde doğa üstü hiçbir şey yoktur. Tillichçi anlayış/tanımlama Ezekiel olayını bir mucize yapmaktadır; fakat onun/Ezekiel'in yaptığı şeyde hiçbir mucizevîlik bulunmamasına rağmen onun bir işaret yapmış olduğunu söylemek oldukça doğal gözükmektedir.

     Yukarıda tanımlanmış olan tarzlardaki kullanımlara ilave olarak "mucize" kelimesi bazen onu kullanırken her hangi bir dini vurgu yapmak istemeyen kişilerce de kullanılmaktadır. Bazen olayın beklenilmezliğini ve oldukça istek uyandırdığını belirtmek anlamında "bu bir mucizeydi" şeklinde de kullanılabilmektedir. "Mucize"nin bu kullanımının daha çok ikincil/tali bir kullanım olduğu gözükmektedir. Böyle bir (kullanımın) Din felsefesi açısından hiçbir önem arz etmemesi sebebiyle sonraki bölümlerde onunla meşgul olmayacağım.

      Bizim başlangıç/ilk tanımımızda; bir mucize, olağanüstü türden; Tanrı tarafından meydana getirilen ve dini öneme sahip bir olaydı. (Şimdiye kadar)bu tanımdaki ifadelerin nasıl oldukça geniş ya da oldukça dar bir anlamda ele alınabileceğini gördük. Bu yüzden/böylelikle de farklı "mucize" tanımları ortaya çıkmaktaydı. Yukarıda tanımlanan daraltıcı ya da genişletici (bakış açısından) çıkarılanların dışında "mucize"nin bir ya da iki anlamının nasıl kullanıldığını da gördük. Bir mucize amilinin bir insan olabileceğini kabul etmenin doğal gözüktüğünü itiraf etmemize rağmen biz bunların genelde "mucize" teriminin normal kullanımları olarak kabul edilmediğini müşahede ettik.


Mucizelerle İlgili Felsefi Problemler

    "Olağanüstü rastlantısallık" ya da "dini önem" kavramlarının mucizeler konusunda özel herhangi bir felsefi probleme neden olduğu görülmemektedir. Rastlantı kavramı, kusursuz bir şekilde kavranabilir ve iyi temeller üzerine kurulmuş bir dini sistemde "dini önem" kavramı da tam olarak anlaşılabilir ve uygulanabilir görülmektedir (Varsayılan böyle bir sistemin temellerini incelemek, bu kitabın dar bir çerçevede ortaya koymaya çalıştığının ötesine geçmek olacaktır). Temel felsefi problemler, bizim daha önce ilgilendiğimiz diğer kavramlarla ilgili olarak neşet etmektedir. Bundan dolayı, kitabın geri kalan bölümünde, açık bir şekilde aksi ifade edilmediği sürece, ben mucize meselesinde özel felsefi problemlere sebep olan şeylere müracaat ederek mucizenin daha kesin bir tanımını kullanacağım. Bu bölümlerde, mucizeyle bir Tanrı tarafından doğa yasalarının ihlalini anlayacağım. Bu tanım, gerçekte İskoç filozof David Hume (1711–1776) tarafından yapılan mucize tanımıyla aynıdır. Hume, "bir mucizenin tam olarak ya Tanrı'nın özel bir iradeyle ya da herhangi görünmeyen bir etkenin araya girerek bir doğa yasasının ihlali (olarak) tanımlanabileceğini" ([10] s. 115, dipnot.1) ifade eder. Hume'un, kanıtların iddia edilen mucize oluşumunun nerdeyse kaçınılmaz bir şekilde karşısında olduğu felsefi tezini ileri sürmesi ve onun kanıtlarının İngiliz felsefi geleneği üzerinde oldukça önemli bir yere sahip olması sebebiyle Hume'dan hareketle konuya başlıyorum. 2. Bölümde ben Hume'un tezini ve onun felsefi takipçileri tarafından bu tezin (nasıl) geliştirildiğini yorumlayacağım. 3. Bölümde bir doğa yasasının ihlaliyle kastedilen şeyin ne olduğu; 4. Bölümde ise bir doğa yasasını ihlal etmiş olan özel bir olayın meydana gelmesini (eğer oluşmuşsa) desteklemek için nasıl bir tarihsel kanıtın var olabileceği üzerinde duracağım. 5. Bölümde bu ihlalden bir Tanrı'nın sorumlu olabileceğinin tarihsel kanıtını inceleyeceğim. 6. Bölümde tasarlanmış olan dar tanımlama içinde mucizelerin oluştuğunu göstermek için kırılmalar hakkındaki tarihsel ve bilimsel kanıttan başka bir kanıtı ele alacağım. Kitabın sonuna doğru, tarihsel ve başka kanıtların başka anlamlarda başka mucizelerin nasıl lehine ve aleyhine olduğuna kısaca işaret edeceğim. Kitabın sonundaki bibloğrafya bu konuların (daha iyi) tartışılmasını sağlayacaktır ki bu konular tarihsel açıdan da oldukça önem taşımaktadır.


Kaynak; Mucize Kavramı - Richard Swinburne, sayfa 17-21

Dip Notlar;

[1]  Köşeli parantezler içindeki sayılar bibliografyada listelenmiş olan kaynaklara göndermede bulunur.

[2] Foton, elektromanyetik dalganın toplam enerjisini oluşturan enerji paketçiklerinden her biri için kullanılan isimdir. Elektromanyetik dalga, ışık hızı ile ilerlediği ve enerji içeriğini de fotonlar halinde kendisi ile beraber taşıdığı için fotonun hızı da c’dir. Sonsuz ömrü vardır, yani artık başka şeylere bozunmaz (dönüşmez). Durgun kütlesi sıfır olarak kabul edilir.

      Bilim adamları, ışığın bir tür elektromanyetik dalga olduğunu düşünüyorlardı ve içleri rahattı; ta ki Max Planck bazı deneylerinde ışığın tanecikmiş gibi davrandığını farkedinceye dek. Işık sanki devamlı dalgalar değil de, enerji paketcikleri gibi geliyordu. Einstein ve Planck bu enerji paketlerini ışık quantumu veya foton olarak adlandırdılar. Fotonlar sanki birer parçacıklarmış gibi davranıyordu. Relativite teorisine göre, bir parçacığın ışık hızında gidebilmesi için kütlesinin sıfıra eşit olması gerekiyordu! Demek ki ışığın enerjisi sadece kinetik enerjiydi; kütlesinden kaynaklanan hiçbir enerjisi yoktu. Einstein o güne dek açıklanamamış olan fotoelektrik olayını bu kavramla açıkladıktan sonra, bilim adamlarının ağzında yeniden ‘ışık nedir?’ sorusu gündeme gelmişti. Eğer ışık dediğimiz olgu parçacıklardan oluşuyorsa, frekans veya dalgaboyunun ne anlamı var acaba? Aslında sorulması gereken en iyi soru: “ışık gerçekten nedir?” Cevap: ‘Hem dalga, hem parçacık!’ Işığın bazı özellikleri sadece dalga konsepti ile açıklanırken (girişim veya kırınım gibi), bazı özellikleri ise sadece foton konsepti ile açıklanabiliyor (Fotoelektrik olay veya atomların enerji soğurması ve salması gibi).

[3] Elektron, Atomun üç bileşeninden biri (diğer ikisi proton ve nötrondur). Atomu maddenin en küçük birimi kabul eden kuram yoluyla, elektriğin taneciksel bir yapı içinde bulunduğu sonucuna varılır. En küçük elektrik yükü taşıyan bu taneciğin adı elektrondur. Bütün atomların dış bölümü elektron tabakalarından oluşur ve her tabaka çekirdekten uzaklığına göre K,L,M... gibi harflerle adlandırılır. Çevredeki elektronların sayısı ve konumu, söz konusu elementin kimyasal nitelikleriyle, özellikle değeri ile yakından ilintilidir. Birçok durumda, bu elektronlar maddeden çıkarılıp az ya da çok büyük bir hızla, bir elektrik alanıyla, harekete geçirilerek boşlukta yayılabilir. Boş bir tüple elde edilen katot ışınları; radyoaktif cisimlerin beta ışınları; ışığın metalleri etkileyerek çıkardığı elektrik, vb.

    Normal koşullarda elektronlar atomun artı yüklü çekirdeğine bağlı durumda bulunur. Nötr bir atomdaki elektronların sayısı, çekirdekteki artı yüklerin sayısına eşittir. Ama bir atomda artı yüklerin sayısından daha fazla ya da daha az elektron bulunabilir.

[4] Meson, atomlarda proton ve elektron arası bir maddecik. İlk kez kozmik ışınlarda keşfedilmiştir. Mesonlar sonradan yapay olarak da elde edilmiştir. İki tür meson vardır: “Pi meson” ile “Mu-meson”. Her türünün ağırlığı elektronlarınkinin 200 katından daha çoktur. Pozitif ya da negatif yüklü olabilirler. Neğatif elektrik yüklü bir pi-meson pozitif elektrik yüklü atom çekirdeğine yaklaşırsa çekirdek onu emer. Bunun sonucu olarak da çekirdek çatlar. Pi-mesonların ömrü ancak saniyenin ikiyüz milyonda biri kadar sürer. Pi-mesonlar bu kısa hayatlarının sonunda, mu-meson haline gelirler. Mu-mesonların ömrü de saniyenin iki milyonda biri kadardır.