BİLİNÇ VE KİŞİLİK DELİLİ - Prof.Dr. Caner Taslaman

 


BİLİNÇ VE KİŞİLİK DELİLİ 

- Prof.Dr. Caner Taslaman


“Bilinç ve benlik”, hiçbir insanın sahip olmamasının düşünülemeyeceği bizi biz yapan en temel unsurlardır. Birçok düşünüre göre bu evrendeki en ilginç olgu bilinç (consciousness) ve benlik (self) sahibi olmaktır. Algı, duygu ve düşünce olarak zihnimizde her ne varsa, ister gerçek ister hayal olsun, onlarla ilgili farkındalık bilinci oluşturur. Uykudan kalkıp da uyuduğumuz ana kadar yaşadığımız her türlü farkındalık (görme, işitme, acı, soğuk algısı, hayal kurma, vb.) da, uykuda rüya görmek de bilinç durumlarıdır. Bir kişiye ait olmayan bilinç durumu ise düşünülemez. On sene önceki, on gün önceki, on dakika önceki, on saniye önceki ve şu andaki bilinç durumlarımız bunlara sahip bir “ben”e (yani değişen zamana ve değişen maddi bedene rağmen varlığı devam eden bir kişiye) ait olmaları durumunda anlam kazanırlar. Aslında “benliği” özellik olarak nitelemek de sadece bir metafor olarak anlaşılmalıdır, “benlik” özelliklerimizin tümüne sahip olan “ben”e karşılık gelmektedir. Bilinç ve benlik ayrı ayrı da değerlendirilebilir, fakat bilinçsiz benlik ve bir kişiye ait olmayan bilinç düşünmek imkânsızdır ve biri olmadan diğerinin varlığı mümkün olmayan bu unsurlar, burada, tek bir argümanın hareket noktası olarak ele alınacaktır.

Varlığımızın temeli olan ve kendimiz dışındaki bütün varlığı da anlamamızı sağlayan bu unsurlar, başta felsefe ve dinler olmak üzere psikoloji, nöroloji, bilişsel bilimler gibi birçok alanın önemli tartışma konularıdır. Her türlü deneyimimizin mevcudiyetleri sayesinde mümkün olduğu bu kadar temel olan bu unsurların, bu kadar çok tartışma konusu olması gerçekten de enteresan bir fenomendir. Daha önceden incelediğimiz akıl ve irade gibi temel özelliklerimiz de ancak bilinçli bir varlık olmamız ve bir kişi olmamız durumunda sahip olabileceğimiz özelliklerdir. Örneğin sırf soğuk algımızın olduğu ve hiçbir akıl yürütme ile iradi eylemde bulunmadığımız bir durumu düşünelim; bu durumda akıl ve irade özelliklerimizi kullanmayız, fakat bu durumda bile soğuğun farkında olan “bilinç sahibi kişi” mevcuttur. Yani bilinç ve benlik, akıl ve iradesiz tasavvur edilebilir, ama her akıl yürütme ve irade kullanma durumu “bilinç sahibi kişi”yi gerektirir; bilincinde olunmayan ve bir kişiye ait olmayan, bir akıl yürütme de bir iradi eylem de mümkün değildir. Bu bölümde ele alınacak olan bilinç ve benlik, 10. delilde ele alınan akıl ve 11. delilde ele alınan irade özelliklerimizin olmasının ön şartlarıdır. Bu yüzden buradaki delil, o delillerin de bir parçası hükmündedir. Bilinç ve benlik buraya kadar sayılan tüm doğuştan (fıtrat) özelliklerimizden daha temeldir, bunlar olmadan bilinç ve benliğin varlığı düşünülebilse de, tersi mümkün değildir.

Bu kitabın fıtrat delilleri bölümünde sayılan diğer özellikler gibi, bilinç ve benlik de, bizim için bu kadar temel olmalarına rağmen, birçoğumuz bunlar üzerinde düşünmeye hayatımızda çok kısa bir süre bile ayırmamışızdır. Doğuştan bunlara sahip olmamız ve her insanda bu özelliklerin olması bu özellikleri değersizleştirmez. Aksine, hiçbir emek sarf etmeden, bu evrendeki en muhteşem unsurlar olan bilinç ve benliğe sahip olmamız, tefekkürü en çok hak eden olgulardandır. Bunlar üzerinde düşünürken karşımıza çıkacak en temel soru ise bu özelliklere nasıl sahip olduğumuzdur. Burada, bu özelliklere nasıl sahip olduğumuzun açıklamasını en iyi teizmin yaptığını ifade eden bir argüman savunulacaktır. Şimdi bu argümanı sunmaya geçiyorum:

 

  1. İnsanların bilinç ve benlik özellikleri, şu özellikleri kapsayarak vardır:

1.1 Hakkındalık, yönelmişlik

1.2 Öznellik ve qualia

1.3 Birlik

  1. Bilinç ve benlik özelliklerini açıklayacak iki tane temel alternatif açıklamaya sahibiz:

2.1 Materyalist-ateistlere göre bilinç ve benlik, doğa yasaları çerçevesinde tesadüfi süreçlerle oluşmuştur.

2.2 Teistlere göre kendisi bilinç ve benlik sahibi bir varlık olan Allah’ın sayesinde bilinç ve benlik oluşmuştur.

  1. Bilinç ve benliği teizm materyalist-ateizmden daha iyi açıklar:

3.1 Çünkü hakkındalık, yönelmişlik özelliğini daha iyi açıklar.

3.2 Çünkü öznelliği ve qualia’yı daha iyi açıklar.

3.3 Çünkü birlik özelliğini daha iyi açıklar.

  1. Sonuçta teizm materyalist-ateizme tercih edilmelidir.

 

İlkönce argümanın ilk maddesini inceleyelim. Bilinçli bir kişi olmamız birçoğumuz için apaçık olmasına karşın, kimi materyalist-ateistler bilinç ve benliğin varlığını reddetmişlerdir. Bunlar, bu maddeyi kabul etmeyeceklerdir. Bu materyalist-ateistler, maddedeki özelliklerden tamamen farklı olan zihnin özelliklerine (akıl, irade, bilinç, benlik gibi) geçiş yapılmasının mümkün olmadığı kanaatine varmışlardır. (Birçok materyalist-ateist ise bu sorunu fark etmemiş veya görmezden gelmiştir.) Bu sorunun farkına varan bu materyalist-ateistler, maddeye içkin özelliklerle tarif edemedikleri zihnin bahsedilen özelliklerinin hepsini reddederek (eleyerek) karşılarındaki sorunu çözme yoluna gitmişlerdir; bunlar “eleyici-materyalistler” (eliminative materialists) olarak isimlendirilir.[1] Bu durum bir materyalist-ateistin tutarlı olmaya çabaladığında ödemesi gereken bedelin ne kadar yüksek olduğunu göstermektedir. Dikkat edin, burada bir insan için en açık olan deneyimin varlığı inkâr edilmektedir; bilinçli olmamız bizim için “2+2=4” ve “İnsanların kalbi vardır” gibi önermelerden bile daha açıktır, çünkü “bilinç” sahibi olmadan bu önermelerin doğru olduğu iddia edilemez. Eğer şu anda bu kitap “hakkında” düşündüğünüzden (bu bilinçli bir eylemdir) şüphe duymuyorsanız, eleyici materyalizmin yanlış bir felsefi görüş olduğundan da şüphe duymuyorsunuz demektir.

Materyalist-ateist paradigmaya bağlı olan Patricia ve Paul Churchland çifti gibi felsefeci ve bilim insanlarının, eleyici materyalizmi savunmaya çalışma nedenleri materyalist paradigmaya bağlılıklarını yitirmeden bir ontoloji oluşturma çabaları olmuştur.[2] Bu yaklaşıma göre ise evrende maddenin mekanik işleyişi çerçevesinde parçacıkların bir araya gelmesi ve dağılması ile oluşan varlıklar vardır ama bu ontolojide maddedeki özelliklere benzemeyen bilinç ve benliğe yer yoktur. Oysa zihinsel durumlarımıza içsel tanıklığımız her şeyden daha açıktır; kitap okuduğumuzu düşündüğümüzde illüzyon görmüş olduğumuzu bir an için kabul etsek bile, bu illüzyon bile bir bilinç durumudur ve varlığı reddedilemez (elenemez); ne yaparsak yapalım bilincin varlığını yok sayamayız. Bilinç durumlarımız evrendeki her şeyden daha temeldir, evrendeki geri kalan her şeyi bilinçli bir kişi olmamız sayesinde biliriz. Bilinçli olduğunu reddetmeye kalkanın bu iddiayı yapması bile ancak bilinçli bir kişiyse mümkündür. (Bu durum, önceki bölümde iradenin varlığıyla ilgili sunulan argümandaki gibidir. O argümandaki “irade” kelimesinin yerine “bilinç ve benlik” kelimelerini yazarak, burada o argümanın tekrar edildiğini farz edin.) Bir iddia ileri sürmeye kalkan her kişi, baştan bilinçli olduğunu ve karşısındaki kişilerin de bilinçli olduklarını kabul eder; yoksa ağzından çıkan sözü ve kaleminin yazdıklarını, misketlerin çarpışması gibi bilinçsiz mekanik hareketler olarak görmek durumundadır ki, bilinçsiz mekanik hareketleri ise bir iddia olarak tasavvur etmek mümkün değildir. Ayrıca herhangi bir iddiayı ileri süren, kendisini ve karşısındakini birer “kişi” olarak kabul etmezse; iddianın “birine” ait olup “biri(leri)ne” karşı yapıldığı düşünülemeyince de iddiada bulunmak olgusu saçmalaşır.

Bilinç ve benlik olmadan irade sahibi olmak mümkün değildir ama iradesi olmayan bilinç sahibi kişi düşünülebilir. Örneğin sadece mavi rengi hayal eden bilinçli bir kişi olup da iradi hiçbir eylemde bulunmayan biri düşünülebilir ama yoldaki dikenli dalı iradi bir eylemle kaldıran kişinin bilincinin olmadığı ve bir benliği olmadığı düşünülemez. Her iradenin varlığı mutlak olarak bilincin ve benliğin de varlığını gösterdiği için daha önceden (11. delilde) iradenin varlığının lehinde ileri sürülen argümanın yanında, o bölümde epifenomenalizmin yanlış bir felsefi görüş olduğuyla ilgili ifade edilenlerin hepsi de eleyici-materyalizmin yanlış olduğuna karşı delillerdir. İradenin (dolayısıyla bilinç ve benliğin de) varlığı reddedilince, insanın evrende bilinçli hiçbir nedensel etkisi kalmayacağı için eğitim süreçlerinin de, tarihteki insan eylemlerine dayalı anlatımların da, bilim insanlarının ürettiği teori ve teknolojik üretimlerin tamamının anlamsızlaşacağını hatırlayalım. Olabilecek en açık olan unsuru reddettiği ve bu reddetme beraberinde çok büyük bir çelişkiler bagajını getirdiği için eleyici materyalizmin felsefe tarihinde ortaya atılan en başarısız yaklaşımlardan biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Materyalist-ateizm adına tutarlı olma endişesinin götürdüğü bu nokta ibretlik bir durum olarak kaydedilmelidir.

Argümanın ikinci maddesine gelince, felsefe ve düşünce tarihi incelendiğinde, bilincin ve benliğin nasıl ortaya çıktığını açıklama hususunda iki temel alternatif açıklamaya sahip olduğumuzu anlamaktayız. Ancak kuşatıcı, maddenin ve canlıların varoluşunu açıklayabildiği iddiasındaki görüşler bilinç ve benlik gibi unsurları açıklayabilir. Bunların birincisi olan materyalist-ateizme göre, ezeli olan maddi evrendeki doğa yasaları çerçevesinde işleyen süreçteki tesadüfi oluşumların canlıları ortaya çıkarmasının ardından, bu canlıların bir kısmında doğa yasaları çerçevesinde işleyen tesadüfi süreçler sonucunda bilinç ve benlik oluşmuştur. Teizme göre ise evreni ve canlıları yaratan Allah, ezelden beridir bilinç ve benlik sahibidir, kendisinde zaten bulunan bu özellikleri insana (ve diğer bazı varlıklara) da vermiştir, bu özellikleri ortaya çıkaran bir süreç olsa bile bu tesadüfi değil Allah tarafından bilinçle planlanmış bir süreçtir.[3] Agnostik (bilinemezci) yaklaşım sergileyenler –genelde– bu iki şıkkın dışında bir alternatif sunmak yerine bu şıklardan hangisinin doğru olduğunun bilinemeyeceğini ifade ederler. Materyalist-ateist felsefenin yanlış olduğunun gösterilmesi, bu felsefenin yanında bu felsefeyle teizm arasında tercih yapılamayacağını söyleyen agnostik yaklaşıma da cevap niteliğindedir.

Argümanın üçüncü maddesi en kritik maddesidir. Birinci maddeye eleyici materyalistler gibi kimi materyalist-ateistler itiraz edecek olsalar da, materyalist-ateistlerin itirazlarının en çok yoğunlaşacağı madde bu olacaktır. Bu yüzden bu maddenin üç şıkkı aşağıda teker teker değerlendirilecektir. Bu değerlendirme yapılırken bilinç ve benliği açıklamak için ileri sürülen önemli yaklaşımlara da değinilecektir.

 

3.1’in Değerlendirilmesi: Bilinç sahibi kişi olmanın en önemli şartlarından biri bir şey “hakkında” düşünebilme (aboutness), o şeye zihnen yönelme (intentionality) yeteneğine sahip olmaktır. En bilgilisinden en cahiline kadar bütün insanlar bu yeteneğe sahiptir. Bu kitaptaki cümleler “hakkında” düşünmeseydik, zihnen bu kitaba “yönelmeseydik” kitabı okuma sürecini nasıl gerçekleştirebilirdik? Bir şeyler “hakkında”, onlara “yönelerek” düşünebilmek adeta bilinçle gerçekleştirdiklerimizin (akıl yürütmelerimizin, iradi eylemlerimizin, hayallerimizin) betonu, demiri, kiremidi, fayansı gibidir; bina yapmak için elbette bunların varlığı yetmez, ama bu tip hammaddeler olmadan da bina olmaz.

Bir çim makinesini kullanan insan çimler hakkında düşünse de çim makinesi çimler hakkında düşünmez; satranç ustalarını yenecek şekilde yapılmış bilgisayarın kirlendiğinde tozunu alan kişi, bu bilgisayar hakkında düşünür ama bu bilgisayar programı (Deep Blue) Kasparov’u yense de satranç hakkında düşünmez. Çim makinesindeki mekanik sistemin çimleri nasıl kestiği gösterilebilir, aynı şekilde bundan çok daha karmaşık olsa da bilgisayardaki mekanik işleyişin nasıl gerçekleştiği (bilgisayarın satranç hakkında düşünmeden Kasparov’u nasıl yendiği) de gösterilebilir. Zihin dışında başka hiçbir yerde zihnin bir şey hakkında düşünme özelliğine, yani objesini düşünerek ona yönelebilme özelliğine rastlamayız.

Bilgisayardan bahsedilmişken zihin felsefesinde ön plana çıkan görüşlerden biri olan “fonksiyonalizm” (işlevselcilik: functionalism) hatıra gelmektedir. Fonksiyonalizm, zihni, onu oluşturan yapının iç özellikleriyle değil, fonksiyonları açısından, yani içinde olduğu sistemde oynadığı rol ve nedensel ilişkileri açısından ele alır. Fonksiyonalist yaklaşımların bir kısmıyla, zihin bilgisayara benzetilip, yapay zekâ çalışmalarında üretilen bilgisayarların bilincin özelliklerini gerçekleştirebileceği iddia edilmiştir. Bilgisayarların birçok insan davranışını taklit edebileceği, hatta birçok konuda insanlardan çok daha becerikli oldukları çok açıktır ama bu durum bilgisayarların bilinç ve benlik sahibi olduğunu göstermez.

Bunu göstermede John Searle’ün “Çin odası” düşünce deneyi meşhurdur. Searle, Çince bilmeyen ve bir odaya kapatılan birisini varsayarak örneğine başlar. Bu odada, bu kişinin, mektupla gelen Çince yazıları, talimatlar doğrultusunda, odadaki bir kitapta bulunan Çince yazılarla eşleştirmesi, kitapta eşleştirilen Çince yazıları da mektupla geri göndermesi istenir. Odaya gelen Çince yazılar bazı sorulardır, kitapta muhtemel soruların cevapları vardır ve bunlarla ilgili eşleşmede cevapları bulunulup geri gönderilir ama bunu yapan kişi Çince bilmiyordur. Dışarıdan izleyen ve verilen komutlarla hareket edildiğinden habersiz olanlar, bu kişinin Çince bilip soruları cevapladığını zannedeceklerdir. Yani dışarıdan bakan kişi, içerideki kişinin Çince bilen bir kişiyle aynı “fonksiyonları” gerçekleştirdiğini, yani aynı şekilde soruları cevapladıklarını görür. Fakat aynı cevaplar verilse de Çinceyi bilip bilmemek önemli bir farktır (bilinçli olup olmamanın önemli bir fark olduğu gibi), fonksiyonalizm bu dev farkı görememektedir. Bilgisayarların işlemesi de buna benzetilebilir, bilgisayarlar bilincinde olmadan sembolleri kendilerine verilen programa göre kullanır.[4] Bilgisayarlar insanla tamamen aynı bir davranışı yaptıklarında bile bu davranışa sebep olan mekanizma arasında mahiyet farklılığı vardır. Örneğin bilgisayarlar bir şey “hakkında” düşünmez, ona “yönelmez”; bu tip sebeplerden dolayı yapay zekânın insan bilincini ve benliğini gerçekleştirmesi mümkün değildir. William Hasker’in dediği gibi bilgisayarlar, onun üreticisi ve kullanıcısının akıl yürütmesinin genişlemesinden ibarettir; nasıl televizyonlar, haberlerin ve eğlencenin bilinçli bir kaynağı olarak düşünülemeyecekse, bilgisayarlar da bilinçli şekilde akıl yürüten bir kaynak olarak düşünülemez.[5]

Zihin felsefesindeki görüşler incelenirken, günümüzün ünlü materyalist-ateistlerinin çoğunun bilinç ve benliği tarif etmede rağbet etmedikleri fakat bir dönem oldukça etkili olmuş bir yaklaşım olan “davranışçılık” (behaviorism) hakkında da birkaç şey söylemek gerekir.[6] Davranışçı ekolün metodolojisi, öznel olanı görmezden gelir ve sadece “bilincin dışa vuran tezahürlerini” değerlendirir. Örneğin gülen ve kitap okuyan insan gibi dıştan gözükenler dışında zihnin içinde öznel olarak hissedilen mutluluk, istek gibi hisler ve zihnin kitap “hakkında” düşünüp ona “yönelmesi” gibi içsel tanıklığımızla tanık olduğumuz olgular, bu yaklaşım tarafından dikkate alınmamaktadır. Burada bilincin bir indirgenmesi söz konusudur, fakat buradaki indirgeme beyindeki nöron faaliyetlerine değil bedenin dışa vuran davranışlarınadır. Oysa acı çekmeden acı çekiyormuş gibi bağırabiliriz veya bir şeyi beğenmeden beğendiğimizi ifade edebiliriz.[7] Davranışçı metodoloji acı çekenle acı çekme taklidi yapan arasındaki ayrımın yapılmasını bile olanaksız kılar. Sırf bu bile bu yaklaşımla zihnin özelliklerinin değerlendirilmesinin mümkün olmadığını anlamaya yeterlidir. Davranışçılık, bilincin “hakkındalık, yönelmişlik” ve “öznellik” gibi özelliklerini göz önünde bulundurmadığı için bilinç durumlarını verdiğimiz örneklerdeki gibi yanlış tespit etmekle kalmaz, daha da kötüsü bilinçli olan ile bilinçsiz olanın ayırt edilememesine sebep olur. İnsan şeklindeki bir robota değişik sesler yüklediğimizi; bu robotun ayak tabanı yavaşça ellenince gıdıklanan insan gibi ses çıkardığını ve daha şiddetli el temaslarına karşı acı çeken insan gibi ses çıkardığını düşünelim. Davranışçı ekole mensup birisi, böylesi hareket eden bir robot ile insanın bilincinde gıdıklanma ve acı “hakkında” hislere sahip olmasıyla verilen reaksiyonları ayırt edemeyecektir. Bu örnek, bir robot ile bir insanın tamamen özdeş davranışlarda bulunabileceklerini, fakat bu özdeş davranışların biri bilinçli diğeri ise bilinçsiz iki farklı kökeni olabileceğini ve davranışçı ekolün bu önemli farkı ayırt edemeyeceğini gösterir. Tüm bunlar zihni anlamada davranışçı yaklaşımın başarısız olduğunu göstermektedir.

Modern fiziğin bize sunduğu madde anlayışı üzerine konsantre olup düşünelim: Temel parçacıklar olarak atomu oluşturan kuarklar, elektronlar gibi parçacıklar vardır, kuarkların birleşmesiyle protonlar ve nötronlar oluşur, protonların elektrik yüklerinden dolayı birbirlerini itme gibi özellikleri vardır, buna karşın güçlü nükleer kuvvet bunları bir arada tutar, bunların değişik oranlarda birleşmesiyle kimyadaki elementler tablosu karşımıza çıkar, bunların belli şekilde birleşmesiyle denizler, sandalyeler ve bilgisayar gibi yapılar, organik madde olarak birleşmeleriyle DNA ve protein gibi yapılar oluşur… Sonuçta temel parçacıklar ve temel kuvvetler çerçevesinde evrendeki oluşumlar gerçekleşir. Bunların hepsi mekanik yasalar çerçevesinde gerçekleşirken anlatılan bu tablo içinde “hakkındalık” özelliğine benzer en ufak bir unsur olmadığı gibi, bunlar ne kadar kompleks bileşikler yaparlarsa yapsınlar “hakkındalığı” nasıl çıkarabileceklerini görmek mümkün değildir.

Materyalist-ateist anlayışın maddesinin akılsız, iradesiz, bilinçsiz olmasına karşı teizmin evrenin yaratıcısı olarak gördüğü Allah akıl sahibi, iradeli, bilinçli bir güçtür ve kendi yarattıkları “hakkında” düşünür, amaçları doğrultusunda dileklerini gerçekleştirir. Teizmin paradigmasında zaten bahse konu özellikler evrenden önce var olduğu ve evrenin varlığı bunlarla mümkün olduğu için bu özelliklere sahip olan Allah’ın bu özellikleri –kendisindekinden derece olarak çok düşük bir şekilde olsa da– yarattıklarına vermesini anlamakta bir güçlük yoktur. Sonuçta bilinci (ayrıca aklı ve iradeyi) mümkün kılan “hakkındalık, yönelmişlik” özelliğinin nasıl var olduğunu materyalist-ateizm açıklayamamasına karşın teizm bu özelliğin nasıl oluştuğunun anlaşılmasına imkân tanıyan bir varlık anlayışı (ontoloji) sunar.

 

3.2’nin Değerlendirilmesi: “Öznellik” (sübjektiflik) bilinç durumlarının diğer önemli bir özelliğidir; “öznellik” bilinçlilik halinin bir “kişi”ye aidiyeti ve “kişi”nin bilinç durumlarına kendine özel ulaşımı olmasıdır. “Qualia” (tecrübi nitelikler) ise kişinin tecrübe ettiği öznel bilinç deneyimleridir. Bilinçli kişiler (insan veya başka varlıklar da olabilir) dışında evrendeki hiçbir maddi varlıkta “öznellik” ve “qualia” tecrübe etme özelliği mevcut değildir. Kitabı okuyan bilinçli kişi, onu “öznel” dünyasında algılar ve kitabın algılanan görüntüsünden uyandırdığı heyecan duygusuna kadar bu algılar-duygular “qualia”dır. Bilinci olmayan maddi dünyadaki varlıklardan (atomlar, yıldızlar, bilgisayarlar, çekiçler, kitaplardan) bilinci ayıran en önemli özelliklerden biri, bilinçte “öznellik” özelliğinin olması, yani birinci şahıs olan “ben” (kişi) olarak bilinç durumlarımıza içebakışla (introspection) özel tanıklığımızın olması, bilinç durumlarımızda qualia’yı algılamamızdır. Oysa atomların, yıldızların, bilgisayarların, kitapların içinde kendi öznelliklerine tanıklık eden bir “ben” olduğunu düşündürecek hiçbir neden yoktur. Bu yüzden bir atomu parçalayanın veya bir bilgisayarı hurdalığa atanın “ben” tecrübesi olan bir “kişi”yi yok ettiğini düşünmeyiz.

Acaba materyalist-ateistler, mevcut bulguları ve değerlendirmeleri bilmeselerdi, bilinci ve benliği açıklamakta, var olan felsefi yaklaşımlardan hangisinin kendi yaklaşımlarına en uygun olduğunu düşünürlerdi? Bunun “indirgemeci materyalizm” (reductive materialism) olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.[8] Bu görüş “özdeşlik teorisi” (identity theory) olarak da bilinir. Buna göre öznel bilinç durumları beyindeki belli durumlara, o durumlar da nihayette atom altı parçacıklara indirgenebilir; bilinç ve benlik de bunlardan başka bir şey değildir. Böyle olunca, eğer bir materyalist-ateist, maddeyi ve maddenin bileşimleriyle ortaya çıkan bilinçsiz varlıkların nasıl var olduğunu açıklayabiliyor olsaydı (evrenle ilgili ilk 7 delilde ileri sürülenleri reddedebilseydi), maddedeki özelliklerden çok farklı gözüken akıl, irade, bilinç ve benlik özelliklerinin açıklanması kendisine ilave bir sorun oluşturmayacaktı. Fakat bilinç ve benlikle ilgili diğer özelliklerle beraber ne “öznelliğimiz” ne de “qualia”, herhangi bir beyin durumuna ve sonra atom altı parçacıklara indirgenip tarif edilebilir.

Modern bilimin ışığında beynin anatomi ve fizyolojisi incelendiğinde; konuşunca sol lobun, karar alırken ön-frontal lobun kullanıldığı, nöron hücrelerinin neye benzediği, bu hücrelerin içindeki kimyasal yapıların neler olduğu gibi birçok önemli bilgiyi öğreniyoruz. Fakat bunların hepsi “öznellik ve qualia”dan temelden farklıdır. Zevk alarak yüzdüğümüzü düşünelim. Beynin içindeki bir yapıyı gösterip, salgılanan bir hormonu da tespit ederek yüzülürken zevk alındığını belki tespit edebiliriz, fakat bununla ilgili nöronlara veya hormonlara bakmak “birinci şahıs olarak benim yüzmeden aldığım zevkten” tamamen farklıdır; zevk almanın bu nöronlar ve bu hormonlar ile gerçekleşmiş olması da bunu değiştirmez.

Adını “Enis’in gözlükleri” koyduğum bir düşünce deneyiyle bu durumu anlamaya çalışalım. Doğduğundan beri Enis’in ve etrafında tanıdığı herkesin çıkartılamayacak şekilde tasarımlanmış gözlükler taktığını düşünelim. Bu deneyde Enis’in gözlükleri çıkmadan gözlüklerinin camları değişiyor olsun. Ayrıca Enis, gözlerinin ve beyninin varlığını da bilmiyor olsun ama gözlüğün yapısını ve üzerindeki değişimleri bütün detaylarıyla çok iyi biliyor olsun. Taktığı gözlüğün cam numarası ve camlarının rengi sürekli değiştirilirken dünyadaki objelerin şeklini de rengini de algılaması bire bir, yani bu değişikliklere özdeş bir şekilde değişir. Gözlüğe konulan bir camın değişikliğiyle objeler büyür, bir camın değişikliğiyle objeler bulanıklaşır, bir camın değişikliğiyle objeler pembemsi olur, bir camın değişikliğiyle objeler yeşilimsi olur, camın kapanmasıyla objeler görünmez olur… Enis’in, görmesinin gözlükteki değişimlere göre bire bir değişmesi, görmeyi gerçekleştirenin bu gözlük olduğunu, görmenin gözlükteki yapıya ve değişimlere indirgenebileceğini sanmasına sebep olmalı mıdır? Bence Enis, bu durumdaki mevcut bilgileri değerlendirip; gözlüğün yapısını inceleyip ve sonra kendi “öznel” görme deneyimleri (qualia) üzerine dikkatlice düşünerek, cam değişimleriyle algımız arasında bire bir özdeşlik olsa da (özdeşlik teorisinin talebine benzer şekilde) gözlüğün gördüğünün (görmenin gözlüğe indirgenebileceğini) iddia edilemeyeceğini anlayabilir. Çünkü camın yapısını ve üstündeki değişiklikleri inceledikten sonra, içebakışla birinci şahıs olarak tanıklık ettiği öznel görme algısını inceleyip, bunları karşılaştırırsa, aradaki derin farkı anlar. Şu anda “öznellik ve qualia”nın, beyindeki kimyasallara ve nöronların faaliyetlerine indirgenip anlaşılacağını düşünenler, sunulan düşünce deneyinde Enis’in yerinde olsaydılar, görmelerinin gözlüğe indirgenmesi gerektiğini ve görenin gözlük olduğunu savunurlardı. Beyindeki kimyasallar ve nöronlar, “öznelliğimiz ve qualia”ya değil gözlüğe benzer; gözlük gibi öznelliğimizle zihin durumlarımıza özel ulaşımımız olmasına benzer bir özellik göstermezler, gözlük gibi mekanik süreçlerin parçasıdırlar, gözlük gibi atomların itme çekme gibi hareketlerinden müteşekkil olup bu tip hareketleri daha karmaşık bir şekilde gerçekleştirirler.

Qualia’nın fiziğin tarif ettiği maddeye indirgenemeyeceğini göstermek için ise adını “Meliha ve incir” koyduğum bir düşünce deneyi sunabilirim. Meliha gıdalar konusunda ve gıdalar vücuda ağızdan girdikten sonra gerçekleşen –beyindekiler dahil– süreçler konusunda dünyanın en önemli uzmanı olsun. Buna göre Meliha, incirin atom-altı seviyeden moleküllerine kadar yapısıyla ilgili tüm detayları ve incir yendikten sonra beyinde ve tüm bedende gerçekleşen bütün süreçleri çok iyi biliyordur. Bir gün Meliha’nın, fiziki-kimyasal-biyolojik yapısını çok iyi bildiği inciri, hayatında ilk defa yediğini düşünelim. Acaba Meliha inciri yediğinde yeni bir şey öğrenmiş olur mu? Meliha, incirin kendisi ve vücutta geçirdiği tüm aşamalar hakkında her şeyi bilse de inciri yediğinde, incirin “öznel” deneyiminde bıraktığı tadı, yani bir “quale” (qualia’nın tekili) öğrenmiş olacaktır. Eğer maddi süreçlerle ilgili her şey bilindiğinde geriye bilinecek bir şey kalmasaydı, yani öznel deneyimimizde algıladıklarımız maddi süreçlere indirgenip tamamen anlaşılabilseydi, Meliha’nın yeni bir şey öğrenmemesi gerekirdi. Ama Meliha burada incirin tadını öğrenerek yeni bir bilgi edindiğine göre “öznelliğimizi ve qualia”yı açıklamakta indirgemeci teorilerin başarısız olduğu anlaşılmaktadır.[9] Fiziki süreçlerle ilgili objektif açıklamalar, doğaları gereği bilincin öznelliğini (sübjektifliğini) ihata edemez, dışında bırakır. Yani bilincin öznelliğindeki tecrübelerin (qualia) maddi süreçlere indirgenmesi mümkün değildir; indirgemeci materyalizm ve indirgemeci fizikalizm ve özdeşlik teorisi olarak anılan felsefi görüşler yanlıştır.

Görüldüğü gibi maddenin yapısındaki hiçbir şey “öznelliğe ve qualia”ya benzer değildir. Materyalist-ateist ontoloji açısından madde var olan tek cevher olduğu için maddede olmayan böylesi bir özelliğin nasıl ortaya çıktığını açıklamakta büyük sorun vardır. Fakat teizme göre Allah bilinçlidir ve kendi noktasından tüm olaylara bir bakış açısı vardır, hiçbir varlığın olmadığı durumda bile Allah kendi varlığını öznel olarak bilir, yani Allah’ın bilinci de “öznellik” özelliğine sahiptir. Teizmde “öznellik” ezeli bir unsurdur ve bu ontolojide ezelden beridir var olan bu özelliğin Sahip’inin, yarattıklarından dilediğine bu özelliği vermesi, bu özelliğin nasıl ortaya çıktığının anlaşılmasını sağlar. Öznelliğe sahip olan Allah, materyalist-ateist anlayışın öznelliği ve ona benzer herhangi bir özelliği olmayan maddesinin veremeyeceği öznelliği rahatlıkla verebilir.

 

3.3’ün Değerlendirilmesi: Bilinçli bir kişinin diğer önemli özelliklerinden biri tüm farklı algılarının, duygularının, düşüncelerinin birlik içinde farkında olmasıdır. Kitabın kelimelerini gören, kitabın kâğıdının sertliğini hisseden, kitap okurken fondaki müziği duyan, kitaptan heyecan hisseden, kitap hakkında düşünen “birlik içinde tek bir kişi”dir. Önce kitabın sertliğinin, sonra müziğin, sonra heyecan duygusunun farkındalığı hissedilmez; bunların hepsinin beraberce “birlik” içinde farkında olunur. Vücudun değişik bölgelerinden algılar gelse ve beynin değişik bölgeleri değişik algılarla ve duygularla ilgili olsa da tüm bunların hepsi, bütüncül şekilde, tek bir kişinin öznelliğinde birlik içinde algılanır. Bu birliğin, belli bir zaman anındaki (eşzamanlı: synchronic) birlik olmasıyla beraber, zamanın akışı içerisinde (artzamanlı: diachronic) muhafaza edilen bir birlik olması da önemlidir. Zihin felsefesinde bu konu “bilincin birliği” (the unity of consciousness) ve “bağlanma problemi” (the binding problem) gibi başlıklarla ele alınır. Descartes’tan Locke’a, Leibniz’den Kant’a kadar modern dönemin birçok ünlü filozofu “bilincin birliği” ile ilgilenmişlerdir.[10]

Dokunma, görme, işitme gibi algıların nasıl bilincinde olduğumuzla ilgili süreç üzerinde düşünelim. Kitabın kapağını ellediğimizde ellerimizdeki sinirler aracılığıyla beyne iletilen sinyallerle sertlik algısına sahip oluruz, kitabın görüntüsü ışık aracılığıyla gözümüzde oluştuktan sonra buradan beynimize giden sinirlerin yolladıkları sinyallerle kitabı görürüz, fondaki müziği de kulaklarımızdan beynimize giden sinirlerin yolladıkları sinyaller aracılığıyla duyarız. Bunların birlik içinde bilincinde olmadan önce bu süreçler gerçekleşir. Bu algılarımızın hepsinde beyindeki nöronlar çok önemli rol oynar ve beynimizde yüz milyar civarında nöron bulunmaktadır. Tek başına hiçbir nöron bilincin öznellik, birlik gibi özelliklerine karşılık gelmese de, birçok kişiye göre nöronların ortak hareketinden bilincin öznellik, birlik gibi özellikleri doğmaktadır. Beyne baktığımızda bir sistemin içinde fonksiyonlarını yerine getiren nöronlar yer alsalar da, bunların ortak hareketinden “öznelliğinde birlik içinde algılayan bilincin” nasıl ortaya çıktığını tarif etmek mümkün gözükmemektedir.

Birçok nöronun ortak çalışmasından “öznel ve birlik içindeki kişinin bilinci”nin çıkmasıyla ilgili sorunu anlamak için zihin felsefesindeki ünlü düşünce deneylerinden biri olan Çin milleti argümanından faydalanabiliriz. Çin’de yaşayan her bir kişinin, beyindeki bir nöronun vazifesini taklit edecek şekilde telefon kablolarıyla birbirlerine bağlandıklarını, sonra kendilerine verilen vazife çerçevesinde nöronları temsil eden diğer kişileri arayarak birbirleriyle iletişim içine girdiklerini varsayalım.[11] Mesela kurulan bu düzenle Çin milletinin fertleri, heyecan duygusunu taklit etmeye kalksın. Bunun için beyinde heyecan duyulduğunda hangi nöronlar arası irtibat nasıl oluyorsa, o nöronları taklit eden her bir kişi, heyecan duyulduğunda oluşan etkileşime benzer şekilde birbirleriyle kablolarla irtibat kursunlar. Aynı şekilde kitap okunurken beyinde oluştuğunu düşündüğümüz tüm süreçleri de taklit ettiklerini varsayalım. Bu durumda Çin milletindeki her bir insandan ayrı olarak “Çin’in bilinci” diye bir yapının oluşup, Çin milletinin hiçbir ferdinin hissetmedikleri heyecan duygusu ve kitap ile ilgili diğer algıları, “Çin’in bilincinin kendi öznelliğinde birlik içinde” hissettiğini düşünebilir miyiz? Böylesi bir iddia hepimize çok saçma gelecektir ama beyindeki nöronların ortak faaliyetiyle, “öznel ve birlik içinde farkında olan bir bilincin” çıktığı iddiası, bu düşünce deneyinde “Çin’in bilinci”nin ortaya çıktığı iddiasına benzemektedir. Birlik içinde öznel dünyada algılama, nöronların bir sistemin parçaları olarak beraber çalışmalarından köklü şekilde farklıdır.

Fiziğin ele aldığı dünyada maddenin özünü oluşturan elektron ve protonlar gibi parçacıklar atomun içinde itme-çekme gibi davranışlarıyla özyapılarının gereği olan hareketleri yaparlar. Kimyanın ele aldığı dünyada atomların diğer atomlarla bileşikler oluşturmaları gibi davranışları da bir hareket türüdür. Biyolojinin ele aldığı dünyada kimi proteinlerin enzim vazifesi görüp molekülleri birleştirmesi veya DNA’nın replikasyonu gibi davranışların hepsi de, karmaşıklık dereceleri artsa ve bu yapılar kendi alt sistemlerinin (atomlar gibi) hareketlerini kapsasa da özünde hareketten başka bir şey değildir. Sinirbilimin ele aldığı nöronların, sinapsların elektrik sinyalleri ve kimyasallarla haberleşme gibi davranışlarının hepsi de özünde biyolojinin diğer alanındaki hareketler gibi hareket türüdürler. Fakat “kişinin bilinçle algılaması” diğer özü hareket olan davranış türlerinden mahiyet olarak farklıdır. Kuantum teorisinin ilginç fenomenlerinden biri olan dolanıklık, atom seviyesinde hiç umulmadık bir birliği ortaya çıkarmış olsa da, DNA’nın nükleotidleri içinde oldukları DNA’nın bir parçası olarak bir yapının üyesi olsalar da, “bilinçteki birlik özelliği” bu tip bir arada oluş ve beraber hareket etmelerden köklü şekilde farklıdır. Diğerlerinde özü hareket etmek olan ve pasif, birbirinden ayrı parçaların bir arada olmasıyla oluşan bir birlik vardır. Bilincin özünde ise hakkındalık özelliği, öznel olarak algılama ve hiçbir parçaya bölünemeyen bir birlik vardır. Bilincin ve benliğin, önceki özellikleri gibi birlik özelliğinin nasıl ortaya çıktığını açıklamaya, materyalist-ateizmin madde anlayışı olanak vermemektedir. Fakat bilinci ve benliği, Allah’ın ezeli özelliklerinden gören teizm açısından bu özelliğin nasıl ortaya çıktığını açıklamakta da bir sorun mevcut değildir.

Maddenin bilinen özellikleriyle zihnin akıl, irade, bilinç, benlik gibi özelliklerinin açıklanamayacağı anlaşılmaktadır. Bu durumda, mümkün olan alternatiflerden birincisine göre aklın, iradenin, bilincin bahsedilen özelliklerinin maddeye indirgenememesinden hareketle bunların maddeden tamamen farklı bir cevherle ilişkili olduğu söylenebilir. Materyalist-ateist felsefe, madde dışı bir cevherin varlığını kabul etmediği için bu görüş materyalist-ateist felsefenin yanlış olduğunu gösterir. Mümkün olan alternatiflerden ikincisine göre ise aklın bahsedilen özellikleri maddeye indirgenemese de, bu özelliklerin maddi yapı belli bir forma geldiğinde “zuhur ettiği” (emergence) söylenebilir. “Zuhur olmaya” göre bütün, parçalarının toplamından daha fazlasıdır; maddenin belli bir form kazanmasıyla ortaya çıkan özellikler, o formu oluşturan parçalara bakarak anlaşılamaz:[12] Bu yaklaşımda madde-dışı bir cevher yoktur ama maddenin öyle bir yapısı vardır ki, madde belli bir forma gelince, maddenin parçacıklarına ve bu parçacıkların etkileşimlerine bakarak oluşması izah edilemeyen bu özellikler ortaya çıkar.[13] Tutarlı bir materyalist-ateist bakış açısından (bu görüşte olan kimi düşünürlerin itiraf ettiği gibi) “cevher düalizmi” (madde ve bahsedilen unsurlarıyla zihnin/ruhun iki ayrı cevher olduğu görüşü) kabul edilemez olduğu gibi “özellik düalizmi” (madde ve bahsedilen unsurlarıyla zihnin/ruhun farklı iki özellik türü olduğu görüşü) de aynı şekilde kabul edilemezdir. Zuhur olma görüşü ise “özellik düalizmi”ni (property dualism) kabul etmek anlamını taşımaktadır.[14]

Şu hususu vurgulamakta fayda görüyorum: Teizm açısından akıl, irade, bilinç, benlik özelliklerinin ortaya çıkışının, maddeden ayrı bir cevher olan “zihin/ruh” yaratılarak oluştuğunu savunmak zorunluluğu yoktur. Madde dışı bir cevhere başvurmadan, yani sadece maddeyle bu özellikleri açıklamakta “zuhur olma” da kabul edilebilir bir yaklaşımdır. Maddenin belli şekilde bir form kazandığında bu özelliklerin zuhur edeceği şekilde yaratıldığı ve madde gerekli formu kazandığında maddenin “zihinlendirildiği/ruhlandırıldığı” da savunulabilir. Düalizme göre maddenin başka bir varlık türüyle buluşturulmasıyla zihnin bu özellikleri oluşturulmuşken, zuhur olmaya göre maddenin içine koyulan özellikler sayesinde zihnin bu özellikleri ortaya çıkmıştır. Nitekim hem Yahudi, hem Hıristiyan, hem Müslüman teolog ve felsefeciler içerisinde her iki “zihin/ruh” anlayışını da savunanlar ve insan benliği ile ahirette yeniden yaratılmayla ilgili tek tanrılı dinlerin görüşleriyle her iki “zihin/ruh” anlayışının da uyumlu olduğunu ifade edenler olmuştur.[15]

Düalizm zaten materyalist-ateizm açısından hiç kabul edilmeye yanaşılmayan bir görüştür. Diğer yandan zuhur olma da materyalist-ateizm açısından beklenmeyecek bir durumken, Howard von Till’in dikkat çektiği gibi zuhur olma anlayışı teizmle gayet başarılı bir şekilde açıklanabilir.[16] Böylesi zuhur eden bir özelliğin ortaya çıkışı, teizmin öngördüğü şekilde belli amaçlar doğrultusunda yaratılmış madde anlayışı açısından beklenirdir; çünkü maddeye özelliklerini veren akıllı, iradeli, bilinçli, kudreti yüksek bir Yaratıcı vardır, bu Yaratıcı maddenin içine böylesi sürprizler yerleştirmiş olabilir. Ama sürekli dikkat çektiğim “materyalist-ateist felsefenin madde anlayışına” göre madde; mekanik yasalara göre işleyen, akılsız, iradesiz, bilinçsiz, tasarım ürünü olmayan (bu yüzden sürprizlere kapalı) bir cevherdir. Bu madde anlayışında böyle sürprizleri beklemek için hiçbir rasyonel sebep yoktur. Maddenin belli şekilde bileşikler yapmasıyla ortaya çıkabilecek varlıkların hep maddeyle aynı özellikleri taşıyan varlıklar olması beklenmelidir; bu yüzden cevher düalizmiyle beraber özellik düalizminin her türünü reddetmek de gereklidir. Bundan anlaşıldığı gibi son üç bölümde ele alınan akıl, irade, bilinç ve benlik özelliklerinin ortaya çıkışını materyalist-ateist paradigma içerisinde beklemek için hiçbir sebep yoktur, hatta maddeden radikal şekilde farklı bu tip özelliklerin ortaya çıkmamasını beklemek gerekir. Teizmin savunduğu şekilde akıllı, iradeli, bilinçli, kudretli bir Güç tarafından yaratılmış madde anlayışında ise bu özelliklerin ortaya çıkmasını beklenmez kılacak bir sebep yoktur.

Kısacası bilinç ve benlik, insanı insan yapan en temel unsurlardır. Bu kadar önemli bu unsurlara nasıl sahip olduğumuz gibi dev önemdeki bir soruyu birçok kimse görmezden gelmiş olsa da, bunun, kim olduğumuz, nasıl burada olduğumuz gibi çok önemli meselelerin anlaşılması açısından önemi ortadadır. Bu bölümde materyalist-ateizm adına ortaya konulan eleyici materyalizm, indirgemeci materyalizm (özdeşlik teorisi), fonksiyonalizm, davranışçılık gibi yaklaşımların başarılı olamadığı görüldü. Bilinç ve benliği açıklamada geriye kalan alternatiflerden düalizmin ve zuhur olmanın ise teizmle daha uyumlu olduğu sonucuna varıldı. Materyalist-ateizmin madde anlayışı çerçevesinde bilinç ve benliğin hakkındalık, yönelmişlik (3.1), öznellik, qualia (3.2) ve birlik (3-3) özelliklerini açıklamak mümkün olamamaktadır. Fakat teizme göre ezeli olan Allah’ın en önemli vasıflarından biri bilinçli bir kişi olmasıdır, yani bilinç ve benlik ezelden beridir vardır ve Allah’ın bunları yarattığı varlıkların bir kısmına vermesi mümkündür. Bilinç ve benlik unsurlarının nasıl oluştuğunu teizm materyalist-ateizmden daha başarıyla açıkladığı için teizm materyalist-ateizme tercih edilmelidir.

 KAYNAKLAR;

[1] “Eleyici materyalizm” hakkında bakınız: Ramsey, William, “Eliminative Materialism”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Summer 2013 Edition), Edward N. Zalta (ed.), URL = <http://plato.stanford.edu/archives/sum2013/entries/materialism-eliminative/>.

[2] Örnek olarak şu çalışmaya bakılabilir: Paul Churchland, Matter and Consciousness, MIT Press, Cambridge, 1999.

[3] Kuran’da geçen Allah’ın sıfatlarından “Hayy” Allah’ın “bilinçli” olduğunun (Bakınız: 2-Bakara Suresi 255), “Allah’ın nefsi” ifadesi ise Allah’ın “kişi” olduğunun Kurani ifadeleridir (Bakınız: 6-Enam Suresi 54).

[4] John R. Searle, Minds, Brains and Science, Harvard University Press, Massachusetts, 1985; John R. Searle, Zihnin Yeniden Keşfi, Çev: Muhittin Macit, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2004.

[5] William Hasker, Metaphysics, Inter Varsity Press, Downer’s Grove, 1983, s. 49.

[6] “Davranışçılık” hakkında bilgi almak için bu yaklaşımın önemli isimlerinden Skinner’ın şu kitabına bakabilirsiniz: B. F. Skinner, About Behaviorism, Vintage Books Edition, New York, 1976.

[7] Ian Barbour, Issues In Science And Religion, Harper And Row Publishers, New York, 1971, s. 353-354.

[8] Bu konuda bakınız: Jaegwon Kim, Mind in a Physical World: An Essay on the Mind-Body Problem and Mental Causation, MIT Press, Cambridge MA, 1998.

[9] Bu düşünce deneyinin zihin felsefesi literatüründeki bir benzeri olan “Mary’nin odası” hakkındaki makale: Frank Jackson, “Epiphenomenal Qualia”, Philosophical Quarterly, No: 32, 1982, s. 127–136.

[10] Immanuel Kant, The Critique of Practical Reason, Çev: Thomas Kingsmill Abbott, Chicago, William Benton, 1971.

[11] Ned Block, “Troubles with Functionalism”Minnesota Studies in The Philosophy of Science, No: 9, 1978, s. 261–325.

[12] Ian Barbour, Issues in Science and Religion, s. 326.

[13] Zihnin özelliklerini zuhur etmeyle açıklayanlara örnek olarak bakınız: Philip Clayton, “Neuroscience, The Person And God: An Emergentist Account”, Ed: Robert John Russell ve diğerleri, Neuroscience And The Person, Vatican Observatory Publications, Vatikan, 2002, s. 181-214.

[14] Frank Jackson, From Metaphysics to Ethics: A Defence of Conceptual Analysis, Clarendon Press, Oxford, 1998.

[15] İslam açısından her iki görüşü de savunmakta bir sorun olmadığını şu kitabımda savundum: Caner Taslaman, Modern Bilim, Felsefe ve Tanrı, İstanbul Yayınevi, İstanbul, 2008, s. 107-148. Eski ve Yeni Ahit’teki ifadelerin her iki şekilde anlaşılmasına bir engel olmadığını açıklayan bir makale olarak bakınız: Joel B. Green, “Restoring The Human Person: New Testament Voices For A Wholistic And Social Antropology”, Ed: Robert John Russell ve diğerleri, Neuroscience And The Person, Vatican Observatory Publications, Vatikan, 2002, s. 4-5.

[16] Howard von Till, “Basil and Augustine Revised: The Survival of Functional Integrity”, Origins and Design, No: 19, Yaz 1998, s. 1-12.