Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler Kitabı Hakkında Genel Bir Değerlendirme

 


Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler Kitabı Hakkında Genel Bir Değerlendirme

 

Kitabın Yazarı Rasim Özdeneren Kimdir?

      Türk öykü yazarlarının önemli isimlerinden Rasim Özdenören, 1940 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kahramanmaraş, Malatya, Tunceli gibi Güney ve Doğu şehirlerinde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni ve İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. Mezun olduktan sonra Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzman olarak çalıştı. Bir ara araştırma amacıyla ABD’nin çeşitli eyaletlerinde, 1970-1971’de iki yıl kadar kaldı. Dört yıl sonra 1975'de Kültür Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği görevine geldi ve aynı bakanlıkta bir yıl da müfettişlik yaptı.

      1978’de istifa ederek ayrıldığı devlet memurluğuna bir süre sonra tekrar döndü. Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme adlı hikayeleri ayrıca TV filmi yapılmış, bunlardan ilki, Uluslararası Prag TV Filmleri Yarışmasında jüri özel ödülünü almıştır. Yazar 2009 yılında TBMM Üstün Hizmet Ödülü’ne layık bulunmuştur. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi tarafından 2011’de ve Sakarya Üniversitesi tarafından 2015’te fahri doktora unvanı verilen ve bugüne dek onlarca hikayeye imza atan usta yazar hakkında çok sayıda tez, özel sayı ve kitap hazırlanmıştır.

       Özdenören öykülerinde, değerlerinden koparılmış ve modern kentlerin varoşlarında kıstırılmış bireyin / ailenin acılarını, yalnızlıklarını gündeme getirerek yanlışa yönlendirilmiş ülke insanının yaşadığı çarpılmayı / kültür şokunu kuşatıcı ve derinlemesine bir yaklaşımla öyküleştirmiştir.

      Özdenören’in Amerika’ya gidip orada iki yıla yakın bir süre kalması vesilesiyle çağdaş dünyanın en önemli merkezini tanımasının da eserlerine olumlu yansımaları olmuştur.
O, yerli olmak nedir, bu nasıl gerçekleştirilir, sorularının cevabını öyküleriyle vermiş bir yazardır. Hikâyelerinin kahramanları, çevremizde rahatlıkla görebileceğimiz, dokunabileceğimiz kişilerdir.

      O, İslami kimliğiyle tanınan bir öykücü olmasına rağmen öykülerinde hiçbir zaman, dönemindeki birçok yazarda görüldüğü gibi, inandığı şeyleri okuyucusuna dayatmamış, vermek istediği mesajı öyküyü örselemeden, akışı ve yapıyı bozmadan anlatmayı bilmiştir.

      Yedi Güzel Adam’dan biridir.

      Kendisi halen hayatta olup ülkemizdeki bir gazetede yazılar yayınlamaktadır..

 

 KİTAP HAKKINDA GENEL BİLGİLENDİRME

İlk baskısı 1985 yılında yayınlanan bu kitap 168 sayfadan oluşmakta. Konu başlıkları okuru sıkmayacak akıcılıkta ve uzunlukta ele alınmış. Kafamda soru işaretlerinin bulunduğu bir dönemde ilaç gibi geldi bu kitap. Yazar bu eseriyle bana aradığım, ama aradığımın farkında olmadığım bir bakış açısı kazandırdı. Alışılagelmişin dışında bir yaklaşımla hayat tarzlarımızı ve sorunlarımızı inceleyen bu kitap, yer yer yaptığı tahlillerle “İşte bu!” dedirtti. Kullanılan üslup fikri dayatma amacı gütmeden, okura bilinç aşılamayı başarmış. Belirli aralıklarla bu kitabı okumayı düşünüyorum. Bana kalırsa her okuyuşta farklı nüanslar yakalayacağım. Başucu kitabı diyebileceğim eserler listesinde yerini aldı.Ancak şunu da belirtmek isterim ki okuduğumuz her eserde olması gerektiği gibi bu eseri okurken de önyargıdan uzak bir yaklaşım benimsemek zorundayız.

Kitapta altını çizerek not aldığım, etkilendiğim bazı alıntılarımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Alıntıları okurken, kitaptaki bağlamından uzak okuduğunuzu lütfen göz önünde bulundurun ki yazarın anlatmak istediğinden farklı anlamlar ortaya çıkmasın.İyi okumalar...

 

“İslam Batı’nın zihin kalıplarına göre anlaşılamaz. İslam’ı bilmek bakımından her bir müsteşrik (oryantalist, doğu bilimci) bile onu bütün boyutlarıyla kavrama bakımından herhangi bir müslümanla kıyaslanamaz.”

 

“İslam kendi hakkında mücerret bir bilgilenmeyle anlaşılamaz. Bundan önce ve bunun ötesinde ona teslim olma olayı vardır.”

 

“En başta vahiy olayı kendisine materyalist bakmayı reddediyor.”

 

“İslam’ın söyledikleri kendi şartları ve kendi doğruları içinde anlaşılmaktan çok İslam dışı ölçütler o şartları nasıl göstermek istiyorsa öyle algılanmaktadır.”

 

“Bilim ahlakını din ahlakından ayrı tutmaya titizlik gösteren Batı kültürü bugün öyle bir bilim geliştirmiştir ki bu bilimin hasılası diye bakılan teknoloji, tabiatı tahrip etmeye yönelirken bilimin kendisi de dini telakkiye muhalif olmayı adeta varlığının temel hikmeti diye kabul etmektedir.”

 

“Zihnimizi müsteşrik mantığın ortaya attığı bu tür bulanıklıklardan kurtarabilmenin yolu İslam’ı ancak kendi ilkeleri içinde düşünmekle mümkün olacaktır.”

 

“Gerçekte İslam’ın uygulanması halinde ortaya çıkması mümkün olmayan bazı meseleler, sanki bu meseleler İslam toplumunda varmış veya ortaya çıkmış düşünülmekte ve bu farazi (varsayıma dayanan) problemlere İslam’ın getireceği çözümler araştırılmaktadır.”

 

“Dine Allah’ın emri olduğu için ve sırf bunun için inanmak asal bir usül meselesidir. Bu yüzdendir ki akla, mantığa yahut hikmete ve felsefeye uygundur diye dine inanmak küfür sayılmıştır.”

 

“Aslında bugün bizim belki de önde gelen dini görevimiz dini hükümlerin bize kazandırdığı zihniyeti telakki tarzını hayata hakim kılmaktır.”

 

“İslam’ın yaşanması gereken doğruları kendine ait olmayan düzenlerde icra edilmeye çalışıldığından, fakat bu durumda da o doğruların asıl mahiyetleri kaybolduğundan, şimdi çoğu kafalarda İslam’a ait doğrularda eksikler bulunabileceği gibi yanlış izlenimler uyanabilmektedir.”

 

“Müslümanlar İslâm'ı anlamaya, onu yaşamaya gayret sarfederken, halen içinde yaşadıkları İslâm dışı dizgelerin görünen veya görünmeyen engelleriyle karşılaşabilirler. Yürürlükteki düzenin bazı müesseseleriyle, İslâm'ın aynı konudaki müesseseleri arasında görülebilecek bazı benzerliklerin bulunması, halen Müslümanları en çok şaşırtan konulardan biridir. Günümüzde bazı Müslümanlar, bu benzerliklere bakarak İslâm'la İslâm-dışı müesseselerin bağdaştırılabileceği vehmine kapılmaktadırlar. Diyelim ki, kapitalist ülkelerde "sosyal yardım kurumu" adıyla bir müessese varsa, bazı Müslümanlar derhal zekât'ı hatırlayarak böyle bir kurumun İslâm'da da olduğunu söylemekte, böylece İslâm'ın muarızlarına karşı rahat bir nefes alabileceklerini ummaktadırlar. Belki bu yoldan başkalarını da İslâm dairesine çekebileceklerinin zannetmektedirler. Böylece, aslında Müslümanlar, İslâm'ın materyalistlere mahsus bir kafa yapısıyla anlaşılabileceği ve ona teslim olunabileceği gibi bir mülahazaya düşmüş olmaktadırlar. Bu tür mülahazalar ne kadar iyi niyetlerle yapılmış olursa olsun, insanları bizzat İslâm'ın terimleriyle kavramaktan uzaklaştırabilecektir.”

 

“İnsan dayandığı fikri platformun mahiyetini açık seçik bilmelidir.”

 

“Kötülüklerin ortadan kaldırılabilmesi için mücadelede bulunman gerekiyor, aksi takdirde kötü bir dünyada sayılmayacak kadar çok iyi müslüman bulunduğunu söyleyecektik. Ama bu kadar iyi müslümanın yaşadığı dünyanın nasıl olup da iyi olmadığını izah edemeyecektik.”

 

“İslam’ı kavramak derken belki her şeyden önce onun yaşanabilir bir olay olduğunu, İslam’ın bir zihin fantezisi değil, bir hayat tarzı olduğunu anlamak gerekiyor.”

 

“İslam hakkında bilgi edinmiş herkesin İslami normlara göre düşünebildiğini kabul etmiyoruz. Burada önemli olan kafasını birtakım bilgilerle doldurmuş olmak değil, İslam’ın gerektirdiği nosyon (kavram) içinde düşünebilme yeteneğidir.”

 

“Müslüman neyin nereden gelip nereye gittiğini öğrenmek için dünyada olup bitenlerle ilgilenmek zorundadır.”

 

“Müslümanı farklı kılan fakat genel olarak ilk bakışta ayırt edilemeyen özelliği onun kendinden başlayarak evreni, yaradılışı, varlığı kavrayış tarzıdır.”

 

“İslam hayatımızın belli bir anını anlamlandırmak için veya hayatımızda bir çeşni bulunsun diye var değildir. Hatta boşlukta kalma hissinden kendimizi korumak için de müslüman kılınmış değiliz. Şüphesiz bütün bunlar temin edilmektedir. Fakat bizim İslam’a yaklaşımımız bu nitelikte malul olursa bu eksik veya tek yönlü bir yaklaşım olur.”

 

iSLAM VE BİLİM

İslâm, kuramsal ve zihinsel bir olay değildir, bilâkis fiilî ve amelî bir dindir. İlk Müslümanlar herhangi bir nazarî, fikrî tecesüslerini tatmin etmek veya bir takım maddî ihtiyaçlarını gidermek için, bu dine girmemişlerdir. Bu bakımdan günümüz Müslümanları ile Asr-ı Saadet Müslümanları arasında farklar vardır. Bu farklılığı, sırf sahabilerin Müslümanlar arasındaki bilinen müstesna mevkilerini ifade etmek için söylemek istemiyoruz. Fakat bunun dışında, zihinlerimizin çeşitli fikirlerin tesiriyle bulandırılmış bulunması, günümüz Müslümanlarının İslâm'a bazı entelektüel heveslerinin tatmini için de yaklaşma temayüllerini kamçılamaktadır. Bu bakımdan günümüzde, İslâm'a yaklaşırken bir takım fikrî temayüllerinin ve heveslerinin tatminini arayanların sayısı az değildir. Bilim yaftası altında sunulan birtakım modern "dogmalara” İslâm'ın verdiği yahut verebileceği cevapları araştırmak ve bu cevapları başkalarına anlatabilmek bazı Müslümanların kaygıları arasında sayılabilir.

Bizzat kendisi bir "dogma" haline getirilmiş olan bilim karşısında İslâm'ın ne dediği bu Müslümanları yakından ilgilendirmektedir. İslâm'ın bilimi reddetmediğini, bilâkis teşvik ettiğini söylemek çoğumuzun hoşuna gidiyor. Oysa İslâm'ın reddetmediği bilimin ne olduğu, mahiyeti hususunda sanırım az kimse kafa yormaktadır. İslâm'ın reddetmediği bilim bugün Batı âleminde geliştirilmiş olan bilim ve bu bilime temel hazırlayan belli bir zihniyet midir, yoksa bundan tamamen farklı olan bir "bilim" ve telakki tarzı mıdır? Batı âleminde bugün bilim diye anılan hadisenin kökenindeki telâkki tarzının dine muhalif bir zihniyeti yansıttığını, bugün çoğumuz hemen hemen unutmuş görünüyoruz. Gerçi denilebilir ki, Avrupa'da "bilimsel zihniyetin" öncülüğünü yapanlar, Hıristiyanlık gibi bâtılların bulaştığı bir din ile karşı karşıya idiler. İslâm'sa, o zaman olduğu gibi şimdi de, bu tür bâtılların karışmadığı, saffetini muhafaza eden bir din olarak kalmıştır. Binaenaleyh mevcut "bilimsel zihniyet" Hıristiyanlığa muhalefet ruhundan neşet etmiş olsa bile bu durum İslâm'ı ilzam (Cevap veremez duruma getirme, susturma) etmez, denebilir.

 Böyle bir görüş doğru sayılsa bile, Batı âleminde bilim denilen olay, nihayet kendine mahsus saydığı bir sahayı dinden ayırmak gibi bir noktaya gelip dayanmıştır. Bilimsel zihniyetin içinde sayılan böyle bir telâkki tarzı bile İslâm'a aykırı ve karşı değil mi? Şuraya varmak istiyoruz: günümüz Müslümanlarının Batı âleminde üretilmiş bilim de dahil hiç bir dogmayı hesaba katmadan İslâmî esaslara uygun bir hayatı yaşamayı göze almaları gerekiyor.

 İslâm'ın bilim telakkisinin de böyle bir yaşama ortamında gelişmesi beklenebilir. Eğer Batı ile hesaplaşılmak isteniyorsa, bu hesaplaşma ancak fiilî bir ortam teessüs ettirildiğinde mümkün kılınabilir. Aslında bugünkü Batı da, fikrî değil, fiilî gücüyle kendisini dinletebilmektedir.

 

İSLAM VE FELSEFE

 Hayvanların filozofu eşek, Orwell'in Hayvan Çiftliği adlı satirik romanında, "Allah bana sinekleri kovmam için bir kuyruk vermiş" der ve hemen arkasından ekler: "Fakat ne sinekler olaydı ne de kuyruğum." Burada hem felsefe ile istihza edilmekte, hem miskin bir ruh hali sergilenmektedir. Ayrıca miskin ruhların bir takım bahanelerle nasıl oyalandıkları da inceden inceye vurgulanmakta: Eşek, kendisine verilen kuyruğu harekete geçireceğine, birtakım yersiz varsayımlarla avunmaktadır.

Felsefî düşünce bir hayat ve yaşama tarzı öngörmüş olsa bile, asıl, şartlara müdahale etmekten sakınan insanlara zihin idmanı yaptırıyor. Fakat bu zihin idmanı çoğu kez hayata yansımıyor. İnsanı sadece hayallerle (illüzyonlarla) uğraştırıyor. Onu nihayet vehimlere götürüyor. Vehim, aklın kendi icadı olan fantezilerle, illüzyonlarla uğraşmasından başka bir şey değil... Buysa yerinde sayarak yürümek gibi bir şey. Ya da pandomim: hayat yerine hayatın taklidi. Bu taklit ne kadar başarılı da olsa, hayatın kendisi değildir.

Batı'nın kafa yapısı, dini de felsefe haline getirmiştir. Dinin hayata müdahale edecek, hayatı sevk ve idare edecek özünü iptal etmiştir. Marx, “Din afyondur.” derken asıl bunu anlatmak istiyordu. Yani Hıristiyanlığın artık insanı harekete geçirici, sevk ve idare edici özünü yitirdiğini vurgulamak istiyordu. Oysa dinin hakikati, zihnî bir spekülasyon (düşünce birikimi) olmak değil, doğrudan doğruya insana bir hayat tarzı getirmektir. Yani yaşanacak bir şeydir din. Vehimlerle, hayallerle, illüzyonlarla ilgisi yoktur. (Ne var ki Batılıların din derken kendi dinlerini, yani Hıristiyanlığı kasdettiğini farketmeyen diğer kültürlerin insanları, kullanılan "din" kelimesini kendi dinleri için de geçerli sanmışlardır.) İslâm, bir zihin fantezisi olarak indirilmemiştir. Yaşansın diye indirilmiştir. Bu bakımdan herhangi bir filozofik düşünce ile karşılaştırılması yersiz olur.

İslâm'ın temel amacı, bize evren hakkında, insan hakkında açıklamalarda bulunmak da değildir. Biz İslâmı başlangıç noktası yaparak belki evren hakkında, insan hakkında açıklamalarda bulunabiliyoruz. Ne var ki, dinin varmak istediği amaç bu değil. Amaç insanların, Allah'ın buyrukları doğrultusunda yaşamasıdır. İnsanların kul olma bilinci içinde yaşamasıdır. Bu yaşamayı hayatımıza sindirmek, bizde yaşayan bir ahlâk haline getirmektir amaç. Yoksa, felsefenin yaptığı gibi, bir takım soyut, kuramsal çıkarımlarla uğraşmak değil. Din, yaşanan bir olay olunca, onun dünyanın gidişatına müdahale etmesi kendiliğinden meydana gelen bir sonuç oluyor. Dinin buyruklarını yerine getiren, yasakladığı şeylerden sakınan insanların meydana getirdiği toplulukta, hayata, dünyanın gidişatına kendiliğinden müdahale edilmiş oluyor. Dünyanın gidişatına müdahale edebilmek için bu kadarı yetiyorsa mesele yoktur; yetmiyorsa, o takdirde bu buyrukları daha da etken bir pozisyonda vazetmek gerekiyor. Yani felsefe ile bir tavır farklılaşması söz konusu.

 

İSLAM VE İNSAN

Deniyor ki, sözgelimi, eğer Müslüman olarak biz tembelleşmese idik, bugün televizyonu biz icat eder, aya biz gidebilirdik. Acaba? Televizyonun icadı ya da aya gitme, bizim tembelliğimizden kaynaklanan bir ihmalimizin sonucu olarak mı gerçekleştirilemedi, yoksa iki ayrı dünyanın kafa yapısından kaynaklanan çok daha farklı bir sebebin eseri olarak mı ortaya çıkmadı? Ay’a gidememenin ya da televizyonu ve benzeri âletleri icad edememenin; onları aşağılık duygusuna sürüklediği ve onları bir eksikliğin altında ezilmeye sevkettiği muhakkak. Aslında, Batı uygarlığına özgü kavramların, Müslümanca düşünüş tarzı içinde yer aldığı iddiasını da bu kesimde yer alan Müslümanlar ileri sürüyor.

Batıda, antropocentrism (insanmerkezcilik, libeşeriye) diye anılan bir anlayış var. Bu anlayışa göre, insan evrenin merkezi sayılıyor ve öteki bütün yaratıkların insanın faydalanması için yaratıldığı ileri sürülüyor. Bu anlayış, İslâm'daki her şeyin insan için, onun yararlanması için yaratıldığı yolundaki ifadeye benzemektedir. Ne var ki, İslâm'daki anlayış, insanın tabiatı boyunduruk altına almasına, onu istediği gibi sömürmesine, onu tahrib etmesine müsaade etmemektedir. Her şeyin insan için yaratılmış olduğu anlayışı, İslâm'da tabiatın himayesine, insanın tabiatla ahenkli bir ortamda yaşamasına yol açarken; Batıda, hemen hemen aynı kelimelerle dile getirilen bu anlayış, ilkin faydacılığa (J.S. Mill), sonra pragmacılığa (W. James) ve giderek tabiatın tahribini sonuçlandıran günümüzün teknolojisi ile ilgili genel bir dünya görüşünün gündelik hayatta yaşanmasına yol açmıştır. "Ben-merkezli" insan anlayışı ile insanı "eşref-i mahlûkat" olarak görme aynı şey değildir. Her iki anlayışta da, insan belki yaratıkların en şereflisi olarak kabul edilmektedir. Fakat İslâm'da eşref-i mahlûkat olan insan, şerefli olanlara mahsus kayıtlarla sınırlanmışken, antropocentrism'de de eşref-i mahlûkat diye anılan insan bütün kayıtlardan boşaltılmıştır. Bu insan için, son tahlilde, yararlanabilmesi için tabiat üzerinde her türlü tasarrufta bulunmak mübah sayılmaktadır. Kavram karıştırmaları yüzünden Müslümanların kafasında meydana gelen teşevvüş (karışıklık), bazı Müslümanların Batı teknolojisinin üretimlerinin gözlerde büyütülmesine yol açmıştır. Bunların önemsenecek şeyler olmadığının anlaşıldığı gün, Müslümanların hayatında yeni bir safha başlayacak...

 

İSLAM VE GELENEKCİLİK

Batının "statüko"culuğuna karşı, İslâm'da "status quo ante" (statükoant) vardır. Yani Batı gelenekçiliğinde en son durumu tutmaya, saklamaya yönelik bir çaba söz konusu iken, İslâm'da Müslümanların tek hedefi olarak yalnız ve ancak Asrı-ı Saadet, yaşanmaya değer bir zaman kesiti olarak belirir. Bunun dışında var olan statüyü koruma çabasına düşülmez. Fakat böyledir diye onu, gene de Batı'nın gelenekçiliğiyle karıştırmamak gerekir. Asr-ı Saadeti isteme, ona özenme, o zamanın Müslümanları gibi yaşama dileği gerçekte bir ruh atılımını gerektirir. Dinamik bir olgudur bu. Bu nedenledir ki, Batılı anlamda gelenekçilik basit bir hassasiyetin ifadesiyken, İslâm'da Asr-ı Saadeti yeniden yaşama dileği, çabası dinamik bir süreçtir. Bu hassasiyeti, Batı'nın burjuva asabiyeti ile karıştırmamak gerekiyor. Batı'da gelenekçilik basit bir psikolojiden doğar. Varolan düzenin değişmesinden rahatının kaçacağını düşünen, yeni alışkanlıklar edinmeye hayır diyen kişinin psikolojisidir bu.

Müslüman için, kültür de, gelenek olarak değil, Müslümanın hayatının asgari ihtiyaçlarını karşılayan bir yaşama tarzı olarak belirir. Müslüman, kendi kültürüne soyut olarak ondan hoşlandığı, ondan zevk aldığı için değil, kendi hayatı ancak kendi kültürüyle gerçekleşebileceği için bağlıdır. Bu yüzden, bir Batılı burjuvanın değer anlayışı, kültüre bakış tarzı, Müslümanın kültürden anladığı kavramdan farklıdır. Batılı, her ne pahasına olursa olsun, kendi kültürünün korunmasını ister. Müslümansa, her ne pahasına olursa değil, gerektiği ölçüde kendi geçmiş kültürünü sahiplenir, gerektiği yerde de bu kültürü reddetmekte tereddüt etmez. Çünkü onun asıl amacı, geçmiş başarılarına yaslanmakta değil, Müslümanca bir hayatın sürdürülmesinde odaklaşır.

 

İSLAM VE RUHÇULUK/MADDECİLİK

Düşünce tarihinde, başlangıçta, idealizm veya materyalizm aynı kaynaktan (din, vahiy) kökenlenmiş olmasına rağmen, Grek düşüncesinde bu telakki tarzı profan (dini olmayan) bir nitelik kazanmış ve fakat Hıristiyan düşüncesinde söz konusu telakki tarzından bu kez dinî amaçlarla yeniden istifade edilmeye çalışılmıştır. Bu sürece İslâm filozofu diye bilinen düşünürlerin katkısı da unutulmamalıdır. Halihazırda materyalizmin ve spiritüalizmin (ruhçuluk), aynı gövdeden uzanan, aynı köke bağlı iki dal olduğu hemen hemen unutulmuştur. Böylece spiritüalizimin ya da idealizmin dindarlara mahsus bir düşünce tarzı olduğu kanısı yerleşmiştir. Oysa şimdiki profan kesitiyle ruhçuluktan hareket ederek dinî düşünceye ulaşılmaz. Genel olarak ruhçu diye bilinen düşünürlerin hiçbiri de söz konusu spekülasyonlardan kalkarak din düşüncesine ulaşmış değildir. Onlar, zaten taşıdıkları dinî kanaatlerini bu yoldan temellendirmeye ya da pekiştirmeye teşebbüs etmişlerdir (ediyorlar).

Müslümanların her ne için olursa olsun, İslâm-dışı yöntemlere başvurmaları esasen abes karşılanmalıdır. Çünkü mesele şimdiki kesitiyle ruhçuluk-maddecilik konusundaki tercihte odaklanmıyor. Mesele nübüvvet hakikatinin kavranabilmesi noktasında ortaya çıkıyor.