Klasik Teleolojik Delil ve Yaşamın Kökenine Dair Tartışmalar - Dr.Emre Dorman
Evrenin ve içindeki tüm canlıların Tanrı tarafından yaratıldığı,
bu sebeple âlemdeki her türlü oluşumda bir amaç ve planın
bulunduğu inancı tarih boyunca çeşitli teolog ve filozoflar tarafından
savunulmuş ve Tanrı’nın varlığına dair delil olarak sunulmuş
en eski inançlardan biridir. Bu noktada evrenin ve canlılığın
oluşumundaki olmazsa olmaz hassas ayarlara dikkat çeken Tasarım
Kanıtı, İnsancı İlke, Akıllı Tasarım ve Hassas Ayar Kanıtı
gibi modern delillerin felsefî temelini oluşturan klasik Teleolojik
Delili hatırlamak söz konusu modern kanıtların teolojik ve
felsefî düzlemdeki tarihsel kökeni ile birlikte değerlendirilmesi ve
Tanrı’nın varlığına dair klasik ve modern deliller arasındaki uyumun
gösterilmesi açısıdan önemlidir.
Teleoloji, Eski Yunanca’da varılacak son nokta olarak “erek”
ya da “en son amaç” anlamındaki “telos” ile “bilim” “bilgi” “söz”
anlamlarına gelen “logos” tan türetilmiş bir sözcüktür. Teleoloji,
genel olarak “evreni amaçlarla araçlar arasında bir ilişkiler dizgesi”
olarak gören tüm yaklaşımlara verilen isimdir.18 Gâiyyet, varlık ve
hadiselerin, ilâhi hikmet (bilgelik) ve inâyet (iyilik/ihsan) uyarınca
18 A. Bâki Güçlü-Erkan Uzun, Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara
(2000), s. 482-483.
kozmik düzeni gerçekleştirmeye yönelik bir gâyeye (amaca) sahip
olduğunu savunan, evrende tesadüf ve saçmalıktan söz edilemeyeceğini
ileri süren felsefî-kelâmî doktrinler (öğretiler) için kullanılan
bir terimdir. Gayelerin araştırılmasını konu edinen teleoloji,
bir metafizik (fizik ötesi) disiplinin adı olarak gâiyyet kavramından
daha kapsamlı bir terim olup sebeplilik, nizâm (düzen), hikmet
ve inâyet kavramlarını da içine almaktadır.19
Evrenin nasıl yaratıldığı konusuyla kozmoloji ve kozmogoni
bilimi uğraşır. Kozmogoni, evrenin kaynağını ve onu meydana
getiren unsurların durumunu araştıran bilim dalıdır. Bu araştırmasında
da, diğer bilimlerden azamî ölçüde yararlanır. Evrenin
neden ve niçin yaratıldığı konularıyla ise gâyelilik (teleoloji disiplini)
uğraşır. Bu disiplin, kâinatın yaratılış ve işleyişinde herhangi
bir amaç, önceden oluşturulmuş bir plan ve düzen olup olmadığını
inceler. Çalışmalarında diğer ilimlerin tasvir ettikleri
varlığın düzen ve kanunlarında bir gayeye uygunluk olup olmadığını
araştırır. Eğer böyle bir gayeye uygunluk var ise, bir gaye
koyup gerçekleştirmenin söz konusu olup olmadığını ve bu gayeyi
koyup gerçekleştirenin ‘ne’ veya ‘kim’ olduğunu soruşturur.20
İslâm kelâmı21 ve felsefesinde Gâye ve Nizâm Delili (Amaç ve
Düzen Delili) adıyla meşhur olan bu delil, inâyet, hikmet, nizâm-ı
âlem, illet-i gâiyye, ibdâ ve ihtirâ delili isimleriyle de anılmıştır.
Bu delil, malzemesini duyular âleminden aldığından ve kolayca
anlaşılabilme özelliği taşıdığından, çok kullanılan ve herkese hitap
eden oldukça eski bir delildir. Âlemdeki oluşumlarda ve işleyen
yasalarda muazzam bir düzen olduğu ve bunun değişmeden,
19 İlhan Kutluer, “Gâiyyet”, DİA, XIII, 292.
20 Hüseyin Aydın, Yaratılış ve Gayelilik, D.İ.B. Yayınları, Ankara, s. 18-19.
21 Kelâm İlmi: Tanrı’nın varlığı, peygamberlik ve ahiret gibi temel inanç esaslarını
Kur’an-ı Kerim’in bütünlüğü çerçevesinde akli deliller kullanarak izah
ve ispat edilmesi temelinde gelişen ve karşıt iddiaları cevaplandırıp eleştiren
İslami ilimdir.
sürekli olarak, şaşmadan işlediği birçok insanın kolayca gözlemleyebildiği
ve şahit olduğu bir durumdur. Uzay boşluğunda hareket
halindeki Güneş sistemi ve bu sisteme bağlı olarak dünyamız,
yıldızlar, gezegenler, gök cisimleri hep hassas bir ayara ve düzene
tabidirler. Dünyamız, insanlar başta olmak üzere diğer canlılar
âlemi ile birlikte saymakla bitmeyecek çeşitlilik ve hassas düzenlemeler
ile doludur. Tanrı’nın varlığına inanan insanlar, bütün bu
oluşumların bir gayeye yönelik olduğunu ve bunların ancak her
şeye güç yetirebilen Tanrı tarafından yaratılabileceğine inanırlar.
Diğer taraftan Tanrı’nın varlığını kabul etmeyenler ise kâinattaki
bu oluşumları tesadüflere bağlayarak, inananların, Tanrı’ya yükledikleri
yapıcılığı, maddeye ve onun kendi kendisini oluşturduğu
fikrine yüklerler.
İnsanoğlu, Evren’e, Güneş’e, Ay’a, yıldızlara ve Dünya içinde
varlık bulan tüm oluşumlara; yağan yağmura ve bunun neticesinde
toprağın bağrından fışkırırcasına çıkan birbirinden güzel
lezzet, koku ve renge sahip meyvalara, hem bizim hem de diğer
pek çok canlının besin kaynağı olan sebzelere, etinden, sütünden,
yününden ve gücünden istifade ettiğimiz hayvanlara ve gerek denizin
altında gerekse karada yaşayan birbirinden ayrı özellik ve
suret ile yaratılmış olan sayısız canlıya baktığında tüm bunların
tesadüflere meydan vermeyecek şekilde bir amaç uğruna yaratıldıklarını
anlar. İnsanın kendi mevcudiyeti ise ayrı bir âlemdir
adeta. Düşünüyor, görüyor, işitip konuşuyor, yiyip-içtiklerini sindirip
bu sayede biyolojik varlığı için gerekli olan besinleri elde
edebiliyor, hissediyor, türlü duygu ve ruh hallerine girebiliyor olması
gibi daha pek çok durum, insanı, tüm bunların bir plan sonucu
var edildikleri hükmüne götürmektedir. Bu hüküm ise insanı
tüm bu oluşumları meydana getirip devamlılığını sağlayan bir
var edici inancına ulaştırmaktadır. İşte tüm bunlardan hareketle
geliştirilen gâye ve nizâm delilinin aşağıdaki önermelerden oluşan
bir kıyasla ifade edilmesi mümkündür:
• Âlemde varlıklarına şahit olduğumuz her şeyde bir düzen
görmekteyiz. Yahut en azından, böyle bir düzenin varlığını
gösteren bir takım izlere rastlamakta, evrendeki düzenin
düzensizlikten çok daha üstün olduğuna hükmetmekteyiz.
• Varlıklarda görülen bu düzen, belli gayelere hizmet etmekte
ve âlemde hayatın devamını sağlamaktadır.
• Ancak, söz konusu düzen ve gayenin kendiliğinden ortaya
çıkması mümkün değildir. Yani varlıklar, kendi kendilerine
bir düzen ve gaye seçme imkânına sahip değillerdir.
Hele çeşitli varlık seviyelerinde bulunan farklı şeylerin bir
araya gelerek, bir takım alt sistemler oluşturması ve bu
alt sistemlerin sonunda âlem gibi âdeta “organik” bir bütün
meydana getirmeleri, ne teker teker var olanların ne
de tesadüflerin başarabilecekleri bir şeydir.
• Bu durumda, âleme bu nizâm ve gâyeyi veren ilim, kudret,
irâde ve inâyet sahibi bir varlığın bulunması gerekir.
İşte bu varlık Tanrı’dır.22
Antik dönemde de Platon, Aristo ve yeni Plâtoncu filozoflar
eserlerinde bu konuyu çeşitli açılardan ele almışlardır. Platon’a
göre, Tanrı’nın varlık vermede gösterdiği cömertliğin bir sonucu
olarak âlem, daha mükemmeli mümkün olmayacak bir yaratılışla
süreklilik arz eden bir varlık kazanmıştır.23 Platon, yıldızların
düzenli hareketlerini ve evrendeki düzeni anlayan bir insan için
inanç yolunun açılacağını söyler. Ona göre, ruh, bütün varlıklardan
22 Mehmet Aydın, Din Felsefesi, Selçuk Yayınları, Ankara (1997), s. 60.
23 İlhan Kutluer, “Gâiyyet”, DİA, XIII, s. 293.
önce ve ölümsüzdür. Yıldızlara düzen veren varlığı (Zihni veya
Aklı) bilmeye götürecek fikirden mahrum olan hiçbir kimsenin
dinî inancı emniyette değildir. Aristo, hocası Platon’un izinden
giderek gök cisimlerinin düzenli hareketlerini tetkik edince, düzenleyici
bir Varlık’ın mevcudiyeti fikrine gidilebileceğini söyler.
Ayrıca, Aristo’nun biyoloji ile ilgili görüşleri de, gâye ve nizâm
fikirlerinin gelişmesinde etkili olmuş olabilir. Onun her organizmada
bir gaye görmesi, söz konusu gayenin gerçekleştirilmesi
için organizmalarda birtakım imkân ve kabiliyetlerin bulunduğunu
öne sürmesi, organizmaları gayeleri ışığında açıklamaya çalışması,
birçok insanın canlılar dünyasına daha dikkatli bir şekilde
bakışlarını çevirmesine yardım etmiş olabilir.24
Aristo’ya göre, gerek sanatta gerekse tabiatta her meydana
gelen şeyin bir maddî nedeni, bir formel nedeni, bir yapıcı yahut
hareket ettirici nedeni ve bir gayesel nedeni vardır. Sanat alanında
örneğin bir mobilya yahut bir heykel: 1) Yapıldığı bir madde,
tahta, mermer veya tunç; 2) Heykel için heykeltıraşın zihninde,
mobilya için marangozun zihninde bulunan ve ona göre yapıldıkları
bir fikir (plan yahut örnek); 3) Hareket ettirici kuvvet ve
yapıcı neden olarak kollar, eller ve aletler; 4) Bu kuvvetleri harekete
getiren ve onları güç halinde fiile geçiren bir maksat bulunmasını
gerektirir. Şu halde her olgunun ve bizzat evrensel olgunun
(âlem) dört türlü nedeni vardır: madde, fikir, kuvvet ve son
gâye. Bu dört prensip bir araya gelince, sanat eseri veya canlı varlık
olsun, gerçek varlığı meydana getirmeye yardım ederler. Her
şeyde madde başlangıçtır; fikir (biçim veya form), onun yöneldiği
gayedir; madde taslaktır, eksik olan şeydir; form mükemmelliktir,
tamamlanmadır. Evrenin gayesel nedeni ve en yüksek iyi
olan Tanrı, eşyanın içkin özü olarak aynı zamanda eşyanın içinde
24 Mehmet Aydın, Din Felsefesi, s. 65.
ve eşyanın ötesindedir, evrenden ayrıdır, aşkındır. Âlemde egemen
olan birlik, Tanrı’nın birliğini kanıtlar.25
Daha sonra gerek İslâm dünyasında, gerek Batı’da düşünürler
ve bilim adamları, Yunan filozoflarının daha çok gök varlıkları
dünyasında gördükleri düzenin yeryüzünde ve her seviyedeki varlıkta
olduğunu öne sürmek suretiyle geniş bir düzen ve gaye fikri
ile yola çıkıp teleolojik delili daha kapsamlı ve daha dinî bir çerçeve
içinde ifade ettiler. İslâm kelâmcıları ve filozofları da âlemde
dikkat çeken bu gayeden hareketle, Kur’an’daki birçok âyette bu
delile apaçık işaretler olmasına dayanarak, Tanrı’nın varlığını ispat
etmeye çalıştılar. İslâmî kaynaklarda gâye ve nizam fikrini temel
alan tartışmalar, iki ana yol takip etmiştir. Bunlardan ilki âlemde
görülen nizâm ve gâyenin tesbitinden yola çıkarak Tanrı’nın varlığına
ve O’nun sıfatlarının bilgisine ulaşma yoludur. Bu gâye ve
nizâm delili olarak adlandırılan istidlâl (delillendirme) şeklidir ki
bu yöntem, birçok İslâm filozofu ve kelâmcının eserlerinde sık sık
görülmektedir. İkincisi ise, Tanrı’nın zât ve sıfatlarından yola çıkıp
âlemdeki amaç, düzen, güzellik, hikmet gibi hususların açıklamasını
yapan usûldür. Meselâ, Fârâbî, İbn Sînâ, Gazzâlî, İbn
Rüşd gibi ünlü düşünürler, Tanrı’nın adaletini, cömertliğini, güzelliğini
anlatırken sözü âlemin yapısına getirmiş ve görüşlerini
bu yol ile açıklamaya çalışmışlardır.26
İslâm dinindeki itikadi bir mezhep olan Mutezile’ye göre
âlemde her şey bir gayeye göre yaratılmış olup orada vukû bulan
her olay, bir hikmete dayanmaktadır. Dolayısıyla hem mikro
hem de makro âlemde gayelilik esastır. İlâhî adalet de bunu gerektirir.
İnsan evrendeki bu tabiî sistemi keşfettikçe Tanrı’nın varlığına
delil bulmuş olur. Mu’tezile, âlemde hikmet ve gayeliliğin
25 Alfred Weber, Felsefe Tarihi, çev. H. Vehbi Eralp, Sosyal Yayınları, İstanbul
(1998), s. 71-76.
26 Mehmet Aydın, Din Felsefesi, s. 64-65.
bulunduğunu vurgulayan bu görüşü ile Müslümanları tabiat araştırmalarına
yöneltmiş, Kindî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi İslâm filozoflarını
etkilemiştir. 27
İlk devir Eş’arî kelâmcılarından el-Bâkıllânî ve ardından el-
Cüveynî nizam deliline başvurmuştur. Bâkıllânî’ye göre belirli
bir düzen içindeki fiiller ancak bilen ve o eylemi gerçekleştiren
tarafından ortaya çıkabilir. Çeşitli el sanatlarında yalnızca belli
bir bilgi ve hünerin eseri olarak ürün verilebilir. Tanrı’nın mükemmel
uyum içindeki eserleri ise O’nun yaratıcı fiilini ve âlim
(bilen) olduğunu kesin şekilde kanıtlar. Cüveynî de yaratılıştaki
uyum, düzen ve mükemmelliğin âlim bir yaratıcıya delâlet (işaret)
ettiğini belirtir.28
İmam Mâtürîdî’nin eserlerinde ise teleolojik delil şu şekilde
ifadesini bulmuştur: Kâinattaki her varlık, bir yaratıcının varlığını
ve birliğini ispat edecek şekilde mükemmel bir hikmet ve
kesintisiz bir düzen ortaya koymaktadır. Ayrıca farklı türlere ait
varlıkların birbirlerine olan bağımlılıkları sayesinde ihtiyaçlarını
karşılayabilmeleri, bir gâiyyet ve inâyet fikri çerçevesinde tek bir
yöneticinin bulunduğunu göstermektedir.29
Meşhur İslâm filozofu Kindî, Tanrı’nın varlığının ispatı ile ilgili
görüşlerini, sistematik bir biçimde değil, daha çok yazdığı risalelerde
konuların gelişi içinde vermektedir. Bu filozof söz konusu
risalelerinin muhtelif kısımlarında Tanrı’nın hikmetine, âlemdeki
nizâm ve âhenkten oluşan gayeye dikkat çekmektedir. Kindî,
kâinatta mevcut olan düzene işaret ederek bunun Tanrı’nın kudret
ve hikmetinin bir nişânesi olduğunu vurgulamakta, daha sonra
organik ve inorganik varlıklardaki hareket çeşitlerini sıralayarak
27 İlyas Çelebi, İslâm İnanç Sisteminde Akılcılık ve Kadı Abdulcebbar, Rağbet
Yayınları, İstanbul (2002), s. 235-236.
28 İlhan Kutluer, “Gâiyyet”, 294.
29 İlhan Kutluer, “Gâiyyet”, 294.
bunların tariflerini yapmaktadır. Ay-altı âlemdeki fizikî varlıklarda
görülen oluş ve bozuluşu (kevn ve fesâd) dört sebep teorisi
bağlamında irdeleyerek tüm sebeplerin sebebi olan gâye sebebe
ulaşır ve âlemdeki her türlü oluşun, etkin (fâil) sebebinin “gâye
sebep” (illet-i gâiyye) yani Tanrı olduğunu vurgular.30 Kindî bu
konuda şöyle der:
Şüphesiz bu âlemin düzen ve tertibi, bazısının bazısını etkilemesi,
ona boyun eğmesi ve hegemonyası altında bulunması, her
oluş ve bozuluşun, her değişmezin ve değişenin en uygun ve ideal
düzeyde olması, kâinâtta sağlam bir yönetimin ve güçlü bir hikmetin
varlığının en büyük delilleridir. Her yönetimin bir yöneteni
ve her hikmetin bir hakîmi bulunduğu da bir gerçektir.31
Diğer bir meşhur İslâm filozofu olan Fârâbî’nin ise bu delil
hakkındaki görüşü şu şekildedir:
Yüce Yaratıcı, bir hardal tanesi bile müstesnâ olmamak üzere,
bütün âlemi idare edicidir. Hiçbir şey ve hiçbir cüz, onun
inâyetinden hariç değildir. Âlemin her parçası, her hal ve hâdise,
çok ince bir mahâretle en uygun yere yerleştirilmiştir. Nitekim
teşrîhe dair eserler, uzuvların faydalarından bahseden kitaplar
ve tabiiyât hakkındaki tedkikler bunun delilidir.32
Kindî ekolüne mensup bir filozof olan Âmirî de, ilâhî inâyet
kavramına değinmiştir. Ona göre bütün âlem bir gâiyyete sahne
durumundadır. Tanrı tarafından bakıldığında âlem, O’nun iyilik
ve cömertliğinin, mutlak kudretinin ve kusursuz hikmetinin yayılması
ve açığa çıkması için yaratılmıştır. Âlemdeki her cevherin
yalnızca ona özgü bir fonksiyonu vardır. Başka bir deyişle, her
varlığa âlemin düzen ve bekâsını temin etmek için belli bir vazife
30 Kindî, Felsefî Risâleleri, (çev. Mahmut Kaya), İz Yayıncılık, İstanbul (1994), s.
XXXVI.
31 Kindî, Felsefî Risâleleri, s. 94.
32 Bekir Topaloğlu, Allah’ın Varlığı, D.İ.B. Yayınları, Ankara (1998), s. 61.
yüklenmiştir ve her varlık kendisi için güdülen gâye ne ise, ona
en uygun tabiatta yaratılmıştır. Öyle ki bir varlık hangi gâye için
yaratılmışsa bu gâyenin gerçekleşmesi için ondan daha uygun bir
varlık düşünülemez.33
10. yüzyılda Basra’da ortaya çıkan bir felsefe hareketi olan
İhvân-ı Safâ (Halis Kardeşler) da gâye ve nizâm deliline değinmiştir.
Onlara göre bu âlem, olabileceği en güzel ve en muhkem
(sağlam) bir biçimde yaratılmıştır. Evrenin başka bir tarzda yaratılmamış
olması, onun mevcut halinin en güzel olması sebebiyledir.
Zâten bu âlemde varlıklarına şahit olduğumuz her şeyde belli
bir düzen görmekteyiz. Bu düzen sayesinde de hayat normal olarak
devam etmektedir. Bu âlemdeki düzenin bozulması, her şeyin
altüst olması demektir. Bu âlemdeki muhkem sanat, kokuları, tad
ve renkleri birbirinden farklı bitki ve meyveler, gökteki güneş, ay
ve yıldızların düzenli hareketi… hepsi her ne kadar kendisi gözlerden
gizlenmiş de olsa, hikmet sahibi bir Sanatkâr’a delâlet etmektedir.
Âlemdeki her şey, O’nun eliyle düzene girmekte ve bu
düzen dâhilinde öylece devam etmektedir.34
Meşhur İslâm filozofu İbn Sînâ, kâinatta bir gâiyyetin bulunduğunu
inkâr eden felsefî cereyanın farkındadır. Bundan dolayı
o da gâye fikrini ispata önem vermiş, bunu inkâr edenlerin dayandığı
“tesadüf” ve “abes” kavramlarını şiddetle eleştirmiştir. O,
tesadüf zannedilen hadiselerin gâiyyet fikri ile açıklanabileceğini
göstermeye çalışmış; iradî yahut irade dışı tüm insan fiillerini
sebeplilik açısından tahlil ederek bunların asla gâyesiz olmadıklarını
ispat etmeye gayret etmiştir.35
33 Kasım Turhan, Âmirî ve Felsefesi, M.Ü. İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul
(1992), s. 270.
34 Enver Uysal, İhvân-ı Safâ Felsefesinde Tanrı ve Âlem, M.Ü. İlâhiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları, İstanbul (1998), s. 87-88.
35 İlhan Kutluer, “Gâiyyet”, 295.
İbn Sînâ’ya göre, bu âlemde hiçbir kimsenin inkâr edemeyeceği
mükemmellikte bir düzen bulunmaktadır. Bu, her varlığın
eşit düzeyde olduğu bir düzen olmayıp, buradaki her şey, türlerin
tabiatına göre düzenlenmiştir. Dolayısıyla, meselâ yırtıcı hayvanların
durumu ile kuşların durumu veya kuşların durumu ile
bitkilerin durumu bir ve eşit değildir. Ancak bu farklılık, varlık
türleri arasında kesin ve ilişkiye imkân tanımayan bir ayırımın
olduğu anlamına da gelmemektedir. Bilakis, söz konusu ayrıma
rağmen türler arasında bütüncül bir ilişki vardır. Bu ilişkiyi sağlayan
ise, her varlık türünün kendisinde toplandığı İlk Asıl’dır. Bu
İlk Asıl, kendisinden cömertlik ve düzenin, her şeyin düzen içindeki
tabiatına en uygun şekilde feyezan ettiği (taşarcasına fazla
olduğu) İlke’dir. Kısacası bu filozofa göre, böyle mükemmel bir
düzenin, mükemmel bir düzenleyicisinin, bir ilke ve başlangıcının
olması şarttır.36
İbn Sînâ bu konuda nihâi olarak inâyetin tanımını şöyle yapar :
Sen âlemin meydana gelişinde, gökler ile hayvan ve bitkilerin
organlarındaki ilginç olayları inkâr edemezsin. Bunlar rastlantı
sonucu ortaya çıkmış değil, aksine büyük bir planı gerektiren
olaylardır. Şu husus bilinmelidir ki, inâyet, İlk olanın [Allah’ın]
kendi zâtını bilmesi ve bilgisinin iyilik düzenini içermesi, imkân
nispetinde zâtının iyilik ve yetkinliğin sebebi ve belirtilen tarzda
onun bu düzenden hoşnut olmasıdır. Böylece O, olabilecek en mükemmel
seviyede iyilik düzenini akleder; düzen ve iyilik olarak aklettiği
şey O’ndan imkân ölçüsünde, düzeni en iyi ve en kusursuz
olarak gerçekleştirecek şekilde taşar. İşte inâyetin anlamı budur.37
36 Mehmet C. Kaya, İbn Sînâ Felsefesinde Âlemin Mükemmelliği Düşüncesi,
(M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi 2002), s. 105.
37 İbn Sînâ, eş-Şifâ el-İlâhiyyât, (trc. Mahmut Kaya, ‘İslâm Filozoflarından Felsefe
Metinleri’nin İçinde) Klasik, İstanbul (2003), s. 299.
Meşhur İslâm kelâmcısı ve filozofu Gazzâlî’ye göre ilâhî hikmet,
âlemdeki sebeplilik, düzenlilik ve gâyeliliğin ilkesidir; hikmet
ise sebepleri tertip edip onları müsebbebâta (bir sebebe bağlı
olarak ortaya çıkanlar) yöneltmektedir. Dolayısıyla sebeplerin
sebebi olan Allah mutlak hakemdir, yani hikmetle (bilgelikle)
hükmedicidir.38 Yine Gazzâlî’ye göre âlem, sanki bir kişi gibidir,
orada yaratılmış olan her şeyde bir hikmet vardır, çünkü Allah
boş ve anlamsız hiçbir şey yaratmamıştır. Aklıselim sahipleri,
Kur’an’da sözü edilen âyetlerin anlamını düşünür ve Tanrı’nın
göklerde, yerde, hayvanlar ve bitkiler dünyasındaki hikmetlerine
dikkatli bir şekilde bakarlarsa, bu olağanüstü yapının bir yaratanı
ve idare edeni bulunduğunu kolayca anlayabilirler. Hatta kendilerinin
de bu yüce Yaratıcı’nın tasarrufu altında bulunduğunu
anlar ve bunu itiraf ederler.39
Gazzâlî, âlemdeki düzen ve gâiyyet fikri ile ilgili olarak
kâinatta kötülüğün ve düzensizlik olarak iddia edilen durumların
hangi sebeplerden dolayı var oldukları hususunda şöyle bir
açıklama yapmıştır:
Aksine yüce Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı her şeye dönüp
baksalar, bunları uzun uzadıya inceleseler, onlarda bir farklılık
ve düzensizlik göremezler. Yüce Allah’ın kulları arasında paylaştırdığı
rızık, ömür, sevinç, üzüntü, âcizlik, güç, iman, küfür ve
isyân adına ne varsa bunların hepsi sırf adâlettir, O’nda zulüm
yoktur; hepsi haktır, aslâ haksızlık yoktur. Bilakis bu taksim gerektiği
şekilde, gerektiği gibi, gerektiği kadar gerçek ve zorunlu
bir düzene göre yapılmıştır. 40
38 İlhan Kutluer, “Gâiyyet”, s. 294.
39 Necip Taylan, Tanrı Sorunu, Şehir Yayınları, İstanbul (2000), s. 83.
40 Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-din, (trc. Mahmut Kaya,’İslâm Filozoflarından Felsefe
Metinleri’nin İçinde) Klasik, İstanbul (2003), s. 404.
Ayrıca Gazzâlî, bu konuda İbn Sînâ’yı takip ederek, âlem hakkında:
“Daha iyisi, daha kusursuzu ve daha mükemmeli mümkün
değildir” demek suretiyle tam bir optimist tavır benimsemiştir.41
İslâm filozofları arasında teleolojik delil üzerinde en çok duran
ve bu delili “Kur’an delili” olarak kabul eden İbn Rüşd’dür. “Arap
felsefesi” nin en ünlü siması ve en güçlü temsilcisinin İbn Rüşd
olduğu, “Arap felsefesi” olarak adlandırılan felsefenin de zirveye
onunla ulaştığı kabul edilmiştir.42 İbn Rüşd’e göre her seviyeden
insanın Tanrı’nın varlığını kolaylıkla kabul etmesini sağlayacak
olan iki delil bulunmaktadır. Bunlar dinin de kullandığı ‘inâyet’
ve ‘ihtirâ’ delilleridir.43 İnâyet, insana gösterilen ihtimam, özen
yanında bütün nimetlerin onun için yaratılmış olmasını yansıtır.
İhtirâ, ise “yaratma” demektir. Bütün varlıklar yaratılmışlardır.44
İbn Rüşd inâyet delilini temellendirirken iki esastan yola çıkmaktadır:
Birincisi, “âlemdeki bütün varlıkların insanın varlığına
ve varoluş gayesine hizmet edecek şekilde düzenlenmiş olması”;
ikincisi ise “bunun kör bir tesadüf sonucu olarak değil, ancak kasıt
ve irâde sahibi bir ‘fâil’ in eseri olarak gerçekleşebileceği” dir.45
İbn Rüşd, el-Keşf an menâhici’l-edille isimli eserinde inâyet ve
ihtirâ delillerini şöyle açıklamıştır:
Yüce Kitab’ın üzerine dikkat çektiği ve herkesi kapısından girmeye
davet ettiği yolun, o Yüce Kitap baştan sona okunduğu zaman,
iki türe inhisar ettiği (sınırlı olduğu) görülecektir. Birincisi,
insana gösterilen inâyete [kayraya, lütufa, ilgiye] ve bütün varlıkların
bu nedenle yaratılmış olduğuna vâkıf olma yoludur. Biz
buna ‘inâyet delili’ adını verelim. İkinci yol, cansız varlıklarda
41 İlhan Kutluer, “Gâiyyet”, s. 294.
42 Henry Corbin, İslâm Felsefesi Tarihi, çev. Hüseyin Hatemî, İletişim Yayınları,
1. Cilt, İstanbul (2002), s. 417.
43 Hüseyin Sarıoğlu, İbn Rüşd Felsefesi, Klasik, İstanbul (2003), s. 222.
44 Şerafettin Gölcük, İslâm Akaidi, Esra Yayınları, Konya, s. 68.
45 Hüseyin Sarıoğlu, İbn Rüşd Felsefesi, s. 223.
hayatın, duyusal algıların ve aklın ihtirâ edilmesi [yaratılması,
meydana getirilmesi] gibi, var olan şeylerin cevherlerinin ihtira
olunmasında görülen yoldur. Buna da ‘ihtirâ delili’ adını verelim.
İhtirâ Delili iki öncül üzerine kurulmuştur:
Birinci öncül: Burada [ bu dünyada veya evrende ] var olan
her şey, insanın varlığına uygundur.
İkinci öncül: Bu uygunluk, onu kasteden, irâde sahibi bir fâilin
bulunmuş olmasını zorunlu kılar. Çünkü bu uygunluğun tesadüfen
meydana gelmesi mümkün değildir.
Varlıkların insan varlığına uygun oluşunu ele alalım:
Gece ve gündüzün, güneş ve ayın insan varlığına uygun oluşu
dikkatle incelendiğinde, bu hususta yakîn [kesin bilgi veya kanaat]
hâsıl olur. Dört mevsimin ve insanın içinde yaşadığı yer olan
dünyanın insan varlığına uygunluğu da böyledir. Yine aynı şekilde,
hayvanlar, bitkiler ve cansız cisimlerin; yağmurlar, ırmaklar
ve denizler gibi cüz’î şeylerin; kısaca toprak, su, ateş ve havanın
birçok uygunluklar göstermesi de böyledir.
Yine bu inâyet, bedenin organlarında ve hayvanların uzuvlarında,
yani bu organ ve uzuvların onların hayatına ve varlığına
uygun olmalarında da açığa çıkar. Kısaca bunların yani varlıkların
faydalarının bilinmesi bu tür [den delil] e dâhildir. O halde
Allah Teâlâ’yı tam bir mârifetle bilmek isteyenlerin, varlıklardaki
faydaları derinliğine inceleyip araştırmaları vâciptir. 46
Gerek tüm evrende bir gaye ve nizam bulunduğunu ifade eden
delillerin gerekse inayet ve ihtira delilinin öncüllerin, modern bilimin
verileriyle ortaya konan modern kanıtlarla uyum içinde olduğu
görülecektir. Özellikle inayet ve ihtira delilinin var olan her şeyin
insanın varlığına uygun yaratılmış olduğu inancının, ilerleyen
46 İbn Rüşd, Faslu’l-makâl, el-Keşf an menâhici’l-edille, çev. Cafer Sadık Yaran,
(Din Felsefesi içinde) Etüt Yayınları, Samsun (1997), s. 77-78.
bölümlerde incelenecek olan İnsancı İlke (Anthropic Principle) ile
büyük benzerlikler taşımaktadır.
Hıristiyan Batı düşüncesinde de Tanrı’nın varlığını ispat etmeye
yönelik olarak benzer delillerin kullanıldığını görüyoruz. Örneğin
meşhur Aziz Thomas Aquinas’ın Tanrı’nın varlığını ispat
etmek için kullandığı ‘beş yol’un beşincisinde gâye ve nizâm deliline
değinilmektedir. Aziz Aquinas bu delil hakkında şöyle der:
Beşinci yol, şeylerin yönetimi ile ilgilidir. Aslında, doğal cisimler
gibi bilgisi olmayan varlıklar bir amaca yönelerek işlem
yaparlar. Bu, her zaman veya çoğu zaman bu cisimlerin en iyi
olanı gerçekleştirecek şekilde işlem yapmaları olgusundan ileri
gelmektedir. Bundan açıkça, bu cisimlerin rastlantıyla değil bir
eğilim nedeniyle amaçlarına ulaştığı sonucu çıkmaktadır. Oysa
bilgisi olmayan varlıklar bir amaca ancak bilgili ve zeki bir varlık
tarafından yönlendirildikleri takdirde yönelirler, tıpkı okun okçu
tarafından yönlendirilmesi gibi. O halde, tüm doğal şeylerin bir
amaca doğru düzenlenmesini sağlayan zeki bir varlık var ve biz
bu varlığı Tanrı olarak adlandırıyoruz. 47
Görüldüğü gibi yalnızca klasik İslâm düşüncesinde değil, klasik
Batı düşüncesinde de gaiyyet fikri, Tanrı’nın varlığının temellendirilmesinde
kullanılan ‘teleolojik delil’ çerçevesinde incelenerek
daima gündemde kalmış ve günümüz din felsefesi incelemelerinin
de başlıca konusunu teşkil etmiştir.48 İçinde yaşadığımız evrendeki
oluşumların gözlemlenmesinden hareketle tüm bu oluşumların
ardındaki amaç ve planın açığa çıkartılma girişimlerinin öncelikli
olarak en fazla fizik alanında gerçekleştiğini görmekteyiz. Fizik
alanında gerçekleştirilen bilimsel faaliyetlerin ise söz konusu
47 Thomas Aquinas, Summa Theologica, çev. M. Mukadder Yakupoğlu, ed. Armand
Cuvillier, Doruk Yayımcılık, İstanbul (2003), s. 862-863.
48 İlhan Kutluer, Akıl ve İtikad, İz Yayıncılık, İstanbul (1998), s. 168.
plan ve amacın diğer bilimlerde de araştırılmasına öncülük ettiği
bilinmektedir.
Eğer fizik, evrende işleyen böylesine mükemmel bir kozmik
düzeni kavrayabildiyse, o zaman, kendi çevreleri içindeki işleyişine
çok çabuk bir şekilde uyum gösteren canlı formları inceleyen
biyolojinin daha da büyük cevherler sunması kaçınılmaz olacaktı.
Bu düşünceden hareketle 1691 yılında, Cambridge Üniversitesi’nin
tanınmış doğa bilimcisi John Ray, The Wisdom of God in the
Works of Creation (Yaratılış’ın İşleyişinde Tanrı’nın Hikmeti)
isimli popüler ve ilham verici bir çalışma yayınlamıştır. Yüz sene
sonra bu tartışma çizgisi en meşhur yorumunu William Paley’in
Natural Theology ( Doğal Teoloji) isimli çalışmasında buluyordu.
49 Orta Çağ’daki dünya görüşünün yıkılmasından sonra dini,
akılcı temellere oturtmak ve doğal teolojiye dayandırmak için çok
ciddi teşebbüsler yapıldı. Akılcı dinin temel dayanaklarından biri
“Planın Varlığı” idi. Teolog ve filozof olan William Paley tarafından
yazılan Natural Theology adlı eserde plan delili hakkında
özet olarak şöyle denilmektedir:
Bir arazide yürürken ayağımı bir taşa çarptığımı ve bana bu
taşın orada nasıl var olduğunu sorduklarını varsayalım, aksini
yansıtan herhangi bir başka bilgiye sahip olmadığımdan, belki
o taşın her zaman orada bulunduğu şeklinde cevap verebilirim;
bu cevabın saçmalığını göstermek de kolay değildir. Ancak yolda
bırakılmış bir saate rastlasak ve onun parçalarının, nasıl güzel
bir şekilde yapılıp belirli bir fonksiyonu görmek üzere bir araya
toplandığını görsek, kaçınılmaz şekilde şu sonuca varırız: Bu
saat bir gâye için tasarlanmıştır. Bundan dolayı, mutlaka bir tasarımcısı
vardır. Bu temsilden yola çıkarak çevremizdeki canlıların
49 John Polkinghorne, Beyond Science, Cambridge University Press, New York
(1998), s. 75.
kompleksliği ve çevrelerine uyumları, örneğin insan gözü, ilim ve
kudret sahibi bir Tasarımcı’nın varlığına işaret eder.50
O dönemde oldukça meşhur ve ikna edici kabul edilen bu delil,
Darwin’in tabiî seleksiyon hipotezi ve adaptasyonun bu yolla
gerçekleştiği inancı sebebiyle, Paley tarafından ortaya konulan
kâinattaki düzen-plân delilinin sorgulanmasına ve bir anlamda yavaş
yavaş batı insanının zihninden silinmesine sebep oldu. Böylece
pek çok batılı bilim adamı, 1860-1960 yılları arasında bilimsel
materyalizm ve hümanizmin de etkisiyle şüphe ve inkâra
yöneldiler. Ancak ‘kâinattaki plân delili’ anlayışı varlığını sürdürerek
gerek Tasarım Kanıtı gerekse İnsancı İlke (her şey insan
için) formülasyonu ile günümüze kadar geldi. Esasen bazı araştırmacılara
göre tarihî vâkıa (olgu) böyle olmasına rağmen, işin
hakikati farklıydı. Paley’in plân delili, aynen Darwin’in tabiî seleksiyonu
gibi, biyolojik adaptasyon gerçeğinin izahına yönelikti.
İkisi arasındaki fark ise bunların yorumlarındaydı. Paley, biyolojik
adaptasyonun her şeyi bilen, gören, kudreti sonsuz bir Yaratıcı
tarafından yapıldığını söylerken; Darwin ise biyolojik adaptasyonu,
kör, sağır, şuursuz sebeplerin gerçekleştirdiğine inanıyordu.
Diğer bir deyişle Paley, görünen sebeplere kıymet ve güç vermeyip
hakikî sebep olan Yaratıcı’yı ön plâna çıkarırken, Darwin ise
görünen sebeplere hakikî bir güç vererek bir anlamda Yaratıcı’yı
arka plana itiyordu.51
Hiç şüphesiz Darwin’in canlılar hakkındaki bilgisi günümüze
nazaran oldukça yetersiz ve gerçek manada bilimsel olmaktan
çok gözlemsel ve kurgusaldı. Darwin’in kendisi de ortaya koymuş
olduğu teorinin yaşamın kökeninin nasıl olup da kendiliğinden
50 William Paley, Natural Theology: or Evidences of The Existence and Attributes
of The Deity Collected from The Appearances of Nature, Gould and
Lincoln, Boston (1860), s. 5-6.
51 İrfan Yılmaz-İ. Hakkı İhsanoğlu, İlim ve Din, Nil Yayınları, İzmir (1998), s. 291.
ortaya çıktığı gibi temel konularda ciddi boşluklar ihtiva ettiğinin
farkındaydı. Ancak zaman içinde çeşitli ideolojik sebeplerin
de etkisiyle Darwin’in türlerin kökenine dair hipotezi bilimsel bir
gerçekmiş gibi sunularak yaratılış inancının alternatifi konumuna
getirildi. Batı dünyasının sekülerleşme sürecine girmesiyle birlikte
Tanrı sadece günlük yaşamın dışına itilmekle kalmamış kimi
çevreler açısından evreni ve canlıları yaratıcı vasfından da uzaklaştırılmıştı.
Muhtemelen günümüze kadar teorisinin bu denli
benimsenip bilimsel bir gerçeklik gibi sunulacağını Darwin bile
hayal edemezdi. Çünkü modern biyoloji ve biyokimya gibi alanlar
açık bir şekilde canlıların Darwin’in zannettiğinden çok daha
kompleks ve hassas bir varoluşa sahip olduklarını ortaya koymuşlardır.
Darwin yaşadığı dönemde günümüzdeki bilimsel verilere
sahip olsaydı, muhtemelen kendisiyle alay edileceğini düşünüp
bu şekilde bir teori ortaya koymazdı. Buna rağmen ne yazık ki
günümüzde biyoloji alanında adeta bir mit haline getirilerek bilimsel
bir kesinlik taşıdığı iddiaları altında bilimsel açıdan dayanaksız
bu teorinin eleştirilmesini dahi bilim dışı ilan eden çevreler
gerek bilim dünyasında gerekse ders kitaplarında söz konusu
bu miti yaşatmak ve yaratılış düşüncesine alternatif yapmak uğruna
bilimsel objektiflikten ödün vermeye devam etmektedirler.
Discovery Institute’da kıdemli bir biyolog olan Dr. Jonathan
Wells, bilimsel bir gerçek gibi gösterilmeye çalışılıp eğitim sistemine
yerleştirilmiş evrim teorisinin, bilim kisvesi altında materyalist
felsefeye nasıl hizmet ettiğini Icons of Evolution, Science
or Myth? (Evrimin İkonları, Bilim mi? Mit mi?) isimli kitabında
şu şekilde anlatmaktadır:
Felsefî görüşlere sahip olmanın yanlış bir yanı yoktur. Herkesin
doğru veya yanlış felsefî bir görüşü vardır. Öte yandan, halk
eğitiminde, felsefenin açıkça tanımlanması ve bilim kisvesi altında
sunulmaması gerekir. Kuşkusuz, insan doğasına ilişkin hiçbir
felsefî görüş, Newtoncu fizik veya Mendel genetiğiyle eşit değerde
bir düşünce olarak ele alınmamalıdır. Ne var ki Amerikan halk
okulları biyoloji sınıfları tam da bunu yapmaktadır. Evrimin tasarlanmamış
olduğunu ve bunun sonucu olarak insan varlığının
salt bir tesadüf olduğunu savunan doktrin, deneysel bilimden ziyade,
materyalist felsefeden kaynaklanmaktadır. Açıkçası, biyoloji
öğrencilerine materyalist felsefe, deneysel bilim kisvesi altında
öğretilmektedir. Materyalist felsefe bağlamında ne düşünülürse
düşünülsün, kuşkusuz o, kanıttan çıkarsama yapmak yerine, kendisini
zorla kanıta kabul ettirecektir. Her ne kadar işin içinde bilimsel
meseleler varsa da, gerçekte özü mittir.52
Darwin’in teorisi kendisinin de kabul ettiği gibi birçok zorluklarla
karşı karşıya olan, somut bilimsel bulgulardan hareketle
değil tamamen mantık yürütmeler ile ortaya konulmuş bir teoriydi.
Darwin ortaya koyduğu teorinin zorluklarının gelişen bilim ile
aşılacağına inanıyordu. Ancak Darwin bilimsel olarak ilk darbeyi,
Fransız biyolog Louis Pasteur’un yaptığı deneylerle, onun cansız
maddelerin tesadüfen hayat oluşturabilecekleri şeklindeki iddialarını
çürütmesiyle almıştı. Ayrıca teorinin önceden var olan
bir canlı türünün zaman içinde başka bir canlı türüne dönüştüğü,
yani bütün canlıların birbirlerinden türeyerek meydana geldiği iddiasına
dayanak olarak aranan fosil kayıtlarında beklenenin aksine
canlıların birbirlerinden türediğini gösterecek ara geçiş formlarına
rastlanmamıştır. Her ne kadar fosil bilimcilerinin yaptıkları
araştırmalar, bazı çevreler tarafından kabul edilmek istenmese de,
canlılığın aniden mükemmel bir şekilde meydana geldiğini göstermektedir.
Ardından modern bilimin verileri hücrenin kompleks
yapısını ortaya koydukça hayatın moleküler seviyede incelenmesi
tesadüfe meydan bırakmayacak şekilde güçlü ve akıllı bir tasarım
gerçeğini ortaya çıkarmıştır.
52 Jonathan Wells, Icons of Evolution, Science or Myth?, Regnery Publishing,
Washington (2000), s. 206-207.
Darwin de özellikle ‘göz’ gibi eşsiz yapıya sahip organların
mükemmellikleri ve bunların teorisini soktuğu zorluklar karşısındaki
çaresizliğinin farkındaydı. The Origin of Species (Türlerin
Kökeni) kitabında doğal seleksiyon ve evrim teorisine karşı çıkan
bir takım fikirlere değinmişti. Hatta kitabının bir bölümünde gözle
ilgili yaşadığı problemleri incelemiş ve bu bölümü “Kusursuz
Mükemmellikteki ve Karmaşıklıktaki Organlar” olarak adlandırmıştı.
53 Darwin teorisindeki boşlukların doldurulması için insanlara,
hayal güçlerini kullanmalarını tavsiye ediyordu.
Günümüz materyalistlerinin çoğuna göre yaşamın kökenini
açıklamanın tek yolu evrimdir. Şayet materyalizm, Marx’ın dediği
gibi bilimsel bir temele dayandırılacaksa bunun da tek yolu
evrimin bilimsel olduğunun gösterilmesiydi. Ne var ki evrim modeli
bilimin tanımında yer alan kriterlere uymaz. Bu nedenle sadece
bir inanç sistemi olarak materyalist felsefenin temelini oluşturur.
54 Marx ve Engels, Darwin teorisini kendi ideolojik amaçları
doğrultusunda ilk sahiplenenlerdendi. Marx, Darwin’in kitabının
“Tarihteki sınıf mücadelesinin doğal bilimlerdeki temelini oluşturduğunu”
söylüyordu. Evrim teorisini o kadar heyecanla karşılamıştı
ki, meşhur kitabı Das Kapital’i Darwin’e ithaf etmek için
kendisinden izin istemişti. Ama Darwin, Marx’ın teziyle özdeşleşmenin
kendi araştırmasının meslektaşları arasındaki güvenilirliğine
zarar verebileceği endişesiyle bu talebi nazikçe reddetti.
Marx, Darwin’in araştırmasında her şeyden önce iki şeyi değerli
bulmuştu. Birincisi, evrim teorisi “doğal bilimlerde dine ilk defa
ölümcül darbe vuran bir teoriydi.” İkinci olarak ise, Marx ve Engels,
türlerin başlangıcı ve gelişimi teorisinin, kendilerinin kültürün
başlangıcı ve gelişimi üzerine ortaya koydukları fikirlerle
53 Michael J. Behe, Darwin’s Black Box, The Biochemical Challenge to Evolution,
Free Press, New York (2006), s. 16.
54 Gufran Koyuncu, Evrim, İz Yayıncılık, İstanbul (1992), s. 238.
paralellik arz ettiğine samimiyetle inanıyorlardı. Engels, Marx’ın
cenaze töreninde şunları söylüyordu: “Tıpkı Darwin’in organik
doğada evrim kanununu keşfetmesi gibi, Marx da insanlık tarihindeki
evrim kanununu keşfetmişti.”55
Günümüzde modern bilimin verileri sayesinde evrim teorisini
temelinden yıkan sayısız delile ulaşılmasına rağmen pek çok
bilim adamı bilim kisvesi altında Darwin’den bile daha körü körüne
bu teoriyi savunmakta ve mutlak bir hakikatmişcesine yaşamın
kökenine dair tartışmalarda bu teoriye sarılmaktadır.
Örneğin Darwin’in takipçilerinden Oxford Üniversitesi’nden
bilim adamı Richard Dawkins büyük bir Darwin hayranlığı ile şiddetli
bir şekilde evrimi savunduğu The Blind Watchmaker (Kör
Saatçi) isimli meşhur kitabında William Paley’in saatten hareket
ile ortaya koyduğu tasarım kanıtını hayranlıkla karşıladığını söylemekte
ancak canlılığın bu kadar karmaşık yapısını fark etmiş olmasına
rağmen bunu dinci bir anlayışla Tanrı’nın yaratması şeklinde
algılamasını alaycı bir üslup ile eleştirmektedir. Dawkins’in
canlıların yapısındaki mükemmel oluşumun farkına varmasına ve
bunu hayranlıkla karşılamasına rağmen canlılığın tesadüfen oluştuğunu
açıklayacağını iddia eden sözleri, içinde bulunduğu tutarsızlığı
ortaya koymaktadır:
Darwin’in keşfettiği ve bizim doğal seçim, yani kör bilinç
otomatik prosesi olarak bildiğimiz, varlığın izahı ve tüm hayatın
görünürdeki amaçsal şekli olan şeyin, akılda hiçbir amacı yoktur.
Aklı yoktur ve aklın gözü değildir. Gelecek için plan yapmaz.
Eğer doğada bir saat yapımcısı rolü oynadığı söylenebilirse, kör
bir saat yapımcısıdır.56
55 Jeremy Rifkin, Algeny, A New Word-A New World, New York: The Viking
Press, 1983, s. 105.
56 Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, W. W. Norton&Company, New
York (1996), s. 5.
Bu kitap, varlığımızın bir zamanlar gizemlerin en büyüğü olduğu
fakat artık çözümlendiği kanısıyla yazıldı. Gizemi Darwin
ve Wallace çözdüler. Canlıların karmaşıklığı, tasarımlarındaki
zarif verimle uyum içinde. Bu boyutlardaki karmaşık tasarımın
açıklanması gerektiğini kabul etmeyen varsa, ben vazgeçiyorum.
Hayır, hayır, ikinci bir kez düşündüğümde vazgeçmiyorum çünkü
bu kitaptaki amaçlarımdan biri de, biyolojik karmaşıklığın muhteşemliğine
kapalı gözlere bir şeyler gösterebilmek. Önce gizemi
göstereceğim; sonra da nasıl çözüleceğini açıklayıp gizemi ortadan
kaldıracağım. 57
Günümüzde evrim teorisinin delilleri ciddi bir şekilde ünlü
biyologlar ve fosilbilimciler tarafından eleştirilmekte, evrime inanan
birçok bilim adamı dahi Tanrı’nın varlığını kabul ederek bunu
evrim fikri ile bağdaştırmaya çalışmaktadırlar. Evrimin bilim dışı
olduğu konusunda son derece ikna edici nedenler ileri sürülürken
ülkemizdeki durumun, evrimin bir teori bile değil kesin bilimsel
bir kanun olduğu tarzında yaklaşımları yansıtması oldukça
düşündürücüdür. Evrimi bir kanun gibi kabul eden bazı çevreler,
evrim teorisinin tartışılmasını bile istememektedirler. Ne var ki
bilimsel bir teorinin hatta bir kanunun bile sorgulanması bilimsel
gelişmenin temeli olmuştur.58
İngiltere’de yazarlık yapan ve Jeoloji Birliği üyesi olan Richard
Milton’un bu konudaki yaklaşımı Darwinizm anlayışının ardındaki
gerçeği güzel bir şekilde ifade etmektedir:
Türlerin Kökeni’nin yayınlanmasından yüz otuz yıl sonra, Darwinizm
hâlâ bir teoridir ve hâlâ tartışmaları kesin olarak sona
erdirecek belirleyici ve rakipsiz ampirik kanıtlardan -teorinin
doğruluğunu kati olarak gösteren ve toplum tarafından kabulünü
sağlayan kanıtlardan- yoksundur. İronik biçimde, yirminci yüzyılın
57 Richard Dawkins, The Blind Watchmaker, s. xiii.
58 Gufran Koyuncu, Evrim, s. 236
büyük bir kısmı boyunca Darwinistler sanki kesin kanıt bulmuş
ve sanki toplum olarak bizler çoktan onların teorisini kabul etmişiz
gibi davranmışlardır. Fizik ya da kimya gibi herhangi bir başka
ciddî bilimsel disiplinde, bilim adamları yeni bir teoriyi, o teorinin
yanlışlığını ortaya koyacak kanıt aramak ve onu test etme
fırsatı bulmaktan memnuniyet duyarlar. Buna karşın evrimsel biyolojide
Darwinistler teorileriyle çelişen kanıtlardan uzak dururken,
bu teoriyi destekleme eğilimi gösteren bütün kanıtları aktif
şekilde arar ve sahiplenirler. Örneğin prensip olarak nerede evrimle
ilişkili bir kanıt varsa, Darwinistler bu kanıtın kendi mutasyon
ve doğal seçme teorilerinin kanıtı olduğunu ileri sürerler.59
Biyolog profesör Jonathan Wells Icons of Evolution, Science
or Myth? (Evrimin İkonları, Bilim mi? Mit mi?) kitabında teoremlerin
geçerliliğini şu şekilde bir yaklaşımla ortaya koymaktadır:
Teoremleri kanıt karşısında sınamak hiç bitmez. Ulusal
Akademi’nin kitapçığı haklı olarak şunu belirtiyor: “Her bilimsel
bilgi, prensipte, yeni kanıt elde edildiğinde değişmeye mahkûmdur.”
Bir teoremin ne kadar süre savunulacağı veya kaç tane bilim adamının
ona inanacağı bu bağlamda önemli değildir. Eğer ona karşıt
bir kanıt ortaya çıkarsa, teoremin yeniden değerlendirilmesi veya
hatta terk edilmesi gerekir. Aksi halde o, bilim değil mit olur.60
Darwin’in kendisi bile Tanrı’nın varlığına açık bir şekilde
cephe alarak evrim teorisini savunmamıştır. Hatta The Origin
of Species (Türlerin Kökeni) isimli meşhur kitabının ilk baskılarının
sonunda Tanrı’ya ve canlıları yaratışındaki sanata atıflarda
bulunmuştur. Darwin söz konusu kitabının sonuç kısmında, ilk
yaşam biçiminin Tanrı tarafından yaratılmış olduğuna dikkat çekiyor
ve kitabını şu cümleler ile bitiriyordu:
59 Richard Milton, Darwinizm’in Mitleri, çev. İbrahim Kapaklıkaya, Gelenek Yayıncılık,
İstanbul (2003), s. 287.
60 Jonathan Wells, Icons of Evolution, Science or Myth?, s. 2-3.
Yaradanın başlangıçta bütün özünü birkaç ya da bir biçimde
üflediği yaşamı böyle anlayan ve bu gezegen çekimin sabit yasasına
göre dönüp dururken, böylesine basit bir başlangıçtan en
güzel, en olağanüstü, biçimlerin türemiş ve türemekte olduğunu
kavrayan bu yaşam görüşünde gerçekten yücelik vardır.61
Ateist evrim fikrinin en meşhur savunucusu az önce de ifade
edildiği gibi Kör Saatçi kitabının yazarı Richard Dawkins olmuştur.
İnsancı İlke konusunun işleneceği bölümde bilimsel verilerin
fizik, kimya, biyoloji gibi alanlarda ortaya koyduğu hassas
ayarlar yaşamın ‘kör bir saatçinin’ eseri olmadığını açık bir şekilde
gösterecektir.
Batı düşüncesinde tasarım düşüncesi uzun süre gündemde kalmasına
rağmen, çoğu bilim adamı ve filozof 20. Yüzyılın başlarına
gelindiğinde tasarım düşüncesini reddetmeye başladılar. 18.
yüzyılda felsefede 19. yüzyılda ise bilimdeki gelişmeler çoğu bilim
adamı ve düşünür doğanın zeki tasarıma dair bir kanıt sergilemediğine
kanaat getirmeye başladılar. Öte taraftan geçen kırk
yıl boyunca, fizik ve kozmoloji alanlarındaki gelişmeler tasarım
kavramını yeniden bilimsel lügata sokmuştur. 1960’lardan itibaren
fizikçiler, insan yaşamına açık bir şekilde uygun olan bir evrenin
perdesini kaldırdılar. Evrendeki yaşamın varlığının fiziksel
faktörlerin hayli ihtimal dışı ama kesin bir dengesine dayandığını
keşfettiler.62
61 Charles Darwin, The Origin of Species, P. F. Collier&Son, New York (1909), s.
528-529.
62 Stephen C. Meyer, ‘Evidence for Design in Physics and Biology: From The Origin
of the Universe to the Origin of Life’, (Michael J. Behe-William A. Dembski-
Stephen C. Meyer, Science and Evidence for Design in The Universe, Ignatius
Press, San Francisco 2000) s. 56.