Bedensel Niteliklerin Gizi - Erwin Schrödinger
BEDENSEL NİTELİKLERİN GİZİ
Bu son bölümde, şu ünlü Abdera’lı Demokritos parçasında zaten bildirilmiş olan oldukça acayip -garip gerçek, bir yandan, bizi çevreleyen dünya hakkında, hem gündelik yaşamda kazanılmış hem de büyük bir dikkatle ve emek harcanarak planlanan laboratuvar deneyleriyle ortaya çıkarılan tüm bildiklerimiz üzerinde, tamamıyla dolaysız algı hissinde kalıyor, öte yandan bu bilgi, bilimsel buluşlarunızuı yol göstcnnesiyle bizim oluşturduğumuz dış dünya modeli ya da resminde, algılar duyusunun, bedensel niteliklerin hiç bulunmayacağı biçimde, dış dünya ile ilgisini ortaya koymakta başarısız oluyor- sorunların durumunu biraz daha ayrıntılı olarak göstermek istiyorum. Bu ifadenin birinci kısmı, sanırım, herkes tarafından kolayca kabul edilmiştir, ikinci yarısı öyle sık sık farkına varılmış olmayabilir, çünkü genelde, sadece bilim adamı olmayanın bilime büyük bir saygısı var ve biz bilim adamlarına, ‘inanılmaz derecede inceltilmiş yöntemlerimiz’le, ne yapıyor olursak olalım, tam doğal niteliğiyle olduğuna, hiçbir insanın yapamadığına ve asla yapamayacağına candan inanıyor.
Bir fizikçiye sarı ışık düşüncesinin ne olduğunu sorarsanız size onun 590 milimikron civarında dalga boyunda enine elektromanyetik dalgalar olduğunu anlatacaktır. Ama ona sarı nereden geliyor? diye sorarsanız. Şöyle diyecektir: Benim resmimde yok, ama bu titreşim türleri, sağlam bir gözün retinasına çarptığı zaman, gözün sahibine sarı hissi veriyor. Daha çok kurcaladığınızda, farklı dalga boylarının farklı renk hisleri ürettiğini ama hepsinin değil sadece 800 ile 400 milimikron (jx|i) arasında olanların böyle olduklarını duyacaksınız. Fizikçi için kızılaltı (infra-red) (800 |A(j.’den çok) ve morötesi (ultra-violet) (400 (in’den az) dalgalar daha çok, gözün duyarlı olduğu 800 ile 400 arasındaki bölgede olanlarla aynı türden olgulardır. Bu özel seçim nasıl meydana gelir? Bu, dalga boyları bu bölgede en güçlü olan ama her iki uca doğru azalan güneş ışınımına apaçık bir uyum sağlamadır. Dahası, doğuştan var olan, en parlak renk duyumu, sarıya, güneşin en yüksek (maksimum) ışınımının, gerçek bir doruğu, sergilediği bu yerde (söylenen bölge) rastlanmıştır.
Daha çoğunu da sorabiliriz: Işınım 590 |XfX dalga boyu civarında sadece sarı duyumu mu üretir? Yanıt: Hayır, hiç değil. Kendileri kırmızı duyumu yaratan 760 |i|i dalgalar, kendileri yeşil duyumu yaratan 535 |i|i dalgalarla belli bir oranda karışır ve bu karışım 590 |i|i tarafından üretilenden ayırt edilemeyen bir sarı yaratır. Biri karışımla, öteki yalnız spektral ışıkla aydınlanmış yakın iki alan tamamıyla birbirinin aynı görünür, hangisi hangisidir söyleyemezsiniz. Bu, dalga boylan -dalgalann bu fiziksel, öznel karakteri ile sayısal bir ilişki var mı- önceden haber verilebilmiş miydi? Hayır. Kuşkusuz, bu tür karışımların hepsinin haritası denel olarak çizilir; ona renk üçgeni denilmiştir. Ama dalga boylarıyla basit olarak bağlantılı değildir. İki spektral ışığın bir karışımı onlar arasında birine denk düşer diye genel bir kural yoktur; örneğin spektrumun uçlarından bir ‘kırmızı’ ve ‘mavi’ karışımı herhangi bir tek spektral ışıkla üretilmeyen ‘mor’ verir. Kaldı ki, söylenen harita, renk üçgeni, kişiden kişiye hafifçe değişir, kimi kişilerdeyse önemli oranda değişir ki buna üç ana renk anomalisi denir (bu renk körlüğü değildir).
Renk duyumu, fizikçinin nesnel dalga boyu resmi sayılmayabilir. Eğer retinadaki süreçler ve sinirsel süreçler hakkında sahip olduğundan daha tam bilgiye sahip olsaydı, fizyolog onları optik sinir demetlerinde ve beyinde hazırlanıyor sayabilir miydi? Ben öyle düşünmüyorum. Biz olsa olsa, hangi sinir liflerinin ve hangi oranda uyarılmış olduklarını bilmeye ulaşabilir, belki onların hazırlandığı beyin hücrelerini -aklınız özel bir doğrultuda ya da görme alanımız içinde sarı duyumu kaydettiği zaman- bile kesin olarak bilebiliriz. Ama böyle bir bilginin bildirilmesi bile bize renk duyumu, daha özel olarak bu doğrultudaki sarı hakkında - aynı fizyolojik süreçler hoş bir lezzet duyumu ya da başka herhangi birşey için de tasarlanabilir-herhangi birşey söyleyemeyebilirdi. Ben basitçe, nesnel betimlemesi ‘sarı renk’ya da ‘hoş lezzet’ karakteristiğini içeren sinirsel sürecin, tıpkı bir elektromagnetik dalga nesnel betimlemesinin bu karakteristiklerin herhangi birini içerdiği kadar az içerdiğine emin olabiliriz demek istiyorum.
Öteki duyumlar için de aynıdır. Artık genel olarak incelediğimiz renk algısını ses izlenimi ile karşılaştırmak çok ilginçtir. O, olağan durumda, bize, havada yayılan, esnek sıkışma ve genişleme dalgalarıyla ulaştırılmıştır. Duyulan sesin perdesini onların dalga boylan -ya da daha doğru olarak frekansları- belirler. (Özellikle dikkat edin. Fizyolojik ilişki, ışık durumunda da, frekansla ilgilidir, dalga boyuyla değil, bununla birlikte, fiilen ikisinin, birbirinin tam karşıtı oldukları yerde, boşlukta ve havada yayılma hızlan farkı kavranabilir gibi değildir.) ‘İşitilebilir ses’in frekans düzeyinin ‘görülebilir ışık’ınkinden çok farklı, ses için saniyede 12 ya da 16 dan 20.000 ya da 30.000’e iken ışık için saniyede birkaç yüz trilyon düzeyinde olduğunu söylemeye gerek görmüyorum. Ama yine de görece menzil ses için daha geniştir, 10 kadar oktavı kucaklar (‘görülebilir ışık’için bunun ancak bir olmasına karşın); dahası kişiden kişiye, özellikle yaşla değişir: üst limit yaş ilerledikçe düzenlice ve önemli oranda azalır. Ama ses hakkında en çarpıcı gerçek birkaç farklı frekansın karışımının, asla, bir ara frekans üretir gibi, tam bir ara perde üretmek için birleşmemesidir. Çok yaygın varsayılan perdeler -aynı anda olsalar da- özellikle üstün müzikal değerde k işilerce ayrı ayrı algılanmışlardır. Çeşitli nitelik ve şiddette daha yüksek birçok notanın eklenmesi, aracılığıyla bir tek notadan bile bir kemanın, borunun, kilise çanının, piyanonun... ayırt edilmesini öğrendiğimiz ses rengi (Almanca: Klangj'cırke) denilen şey ortaya çıkar. Ama gürültünün bile kendi ses rengi vardır, onunla neyin geldiğini fark edebiliriz; köpeğim bile arasıra bir bisküvi edindiği belli bir teneke kutunun acayip gürültüsünü tanır. Bütün bunlarda işbirliği içindeki frekansların oranları çok önemlidir. Gramofon plağının yavaş ya da hızlı çalınmasında olduğu gibi hepsi aynı oranda değişse neyin geldiğini yine de seçebiliriz. Yine de, konuyla ilişkili bazı farklar belli bileşenlerin mutlak frekanslarına dayanır. Eğer insan sesi içeren bir gramafon plağı çok hızlı çalmıyorsa, ünlüler kavranabilir biçimde değişirler, özellikle‘yar’daki ‘a ’ ‘yer’deki ‘c’ye dönüşür. Devam eden bir frekanslar dizisi, bir sirenle olduğu gibi art arda gelir biçimde de sunulsa kedi miyavlaması da olsa, ya da, her ne kadar düzenlenmiş bir sirenler ziyafeti ya da bir kediler kalabalığının miyavlamaları dışında sağlanması kolay değilse de, aynı anda da olsa her zaman sevimsizdir. Bu da yine ışığın algılanması durumundan tamamıyla farklıdır. Olağan olarak kabul ettiğimiz bütün renkler sürekli karışımlarla üretilmiştir; ve doğada olsun ya da bir tabloda olsun, sürekli bir renk tonları değişimi kimi zaman çok güzeldir.
Ses algılamanın başlıca karakteristiği, bilgisine retinanın kimyasından daha iyi ve daha güvenle sahip olduğumuz kulak mekanizmasında iyi anlaşılmıştır. En önemli organ cochlea (salyangoz kabuğu), kesinlikle deniz salyangozunun tipinde bir kabuğu andıran kıvrık kemik bir tüptür: ‘yükselirken’ gittikçe daralan küçücük bir döner merdiven. Basamakların yerinde (benzetmemizi sürdürerek) döner merdivene bir yandan öbür yana, ‘dip’ten ‘tepe’ye azalarak, bir zar oluşturacak biçimde, zarın enine (ya da tek lifin boyuna) doğru esnek lifler gerilmiş. Böylece, arp ya da piyano telleri gibi, farklı boylarda lifler farklı frekanslı salınımlara mekanik olarak karşılık verir olmuştur. Belli bir frekansı, zarın belli küçük bir alanı -tam bir lif değil- daha yüksek bir frekansı liflerin daha kısa olduğu başka bir alan karşılar. Belli frekansın mekanik titreşimi, sinir lifleri gruplarının her birinde, beyne ait dışdokunun (cerebral cortex) belli bölgelerine yayılmış olan ünlü sinir impulsleri (içtepi) hazırlamak zorundadır. İletim sürecinin bütün sinirlerde çoğunlukla aynı olduğu ve yalnız ..yarının şiddetiyle değiştiği genel bilgisine sahibiz; İkinciyi, bizim durumumuzda (ikisinin birbirine yapacak birşeyleri yoktur) kuşkusuz, sesin frekansıyla karıştırılmaması gereken, vuruşların frekansı etkiler.
Resim, olmasını istediğimiz kadar basit değildir. Aslında kulağı, bir fizikçi, sahibinin son derece iyi perde ve ses rengi ayrımına sahip olmasını sağlama görüşüyle kursa, farklı bir biçimde kurabilirdi. Ama belki de ona geri dönerdi. Salyangozu bir yandan ötekine geçen her tek ‘lif \ giren titreşimlerin kesinlikle belli yalnız bir frekansını yanıtlar deyebilseydik daha basit ve daha güzel olabilirdi. Bu böyle değildir. Ama niçin öyle değildir? Çünkü, bu lifler’in titreşimleri kuvvetle bastırılmışlardır. Bu, zorunlu olarak, onların rezonans menzilini sınırlar. Fizikçimiz onların becerebildiği kadar az bastırılmalarını sağlayabilirdi. Ama bu, üreten dalga kesildiği zaman sesin algılanmasının hemen kesilmemesi korkunç sonucuna varabilir; ve bazen, salyongozda bastırılmış zavallı rezonans yaratıcı ölünceye kadar sürebilirdi. Perde ayrımı, birbirini izleyen sesler arasında ayrım yapma feda edilerek elde edilebilirdi. Bilmece, gerçek mekanizmanın her ikisini en mükemmel biçimde uzlaştırmayı nasıl becerdiğidir.
Ne fizikçi betiminin ne de fızyoloğunkinin ses duyumunun herhangi bir belirleyici özelliğini içermediğini hissetmenizi sağlamak için burada bazı ayrıntılara giriyorum. Bu türden herhangi bir betimleme şöyle bir cümleyle bitmek zorundadır: bu sinir impulsleri, beynin, bir dizi sesler olarak kaydedildiği, belli bir bölümüne iletilmişlerdir. Havadaki basınç değişikliklerini kulak zarının titreşimlerini üretenler olarak izleyebiliriz, hareketin küçücük kemikler zinciri aracılığıyla başka bir zara ve sonuçta salyangoz içindeki, yukarıda anlatılan, çeşitli boylarda liflerden oluşan zarın bölümlerine nasıl iletildiğini görebiliriz. Böyle titreşen bir lifin temasta bulunduğu sinir lifinde elektriksel ve kimyasal bir iletim sürecini nasıl başlattığı konusunda bir anlayışa ulaşabiliriz. Bu serebral kortekse iletimi izleyebilir ve burada olan şeyler hakkında nesnel bir bilgi bile edinebiliriz. Ama, bilimsel resmimize basitçe alınmış olmayan ve sadece, kulak ve beyninden söz ettiğimiz kişinin aklında, şu ‘ses olarak kaydediliş’e hiçbir yerde rastlamayacağız.
Dokunma, sıcak ve soğuk, koku ve tat duyumlarını da aynı biçimde tartışabiliriz. Son ikisi, kimi kez, görsel duyumla ortaklaşa sahip olarak, denildiği gibi, kimyasal duyular (koku alma, gaz maddelerle, tat alma, sıvı maddelerle sınav veriyor), olası sonsuz sayıda uyarıyı sınırlı birçok çeşit duyum niteliği ile yanıtlar, tat alma durumunda: acı, tatlı, ekşi ve tuzlu ve onların özel karışımları. Sanırım, koku alma tat almadan daha çeşitlidir ve özellikle belli hayvanlarda insanda olduğundan daha çok gelişmiştir. Fiziksel ve kimyasal uyanların, duyumu önemli oranda düzelten nesnel özellikleri, hayvanlar aleminde oldukça çok değişiyor gibi görünüyor. Örneğin, anlar morötesine ulaşan bir görme gücüne sahipler; onlar gerçekte trikromattırlar (morötesine yeterince dikkat edilmeyen eski deneylerden sanıldıkları gibi dikromat değil). Anlann, oldukça yakınlarda von Frisch’in Münih’de ortaya çıkardığı gibi, ışık polarizasyonu izlerine özellikle duyarlı olmalan gerçekten ilginçtir; bu onların, şaşırtıcı bir titizlik içinde güneşe göre yön belirlemelerine yardım eder. İnsanoğlu için tam polarize ışık bile polarlanmamış, olağan ışıktan farksızdır. Yarasaların, insanın duyma gücünün üst sınırlannın çok ötesindeki olağanüstü yüksek frekanslı titreşimlere (‘ultra ses’) duyarlı oldukları bulunmuştur; onlar bunu kendileri üretir ve engellerden korunmak için bir tür ‘radar’ olarak kullanırlar. İnsanın sıcak ya da soğuk duyusu ‘les extrêmes se touchent*(kendiliğinden dokunma) nın acayip özelliğini sergiler: çok soğuk bir nesneye bilmeden dokunursak, bir an için sıcak olduğunu ve parmaklarımızı yaktığını sanırız.
Yirmi ya da otuz yıl kadar önce A.B.D. ’de kimyagerler acayip bir bileşik buldular, kimyasal adını unuttum, beyaz bir toz, bazı kişiler tatsız, bazılarıysa şiddetli acı buluyorlar. Bu olay büyük bir ilgi uyandırdı ve etraflıca araştırıldı. ‘Tatlandırıcı’ olma niteliği (bu özel madde için) bireyin aslında vardır, başka herhangi bir koşula aldırış etmez. Dahası, kan grubu karakteristikleri kalıtından tanıdık Mendel yasaları uyarınca, kalıtsaldır. Tıpkı İkincide olduğu gibi, avantaj ya da dezavantaj olarak kabul edilemeyeceği sizin ‘tatlandırıcı’ ya da ‘tatlandırmayla* olmanızla örtülü olarak ortaya çıkar. Sanırım tatlandırıcınınki heterozigotta baskın iki ‘alel’den biridir. Rastgele bulunmuş bu maddenin eşsiz olması bana olanaksız görünüyor. ‘Farklı tatlar alma’ tamamıyla genel biçimde ve çok gerçek bir anlamda çok olanaklıdır!
Şimdi yeniden ışık durumuna dönelim ve üretilme yolunu ve fizikçinin onun karakteristiklerini bulup çıkarma tarzını biraz daha derinden araştıralım. Işığın genellikle elektronlar, özellikle de bir atomda çekirdek çevresinde ‘birşeyler yapan’elektronlar tarafından üretildiği bilgisinin çoktandır ortak olduğunu varsayıyorum. Bir elektron ne kırmızı ne mavi ne de herhangi başka bir renktedir; hidrojen atomu çekirdeği, proton için de durum aynıdır. Ama ikisinin hidrojen atomunda birleşmesi, fizikçilere göre, kesinlikle soyut bir dalga boyları dizisinde elektromagnetik radyasyon (ışınım) üretiyor. Bu radyasyonun homojen (türdeş) bileşenleri, bir prizma ya da optik bir kafesle ayırıldığı zaman gözlemcide, genel karakteri onların kırmızı, yeşil, mavi olmadıklarını, aslında söz konusu sinirsel öğelerin uyarılmış olmalarından dolayı renk sergilemediklerini kesinlikle söylemeye yetecek kadar iyi bilinen belli fizyolojik süreçler aracılığıyla kırmızı, yeşil, mavi, mor izlenimleri uyarıyor; beyaz ya da gri, ya uyarılmış sinir hücreleri sergiler ya da, sinirlerin sahibi olan bireyde, onların uyarmasına eşlik eden renk duyumu bakımından kesinlikle anlamsız değildir.
Yine de hidrojen atomu radyasyonu ve bu radyasyonun nesnel, fiziksel özellikleri hakkındaki bilgimiz, hidrojen buharı alevinden elde edilen spektnım içinde belli konumlardaki renkli spektral¡ hatları gözleyen binlerinden kaynaklanmıştır. Bu, ilk bilgiyi sağladı ama tam bilgi anlamında değil. Ona ulaşmak için bir anda duyular elenmeye başlamalı ve onu bu karakteristik örnekte izlemek önemlidir. Renk, kendi içinde size dalga boyu hakkında hiçbir şey söylemez; aslında biz önce, söz gelimi, sarı bir spektral çizginin fizikçi anlayışında ‘monokromatik’ olmayabileceğini, ama spektroskopumuzun bunu önleyecek yapıda olduğunu bilmiyorsak, birçok farklı dalga boyundan oluştuğunu görürüz. O, belli bir dalga boyundaki ışığı spektrumda belli bir konumda toplar. Işık hangi kaynaktan gelirse gelsin orada her zaman tam aynı rengi alır. Öyle de olsa renk duyumunun niteliği fiziksel özelliği, dalga boyu ve fizikçiyi tatmin etmeyecek olan, renkleri ayırt etmede görece zavallılığımızı göstermekten başka hiçbir ipucu vermez. A priori (deneyden önce), aslında başka bir yolu dolaşacak yerde, mavi duyumunun uzun dalgalar ve kırmızının kısa dalgalar tarafından uyarılmış oldukları düşünülebilir.
Herhangi bir kaynaktan gelen ışığın fiziksel özellikleri bilgimizi tamamlamak için özel bir tür spektroskop kullanılmış olmalıdır; analiz bir difraksiyon (kırınım) kafesiyle başarılmıştır. Prizma yapamayabilirdi çünkü farklı dalga boylannın hangi açı altında yansıyacaklannı önceden bilmiyorsunuz. Onlar farklı materyalden yapılma prizmalar için farklıdırlar. Aslında, a priori, prizmayla, daha güçlü sapmış radyasyonun, gerçek durumda olduğu gibi, daha kısa dalga boyuna ait olduğunu bile söyleyemezsiniz.
Difraksiyon kafesi kuramı prizmanınkinden çok daha basittir. Işık hakkındaki temel fiziksel kabulden -onun sadece bir dalga olayı olması- eğer kafesin her inçi başına (genellikle birkaç bin düzeyindedir) eşit uzaklıktaki yarıkların sayısını ölçtüyseniz, verilen bir dalga boyu için tam sapma açısını söyleyebilir ve bundan dolayı, tersine, sapma açısı ve ‘kafes sabiti’nden dalga boyunu çıkarabilirsiniz. Bazı durumlarda (özellikle Zeeman ve Strak etkilerinde) spektral çizgilerin kimisi polarlanmıştır. İnsan gözünün tamamıyla duyarsız olduğu bu konuda fiziksel betimi tamamlamak için ışık demetinin yolu üzerine, onu çözümlemeden önce, bir polarlayıcı (polarizer) (Nikol prizması) koyun; Nikol, ekseni çevresinde yavaşça döndürüldüğünde belli çizgiler söner ya da Nikol’ün, onların toplu ya da kısmi polarizasyon doğrultusuna (ışın demetine dik açılı) giren, belli yönelişleri için en küçük parlaklığa iner.
Bu teknik, bir kez tam olarak geliştirilince görülebilir bölgenin çok ötesine yayılabilir. Parıldayan buharların spektral çizgileri kesinlikle, fiziksel olarak seçkin olmayan görülebilir bölgeyle sınırlı değildir. Çizgiler uzun, kuramsal olarak, sonsuz diziler oluşturur. Her bir dizinin dalga uzunlukları, ait oldukları diziler, görülebilir bölgede olanları dikkate almadan, her tarafta düzen içinde bulunduran bir oranda basit bir matematik yasayla bağlantılıdır. Bu seri halindeki yasalar başlangıçta ampirik olarak bulunmuşlardı, artık kuramsal olarak kavrandı. Görülebilir bölge dışında, gözün yerini, doğal olarak, bir fotoğraf plağı alıyor. Dalga boyları salt uzunlukların ölçülmesi anlamına geliyor: önce, ilk ve son kez, komşu yarıklar arasındaki uzaklık demek olan kafes sabitinin (her birim uzunluk başına yarık sayısının karşıtı), sonra cihazın bilinen boyutlarıyla birlikte, sapma açısının hesaplanabileceği, fotoğraf plağındaki çizgilerin konumlarının ölçülmesi.
Bunlar iyi bilinen şeyler, ama genel öneme sahip, hemen hemen her fiziksel ölçüme uygulanan iki noktayı vurgulamak istiyorum.
Burada bir oranda ayrıntılarına girdiğim işlerin durumu çoğu kez, gözlemcinin yerini giderek daha çok incelikle hazırlanmış cihazların aldığı arıtılmış ölçme tekniği adıyla betimlenmiştir. Şimdi, içinde bulunulan durumda bu kesinlikle doğru değildir; çünkü gözlemci yavaş yavaş yer değiştirmiş değil, başlangıçtan beri öyledir. Demek istiyorum ki gözlemcinin olgudan edindiği renkli izlenim fiziksel doğası için en önemsiz ipucu değildir. Belli uzunlukları ve açıları eleyen ve ölçen başlıca aygıt bile, şimdiye kadar, ışığın ve onun elde edilebilen fiziksel bileşenlerinin nesnel fiziksel doğası dediğimiz en kaba niteliksel bilgiyi sunmuş oldu. Ve konuya ilişkin adım budur. Bu aygıt daha sonra, esas bakımından her zaman aynı kalarak, yavaş yavaş geliştirildi, bilgi kuramı açısından önemsiz, ama büyük ilerleme başarıldı.
İkinci nokta gözlemcinin hiçbir zaman aygıtlarla tamamıyla yer değiştirmemiş olmasıdır; çünkü öyle olaydı, açıkçası, hiçbir bilgi elde edemeyebilirdi. Aygıt yapılmalı ve, ya yaparken ya da sonra, boyutları dikkatle ölçülmüş ve hareketin tam amaçlandığı gibi olduğunu araştırmak için hareketli parçalar (diyelim bir destek kolu konik bir mil çevresinde dönüyor ve dairesel bir açılar skalası boyunca kayıyor) üzerinde sınanmış olmalı. Bu ölçüm ve sınamaların kimisi için fizikçinin aygıtı yapıp satan fabrikaya güveneceği doğru; ama yine de bütün bu danışma dönüp dolaşıp canlı bir kişi ya da kişilerin algılama duyusuna dayanıyor, bununla birlikte işi kolaylaştırmak için birçok incelikli aygıt kullanılmalıdır. Sonuç olarak, gözlemci, araştırması için aygıt kullanırken, onlar üzerinde okumalar yapmak zorundadır, bunlar dolaysız ya da mikroskop altında ölçülmüş ya da fotoğraf plağına kaydedilmiş spektral çizgiler arasındaki açı ya da uzaklık okumaları olabilir. Bu çalışmayı birçok yardımcı aygıt kolaylaştırabilir, örneğin saydamının, plağa fotometrik kaydı, üzerinde çizgi konumlarının kolayca okunabildiği büyütülmüş bir diyagram üretir. Ama bunlar okunmalıdır! Sonuçta gözlemcinin duyulan işe girişmeli. En dikkatli kayıt, gözden geçirilmediği zaman bize hiçbir şey söylemez.
Böylece işin bu tuhaf yanına geri dönüyoruz. Olgunun dolaysız bedensel algılanması, onun nesnel fiziksel doğası (ya da biz çoğunlukla öyle diyoruz) hakkında bize hiçbir şey söylemezken ve bir bilgi kaynağı olarak başlangıçtan ıskartaya çıktığı halde sonuç olarak yine tamamıyla, hepsi dolaysız bedensel algılamayla elde edilmiş, tam bir çeşitli bilgiler dizisi üzerine dayanan kuramsal bir resim elde ediyoruz. O, onlar üzerine oturuyor, onların parçalarından oluşmuş ama yine de onları içerdiği gerçekten söylenemiyor. Resmi kullanırken, tamamıyla genel tarzda, ışık dalgası fikrimizin rastgele bir saplantı buluşu olmayıp deneye dayandığını bilmemiz dışında, çoğunlukla onları unutuyoruz.
Bu gidişatın İ.ö. beşinci yüzyılda, size var olanlara kıyasla çok azı hakkında birşeyler anlattığım, (en basit biçimleriyle bizim zamanımızda kullanıldılar) fızjkscl ölçüm aygıtlarının hiçbirini bilmeyen büyük Demokritos tarafından açıkça kavranmış olduğunu, keşfettiğim zaman kendi hesabıma, çok şaşırdım.
Galenos (Claudius Galenus), içinde Demokritos’un duyularla (a ıaB îia e ıÇ ), aklın (S ıa v o ıa ) ‘gerçek’ nedir konusunda tartışmasını gösteren bir parçasını (Diels, fr.125) bize saklamış. Akıl şöyle diyor: ‘Görünüşte renk vardır, görünüşte tatlılık, görünüşte acılık, gerçekte atomlar ve boşluk’, duyular karşılık veriyor: ‘Zavallı akıl, kanıtını bizden ödünç almışken bizi yeneceğini mi sanıyorsun? Zaferin senin yenilgindir.’
Bu bölümde, bilimlerin en alçakgönüllülerinden, başlıca fizikten alınmış basit örneklerle şu iki genel gerçeği karşılaştırmaya çalıştım (a) bilimsel bilginin tamamı algılama duyusuna dayalıdır ve (b) bununla birlikte bilimsel doğal süreçlerin görüşleri bedensel niteliklerden yoksun oluştu, o nedenle de bu ikinci için hesaba katılamaz. İzninizle genel bir yorumla bitireyim.
Bilimsel kuramlar gözlemlerimizin ve deneysel bulgularımızın incelenmesini kolaylaştırmaya hizmet ederler. Akla yakın oranda geniş bir gerçekler grubunu anımsamanın, en azından onlar hakkında ilkel kuramsal bir resim biçimlendirilmeden önce, ne kadar zor olduğunu her bilim adamı bilir. O, bu nedenle az şaşırtıcıdır, ve kesinlikle, biçimlendirilmiş haklı olarak tutarlı bir kuramdan sonra, yalın gerçekleri betimlemeyen onları kuran ya da okuyucuya iletmek isteyen, ama onları bu kuram ya da kuramların terimleriyle giydiren özgün bilimsel raporların ya da elkitaplarının yazarlarına yüklenmiştir. Bu yöntem, gerçekleri iyi düzenlenmiş bir kalıp içinde hatırlamamız için yararlıyken, gerçek gözlemlerle onlardan doğan kuram arasında fark gözetmeyi yok etmeye yönelir. Ve ilki daima bedensel bir nitelik olduğu için, kuramların bedensel niteliklerden sorumlu oldukları kolayca düşünülür; asla öyle olmadıkları halde.
Erwin Schrödinger, Yaşam Nedir?, s.187-198