“Tanrı Yanılgısı” Hakkında Eleştiri – Terry Eagleton


    
      Biyolojiye dair bütün bilgisi Book of British Birds (Britanya Adaları Kuşları) kitabından ibaret olan birisinin biyolojiyle ilgili nutuk attığını düşünün, o zaman Richard Dawkins’in teoloji kitabını okumanın ne demek olduğunu anlarsınız. Bertrand Russell’dan sonra profesyonel bir ateiste en çok benzeyen Dawkins gibi ateşli rasyonalistler, aslında kınadıkları şeyi anlayabilmek için gereken donanımın en alt sınırında duruyorlar, zira anlaşılması gereken ya da en azından anlamaya değer bir şey olduğuna inanmıyorlar. Bu yüzden birinci sınıf teoloji öğrencisinin bile burun kıvıracağı türden bayağı dini inanç karikatürleriyle karşımıza çıkıp duruyorlar. Dini ne kadar küçümsüyorlarsa eleştirileri de o kadar yanlış bilgiyle dolu oluyor. Şayet fenomenoloji ya da Güney Asya jeopolitiği hakkında fikir yürütmeleri istenseydi hiç şüphesiz ellerinden gelen gayretle konu üzerine bilgilenmeye çalışırlardı. Fakat ne var ki mevzu teolojiye gelince her türlü eski bayağı çarpıtmayı kabulleniyorlar. Bugünlerde teoloji, ortaçağdaki parlak günlerinde sahip olduğu saygın anlamını yitirmiş bir halde bilimlerin kraliçesi haline geldi.

Dawkins Tanrı üzerine akıl yürütürken Jacques Derrida’ya fahri bir ünvan verilmesine karşı oy vermek için heyecan içinde Üniversite Senatosu’nu dolduran Cambridge’li sağcı hocalara benziyor. Aralarında pek azı Derrida’nın herhangi bir kitabından birkaç sayfa okumuştur her halde, hatta bu bile fazlasıyla iyi niyetli bir tahmindir. Buna karşılık bir öğrencilerinin İnsan Doğası üzerine Denemeler’i okumadan Hume üzerine makale yazması durumunda küplere binerler kuşkusuz. Başka durumlarda son derece incelikli davranan zihinlerin mücadelede bile etmeden en kabasından bir önyargıya teslim oluverdiği mevzular hep olmuştur: Pek çok akademik psikolog için bu Jacques Lacan’dır, Oxbridge filozofları için Heidegger, eski Sovyet bloğu vatandaşları için Marx’ın yazıları; militan rasyonalistler için ise dindir böyle bir mevzu.

Peki, Dawkins’in Aquinas ile Duns Scotus arasındaki epistemolojik farklılıklar hakkındaki görüşleri nedir acaba? Sübjektivite hakkında Eriugena’yı, erdem hakkında Rahner’i ya da umut üzerine Moltmann’ı okumuş mu? Acaba bunların varlığından bile haberdar mı? Ya da genç, kibirli bir avukat gibi rakibinin güçlü yönlerini hiç tanımadan onu yenebileceğini mi düşünüyor? Öyle görünüyor ki, teologlar bazen Dawkins’e kolayca alt edebilmek için derme çatma fikir korkulukları inşa ettiğini söylemişler; Dawkins bu suçlamayı kitabında reddediyor. Ancak eğer Tanrı Yanılgısı’na bakarak karar vermek gerekirse tamamen haklılar. Teoloji konusunda Dawkins, Ian Paisley ve Amerikalı televizyon evangelistleriyle çok fazla ortak noktaya sahip. Her iki taraf da dinin ne olduğu konusunda neredeyse hemfikir, tek fark Dawkins’in bunu reddetmesi, Oral Roberts ile yaltakçı müritlerinin ise bundan ekmek yemesi.

Yığınla örnek arasında birkaç tanesi bu durumu göstermek için yeterli olacaktır. Dawkins her türlü inancı körü körüne inanç olarak değerlendiriyor; Hristiyan ve Müslüman çocukların sorgusuz sualsiz inanmak üzere yetiştirildiklerini düşünüyor. İlköğretim okulunda kapımı çalan en donuk zekâlı din adamları bile böyle düşünmemişti. Ana akım Hristiyanlık için akıl, argüman ve dürüst şüphe her zaman inancın içinde bütüncül bir rol oynamıştır (Bizleri her şeyi sorgulamaya davet etmesine dayanarak sorabiliriz; Dawkins’in bilim, nesnellik, liberalizm, ateizm ve benzeri konulardaki eleştirisi nerede acaba?) Elbette ki akıl inananlar için her şey anlamına gelmiyor, fakat en hassas, medenileşmiş, dindar olmayan kişiler için de aynı şey geçerli. Hatta Richard Dawkins’in kendisi bile akıldan çok inançla yaşamakta. Her birimiz kusursuz bir rasyonel gerekçelendirmeye dayanmayan, fakat yine de kullanması oldukça makul olan pek çok inanca sahibiz. Sadece pozitivistler ‘rasyonelin’ ‘bilimsel’ anlamına geldiğini düşünür. Dawkins, din ile bilimin rekabet halinde olmadığı gerçeğini dini bilimsel araştırmadan yalıttığı gerekçesiyle reddediyor. Oysa bu yanlış: Bilim ile dinin dünyaya farklı sorular sorduğunu ileri sürmek, İsa’nın kemiklerinin Filistin’de bulunması halinde, Papa’nın hemen işsizlik maaşı kuyruğuna girmesi gerektiğini iddia etmek değildir. Bu daha ziyade inancın, tıpkı aşk gibi, fiili bilgi içermesi gerektiğini, fakat sadece ona indirgenemeyeceğini ileri sürmektir. Benim sana olan aşkımın tutarlı olması için, bunu gerekçelendiren seninle ilgili şeyi açıklayabiliyor olmam gerek, fakat benim banka yöneticim sana aşık olmadan da sana dair safiyane tanımlamamla hemfikir olabilir.

Dawkins Tanrı’nın varlığı ya da yokluğunun rasyonel kanıtlamaya açık bilimsel bir hipotez olduğu görüşünde. Hristiyanlık Tanrı’nın var olduğunu ileri sürmek için makul bir neden göstermek gerektiğini söyler, ancak bu, inancın bizzat kendisiyle aynı şey değildir. Dawkins ne düşünürse düşünsün, Tanrı’ya inanmak uzaylıların ya da diş perisinin varlığını ispatlamaya benzemez. Tanrı, bütün kanıtlar elde edilene kadar varlığı hakkında agnostik kalmamız gereken göksel bir süper nesne ya da ilahi bir UFO değildir. Teologlar, Dawkins’in düşündüğü gibi Tanrı’nın evrenin ya içinde ya da dışında olduğuna inanmaz. Aşkınlığı ve görünmezliği onun ne olduğunun parçasıdır, bu da Loch Ness canavarı örneğine benzemez. Dindar insanlar için bir kara deliğe inandığını söylemek değildir bu, çünkü onlar Tanrı’nın kendisini açığa vurduğunu da düşünürler aynı zamanda. Dawkins’in düşündüğü gibi, Dawkins’den bile akıllı kozmik bir üretici kılığında değil (Yeni Ahit, Tanrı’dan Yaratıcı olarak neredeyse hiç bahsetmez), en azından Hristiyanlar için, hakarete uğramış ve katledilmiş siyasî bir suçlu biçiminde. Eski Ahit’in Yahudileri Tanrı’ya inanıyordu. Konuyu birkaç uluslararası konferansta tartıştıktan sonra evrenin yüce bir mimarının olduğuna dair bilimsel hipotezi kabul etmeye karar verdikleri anlamına gelmez bu –Tekvin böyle düşündüklerini ortaya koysa bile. Benim size inanmam anlamında onlar da Tanrı’ya inanıyordu. Görüşlerinde yanılmış olabilirler, ancak bilimsel hipotezleri geçersiz olduğu için yanılıyor değillerdi.

Dawkins, sanki ne anlama geldiği apaçık belli bir şeymiş gibi kişisel bir Tanrı’dan dalga geçercesine bahsediyor. Tanrı’yı ak sakallı olmasa bile en azından devasa boyutlarda adamın teki gibi canlandırıyor kafasında sanki. Dawkins bu adamın aynı anda milyarlarca insanla nasıl konuştuğunu soruyor. Bu, Tony Blair bir ahtapotsa nasıl oluyor da sadece iki kolu var diye merak etmeye benziyor. Yahudi-Hristiyan inancındaki Tanrı, Al Gore’un muhtemelen olduğu gibi bir kişi değildir. Bir ilke de değildir, bir varlık ya da bir ‘var olan’ da değildir: Var olmak kelimesinin belli bir anlamı açısından, bütün dindarların Tanrı’nın var olmadığını iddia etmesi pekala tutarlı olurdu. Tanrı daha ziyade kendimiz de dahil her varlığın olabilmesinin ön koşuludur. Tanrı, neden bir şeylerin var olduğunun cevabıdır. Nasıl benim arzum ve sol ayağım bir arada bir çift nesne etmezse Tanrı’yı ve evreni topladığınız zaman da iki etmez. Tanrı’nın Yaratıcı olduğu iddiasıyla geleneksel olarak kastedilen süper üreticilik değil, budur. Bütün varlıkları sevgisiyle sürdüren Tanrı’dır ve evrenin bir başlangıcı olmasaydı bu geçerli olurdu. Tanrı’nın evreni yoktan var ettiği onun ne kadar zeki olduğunun bir ölçüsü değil, bunu ihtiyaçtan ziyade sevgiden ötürü yaptığını ifade etmektir. Dünya dur durak bilmeyen bir sebep sonuç ilişkisinin neticesi değildir. Bir modern sanat eseri gibi dünya da zorunluluk içermez; Tanrı çok uzun zaman önce eserinden pişman olmuştur belki. Yaratılışın karşılıksız ilk eylemdir. Tanrı yaratılışı katıksız sevgisi yüzünden veya laf olsun diye öylesine gerçekleştiren bir sanatçıdır; araştırma bursu veren kurumu etkileyecek nitelikte olağanüstü rasyonel bir tasarım üzerinde durmaksızın çalışan bir bilim adamı değil.

Evren Tanrı’ya ait olduğu için onun özgürlük yaşamı olan yaşamını paylaşır. Bu yüzden her şey kendi başına işler ve bilim de, Richard Dawkins de bu yüzden var olabilir. Aynı şey insanlar için de geçerlidir: Tanrı özerkliğimizin ve keyfimizin önünde bir engel değil, fakat Aquinas’ın ileri sürdüğü gibi kendimiz olmamızı mümkün kılan güçtür. Tıpkı bilinçaltımız gibi kendimize bizden daha yakındır. Özgür iradenin kaynağıdır Tanrı, onu silmez. Ona bağlı olmak, tıpkı dostlarımıza bağlı olmak gibi, bir özgürlük ve tamamlanma meselesidir. Nitekim Aquinas’ın Tanrı ile insanlık arasındaki ilişkiyi tanımlamak için kullandığı kelime ‘dostluk’tur.

Yaratılışçı karşıtları gibi yaratılış mekanizmalarına karşı saplantısı olan Dawkins bu geleneksel doktrinlerden hiçbir şey anlamamaktadır. Tanrı bize göre aşkın olduğu için (bizi meydana getirmek zorunda olmadığının başka türlü ifadesidir bu) bize karşı takıntılı bir ihtiyacının olmadığını ve sadece bizi sevmek istediğini de anlamaz Dawkins. Dawkins’in Tanrı’sı tam tersine Sataniktir. Satan (İbranicede ‘suçlayıcı’) Tanrı’nın Büyük Baba ve cezalandırıcı yargıç olarak yanlış tanımlanmasıdır ve Dawkins’in Tanrı’sı kesinlikle itici bir süper egodur. Bu yanlış bilinç, Tanrı’yı yargıçtan çok dost ve aşık olarak vahyeden İsa’nın kişiliği tarafından yıkılır. Dawkins’in Yüce Varlığı, hayvanları kurban ederek, yediklerinde seçici olarak ve günahtan arınmış bir halde iyi davranarak ilahi öfkeyi önlemeye çalışanların Tanrı’sıdır. Manevî süflîlikleri içinde Tanrı’nın kendilerini olduğu gibi sevdiği skandalını kabul edemezler. St. Paul’un hukuku lanetli ilan etmesinin bir nedeni de budur. Dawkins Hristiyanlığı –uğradığı hakaret karşılığı olarak kendi çocuğunu feda eden son derece intikamcı bir Tanrı’nın- dar ve hukukî kefaret kavramı çerçevesinde görür; inancı kötücül ve çirkin olarak tanımlar. Canterbury Başpiskoposu’nun tam da bunu savunduğunu söylemek pekala mümkün. İsa’yı öldüren Roma İmparatorluğu’ydu, Tanrı değil.

Öldükten sonra cennete gidecekleri göz önünde bulundurulduğunda Dawkins, Hristiyanların ölümü iple çekmeyişlerini garip bulmaktadır. Hristiyanlığın, dinî inançların çoğu gibi insan hayatına büyük değer verdiğini görmez. Şehitlik bu yüzden intihardan farklı değerlendirilir. İntihar değersizleştiği için yaşamı terk etmektir, şehit ise en değerli varlığını başkalarının nihaî iyiliğine adar. Bu kendini verme eylemi genellikle kurban etme olarak bilinir ve bu kelime haksız bir şekilde siyaseten yanlış türlü çeşitli anlamlar yüklenmiştir. Dawkins, İsa’nın kendisine ihanet edilmesini ve ölmeyi arzulamış olabileceği yolunda spekülasyona girişir. Oysa Yeni Ahit yazarları, yaklaşan infazını bekleyen İsa’nın paniğe kapılmasını anlatan Gethsemane sahnesini kitaba dahil ederek bu görüşü bilinçli olarak reddeder. Yine aynı amaçla, İsa çarmıhtayken onu konuştururlar. İsa deli ya da mazoşist olduğu için ölmedi. Roma devleti, onun yerli uşakları İsa’nın sevgi, merhamet ve adalet mesajından, yoksullar arasındaki çok sevilmesinden ürktükleri için öldü; son derece istikrarsız bir siyasî ortamda kitlesel bir ayaklanmayı önlemek üzere onu bertaraf ettiler. Muhtemelen İsa’nın en yakın dostlarından bazıları emperyalizm karşıtı bir yeraltı örgütünün üyesi olan Zealot’lardı. Judas’ın soyadı onlardan biri olduğunu düşündürüyor. Bu onun ihanetini biraz daha anlaşılır hale getiriyor. Belki de Mesih olmadığını fark edip acı bir düş kırıklığı içinde liderini satmıştır. Mesihler yoksulluk içinde doğmaz ve ülkenin başkentine koruma polisleri eşliğinde kurşungeçirmez limuzinlerle girerler, eşekle değil.

Dawkins’e göre ‘etiğini kutsal kitaplardan türeten’ İsa (kendisi dindar bir Yahudiydi, hayalci bir yeni düzenlemenin kurucusu değil), bir Mesih karikatürüydü. Zayıflar ve başarısızlarla dayanışma üzerine kurulu olmayan her rejimin, kendi kibrinin ağırlığı altında çökmeye mahkûm olduğunu anlamış görünen bir lider kılığında bir karnaval soytarısıydı. Başarısızlığının sembolü çarmıha gerilişiydi. Bu inanca göre o, Eski Ahit’in Yehova’sı kimliğine bürünmüşken İbranilere yaktıkları adaklardan nefret ettiğini, tütsülerden iğrendiğini söyleyen ve kendisinin gizemli bir şekilde Baba olarak adlandırdığı yaşam kaynağına sadıktı. Bu Tanrı açların güzelce doyurulduğu, zenginlerin ise ellerinin boş gönderildiğini gördüklerinde ne olduğunu anlayacaklarını uyarısında bulunmuştu. Tanrı’nın putunu yapmaya ya da suretini çizmeye izin yoktu, çünkü onun tek sureti canıyla kanıyla insan bedeniydi. Hristiyanlık için kurtuluş hastalarla ilgilenmek, göçmenleri hoş karşılamak, yoksulları zenginlerin zulmünden korumakla ilgilidir. Kurtuluş ‘dinî’ bir mesele bile değildir; özel bir giyinme şekli, ritüel davranış ya da yemekle ilgili saplantı içermez (Katoliklerin Cuma günleri eti yasaklaması kutsal metinlerde yeri olmayan bir kilise uygulamasıdır).

İsa, hayat kadınları ve toplumun dışına itilmişlerle gezer, cinsellik konusunda son derece rastgele davranır, aileyi onaylamaz (zengin mahalleden gelen Dawkins bundan biraz rahatsızdır), mal mülk konusunda geniş olmamızı ister, müritlerini vahşice öldürülebilecekleri konusunda uyarır ve gerçeğin özgürleştirdiği kadar öldürdüğünü ve böldüğünü de ileri sürerdi. Ayrıca kendini beğenmiş bilgiçleri lanetler ve hakim sınıfı derin bir biçimde telaşlandırırdı.
Hristiyanlık inancına göre çarmıha gerilmeyle yüzleşebilen ve insanlık tarihinin travmatik gerçeğinin işkence edilmiş bir insan bedeni olduğunu kabul ederek yaşamını sürdürebilenlerin yeni bir yaşam şansı olabilir – fakat bu sadece şu anki uğursuz durumumuzun tasavvur edilemez biçimde dönüşümüyle mümkündür. Diriliş olarak bilinir bu. Parçalanmış masumun korkunç görüntüsünü tarihin hakikati olarak göremeyenler, insanlığın sınırsız ilerleyişi denen o parlak batıl inancın bağnazları olmaya mahkûmdur. Dawkins tam da bunun özbeöz savunucusudur. Ya da Hristiyanlığın bakış açısından yeteri kadar radikal olmayan iyi niyetli reformcular veya sosyal demokratlar da olabilirler.
O halde Hristiyanlığın temel doktrini Tanrı’nın bir piç olduğu değildir. Müteveffa Dominiken teolog Herbert McCabe’in sözleriyle, sevmediğiniz zaman ölüsünüz ve eğer severseniz de sizi öldürürler. Gerçekleşmesi imkânsız düşünüz ve insanların afyonu tam da buradadır işte. Son kelimeleri dile getiren elbette ki Marx’tı; fakat aynı paragrafta dini ‘kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhu’ olarak tanımlayan Marx bu düşüncesiyle saldıran, döven ve bel altından vuran Dawkins’ten daha akla uygun ve diyalektiktir.

Şimdi bütün bunlar bir masaldan daha akla yatkın olmayabilir. Bugünün düşünen insanlarının çoğu bunları reddetmek için kusursuz gerekçeler bulabilir. Fakat insanlık tarihinin en zengin, en uzun soluklu popüler kültür biçimini eleştirenlerin, onu çerçöp, zırvalık diye niteleyip kolay zaferler peşinde koşmaktansa bu olayla en ikna edici noktasından yüzleşmek gibi bir ahlakî yükümlülüğü bulunmaktadır. Benim çerçevesini çizdiğim ana akım teoloji doğru olmayabilir, fakat savunan herkes bana göre saygıdeğerdir; oysa Dawkins hiçbir dini inancın, hiçbir zaman ve hiçbir yerde herhangi bir saygıya değer olmadığını düşünmektedir. Düşünün, bu görüş dogmatizme temelden karşı olan bir kişiye ait. Dawkins’e göre en ılımlı dinî görüşlere bile şiddetle karşı çıkılmalıdır çünkü her zaman fanatizme yol açabilirler.

Dawkins’in benimsediği kimi liberalizm akımları bugünlerde yozlaşarak berbat bir neo-liberalizm çeşidine dönüştü, fakat bence bu liberalizmi desteklememek için bir gerekçe değil. Dawkins, anlaşılması zor mantıkla Oxford Piskoposu’nun Usame bin Ladin’den sorumlu olduğunu ima ediyor. Polemiği sürdüren kişi, bilimin zaferi hakkında biraz daha az kibirli olsaydı (kitapta bilimin yanılma payıyla ilgili sadece bir ya da iki ima var) ve bir şey önermek bir itirazı bilimsel olarak çürütmekle aynı şeymiş gibi “[belirli bir bilimsel görüşe karşı]bu itiraz, çok sayıda evrenin varlığı önerilerek cevaplanabilir” şeklinde cümleler kurmaktan kendini alıkoyabilseydi, iddiaları daha ikna edici olabilirdi. Bilim ve teknolojinin insanlığı karşı karşıya bıraktığı dehşet üzerine Dawkins tahmin edilebilir bir şekilde sessizliğini korur. Oysa Kıyamet Günü, dinden ziyade bilim ve teknolojinin bir ürünü olacak gibi duruyor. Engizisyonu ver, yerine kimyasal silahı al.

Dawkins’in heyecansız bilimsel tarafsızlığı öyle bir noktada ki, neredeyse dört yüz sayfalık kitapta dinî inançtan tek bir insanî faydanın gelebileceğini bir türlü itiraf edemiyor. Bu ampirik olarak yanlış olduğu kadar a priori olarak da ihtimal dışı bir görüştür. Hayatlarını İsa, Buda ya da Allah adına cansiperane bir şekilde başkalarının iyiliğine adayan milyonlarca insan bu şekilde insanlık tarihinden silinmiş oluyor ve bunu kendini bağnazlığa karşı savaş açan biri olarak gören bir kişi yapıyor. Dawkins’in sosyalizmi Gulag ile eş tutan kişiden farkı yoktur. Dawkins, cinsellik konusunda bir yobazın yaptığı gibi her yerde, hatta olmadığı aşikâr olan yerlerde bile Tanrı’yı görüyor. Dawkins’e göre, örneğin, Kuzey İrlanda’daki etnik-siyasî çatışma dinin ortadan kalkmasıyla birlikte ortadan kalkabilirdi. Bu da, dönem dönem orada yaşayan benim gibi birisi için, konuyla ilgili ne kadar az bilgisi olduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca tuhaf bir şekilde Kuzey İrlanda bağlamında Loyalist ve Milliyetçi kavramlarının Protestan ve Katolik kavramlarına denk geldiğini düşünmekte ve bir Loyalist ile bir Unionist ya da bir Milliyetçi ile bir Cumhuriyetçi arasındaki farklı bariz bir şekilde bilmemektedir. Dawkins ayrıca, tersi yönde çok sayıda delile karşın, İslamcı terörizmin siyasetten değil dinden esinlediğini iddia ediyor.

Bunlar sadece kızgın bir ateistin görüşleri değil. Bunlar, çok kolay ayırt edilebileceği gibi, bir İngiliz orta sınıf liberal rasyonalistinin görüşleri. Dawkins bazen, şairin “Sessizliğin el değmemiş gelini” deyişini bir Antik Yunan çanağını tasvir etmenin gülünç ve saçma bir yolu olarak görür gibi yazıyor. Dawkins’in Foucault, psikanaliz, ajitprop, Dadaizm, anarşizm ya da ayrımcı feminizm konularında da Avrupa’nın en ateşli taraftarları arasında yer almayacağından emin olabiliriz. Bütün bunların onun canlı fakat buz gibi soğukkanlı rasyonalitesini İsa’nın bakireden doğumu kadar rahatsız edeceğini düşünüyor insan. Ancak kişi elbette hem ateist hem de bütün bunların ateşli bir hayranı olabilir. O halde Dawkins’in Tanrı’dan nefreti, önyargıdan arınmış bir bilim adamının görüşü değildir. Bu nefret belirli bir kültürel bağlama aittir. Kuzey Oxford’da ne anarşizme, ne de İsa’nın bakireden doğumuna çok fazla taraftar toplamak mümkün olmaz. (Şunu da belirtmem gerekir ki Kuzey Oxford tabirini coğrafî anlamından ziyade ideolojik anlamda kullanmaktayım. Dawkins tam olarak nerede yaşadığını bilmediğim için rahat olabilir.)

En çok dokunduğuna, tarttığına ve tattığına inanan İngilizlere has bir sağduyu vardır ve Tanrı Yanılgısı, başka şeylerin yanı sıra bu özel değişmezden de beslenir. En kültürsüz ve taşralı anlarıyla karşılaştırıldığında Dick Cheney bile Thomas Mann gibi kalır. Dawkins’in bize buyurduğu seküler On Emir -ki bunlardan biri başkalarınınkine zarar vermediğimiz sürece cinsel hayatımızdan zevk almamızdır- çoğunlukla liberal bayağılıklardır. Dawkins haklı olarak fundamentalistlerden nefret eder, fakat bildiğim kadarıyla onun din karşıtı eleştirileri eserlerinde hiçbir zaman fundamentalizmi besleyen nefret, endişe, güvensizlik ve aşağılamayı üreten dünya çapında kapitalizmin eleştirisiyle birleşmez. Onun yerine, aptal medya gevezeliklerinin saptadığı gibi, bütün mesele din.

Dolayısıyla küresel politika söz konusu olduğu zaman Dawkins’in, zaman zaman gerçekleşen ‘tersine dönüşler’ olsa da sürekli artan bir ilerlemeye dayalı (kendi deyimiyle) zamanın ruhuna inanan eski kafalı bir Hegelci olması hiç şaşırtıcı değildir. En liberal (Whig) tarzıyla ‘dalga hep ileri doğru hareket eder” diye şakır. Mevcut Amerikan hükümeti gibi ‘yerel ve geçici aksilikler’ olabildiğini gönül yüceliğiyle kabul eder, sanki bu rejim, muhtemelen öngörebildiğimiz gelecekte beraber yaşamak zorunda olduğumuz dünya düzenindeki şiddetli dönüşümünün habercisi değil de küçük bir seçim cilvesiymiş gibi. Dawkins, Herbert Spencer tarzıyla, ‘ilerleme eğiliminin su götürmez olduğuna ve devam edeceğine’ inanır. O halde geldiğimiz nokta şudur: Bizzat ‘Kamusal Alanda Bilimin Sözcüsü’nün ağzından duyduğumuza göre ekolojik felaketler, kıtlık, etnik savaşlar ve nükleer atıklar gibi birkaç yerel, geçici küçük aksilik haricinde Tarih daima ilerleme halindedir.

‘Sofistike’ dindarlara nadiren yapılan üstünkörü iyiniyet gösterileri dışında, Dawkins dini ve fundamentalist dini tek ve aynı şey olarak görüyor. Bu kaba bir yanlış olduğu gibi, daha tefekküre dayalı inanç türlerinin, halka değil, belirli bir zümreye ait olduklarını ima ederek alaşağı etmek için bir yöntemdir de. Yukarıda çerçevesini çizdiğim teolojiye inanan çok sayıda kişi, böylece kürtajcıları ve habis eşcinselleri katleden cahillerle aynı kefeye kolaylıkla konabilir. Doğrusu, böyle alçaklıklar karşısında Tanrı Yanılgısı çok iyi iş çıkarmıştır. Donald Rumsfeld’in e-postaları haricinde yeryüzündeki belki en ölümcül iki metin İncil ve Kuran’dır. Ve Dawkins, en kötü ve en iyi liberallerden biri olarak, ister Teksaslı, ister Taliban olsun, fundamentalizm denen ruh hastalığı türüne karşı yıllar boyunca sesini yükselterek şahane bir iş yapmıştır. Sırf başkalarına ait olduğu için başkalarının aptalca ya da uygunsuz fikirlerine saygı gösterilmesi gerektiğine inanan samimiyetsiz liberalizmi reddetmekte de haklıdır. Tanrı Yanılgısı, öfkeli tarzıyla Amerika’daki ateistlerin bugünlerdeki statüsünün elli yıl önceki eşcinsellerle aynı olduğunu ileri sürüyor. Kitap, fundamentalist olsun olmasın, dine dair basbayağı ürkütücü öykücüklerle dolu. Amerikalıların neredeyse yüzde 50’si İsa’nın anlı şanlı yeniden dirilişinin yaklaşmakta olduğuna inanmakta ve bazıları bunu hızlandırmak için bin türlü tuhaflık yapmaktadır. Ancak Dawkins bunu bize kendisiyle aynı fikirde olmayan bilimsel meslektaşları hakkında dehşetli şirret ve teolojik olarak da bu kadar cahil olmadan da söyleyebilirdi. Ayrıca kendi kitabında en fazla bahsi geçen kişi -eğer Tanrı’yı bir kişi olarak kabul ediyorsanız ikinci kişi- olmamaya çalışabilirdi.

[1]http://www.altust.org/2015/04/tanri-yanilgisi-hakkinda-terry-eagleton/

[2]https://www.lrb.co.uk/the-paper/v28/n20/terry-eagleton/lunging-flailing-mispunching

[3]Terry Eagleton, Culture and the Death of God, (New Haven: Yale University Press, 2014), s. 148. Terry Eagleton, “Lunging, Flailing, Mispunching”, 19.10.2006, https://www.lrb.co.uk/v28/n20/terry-eagleton/lunging-flailing-mispunching, Erişim tarihi 14.02.2016.