Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler Kitabı Hakkında Genel Bir Değerlendirme
Müslümanca
Düşünme Üzerine Denemeler Kitabı Hakkında Genel Bir Değerlendirme
Kitabın Yazarı Rasim
Özdeneren Kimdir?
• Türk öykü yazarlarının
önemli isimlerinden Rasim Özdenören, 1940 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk
ve orta öğrenimini Kahramanmaraş, Malatya, Tunceli gibi Güney ve Doğu
şehirlerinde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni ve İstanbul
Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. Mezun olduktan sonra Devlet
Planlama Teşkilatı’nda uzman olarak çalıştı. Bir ara araştırma amacıyla ABD’nin
çeşitli eyaletlerinde, 1970-1971’de iki yıl kadar kaldı. Dört yıl sonra 1975'de
Kültür Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği görevine geldi ve aynı bakanlıkta bir yıl
da müfettişlik yaptı.
• 1978’de istifa ederek
ayrıldığı devlet memurluğuna bir süre sonra tekrar döndü. Çok Sesli Bir Ölüm ve
Çözülme adlı hikayeleri ayrıca TV filmi yapılmış, bunlardan ilki, Uluslararası
Prag TV Filmleri Yarışmasında jüri özel ödülünü almıştır. Yazar 2009 yılında
TBMM Üstün Hizmet Ödülü’ne layık bulunmuştur. Kahramanmaraş Sütçü İmam
Üniversitesi tarafından 2011’de ve Sakarya Üniversitesi tarafından 2015’te
fahri doktora unvanı verilen ve bugüne dek onlarca hikayeye imza atan usta
yazar hakkında çok sayıda tez, özel sayı ve kitap hazırlanmıştır.
• Özdenören öykülerinde, değerlerinden
koparılmış ve modern kentlerin varoşlarında kıstırılmış bireyin / ailenin
acılarını, yalnızlıklarını gündeme getirerek yanlışa yönlendirilmiş ülke
insanının yaşadığı çarpılmayı / kültür şokunu kuşatıcı ve derinlemesine bir
yaklaşımla öyküleştirmiştir.
• Özdenören’in Amerika’ya
gidip orada iki yıla yakın bir süre kalması vesilesiyle çağdaş dünyanın en
önemli merkezini tanımasının da eserlerine olumlu yansımaları olmuştur.
O, yerli
olmak nedir, bu nasıl gerçekleştirilir, sorularının cevabını öyküleriyle vermiş
bir yazardır. Hikâyelerinin kahramanları, çevremizde rahatlıkla
görebileceğimiz, dokunabileceğimiz kişilerdir.
• O, İslami kimliğiyle
tanınan bir öykücü olmasına rağmen öykülerinde hiçbir zaman, dönemindeki birçok
yazarda görüldüğü gibi, inandığı şeyleri okuyucusuna dayatmamış, vermek
istediği mesajı öyküyü örselemeden, akışı ve yapıyı bozmadan anlatmayı
bilmiştir.
• Yedi Güzel Adam’dan
biridir.
• Kendisi halen hayatta olup
ülkemizdeki bir gazetede yazılar yayınlamaktadır..
KİTAP HAKKINDA GENEL
BİLGİLENDİRME
İlk baskısı 1985 yılında yayınlanan bu kitap 168 sayfadan oluşmakta.
Konu başlıkları okuru sıkmayacak akıcılıkta ve uzunlukta ele alınmış. Kafamda
soru işaretlerinin bulunduğu bir dönemde ilaç gibi geldi bu kitap. Yazar bu eseriyle
bana aradığım, ama aradığımın farkında olmadığım bir bakış açısı kazandırdı.
Alışılagelmişin dışında bir yaklaşımla hayat tarzlarımızı ve sorunlarımızı
inceleyen bu kitap, yer yer yaptığı tahlillerle “İşte bu!” dedirtti. Kullanılan
üslup fikri dayatma amacı gütmeden, okura bilinç aşılamayı başarmış. Belirli
aralıklarla bu kitabı okumayı düşünüyorum. Bana kalırsa her okuyuşta farklı
nüanslar yakalayacağım. Başucu kitabı diyebileceğim eserler listesinde yerini
aldı.Ancak şunu da belirtmek isterim ki okuduğumuz her eserde olması gerektiği
gibi bu eseri okurken de önyargıdan uzak bir yaklaşım benimsemek zorundayız.
Kitapta altını çizerek not aldığım, etkilendiğim bazı alıntılarımı
sizlerle paylaşmak istiyorum. Alıntıları okurken, kitaptaki bağlamından uzak
okuduğunuzu lütfen göz önünde bulundurun ki yazarın anlatmak istediğinden
farklı anlamlar ortaya çıkmasın.İyi okumalar...
“İslam Batı’nın zihin
kalıplarına göre anlaşılamaz. İslam’ı bilmek bakımından her bir müsteşrik
(oryantalist, doğu bilimci) bile onu bütün boyutlarıyla kavrama bakımından
herhangi bir müslümanla kıyaslanamaz.”
“İslam kendi hakkında mücerret
bir bilgilenmeyle anlaşılamaz. Bundan önce ve bunun ötesinde ona teslim olma
olayı vardır.”
“En başta vahiy olayı
kendisine materyalist bakmayı reddediyor.”
“İslam’ın söyledikleri
kendi şartları ve kendi doğruları içinde anlaşılmaktan çok İslam dışı ölçütler
o şartları nasıl göstermek istiyorsa öyle algılanmaktadır.”
“Bilim ahlakını din
ahlakından ayrı tutmaya titizlik gösteren Batı kültürü bugün öyle bir bilim
geliştirmiştir ki bu bilimin hasılası diye bakılan teknoloji, tabiatı tahrip
etmeye yönelirken bilimin kendisi de dini telakkiye muhalif olmayı adeta
varlığının temel hikmeti diye kabul etmektedir.”
“Zihnimizi müsteşrik
mantığın ortaya attığı bu tür bulanıklıklardan kurtarabilmenin yolu İslam’ı
ancak kendi ilkeleri içinde düşünmekle mümkün olacaktır.”
“Gerçekte İslam’ın
uygulanması halinde ortaya çıkması mümkün olmayan bazı meseleler, sanki bu
meseleler İslam toplumunda varmış veya ortaya çıkmış düşünülmekte ve bu farazi
(varsayıma dayanan) problemlere İslam’ın getireceği çözümler
araştırılmaktadır.”
“Dine Allah’ın emri olduğu
için ve sırf bunun için inanmak asal bir usül meselesidir. Bu yüzdendir ki
akla, mantığa yahut hikmete ve felsefeye uygundur diye dine inanmak küfür
sayılmıştır.”
“Aslında bugün bizim belki
de önde gelen dini görevimiz dini hükümlerin bize kazandırdığı zihniyeti
telakki tarzını hayata hakim kılmaktır.”
“İslam’ın yaşanması gereken
doğruları kendine ait olmayan düzenlerde icra edilmeye çalışıldığından, fakat
bu durumda da o doğruların asıl mahiyetleri kaybolduğundan, şimdi çoğu
kafalarda İslam’a ait doğrularda eksikler bulunabileceği gibi yanlış izlenimler
uyanabilmektedir.”
“Müslümanlar İslâm'ı
anlamaya, onu yaşamaya gayret sarfederken, halen içinde yaşadıkları İslâm dışı
dizgelerin görünen veya görünmeyen engelleriyle karşılaşabilirler. Yürürlükteki
düzenin bazı müesseseleriyle, İslâm'ın aynı konudaki müesseseleri arasında
görülebilecek bazı benzerliklerin bulunması, halen Müslümanları en çok şaşırtan
konulardan biridir. Günümüzde bazı Müslümanlar, bu benzerliklere bakarak
İslâm'la İslâm-dışı müesseselerin bağdaştırılabileceği vehmine kapılmaktadırlar.
Diyelim ki, kapitalist ülkelerde "sosyal yardım kurumu" adıyla bir
müessese varsa, bazı Müslümanlar derhal zekât'ı hatırlayarak böyle bir kurumun
İslâm'da da olduğunu söylemekte, böylece İslâm'ın muarızlarına karşı rahat bir
nefes alabileceklerini ummaktadırlar. Belki bu yoldan başkalarını da İslâm
dairesine çekebileceklerinin zannetmektedirler. Böylece, aslında Müslümanlar,
İslâm'ın materyalistlere mahsus bir kafa yapısıyla anlaşılabileceği ve ona
teslim olunabileceği gibi bir mülahazaya düşmüş olmaktadırlar. Bu tür
mülahazalar ne kadar iyi niyetlerle yapılmış olursa olsun, insanları bizzat
İslâm'ın terimleriyle kavramaktan uzaklaştırabilecektir.”
“İnsan dayandığı fikri
platformun mahiyetini açık seçik bilmelidir.”
“Kötülüklerin ortadan
kaldırılabilmesi için mücadelede bulunman gerekiyor, aksi takdirde kötü bir
dünyada sayılmayacak kadar çok iyi müslüman bulunduğunu söyleyecektik. Ama bu
kadar iyi müslümanın yaşadığı dünyanın nasıl olup da iyi olmadığını izah
edemeyecektik.”
“İslam’ı kavramak derken belki
her şeyden önce onun yaşanabilir bir olay olduğunu, İslam’ın bir zihin
fantezisi değil, bir hayat tarzı olduğunu anlamak gerekiyor.”
“İslam hakkında bilgi
edinmiş herkesin İslami normlara göre düşünebildiğini kabul etmiyoruz. Burada
önemli olan kafasını birtakım bilgilerle doldurmuş olmak değil, İslam’ın
gerektirdiği nosyon (kavram) içinde düşünebilme yeteneğidir.”
“Müslüman neyin nereden
gelip nereye gittiğini öğrenmek için dünyada olup bitenlerle ilgilenmek
zorundadır.”
“Müslümanı farklı kılan fakat
genel olarak ilk bakışta ayırt edilemeyen özelliği onun kendinden başlayarak
evreni, yaradılışı, varlığı kavrayış tarzıdır.”
“İslam hayatımızın belli
bir anını anlamlandırmak için veya hayatımızda bir çeşni bulunsun diye var
değildir. Hatta boşlukta kalma hissinden kendimizi korumak için de müslüman
kılınmış değiliz. Şüphesiz bütün bunlar temin edilmektedir. Fakat bizim İslam’a
yaklaşımımız bu nitelikte malul olursa bu eksik veya tek yönlü bir yaklaşım
olur.”
iSLAM VE BİLİM
İslâm, kuramsal ve zihinsel
bir olay değildir, bilâkis fiilî ve amelî bir dindir. İlk Müslümanlar herhangi
bir nazarî, fikrî tecesüslerini tatmin etmek veya bir takım maddî ihtiyaçlarını
gidermek için, bu dine girmemişlerdir. Bu bakımdan günümüz Müslümanları ile
Asr-ı Saadet Müslümanları arasında farklar vardır. Bu farklılığı, sırf
sahabilerin Müslümanlar arasındaki bilinen müstesna mevkilerini ifade etmek
için söylemek istemiyoruz. Fakat bunun dışında, zihinlerimizin çeşitli
fikirlerin tesiriyle bulandırılmış bulunması, günümüz Müslümanlarının
İslâm'a bazı entelektüel heveslerinin tatmini için de yaklaşma temayüllerini
kamçılamaktadır. Bu bakımdan günümüzde, İslâm'a yaklaşırken bir takım fikrî
temayüllerinin ve heveslerinin tatminini arayanların sayısı az değildir. Bilim
yaftası altında sunulan birtakım modern "dogmalara” İslâm'ın verdiği yahut
verebileceği cevapları araştırmak ve bu cevapları başkalarına anlatabilmek bazı
Müslümanların kaygıları arasında sayılabilir.
Bizzat kendisi bir
"dogma" haline getirilmiş olan bilim karşısında İslâm'ın ne dediği bu
Müslümanları yakından ilgilendirmektedir. İslâm'ın bilimi reddetmediğini,
bilâkis teşvik ettiğini söylemek çoğumuzun hoşuna gidiyor. Oysa İslâm'ın
reddetmediği bilimin ne olduğu, mahiyeti hususunda sanırım az kimse kafa
yormaktadır. İslâm'ın reddetmediği bilim bugün Batı âleminde geliştirilmiş olan
bilim ve bu bilime temel hazırlayan belli bir zihniyet midir, yoksa bundan
tamamen farklı olan bir "bilim" ve telakki tarzı mıdır? Batı âleminde
bugün bilim diye anılan hadisenin kökenindeki telâkki tarzının dine muhalif bir
zihniyeti yansıttığını, bugün çoğumuz hemen hemen unutmuş görünüyoruz. Gerçi
denilebilir ki, Avrupa'da "bilimsel zihniyetin" öncülüğünü
yapanlar, Hıristiyanlık gibi bâtılların bulaştığı bir din ile karşı karşıya
idiler. İslâm'sa, o zaman olduğu gibi şimdi de, bu tür bâtılların
karışmadığı, saffetini muhafaza eden bir din olarak kalmıştır. Binaenaleyh
mevcut "bilimsel zihniyet" Hıristiyanlığa muhalefet ruhundan neşet
etmiş olsa bile bu durum İslâm'ı ilzam (Cevap veremez duruma getirme, susturma)
etmez, denebilir.
Böyle bir görüş doğru sayılsa bile, Batı
âleminde bilim denilen olay, nihayet kendine mahsus saydığı bir sahayı dinden
ayırmak gibi bir noktaya gelip dayanmıştır. Bilimsel zihniyetin içinde sayılan
böyle bir telâkki tarzı bile İslâm'a aykırı ve karşı değil mi? Şuraya varmak
istiyoruz: günümüz Müslümanlarının Batı âleminde üretilmiş bilim de dahil hiç
bir dogmayı hesaba katmadan İslâmî esaslara uygun bir hayatı yaşamayı göze
almaları gerekiyor.
İslâm'ın bilim telakkisinin de böyle bir
yaşama ortamında gelişmesi beklenebilir. Eğer Batı ile hesaplaşılmak
isteniyorsa, bu hesaplaşma ancak fiilî bir ortam teessüs ettirildiğinde mümkün
kılınabilir. Aslında bugünkü Batı da, fikrî değil, fiilî gücüyle kendisini
dinletebilmektedir.
İSLAM VE FELSEFE
Hayvanların filozofu eşek, Orwell'in Hayvan
Çiftliği adlı satirik romanında, "Allah bana sinekleri kovmam için bir
kuyruk vermiş" der ve hemen arkasından ekler: "Fakat ne sinekler
olaydı ne de kuyruğum." Burada hem felsefe ile istihza edilmekte, hem
miskin bir ruh hali sergilenmektedir. Ayrıca miskin ruhların bir takım
bahanelerle nasıl oyalandıkları da inceden inceye vurgulanmakta: Eşek,
kendisine verilen kuyruğu harekete geçireceğine, birtakım yersiz varsayımlarla
avunmaktadır.
Felsefî düşünce bir hayat
ve yaşama tarzı öngörmüş olsa bile, asıl, şartlara müdahale etmekten sakınan
insanlara zihin idmanı yaptırıyor. Fakat bu zihin idmanı çoğu kez hayata
yansımıyor. İnsanı sadece hayallerle (illüzyonlarla) uğraştırıyor. Onu nihayet
vehimlere götürüyor. Vehim, aklın kendi icadı olan fantezilerle, illüzyonlarla
uğraşmasından başka bir şey değil... Buysa yerinde sayarak yürümek gibi bir
şey. Ya da pandomim: hayat yerine hayatın taklidi. Bu taklit ne kadar başarılı
da olsa, hayatın kendisi değildir.
Batı'nın kafa yapısı, dini
de felsefe haline getirmiştir. Dinin hayata müdahale edecek, hayatı sevk ve
idare edecek özünü iptal etmiştir. Marx, “Din afyondur.” derken asıl bunu
anlatmak istiyordu. Yani Hıristiyanlığın artık insanı harekete geçirici, sevk
ve idare edici özünü yitirdiğini vurgulamak istiyordu. Oysa dinin hakikati,
zihnî bir spekülasyon (düşünce birikimi) olmak değil, doğrudan doğruya insana
bir hayat tarzı getirmektir. Yani yaşanacak bir şeydir din. Vehimlerle,
hayallerle, illüzyonlarla ilgisi yoktur. (Ne var ki Batılıların din derken
kendi dinlerini, yani Hıristiyanlığı kasdettiğini farketmeyen diğer kültürlerin
insanları, kullanılan "din" kelimesini kendi dinleri için de geçerli
sanmışlardır.) İslâm, bir zihin fantezisi olarak indirilmemiştir. Yaşansın diye
indirilmiştir. Bu bakımdan herhangi bir filozofik düşünce ile karşılaştırılması
yersiz olur.
İslâm'ın temel amacı, bize
evren hakkında, insan hakkında açıklamalarda bulunmak da değildir. Biz İslâmı
başlangıç noktası yaparak belki evren hakkında, insan hakkında açıklamalarda
bulunabiliyoruz. Ne var ki, dinin varmak istediği amaç bu değil. Amaç
insanların, Allah'ın buyrukları doğrultusunda yaşamasıdır. İnsanların kul olma
bilinci içinde yaşamasıdır. Bu yaşamayı hayatımıza sindirmek, bizde yaşayan bir
ahlâk haline getirmektir amaç. Yoksa, felsefenin yaptığı gibi, bir takım soyut,
kuramsal çıkarımlarla uğraşmak değil. Din, yaşanan bir olay olunca, onun
dünyanın gidişatına müdahale etmesi kendiliğinden meydana gelen bir sonuç
oluyor. Dinin buyruklarını yerine getiren, yasakladığı şeylerden sakınan
insanların meydana getirdiği toplulukta, hayata, dünyanın gidişatına
kendiliğinden müdahale edilmiş oluyor. Dünyanın gidişatına müdahale edebilmek
için bu kadarı yetiyorsa mesele yoktur; yetmiyorsa, o takdirde bu buyrukları
daha da etken bir pozisyonda vazetmek gerekiyor. Yani felsefe ile bir tavır
farklılaşması söz konusu.
İSLAM VE İNSAN
Deniyor ki, sözgelimi, eğer
Müslüman olarak biz tembelleşmese idik, bugün televizyonu biz icat eder, aya
biz gidebilirdik. Acaba? Televizyonun icadı ya da aya gitme, bizim
tembelliğimizden kaynaklanan bir ihmalimizin sonucu olarak mı
gerçekleştirilemedi, yoksa iki ayrı dünyanın kafa yapısından kaynaklanan çok
daha farklı bir sebebin eseri olarak mı ortaya çıkmadı? Ay’a gidememenin ya da
televizyonu ve benzeri âletleri icad edememenin; onları aşağılık duygusuna
sürüklediği ve onları bir eksikliğin altında ezilmeye sevkettiği muhakkak.
Aslında, Batı uygarlığına özgü kavramların, Müslümanca düşünüş tarzı içinde yer
aldığı iddiasını da bu kesimde yer alan Müslümanlar ileri sürüyor.
Batıda, antropocentrism
(insanmerkezcilik, libeşeriye) diye anılan bir anlayış var. Bu anlayışa göre,
insan evrenin merkezi sayılıyor ve öteki bütün yaratıkların insanın
faydalanması için yaratıldığı ileri sürülüyor. Bu anlayış, İslâm'daki her şeyin
insan için, onun yararlanması için yaratıldığı yolundaki ifadeye benzemektedir.
Ne var ki, İslâm'daki anlayış, insanın tabiatı boyunduruk altına almasına, onu
istediği gibi sömürmesine, onu tahrib etmesine müsaade etmemektedir. Her şeyin
insan için yaratılmış olduğu anlayışı, İslâm'da tabiatın himayesine, insanın
tabiatla ahenkli bir ortamda yaşamasına yol açarken; Batıda, hemen hemen aynı
kelimelerle dile getirilen bu anlayış, ilkin faydacılığa (J.S. Mill), sonra
pragmacılığa (W. James) ve giderek tabiatın tahribini sonuçlandıran günümüzün
teknolojisi ile ilgili genel bir dünya görüşünün gündelik hayatta yaşanmasına
yol açmıştır. "Ben-merkezli" insan anlayışı ile insanı "eşref-i
mahlûkat" olarak görme aynı şey değildir. Her iki anlayışta da, insan
belki yaratıkların en şereflisi olarak kabul edilmektedir. Fakat İslâm'da
eşref-i mahlûkat olan insan, şerefli olanlara mahsus kayıtlarla sınırlanmışken,
antropocentrism'de de eşref-i mahlûkat diye anılan insan bütün kayıtlardan
boşaltılmıştır. Bu insan için, son tahlilde, yararlanabilmesi için tabiat
üzerinde her türlü tasarrufta bulunmak mübah sayılmaktadır. Kavram
karıştırmaları yüzünden Müslümanların kafasında meydana gelen teşevvüş
(karışıklık), bazı Müslümanların Batı teknolojisinin üretimlerinin gözlerde
büyütülmesine yol açmıştır. Bunların önemsenecek şeyler olmadığının anlaşıldığı
gün, Müslümanların hayatında yeni bir safha başlayacak...
İSLAM VE GELENEKCİLİK
Batının "statüko"culuğuna
karşı, İslâm'da "status quo ante" (statükoant) vardır. Yani Batı
gelenekçiliğinde en son durumu tutmaya, saklamaya yönelik bir çaba söz konusu
iken, İslâm'da Müslümanların tek hedefi olarak yalnız ve ancak Asrı-ı Saadet, yaşanmaya
değer bir zaman kesiti olarak belirir. Bunun dışında var olan statüyü koruma
çabasına düşülmez. Fakat böyledir diye onu, gene de Batı'nın gelenekçiliğiyle
karıştırmamak gerekir. Asr-ı Saadeti isteme, ona özenme, o zamanın Müslümanları
gibi yaşama dileği gerçekte bir ruh atılımını gerektirir. Dinamik bir olgudur
bu. Bu nedenledir ki, Batılı anlamda gelenekçilik basit bir hassasiyetin
ifadesiyken, İslâm'da Asr-ı Saadeti yeniden yaşama dileği, çabası dinamik bir
süreçtir. Bu hassasiyeti, Batı'nın burjuva asabiyeti ile karıştırmamak
gerekiyor. Batı'da gelenekçilik basit bir psikolojiden doğar. Varolan düzenin
değişmesinden rahatının kaçacağını düşünen, yeni alışkanlıklar edinmeye hayır
diyen kişinin psikolojisidir bu.
Müslüman için, kültür de,
gelenek olarak değil, Müslümanın hayatının asgari ihtiyaçlarını karşılayan bir
yaşama tarzı olarak belirir. Müslüman, kendi kültürüne soyut olarak ondan
hoşlandığı, ondan zevk aldığı için değil, kendi hayatı ancak kendi kültürüyle
gerçekleşebileceği için bağlıdır. Bu yüzden, bir Batılı burjuvanın değer
anlayışı, kültüre bakış tarzı, Müslümanın kültürden anladığı kavramdan
farklıdır. Batılı, her ne pahasına olursa olsun, kendi kültürünün korunmasını
ister. Müslümansa, her ne pahasına olursa değil, gerektiği ölçüde kendi geçmiş
kültürünü sahiplenir, gerektiği yerde de bu kültürü reddetmekte tereddüt etmez.
Çünkü onun asıl amacı, geçmiş başarılarına yaslanmakta değil, Müslümanca bir
hayatın sürdürülmesinde odaklaşır.
İSLAM VE
RUHÇULUK/MADDECİLİK
Düşünce tarihinde,
başlangıçta, idealizm veya materyalizm aynı kaynaktan (din, vahiy) kökenlenmiş
olmasına rağmen, Grek düşüncesinde bu telakki tarzı profan (dini olmayan) bir
nitelik kazanmış ve fakat Hıristiyan düşüncesinde söz konusu telakki tarzından
bu kez dinî amaçlarla yeniden istifade edilmeye çalışılmıştır. Bu sürece İslâm
filozofu diye bilinen düşünürlerin katkısı da unutulmamalıdır. Halihazırda
materyalizmin ve spiritüalizmin (ruhçuluk), aynı gövdeden uzanan, aynı köke
bağlı iki dal olduğu hemen hemen unutulmuştur. Böylece spiritüalizimin ya da
idealizmin dindarlara mahsus bir düşünce tarzı olduğu kanısı yerleşmiştir. Oysa
şimdiki profan kesitiyle ruhçuluktan hareket ederek dinî düşünceye ulaşılmaz.
Genel olarak ruhçu diye bilinen düşünürlerin hiçbiri de söz konusu
spekülasyonlardan kalkarak din düşüncesine ulaşmış değildir. Onlar, zaten
taşıdıkları dinî kanaatlerini bu yoldan temellendirmeye ya da pekiştirmeye
teşebbüs etmişlerdir (ediyorlar).
Müslümanların her ne için
olursa olsun, İslâm-dışı yöntemlere başvurmaları esasen abes karşılanmalıdır.
Çünkü mesele şimdiki kesitiyle ruhçuluk-maddecilik konusundaki tercihte
odaklanmıyor. Mesele nübüvvet hakikatinin kavranabilmesi noktasında ortaya
çıkıyor.