KÖTÜLÜK PROBLEMİ ÜZERİNE
İnsan yeryüzüne veya beşeriyet âlemine baktığında, iyi ve güzel şeylerin kötü ve çirkin şeylerle birlikte bulunduğunu görür. Bazı varlıklar yahut meydana gelen bir kısım olaylar insanı mutlu ederken, diğer bir kısmı ona acı ve ıstırap çektirir.
Benzer olarak bolluk ve refahın yanı sıra kıtlık ve kuraklıklar da eksik olmamış, sağlık ve sıhhatin yanında hemen her zaman hastalık ve sakatlıklar da yerini almıştır. Beşeriyet bazen salgın hastalıkların pençesine yakalanmış, bazen deprem ve sel gibi doğal afetlerle mücadele etmek zorunda kalmış, bazen de zorba ve despot yöneticilerin elinde esir hâle gelmiş/getirilmiştir. Bütün bu kötülükler, felaket ve musibetler insanın huzurunu kaçırmış, ona zarar vermiştir.
İşte kötülük problemi de kemal sıfatlarıyla muttasıf bir İlah’ın bu kadar kötülüğü ne hikmete binaen yarattığı veya bunlara niçin müsaade ettiği sorusunun ontolojik, epistemolojik, psikolojik, dinî ve ahlakî açılardan ele alınıp incelenmesidir. (1) Teodise ise hem her şeye gücü yeten hem de sonsuz iyilik ve adalet sahibi olan bir Tanrı ile kainattaki kötülüklerin varlığını uzlaştırma adına ortaya konulan izahların genel adıdır. (2)
FİLOZOFLARIN VE KELAMCILARIN ÇALIŞMALARI
Kötülük problemi hakkındaki tartışmaların bilinen tarihi Platon ve Aristo’ya kadar gider. (3) Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi İslâm düşünürleriyle, İmam Eş’âri, İmam Maturudî, İmam Nesefî ve İmam Gazzalî gibi kelâm âlimlerinin ortaya koydukları fikirler, kötülük tartışmalarının ana çerçevesini belirlemiştir. Bediüzzaman Said Nursi’nin de kötülük probleminin anlaşılması, açıklanması ve çözülmesinde çok önemli katkılarının olduğunu belirtmek isteriz. Nursi, biraz da yaşadığı çağın şartlarının etkisiyle bu probleme ayrı bir önem vermiş, meseleye çok farklı pencerelerden bakmış ve konu etrafında oldukça tatminkâr ve doyurucu açıklamalar ortaya koymuştur. Biz de yeri geldikçe bu açıklamaları vermeye çalışacağız.
YOL AÇTIĞI BAZI TEOLOJİK SORUNLAR
Deistlerin, “evreni yarattıktan sonra kendi hâline bırakan bir Tanrı anlayışı”na sahip olmalarının altında yatan nedenlerden birisi de kötülük problemine kendilerince bir çözüm getirme çabasıdır.
Benzer olarak yeryüzündeki zulüm, kötülük ve acıları ilim, kudret ve iyilik sahibi tek bir İlâh’ın varlığıyla telif edemeyen veya iyilikleri yaratan bir İlah’ın kötülükleri de yaratacağını akıllarına sığdıramayan bazı din ve mezhepler (seneviyye/düalistler), iyilik ve kötülük (nur ve zulmet) için iki ayrı Yaratıcının varlığı düşüncesine kapılmışlardır.
Kitaplarında bu mevzuya en fazla yer veren Mutezile mezhebinin, sırf Allah’ı kötü sıfat ve fiillerden tenzih etme adına insanı kendi fiillerinin “hâlıkı-yaratıcısı” olarak görmelerinin altında da teodise problemi vardır.
KÖTÜLÜĞÜN BİR PROBLEM HÂLİNE GELMESİNİN BAZI NEDENLERİ
Yeryüzündeki kötülüklerin ateizm, deizm ve agnostisizm ve benzeri düşüncelerin başlıca dayanaklarından biri haline gelmesinin veya filozoflar açısından işin içinden çıkılamayan bir muammaya dönüşmesinin en önemli sebebi, marifetullah bilgisi konusundaki eksiklikler veya yanlış çıkarımlardır.
Bu mevzuda vahyin bilgisine başvurmayan filozoflar, Yüce Yaratıcıya esma-i hüsna ve sıfat-ı sübhaniye penceresinden bakamamışlardır. Zihinsel kurgulara, zan ve tahminlere dayalı spekülatif yorumlarla Allah’ın icraat ve tasarruflarını anlamaya çalıştıkları için yanlış vadilerde dolaşmışlardır. Varlığın metafizik boyutunu görmezden gelerek kötülüğün varlığını sadece zihnî ve mantıkî bir problem olarak algılayanlar ve gördükleri kötülükleri salt mantıkî argümanlarla açıklamaya çalışanlar işin içinden çıkamamışlardır. Yaratıcı ile yaratılan arasındaki farkı yeterince ayırt edemediklerinden, kendilerine kıyasla Allah ile ilgili hükümlere ulaşmışlardır.
Allah’ın varlığı yaratma yahut insanoğlunu dünyaya gönderme maksadının, dünyanın mana ve mahiyetinin, ahiretin varlığının, imtihan gerçeğinin gözden kaçırılması da problemin doğru bir zeminde tartışılmasına engel olmuştur. Beşeri, ölümünden sonra çürüyecek ve bir daha dirilmeyecek bir varlık olarak gören ateistlere göre insan haliyle bütün arzu ve isteklerini burada gerçekleştirmeli, mutlu ve mesut bir hayat yaşamalıdır. Hiçbir belayla karşılaşmamalı, hastalıklara maruz kalmamalı, sıkıntı ve acı çekmemelidir. Bu da haliyle ateistlerin beşerin huzurunu kaçıran her şeyi “kötü” olarak nitelemelerine sebep olmuştur.
Dünyaya, hadiselere ve olgulara bütüncül bakamama, cüz’i olayların bütün içinde ifade ettiği anlamı görememe, doğru bakış açısını belirleyememe de bizleri kötülükleri anlama ve anlamlandırmada yanlış yargılara sevk etmektedir.
Ne yazık ki çoğu zaman görünüşe aldanıyor, hükümlerimizi sadece eşya ve hadiselerin zahiri yüzlerine bina ediyor, varlığın sadece bize bakan yönüyle ilgileniyoruz. İşte bu da bizi gerçeğin bilgisinden uzaklaştırıyor. Bediüzzaman’ın “İnsan hem zahirperest hem bencil olduğundan zahire bakıp çirkinliklere hükmeder… Bize görünen çirkin mahlûkların ve hâdiselerin zâhirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli sanat ve yaratılışına bakan güzel yüzler var ki, Sâni’ine bakar ve çok güzel perdeler var ki hikmetleri saklar ve pek çok zâhirî düzensizlikler ve karışıklıklar var ki pek düzenli bir kudsi yazılardır…” (4) şeklindeki tespiti tam olarak buna işaret ediyor.
Egoist, haz ve menfaate düşkün yapısı dolayısıyla insan çoğu zaman olayları sadece kendine dokunan fayda ve zarara göre değerlendiriyor. Varlığın, ekosistem içerisinde yerine getirdiği işlevi, sanat ve yaratılışındaki güzellikleri, Allah’ın isimlerine bakan yüzünü göremiyor. Kötülüklerin değerlendirilmesindeki aşırı beşer-merkezci yaklaşım veya ilahî düzlemin gözden kaçırılarak her şeyin sadece beşerî düzlemde ele alınması, bizi kâinatta işleyen küllî nizam ve ilahî plandan koparıyor.
Nefsin, devamlı rahat peşinde koşması, kendisine rahatsızlık veren problem ve yoksunluklardan hoşlanmaması da onu, olaylar hakkında sübjektif yargılar vermeye sevk ediyor. Hatta beşer yine bu egoist karakterinden ötürü işlediği cürümlerin faturasını Yüce Yaratıcıya yükleme veya kendi sorumluluklarından kaçma adına yer yer Allah’ı suçlama yoluna gidebiliyor. Bazı insanların gerek karamsar (pesimist) bir yaklaşım sergilemesi gerekse yaşadıkları zorluk ve sıkıntıların onları böyle bir tabiata bürümesi de sadece olumsuzlukları görmelerine sebep oluyor. Sonuç olarak konunun kendi zemininin dışına çıkarılmasında akıl ve mantığın yanında psikolojik faktörlerin de önemli bir yeri vardır.
İşte tüm bu nedenlerden ötürü kötülüklerin güzel ve faydalı tarafları görülemiyor, onların yaratılmasının arkasında yatan hikmetlere vâkıf olunamıyor. Aslında bir anlamlandırma ve ahlâk sorunu olan kötülük problemi, metafizik boyuta taşınarak bir varoluş problemi gibi algılanabiliyor.
Yeryüzündeki kötülüklerin dinî, itikadî ve felsefî açıdan içinden çıkılmaz bir sorun haline getirilmesinin ehemmiyetli bir sebebi de, sınırlı ve az bir bilgiye sahip olan insanoğlunun, sonsuz ilim, kudret ve irade sahibi bir Yaratıcının icraatları hakkında nihai ve kesin hükümler vermeye cür’et etmesidir. Oysaki varlık, yaratılış ve olaylar hakkında bildiklerimiz, bilmediklerimize nispetle denizde damla kadar bile değildir. Aklın, bilhassa insan-varlık ve Allah arasındaki ilişki, dünya-ahiret münasebeti ve kader sırrı gibi imana ait konular hakkında tek başına kesin izahlar getirmesi mümkün değildir. Örneğin ruh konusundaki “Size pek az ilim verilmiştir” (5) ayeti de insan bilgisinin sınırlılığına işaret eder. İşte bu nedenledir ki salt akılla, materyalist ve pozitivist düşüncelerle yola çıkanlar bu denizde boğulmuşlardır.
Diğer taraftan herhangi bir şeyin işe yararlılığı, işlevselliği, fayda ve zararı, iyilik ve kötülüğü hakkında isabetli bir değerlendirme yapmak isteyen insanın; onun niçin yapıldığını, gaye ve hedefinin ne olduğunu bilmesi gerekir. Örneğin askerlikle ilgili hiçbir bilgisi olmayan bir kimse komando eğitiminin yapıldığı bir kışlaya giderek askerlerin zorlu ve ağır antrenmanlarına şahit olsa, komutanların askerlere eziyet verdiğini, hatta işkence yaptığını düşünür. Benzer olarak spor salonuna giden bir insan vücut geliştirmek için ağır tempoda çalışan sporcuların ne yaptıklarını ve amaçlarını bilmese, onların kendilerine işkence yaptıklarını zanneder.
Aynen bu misallerde olduğu gibi eşya ve olayların iyilik ve kötülüğü hakkında isabetli değerlendirmeler yapabilmek de Allah’ın varlık âlemini yaratmadaki nihai maksadına vâkıf olmayı gerektirir. Fakat beşeriyet salt akılla hiçbir zaman buna bütünüyle muttali olamayacağı için, konu etrafında yapılan değerlendirmeler her zaman tartışmaya açık kalacaktır.
Salt akılla kötülüklerin yaratılmasının, zulüm ve vahşetlere izin verilmesinin arkasında yatan hikmetleri bütünüyle kavrayamayız. Esma-ül Hüsna'nın nasıl tecelli ettikleri veya kader ve şer ilişkisinin nasıl gerçekleştiği konusunda konuyu akla yaklaştıran önemli açıklamalarımız olsa da bunları salt akılla temellendiremeyiz. Bu nedenle kötülüklerin varlığı hakkında ne kadar rasyonel izahlar sunarsak sunalım, ortaya koyduğumuz argümanlar mutlak ve bağlayıcı olmayacaktır. Somut maddî varlıklar hakkındaki bilgilerimiz dahi oldukça sınırlıyken, metafizik âlemlerle sıkı irtibatı olan böyle kompleks bir meselenin bütün boyutlarıyla çözümü salt akılla mümkün değildir. Mümkün olsaydı konu etrafındaki tartışmalar asırlardır devam edip gitmezdi.
Gizem ve sırlarla dolu bir âlemde hayat süren insanoğlunun ilahî hikmete dair her şeyi anlama gibi bir vazifesi olmadığı gibi, böyle bir şey mümkün de değildir. Kur’an’ın naklettiği Hz. Musa ile Hz. Hızır kıssası da bir açıdan bu gerçeği ifade eder. Bilgi ve aklımızın sınırlarını gösterir. Hadiselerin, rasyonel çıkarımlarımızı aşkın boyutları olabileceğine, bu nedenle zahire göre hüküm vermenin bizi doğru olmayan sonuçlara götürebileceğine işaret eder.
Tüm bu nedenlerle kötülük problemiyle ilgili olarak da salt akıl yoluyla çözümü mümkün olmayan bir takım gizemler kalabilir. Sırf bu yüzden Yaratıcının varlığı ve birliğiyle ilgili şüpheye düşmek veya O’nun kemal sıfatlarına uygun olmayan düşüncelere kapılmak hiçbir şekilde makul görülemez. Bunlar iman problemine neden olacak derecede açmaz ve çıkmazlar değildir. Zira kemal sıfatlara sahip bir Yaratıcının varlığı ile kötülükler arasında çelişki görmek bütünüyle “bakış açısı” ve “yorumla” alakalı bir konudur. “İyi ve güçlü bir Tanrının şerleri önlemesi gerektiği” ön kabulüne dayanır. Oysa böyle bir varsayımın doğruluğunu ispatlayan hiçbir delile sahip değiliz.
Konu etrafında önemli görüşler ortaya koyan Kant da bu problemin, felsefe ve aklın imkânları içerisinde çözümünün mümkün olmadığını itiraf etmiştir. (6) Benzer olarak İbn Sina, varlığı tamamıyla kavramaya gücünün yetmeyeceği gerekçesiyle beşeriyetin, ilahî hikmetin künhüne vâkıf olamayacağını düşünmüştür. (7) Mâtürîdî, belirli bir ilahî fiilde hikmet ve sefeh yönünün tam olarak kavranmasının insanın idrak sınırlarını aştığını düşünür. Mâtürîdî meseleye bizzat insanın bilme imkânı açısından bakarak tek bir şey hakkında zulüm-adalet ve hikmet-sefeh gibi zıt hükümler
verebilmenin gerçekte insanın bilme imkânlarının yetersizliğinden kaynaklandığını
düşünmektedir. Ona göre nesnelerde algılanan hâl değişimlerinin bütün sebeplerini kavrayarak
onlardaki hikmet ve sefehin hakikatini hiçbir insan bilemez. Bilgi iddiasının olduğu her
durumda, insana gizli kalan bir yönün bulunma ihtimali daima mevcuttur. Buradan hareketle
Mâtürîdî, fayda ve zararı dikkate alarak fiilin hikmet veya sefeh olduğunun
belirlenemeyeceğini, çünkü bir fiildeki hikmet yönünün, bütün fiillerde tam olarak tespit
edilebilir bir durum olmadığını düşünür. Mâtürîdî’ye göre kulun, “ilke seviyesinde değil de
tek tek şeyler seviyesinde Allah’ın yapması gereken hakkında konuşması” abestir ve bu türlü
sözlerin hiçbir anlamı yoktur. (8) Tüm bu nedenlerden ötürü imtihan sırrını ve ahiretin varlığını hesaba katmadığımız takdirde, şer konusunda öne sürülen pek çok soruyu akıl ve mantık açısından objektif bir şekilde çözüme kavuşturmak mümkün olmayacaktır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin şu tespiti de bu gerçeğe işaret eder: “Masum bir insana veya hayvanlara gelen felaket ve musibetlerde, beşer fehminin anlayamadığı bazı sebepler ve hikmetler vardır.” (9)
Ne var ki Yaratıcının kötülükleri neden yarattığı yahut bunlara niye müsaade ettiğiyle ilgili kesin ve bağlayıcı çözümler ortaya koyamamamız, bu konuda hiçbir görüş ve açıklamamızın olmadığı anlamına gelmez. Bu mevzuda vahiy bilgisinden ve aklî istidlallerden yola çıkarak her zaman ikna edici ve akla kapı aralayıcı izahlar getirmek mümkündür ve nitekim getirilmiştir. Örneğin kötülüklerin, kudret ve iyilik sahibi bir Yaratıcının varlığıyla hiçbir şekilde çelişmediğini bunların arka planındaki bir kısım hayır ve güzelliklere bakarak anlayabiliriz. Yeryüzünde kötülüklerin var olmasının ehemmiyetli hikmetleri bulunduğunu kavrayabiliriz. Hiç olmazsa kötülüklerin izahı karşısında aciz kaldığımız yerlerde, kötümserlik ve nihilizme kapılmak yerine, Allah hakkındaki bilgimiz sayesinde meseleyi ilahî hikmet ve adalete havale edebiliriz. Esasında bizim için önemli olan da bu gibi konulardır.
Âlimler, yeryüzünde neden hayır ve güzelliklerle beraber şer ve çirkinliklerin de bulunduğuna dair çeşitli cevaplar vermişlerdir. Aslında Kur’an da bela ve musibetlerin varlığını tek bir sebebe bağlamaz; insanın terbiye edilmesi, kötülerin cezalandırılması, iyilerle kötülerin birbirinden ayrılması gibi farklı farklı açıklamalar yapar.
Kötülük problemiyle alakalı mevzulara girmek İslamî olarak mahzurlu mudur?
Dünyadaki acılar, zulümler, felaketler ve kötülüklerle ilgili mevzulara girmek mutlak manada sakıncalı olmasa da bu mevzulara girmenin İslamî olarak bir takım riskli yönleri vardır. Zira konu, tamamen Allah’ın isim ve sıfatlarıyla, icraat ve tasarruflarıyla ilgilidir. Bu alanda fikir üreten, sorular soran veya izahlar getirmeye çalışan bir insan, ağzından çıkan sözlere dikkat etmediği takdirde tehlikeli alanlarda dolaşabilir. Hiç farkına varmadan -haşa- kendini Yaratıcı yerine koyarak O’nun adına kesip biçebilir. Kur’an’ın, Allah’ın tercih buyurduklarından ötürü sorgulanamayacağı şeklindeki açık beyanına (10) muhalif bir tavır takınabilir. “Şöyle olamaz mıydı, böyle olamaz mıydı?” gibi bir kısım farazi çıkarımlarıyla yaratma ve fiillerinde -haşa- Allah’ı itham edici bir yola girebilir. İnsanlığın maruz kaldığı acı ve kederler karşısında kaderi tenkit edebilir. Her şeyi anlama kuruntusuyla uluhiyet ve rububiyet hakikatine dair boyunu aşkın sözler söyleyebilir. Salt merakın sevkiyle faydasız tartışmalar başlatarak safi zihinleri bulandırabilir.
Öyleyse yeryüzündeki kötülükleri düşünmeyecek ve mevzu etrafında konuşmayacak mıyız? Öncelikle ifade etmek gerekir ki çoğu durumda bu, insanın elinde olan bir şey değildir. Zira beşer olmamız nedeniyle hepimiz, çevremizde cereyan eden kötülükler karşısında müteessir olabilir ve bunların hikmetlerini anlamaya çalışabiliriz. Hastalıkların, harplerin, zulümlerin, felaketlerin mülk cihetine bakan maddî ve zahirî sebepleri yanında, melekût cihetine bakan manevî ve bâtınî sebeplerini merak edebiliriz. Salt olgusal realitelerle yetinmeyerek, olan biten hâdiselerin metafizik açıklamalarına ihtiyaç duyabilir, bunlarla teselli olabiliriz. Dolayısıyla yaşanan problem ve zorluklar karşısında bir izah ve mana bulma kastıyla “Neden?” sorusunu sorabiliriz.
Daha da önemlisi, bazılarının bu problemi nonteizm adına güçlü bir dayanak hâline getirmeye çalıştığı bir dönemde bu konuda sessiz kalınamaz. İmam Gazzali’nin yaklaşımıyla, bu ve benzeri tereddütlerden uzak bir şekilde teslimiyet ve tevekkül içerisinde bir yaşam süren insanlara bu tür tartışmalı kelamî meselelerden bahsetmek doğru olmasa da; halihazırdaki şüphe ve tereddütlerin zihinlerden izale edilmesi ve dine yönelik sorulara ikna edici cevapların verilmesi önemli bir dinî vazifedir. Dünyada işlenen korkunç zulüm ve kötülüklere Allah’ın nasıl olup da müsaade ettiği, kullarını niçin eşit şartlarda imtihana tâbi tutmadığı veya hangi gerekçeyle tâbi afetlerde binlerce masum insanın vefat ettiği gibi sorular karşısında gençlerin ateizm ve deizme yöneldiği veya şüphelere kapıldığı bir dönemde mutlaka bu gibi meselelere makul cevaplar sunulması gerekir.
Sonuç olarak burada esas olan, hangi niyetle kötülük problemi mevzusuna girildiği ve bunun nasıl bir metot ve üslupla tahlil edildiğidir. Yaşanan hâdiseler arkasında işleyen ilâhî hikmeti ve ilahî adaleti görmeye ve göstermeye çalışmak çok önemlidir. Zira Allah, Hakîm’dir, her işini hikmetle yapar. Bizim vazifemiz de O’nun tercih buyurduklarının arkasında yatan hikmetleri anlamaya çalışmak ve hakkıyla O’na kulluk etme gayretinde olmaktır. Fakat ilahi fiilleri beşeri standartlara göre yargılama veya sorgulama sayılabilecek yaklaşımları tecviz etmek mümkün değildir. Böyle bir yaklaşım, insanın aklını Allah’ın icraatına hakem kılması manasına gelir. Bir teolojik sorunu çözme amacıyla gösterilen çabalar, yeni ve daha büyük problemlere sebep olmamalıdır.
Kötülük problemi mevzusunda ortaya atılan sorulara ilahî isim ve sıfatlar açısından bakan bir mü’min, bunların pek çoğunun gerçek anlamda bir sorun olmadığını düşünür. Zira ona göre Allah, mülkün gerçek sahibi olduğuna göre mülkünde dilediği gibi tasarruf etme hakkına da sahiptir ve bu yönüyle bir kötülükten bahsedilemez. Çünkü bir varlığın hakkı olan bir şeyi yapması kötülük olarak nitelendirilemez.
Allah’ın her şeyi zıddıyla yaratmasının, kudret ve iradesinin kemaline delil olduğunu belirtenler de olmuştur ki bu da göz ardı edilemeyecek bir izahtır. Varlık aleminde iyiyle beraber kötünün, güzelle beraber çirkinin, faydalıyla beraber zararlının, adaletle beraber zulmün, sıcakla beraber soğuğun, uysalla beraber vahşinin vs. var olması bir yönüyle O’nun yaratmasındaki çeşitliliği, gücünün her şeye yettiğini ve mutlak irade sahibi olduğunu gösterir.
Hz. Mevlânâ, bunu şu misalle izah eder: “Mesela, ressam güzellerin
resimleri ve çirkinlerin resimleri olmak üzere iki türlü resim yapar.. Yusuf’un, güzel
hurilerin resimlerini yaptığı gibi, ifritlerin, çirkin iblislerin resimlerini de yapar. Bu
şekilde iki tür resim yapabilmesi onun çirkinliğine değil, ustalığına işaret eder. Çirkini
öylesine çirkin yapar ki, bütün çirkinlikler onun etrafında toplanmıştır. Bu suretle de
bilgisindeki kemâli ortaya koyar. Böylesine maharetli ressamın ustalığını inkâr eden
rezil olur.” (11)
Bazıları, insanların doğdukları ortam, sağlık durumları, kabiliyetleri, zenginlikleri, güç ve konumları gibi yönlerden eşit yaratılmamasını bir kötülük veya haksızlık olarak görebiliyor. Ne var ki bu, epey sığ bir bakış açısıdır, derinlikten ve hakikatten yoksundur. Zira her şeyin gerçek sahibi ve malikinin Allah olduğunu bilen bir insanın, O'nun karşılıksız olarak bizlere ihsan buyurduğu maddî ve manevî nimetler konusunda haksızlık yaptığını iddia etmenin hiçbir temeli olamaz. Zira karşılıksız ihsan buyrulan nimetlerle ilgili olarak insana yakışan, sadece teşekkür olabilir, itiraz değil. Bizi yoktan var eden, hayat ihsan buyuran, eşref-i mahlukat derecesine çıkaran Allah’a karşı şikayet veya itiraz etmemizi gerektirecek ne tür bir hak iddiamız olabilir ki!
Aldığının karşılığında verdiği hiçbir şey olmayan bir durumda kimse haksızlıktan, zulümden ve kötülükten bahsedemez. Allah da hem imtihan sırrının bir neticesi olarak hem de dünya hayatının nizamı adına kullarının bazısına az verir, bazısına çok, dilediği kimsenin rızkını bollaştırır, dilediği kimsenin rızkını ise daraltır. (12)
Bediüzzaman bu konuyu terzi örneğiyle izah eder. “Cenab-ı Hak musibetleri veriyor, belaları musallat ediyor. Özellikle masumlara, hatta hayvanlara bu zulüm değil mi?” sorusuna şöyle cevap verir: “Hâşâ! Mülk Onundur; mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba sanatkâr bir zat, bir ücret karşılığında seni bir model yapıp, oldukça sanatlı yaptığı süslü bir elbiseyi sana giydiriyor; hüner ve maharetini göstermek için kısaltıp uzatıyor, biçip kesiyor, seni oturtup kaldırıyor. Sen ona, ‘Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin, oturtup kaldırmakla bana zahmet verdin’ diyebilir misin? Elbette diyemezsin.” Bu analojinin akabinde Sani-i Zülcelal’in de öncelikle insana oldukça sanatlı bir vücut ihsan ettiğini, sonrasında da çeşit çeşit isimlerinin nakışlarını göstermek, olgunlaştırmak ve kemale erdirmek için onu hastalık, açlık, susuzluk gibi belalara müptela ettiğini, tavırdan tavra gezdirdiğini ifade eder. (13)
İLAHİ İSİMLERİN TEZAHÜRLERİ
Evrene, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli alanı olarak bakıldığında, kötülüklerin varlığını izah etmek hiç de zor değildir. Yeter ki Yaratıcı tasavvurumuzu insanî darlığımıza ve zihinsel kurgularımıza hapsetmeyelim. Aksine peygamberleri ve kutsal kitapları vasıtasıyla bize Kendini nasıl tanıtıyorsa O'nu o şekilde tanımaya çalışalım.
Allah’ın her ismi, kendi tecellisini yansıtacak aynaların varlığını gerektirir. Örneğin Allah’ın eş-Şâfî ve er-Rezzak isimleri, hastalıkların ve rızka ihtiyaç duyanların varlığını iktiza eder. Benzer olarak O, el-Mucîb ismiyle darda kalanlara el uzatırken, el-Bâsıt ismiyle de sıkıntıya düşenlerin yardımına koşar.
Bediüzzaman bu meseleyi şöyle açıklar: “Sen açlıkla onun Rezzak ismini tanıdığın gibi, Şâfî ismini de hastalığında bil. Elemler, musibetler bir kısım esmâsının ahkâmını gösterdikleri için, onlarda hikmetten parıltılar ve rahmetten ışıklar ve o ışıklar içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, ürktüğün ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında sevimli, güzel mânâları bulursun” (14).
Sonuç olarak beşeriyet âlemindeki kötülük gibi zannedilen olaylara Hâlık-mahluk ilişkisi açısından bakıldığında her şey yerli yerine oturur; bunlar vasıtasıyla Allah’ın lütuf ve ihsanları sezilir ve ona karşı şükür ve ubudiyet vazifesi yerine getirilir. İhtiyaç, sıkıntı ve acı içinde kıvranan hiçbir varlığın sahipsiz olmadığı, kendi haline bırakılmadığı, bilakis Allah’ın koruma ve gözetiminde olduğu görülür.
Diğer yandan bazı felsefecilerin sandıkları gibi Allah’ın sadece el-Âlim, el-Berr, er-Rahim, el-Adl, el-Muktedir gibi isimleri yoktur; bunların yanında el-Kahhar, el-Müzill, el-Müntakim gibi celali isimleri de vardır. Ancak Allah’ı bütün isimleriyle birlikte düşünerek doğru bir ilah tasavvuruna sahip olabiliriz. Dolayısıyla “Madem Allah kullarına karşı çok iyi ve çok merhametli, o halde niye kötülüklere izin veriyor?” gibi bir soru, Cenab-ı Hakk’ı sadece bazı cemali isimleri itibarıyla düşünüldüğü için daha baştan yanlış kurgulanmıştır. Allah, yarattıklarına nimet verdiği, rızıklandırdığı, onları affettiği gibi, hak edenleri de farklı farklı yollarla cezalandırır. Eğer kainatta iyiliklerle birlikte kötülükler de var olmasaydı, pek çok ilâhî isim ve sıfat işlevsiz kalırdı ki uluhiyette böyle bir şey imkânsızdır.
Tüm bunlara ek olarak şunu da vurgulamak lazımdır ki, Allah’ın el-Kuddûs, es-Selâm, el-Hamid ve el-Hakîm gibi isimleri hem O’nu her tür eksiklik, kusur, ayıp, hata ve kötülükten tenzih eder hem de Onun fiillerinin bütünüyle iyilik, hayır ve güzellikten ibaret olduğunu ifade eder. Bu isimlere göre her ne kadar dünyadaki bazı varlık ve hadiseler insanlara zarar verse ve onlara elem çektirse de, bunların pek çok hayırlar, faydalar ve lütuflar içerdiğinde şüphe yoktur. Allah’ın pek çok ayet-i kerimede hayır işlemeyi emredip şerri yasaklaması şerden razı olmadığına delildir.
Bunlara ek olarak Allah’ın tüm kemal ve cemal sıfatlarına sahip ve aynı zamanda her tür eksik sıfattan münezzeh olması, yarattığı varlıkların da bu özellikte olmasını zorunlu kılmaz. Aksi yöndeki iddiaların hiçbir rasyonel temeli ve hiçbir tutarlı tarafı mevcut değildir.
Kur’an, şu ayetiyle hayrın da şerrin de Allah’tan olduğunu, yani Allah tarafından yaratıldığını net olarak ifade buyurmuştur: “Kendilerine bir iyilik dokunsa «Bu Allah'tan» derler; başlarına bir kötülük gelince de «Bu senden» derler. «Hepsi Allah'tandır» de.” (15).
Allah’ı kötülüklerden tenzih etme niyetiyle O’nun şerri yaratmadığı, kaza ve kaderde ona yer vermediği şeklindeki görüşleri tasvip etmek mümkün değildir. Çünkü Bediüzzaman Hazretlerinin enfes tabiriyle “halk-ı şer şer değil, kesb-i şer şerdir.” (16) Daha açık bir ifadeyle, kötülüklerin yaratılmasını bir şer olarak niteleyemeyiz; eğer bir şerden bahsedeceksek o da kötülüklerin işlenmesidir. Zira imtihanın bir gereği olarak Allah, insanoğlu iradesini hangi yönde kullanırsa onları yaratıyor. Bu durumun tersi zaten cebir (zorlama) olur ve iradenin bir anlamı kalmazdı. Bu yüzden yaratma yönüyle şer Allah’a nispet edilse de, sebep olma ve işleme açısından insana izafe edilir. Zira şerri isteyen ve ona sebep olan insanın kendisidir. Allah hiçbir zaman şerden razı olmaz.
Filozoflar genellikle kötülükleri ahlakî ve fiziki/doğal kötülükler olmak üzere ikiye ayırır. Ahlakî kötülükler, insanın özgür iradesinden kaynaklanır. Fizikî kötülükler ise insan iradesinden bağımsız olarak tabiatta bulunur. (17) İslâm alimleri, daha ziyade insan iradesinden kaynaklanan zulüm, günah, isyan, fısk, şirk, nifak ve küfür gibi davranışları kötülük olarak nitelerler. Doğal afetlerin, nefisteki menfi duyguların, iblisin, vahşi hayvanların, canlılar arasındaki mücadelenin, sakatlıkların vs. varlığını mutlak şer olarak görmezler.
Aslında insanlık aleminde var olan kötülüklere daha yakından baktığımızda bunların, insanların kendilerine ve birbirlerine verdikleri zararlardan ibaret olduğunu görürüz. Fakat ademoğlu çoğu zaman kendisinden veya hemcinslerinden kaynaklanan tembelliklerin, kötü alışkanlıkların, hadsizliklerin ve taşkınlıkların faturasını Allah’a çıkarmak ister.
Mevzuyu bir misalle izah etmek gerekirse mesela açlıktan ölen insanlardan Allah’ı sorumlu tutar. Oysaki bir adı da er-Rezzâk olan Cenab-ı Hak, yeryüzündeki tüm insanlığa hem de fazlasıyla yetecek kaynakları yaratmıştır. Güneşiyle, toprağıyla, madenleriyle, akarsularıyla, bitki örtüsüyle, yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle yeryüzü yaşam için zorunlu her tür maddeyi içermektedir. Bunları bulup çıkarmak ve adil bir şekilde paylaşmak ise insan iradesine, onun cehd ve gayretine bırakılmıştır. Şayet bir takım insanlar, bu kaynaklara erişemiyor ve yeterince beslenemiyorsa, bunun sebebi insanoğlunun tembelliği, açgözlülüğü veya suistimalleridir.
ALLAH KÖTÜLÜKLERE VE ZULÜMLERE NİYE MÜSAADE EDİYOR?
Burada bazılarının aklına şöyle bir soru gelebilir: “Her ne kadar şerre neden olan insan olsa da onu yaratan Allah’tır. Eğer O dileseydi şerrin işlenmesine izin vermeyebilirdi.”
Allah’ın şer işlemek isteyenlere doğrudan “müdahale ettiğini” farz ettiğimizde, acaba bu ne gibi sonuçlara yol açardı? Hiç şüphesiz bu takdirde insanın başka bir insan, dünyanın da başka bir dünya olması gerekirdi. Yeryüzü; imtihan, hizmet ve kulluk yeri olma vasfını yitirirdi. Sebep-sonuç ilişkilerinden, nedensellik ilkesinden bahsedemezdik. Bu da bilim ve hukukun yok olması anlamına gelirdi. Cennet ve Cehennemin, mükâfat ve cezanın bir anlamı kalmazdı. İnsanın sahip olduğu en önemli nimetler olan akıl ve özgür irade yok olurdu. Bu nedenle insan, iradesiyle tercihte bulunamayan bir varlık seviyesine düşerdi.
Evet, Allah, beşere akletme kabiliyeti vermiş ve istediği tercihleri yapabilmesi adına ona özgür bir irade bahşetmiştir. Beşer, tercihini hangi yönde kullanırsa Allah da onları yaratıyor. Bu nedenle insanlık âlemindeki katliamların, haksızlıkların, vahşetlerin, kötü muamelelerin sorumlusu Allah olamaz; bilakis bunların sorumlusu iradelerini kötülük yolunda kullanan zalim ve mütecavizlerdir. Allah, hikmetinin ve imtihan sırrının neticesi olarak çoğunlukla bunlara bu fani dünyada müsaade ediyor ve onları ahirette çok şiddetli bir cezaya çarptıracağını haber veriyor.
Bu açıklamalardan yola çıkarak, Allah’ın asi ve günahkârlara dünyada hiçbir ceza vermediği şeklinde bir anlam ve sonuç çıkarılmamalıdır. Çünkü Kur’an, kendilerine gönderilen peygamberlere inanmama konusundaki inat ve kibirlenmelerinden ötürü helâk edilen kavimlerin kıssalarıyla doludur. Ne var ki bunlar beşeriyet tarihi açısından istisnai ve bir kısmı itibarıyla mucizevî hâdiseler olup, Allah’ın her günahın cezasını dünyada vereceği veya her zalimi dünyada cezalandıracağı şeklinde genel bir kaide yoktur. Şayet böyle olsaydı, yani fısk u fücura giren bütün insanlar mucizevi olarak cezalandırılmış olsalardı, herkes zorunlu olarak iman eder, kimse günah işlemeye cesaret edemez ve sonuçta imtihan sırrı ortadan kalkardı.
Diğer taraftan, insanın iradesini şer istikametinde kullanabilmesi, hem kendisine hem de başkalarına zarar verebilecek bir potansiyele sahip olması, onun adına bir eksiklik ve kötülük olarak görülemez. Zira Allah, insanın hayır ve iyilik istikametinde bir ömür geçirmesi adına her türlü imkânı ona vermiştir. En başta insanı iyiyle kötünün arasını ayırabilecek akıl sahibi bir varlık olarak yaratmış, insanı kötü duyguların merkezi olan nefse ek olarak her tür iyi huyun merkezi konumunda olan vicdan mekanizmasıyla donatmış, kutsal kitapları ve peygamberleriyle sürekli onun yolunu aydınlatmıştır.
Şunu da vurgulamak gerekir ki şayet Allah, insanın kendi iradesiyle kötülük yapmasına müsaade etmeseydi, onun iradesiyle iyilik yapmasının yolu da kapatılmış olurdu. Zira iyi ve kötü arasında seçim yapamayan bir varlığın yaptığı amellerin, ahlakî açıdan “iyi” olarak vasfedilmesi, onun övgüye medar işler yapabilmesi mümkün olamaz.
Tüm bunlara ek olarak başarısızlıklar, kayıp ve mahrumiyetler sonucunda hissedilen elemler olmasaydı, başarı ve kazanımlar sonucunda hissedilen sevincin de değeri anlaşılamazdı. Sözün özü, kendisine irade hürriyeti verilen insanların yer yer dalalet ve sapkınlık yolunu tutmaları, Allah’ın güç ve iyilik sahibi, adil ve merhametli bir Yaratıcı olmasına zıt bir durum değildir.
Bir takım kimseler olaylara karamsar yaklaşımlarının, içinde yaşadıkları koşulların veya savundukları felsefenin bir neticesi olarak dünyanın kötülüklerle dolu bir yer olduğunu düşünür. Örneğin David Hume, Voltaire, Albert Camus ve Schopenhaur ve benzeri karamsar düşünürler, Leibniz’in içinde yaşadığımız gezegeni “mümkün dünyaların en iyisi” olarak nitelemesine karşı çıkmış, dünyanın acı ve elemlerle dolu bir yer olduğunu, tabiatta canlıların iyiliğini gözeten ne bir düzen ne de bir gaye bulunduğunu öne sürmüşlerdir.
Çeşitli hayır ve faydalar için yaratılan bazı maddelerin, insanın suiistimali neticesinde şer haline gelmesi de onlar hakkında yanlış değerlendirmelere gidilmesine sebep olmuştur. En basit ifadesiyle su ve ateşi düşünecek olursak, bunların sayılamayacak kadar çok faydaları olduğu görülür. Fakat gerekli tedbirler alınmadığı takdirde insanın suda boğulması veya ateşte yanması da muhtemeldir. Benzer olarak yağmur ve güneş, birçok faydaya vesile olmak üzere yaratılmıştır. Fakat dikkatsiz ve tedbirsiz bir takım kimseler yağmurdan veya güneşten zarar görebilir. Yani bunlar bazı küçük zararlara sebep olabilirler. Fakat bu tür olayların gerçekleşmesi ne suyu ne ateşi, ne yağmuru ne de güneşi kötülük olarak görmemizi gerektirmez.
Dünyada kötülüklerin asıl olduğu şeklindeki görüşlerin kabul edilebilir bir yanı yoktur. Zira bu, olana, yaşanmış tecrübelere ve görülenlere terstir. Yüzeysel bir nazarla dahi çevremize baktığımızda iyilik ve güzelliklere nazaran kötülük ve çirkinlerin nispetinin oldukça az ve bunların geçici şeyler olduğu görülür. Bunlar hiçbir zaman kainatta hâkim bir öge hâline gelmemiştir. Mesela insanın sağlıklı yaşadığı günler hastalık günlerine göre, sağlam doğan çocukların oranı sakat doğan çocuklara göre oldukça fazladır.
Tekrar vurgulayalım ki, evrende asıl olan hayırdır; şerler ise belirli amaç ve hikmetleri gerçekleştirmek üzere konulmuş arızi ve cüz’i olaylardır. İbn Sina’nın ifadesiyle bu hikmetli şerleri gül ağacındaki dikenler gibi düşünebiliriz. İbn Sina'ya göre varlıkta şerrin hayra üstün gelmesi veya onların eşit bulunması imkânsızdır. Çünkü bu ilahî hikmete aykırıdır. İyiliğin kötülüğe, hayrın şerre üstün gelmesi ise varlıkta bütünüyle rastlanan ve ilahi hikmete en uygun olan bir durumdur. (18) İbn Rüşd de evrende var olan kötülüklerin arızî ve cüzî olduğunu ve bunların iyilik ve düzeni sağlamak için yaratıldığını ifade etmek için, onları erdemli idarecilerin koyduğu cezalara benzetmiştir. (19)
Hz. Peygamberin doğan her çocuğun fıtrat üzere doğacağını beyan etmesi veya naslardan hareketle çıkarılan beraat-i zimmet (masumiyet karinesi) ile ibaha-i asliyye (mübahlığın asıl olması) kaidesi de varlıkların özü itibarıyla iyi olduğunu ve dünyada galip olan şeyin iyilik olduğunu gösterir. Beşer açısından kötü olarak nitelenen şeyler de ona elem ve zarar vermesi amacıyla değil, daha başka hayırlara vesile olması için yaratılmıştır.
Örneğin nefis ve şeytanın yaratılmasının esas gayesi, insanın manevî yükselişine ve Cennet’e ehil hâle gelmesine vesile olmasıdır. Yalnızca nefsin istekleri peşinde koşan yahut şeytanın hile ve oyunlarına aldanan bazı kimselerin şer peşinde koşmalarına bakarak nefis ve şeytan hakkında hüküm verecek olursak hata ederiz. Zira bunların yanında nefis ve şeytanla mücadelesi vesilesiyle kemâlâta doğru ilerleyen ve rıza-ı ilahiyeye nail olan kimselerin de varlığına bakmalıyız.
KÖTÜLÜĞÜN GÖRECELİ OLMASI
Bu bakış açısına göre evrende mutlak kötülük yoktur. Örneğin İmam Maturidî, yeryüzünde mutlak hayır yahut mutlak şer olan bir şey bulunmadığını; hayırlarda şerrin, şerlerde de hayrın yer aldığını ifade eder. (20) Bediüzzaman’ın şu sözü de aynı noktaya işaret eder: “Musibet her yönüyle şer olmadığı için, bazen saadette felaket olduğu gibi, felaketten dahi saadet çıkar” (21)
Hakikaten “kötü” olarak nitelediğimiz varlık ve olayları daha yakından incelediğimizde, kötülüğün, onların çok farklı yönlerinden sadece biri olduğunu görürüz. Örneğin bir takım kimseler yılan ve akrep gibi zehirli canlıları “şer ve zararlı” olarak görebilir. Oysaki onların hayatını mercek altına alan araştırmacıların nice yaratılış mucizelerine ve sanat harikalarına şahit olduğunu, onlardan faydalanmanın farklı imkânları bulunduğunu günümüzde daha iyi biliyoruz. Benzer olarak bu canlıların ekosistemdeki yerlerini, diğer canlılarla münasebetlerini, hepsinden öte Yaratıcılarına bakan fayda ve maslahatlarını da göz önünde bulunduracak olursak, onları mutlak manada kötü olarak isimlendirmede ne kadar haksızlık yaptığımızı daha iyi anlarız.
Birçok insan fakirliğin kötülük olduğunu düşünür. Hatta kendisini zenginlerle karşılaştıran orta halli bir insan bile yaşadığı şartları bir kötülük olarak düşünebilir. Bunların varlığına rağmen kanaat, iktisat ve tevekkül sayesinde huzurlu bir hayat yaşayan fakirlerin sayısı da az değildir. Sonuçta kötülük problemi, zihinsel ve düşünsel bir problem olduğuna göre, çoğu durumda şu soruyu sormak zorunda kalırız: “Kime göre kötülük!”
Fiziksel alemde her yönüyle kötü olarak niteleyebileceğimiz bir varlıkla karşılaşmak mümkün değildir. Kötülük olarak nitelediğimiz hadiseler çoğunlukla bize göredir, varlıkta işleyen ilahî plana göre herhangi bir kötülükten bahsetmek söz konusu olamaz. Depremler olduğunda biz bundan zarar gördüğümüz için onu “kötü” olarak adlandırırız. Halbuki yerkabuğunun kendini yenilemesi, dağların, bazı madenlerin ve maden sularının oluşması gibi pek çok faydalar depremlere bağlıdır. Tüm bunlara ek olarak insanoğlunun alacağı tedbir ve önlemlerle büyük oranda depremlerin zararlarından korunması da pekâlâ mümkündür. Yani beşeriyet kötülüğün üstesinden gelebilecek güç ve kabiliyette yaratılmıştır.
Allah'ın yarattığı her şeyi güzel yarattığını bildiren Secde Suresi 7. ayet (22) gibi ayetlerden yola çıkan İmam Gazzâlî, âlemin en mükemmel bir şekilde yaratıldığını, şu anki halinden daha mükemmel bir âlemin yaratılmasının söz konusu olamayacağını ifade etmiştir. (23) İmam Gazzâlî bu sözünü söylerken âlemdeki kötülükleri bilmiyor değildir. Fakat O, âlemde az ve izafi kötülüklerin bulunmasını onun en güzel olmasına aykırı görmüyordu. Belki de O, yeryüzünün hayır ve güzellikler yanında bir miktar kötülük ve çirkinlikleri de barındırmasını kemâl açısından gerekli ve kaçınılmaz görüyordu. İhtimal Gazzali’ye göre varlığa bütüncül bir nazarla bakılabilse kötülüğün bizatihi kendisini “kötü” olarak görmek mümkün olmayacaktı. Zira kötülük, salt kötülük olsun diye değil; sonuç itibarıyla neden olacağı daha büyük iyilik ve güzellikler için yaratılmaktadır. Fakat insanoğlu dış yüzleri itibarıyla çirkin olan hâdiselerin altında yatan saklı nimetleri, gizli faydaları ve ilahî maksatları bilemediği için bunları kötü olarak nitelendirir.
Bediüzzaman’ın şu sözleri tam olarak bu manayı ifade eder: “Kâinattaki her şey, her olay, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir veya neticeleri yönüyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım olaylar var ki zâhiri çirkin, düzensizdir. Fakat o görünürdeki perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.” (24)
Yeryüzünde mutlak olarak kötü bir şey var olmadığını vurgulayan Mevlânâ da verdiği misallerle bu görüşünü izah eder. Mesela bazısına ayak bağı olan bir şey diğerine ayak olabilir. Birisi için zehir olan bir şey bir başkası için şeker olabilir. Yılanın zehri insan için ölüm sebebi olsa da yılan için hayat kaynağıdır. Karada yaşayanlara göre deniz ölümdür, deniz canlılarına nispetle ise bağ ve bahçe gibidir. Bir şahıs birine göre şeytan olur, bir başkasına göre ise sultan. (25)
Bir de fıtratını bozan, vicdanı tefessüh eden, yaratılış gayesinden uzaklaşan insanoğlunun verdiği “iyi-kötü” yargıları vardır ki bunların üzerinde durmaya bile gerek görmüyoruz. Örneğin böyle biri, insanın Allah’a kulluk yapmasını, ibadet mükellefiyetlerini yerine getirmesini kötülük olarak görebilir. Ne var ki -teşbihte hata olmasın- İbn Arabî’nin ifadesiyle gübre böceğine göre de gül kokusu kötüdür. (26) Nitekim gübre böceği gül kokusundan hoşlanmıyor diye biz onu kötü olarak niteleyemeyiz.
Kötülük arızî ve göreceli olsa dahi bazılarının aklına, “Hiç olmasaydı daha iyi değil miydi?” sorusu gelebilir. İşte bu aşamada var olan kötülüklerin niçin var olduklarının, onların varlığının ilahî hikmet ve adaletle nasıl bağdaşacağının izah edilmesi gerekir. Yukarıda da belirttiğimiz üzere kötülükler “sırf kötülük olsun” diye yaratılmadıkları gibi, birilerine zarar vermek veya acı çektirmek için de yaratılmamışlardır. Aksine onların altında yatan çok önemli hikmetler vardır. Şerler, kendilerinden çok daha büyük hayır, menfaat ve güzelliklere vesile olmaları için yaratılmıştır.
Bediüzzaman’ın tabiriyle, “Bir şerr-i cüz’i için hayr-ı kesiri terk etmek, şerr-i kesir olur” (27) Yani esas büyük kötülük az şerlerin yaratılması değil, yaratılmamasıdır. Zira cüz'i şerler yaratılmadığı yahut onlara izin verilmediği takdirde büyük hayırlardan mahrum kalınmış olur.
İblisin yaratılma hikmetiyle alakalı Bediüzzaman’ın şu izahları mevzuyu daha iyi kavramamıza yardımcı olacaktır: “Şeytanın yaratılmasında cüz’i şerler ile birlikte birçok küllî hayırlı maksat ve insana kemal yolunu açan nedenler vardır. Evet, bir ağaç, çekirdekten koca bir ağaç olana dek ne kadar çok mertebe geçirirse, insanın mahiyetindeki yeteneklerde de ondan daha çok mertebe vardır. Belki insanın yeteneklerinin zerreden güneşe kadar dereceleri var. Bu yeteneklerin açığa çıkması için elbette bir hareket, bir amel gerekir. İnsanı yükselten o ameldeki zembereğin hareket etmesi mücadele ile olur. O mücadele ise şeytanların ve zararlı şeylerin varlığıyla mümkündür. Yoksa melekler gibi insanların da makamı sabit kalırdı. Bu durumda da insanlıkta binlerce sınıf bulunmazdı. İşte, küçük bir şerrin gelmemesi için binlerce hayrı terk etmek, hikmete ve adalete terstir” (28)
İmam Gazzâlî de her şeye gücü yeten ve kullarına karşı çok merhametli olan yüce bir Yaratıcıyla, hastalıkların, fakr u zaruretlerin, elem ve acıların nasıl telif edilmesi gerektiği şeklindeki bir soruya şu misalle cevap verir:
“Ameliyat edilmesi lazım gelen hasta bir çocuğu düşünelim: Annesi acıdığı için bir türlü onu ameliyat masasına yatırmak, cerrahi müdahalede bulunacak cerraha teslim etmek istemiyor. Babası ise ameliyat olmasında kararlı. Buna şahit olan cahil bir kimse zanneder ki anne, babadan daha merhametlidir. Zira çocuğu için endişelenmekte ve onun ameliyat olmasına kıyamamaktadır. Fakat akıllı bir insan hiç de böyle düşünmez. O, babanın daha merhametli olduğuna inanır. Zira babası çocuğu devamlı çekeceği bir sancıdan kurtaracaktır. Bunun için de geçici acılara katlanmasına razı olmaktadır.”
Konuyla ilgili O'nun verdiği diğer bir misal ise şöyledir: “Kangren olmuş bir el farzedelim. Bu eli kesmek, zahiren her ne kadar kötü görünürse de, bütün bedenin selameti gibi büyük bir mutluluğa vesile olacağından onda nice hayırlar gizlidir. Zira eli öyle kendi haline bırakmak bütün bedenin helakine sebep olur. Bu nedenle şer, olduğundan daha da zararlı ve yaygın bir hal alır. Öyleyse bütün bedenin selameti için bir elden olmak şer değil, bilâkis hayırdır. Eli kesmek bedenin geri kalanını kurtarmak için tercih edilmiştir. Elin kendi uzviyetini kurtarmak için değil de bedenin selameti için kesilmiş olması, esas gayenin el değil de bedenin kurtulması olduğunu ortaya çıkarmıştır.”
Konuyla ilgili O'nun verdiği diğer bir misal ise şöyledir: “Kangren olmuş bir el farzedelim. Bu eli kesmek, zahiren her ne kadar kötü görünürse de, bütün bedenin selameti gibi büyük bir mutluluğa vesile olacağından onda nice hayırlar gizlidir. Zira eli öyle kendi haline bırakmak bütün bedenin helakine sebep olur. Bu nedenle şer, olduğundan daha da zararlı ve yaygın bir hal alır. Öyleyse bütün bedenin selameti için bir elden olmak şer değil, bilâkis hayırdır. Eli kesmek bedenin geri kalanını kurtarmak için tercih edilmiştir. Elin kendi uzviyetini kurtarmak için değil de bedenin selameti için kesilmiş olması, esas gayenin el değil de bedenin kurtulması olduğunu ortaya çıkarmıştır.”
Bu örneklerle birlikte şu izahı da yapar: “Az ve geçici olan acı ve sancılar gelecekte hakiki sağlığa vesile olacaksa dikkate alınmaz. Onlara kötü nazarı ile değil, iyi nazarı ile bakılır. Zira onlar iyinin oluşmasına vesile olacaklardır. Varlık âleminde hayrı içinde barındırmayan hiçbir şer yoktur. Şer, tamamıyla ortadan kaldırılmış olsaydı, içinde bulundurduğu hayrı da beraberinde alıp götürecekti... Şerri de hayrı da yaratan Allah’tır. Fakat O, hayrı, bizzat kendisi için murat buyurur; şerri, bizzat kendisi için değil, içinde bulundurduğu (insanlara meçhul ve kapalı olan) hayr için murat etmiştir.” (29)
KÖTÜLÜKLERİN ARKASINDAKİ HİKMETLERİ NASIL GÖREBİLİRİZ?
Kötülüklerin, içinde sakladığı hayırların görülebilmesi için özellikle şu üç hususa dikkat edilmesi gerekir:
- Küllî bakış açısına sahip olmak.
- Olayları sonuçlarıyla birlikte değerlendirmek.
- Dünyanın mahiyetini kavramak.
Gerçi -yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi- insan kuşatıcı ve küllî bir ilme sahip olmadığı gibi, onun ilahî maksatların detay ve mahiyetine dair kesin bilgi sahibi olması da mümkün değildir. Bununla birlikte insan, kendisine ihsan buyrulan akıl, bilgi ve imkânlar dahilinde bakış açısını genişletebilir; şahit olduğu olayları neticeleriyle birlikte değerlendirmeye alabilir. Bunu gerçekleştirebildiği takdirde “iyilik” ve “kötülük” hakkındaki değerlendirmeleri hakikate daha çok yaklaşacaktır.
Nazarımızı tek bir olaya hasrettiğimizde gördüklerimizle, daha küllî ve evrensel bir bakış açısı kazandığımızda gördüklerimiz birbirinden farklı olur. Dar ve cüz’i nazar, idrakimizi perdeleyeceği için hatalı sonuçlara varmamıza yol açar. Mesela felçli doğan bir çocuğa sadece kendisi ve dünya hayatı açısından bakarsak, onun yaşadığı mahrumiyet ve acıyı göz önünde bulundurarak bunun büyük bir kötülük olduğunu düşünebiliriz. Oysaki o çocuğun felçli yaratılmasının, çok daha geniş bir daireye ve ahirete bakan yönleri vardır. Mesela anne-babası ve yakın çevresi böyle bir çocuk vasıtasıyla imtihan olmaktadır. Bu çocuğun sakat hâli, sağlam insanlara sahip oldukları nimetleri hatırlatmaktadır. Çocuğun çektiği sıkıntılar, ahireti adına bir yatırım olmaktadır. Belki de Yüce Allah o çocuğu, bazı günahlardan korumayı murat buyurmaktadır. Kaldı ki sağlık alanındaki gelişmelerle, bir kısım tedavi yöntemleriyle ve alınacak tedbirlerle bir yere kadar bu gibi sakatlıkların önüne geçmek de mümkündür.
Diğer taraftan Peygamberimiz (s.a.s), işlerin neticelerine göre değerlendirileceğini, kıymet kazanacağını ifade buyurur. Bu nedenle yeryüzünde var olan kötülüklerin hikmetlerini görebilmek için gerek dünya gerekse ahirette bunlara terettüp eden sonuçlara odaklanmamız; hatta dünyanın yaratılış ve insanın dünyaya gönderiliş gayesini göz önünde bulundurmamız gerekir. Bunu gerçekleştirebildiğimiz takdirde ulaşacağımız sonuç şu olacaktır: Mutlak manada, bizi Allah’a yaklaştıran şeyler iyi; O’ndan uzaklaştıran şeyler ise kötüdür.
Şunu da akıldan çıkarmamak gerekir ki bizler en nihayetinde Cennet’te yaşamıyoruz; bilakis bizi Cennet’e hazırlayan, ebedî nimetlere ulaştırması mümkün olan bir yolda yürüyoruz. İşte bu amaca hizmet eden hiçbir hadiseyi, hiçbir varlığı mutlak anlamda kötü olarak vasıflandıramayız. Örneğin maruz kaldığımız hastalıklar, afetler, musibetler eğer bizlere acizliğimizi ve dünyanın faniliğini hatırlatıyor, yüzümüzü Allah’a döndürüyor, günahlarımızı temizliyorsa, nasıl olur da bunları salt kötülük olarak niteleyebiliriz!
Bediüzzaman’ın şu açıklamaları oldukça anlamlıdır: “Şu dünya hayatı, imtihan meydanı ve hizmet yurdudur. Lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem hizmet diyarıdır ve ibadet mahallidir; hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla o hizmete ve o ubûdiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor. Ve herbir saati bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şekvâ değil, şükretmek gerektir.” (30)
Aynı şekilde insanın saçlarının beyazlaması, belinin bükülmesi, ihtiyarlaması, onun cephesinden sevimsiz şeyler olarak görülebilir. Ne var ki bunların insana ölümü hatırlattığında, onu kabre hazırladığında şüphe yoktur. Bu da onun sonsuz hayatını kurtarmasına yardımcı olur. Şayet büluğa ermeden ölen çocuklar, ayetin “vildanün muhalledun” olarak ifade buyurduğu üzere (31) bizim için sonsuz birer Cennet çocuğu olacaklarsa, bundaki rahmet ve hikmet yönünü görmezden gelmek doğru olur mu?
Eğer bizler, Cennet hayatından beklenebilecek bir kısım şeyleri, dünyadan beklersek, en başında yanlış bir bakış açısına sahip oluruz. Aklımızdan çıkarmamalıyız ki dünya sadece keyif çatmaya ve zevk içinde yaşamaya müsait bir yurt değildir. Bu, ancak Cennette mümkün olacaktır.
KÖTÜLÜKLERİN ARKASINDAKİ FAYDA VE HİKMETLER
Kötülük problemini sağlıklı bir temelde değerlendirmeye yardımcı olacak en önemli kavram “hikmet”tir. İslâm alimleri de dünyadaki kötülüklere hep ilahî hikmet penceresinden bakmış ve bunları anlamlandırmaya çalışmışlardır. Çünkü Allah’ın Kur’ân’da en sık zikredilen isimlerinden biri el-Hakîm’dir. Allah, doksan bir âyette, bu ism-i şerifiyle zikredilir. Hakîm ise, Allah’ın her şeyin en iyi yönünü en iyi şekilde bilmesi, bütün fiillerinde sanat ve hikmet bulunması demektir. (32)
Dolayısıyla kötülüklerin yaratılmasında da kullar açısından farklı farklı hikmetler vardır. Kur’ân, bizim şer gördüğümüz bir kısım şeylerin gerçekte hayır olacağını ifade buyurur. (33) Sahip olduğumuz sınırlı bilgimiz, bu hayır ve hikmetleri tamamıyla kuşatmaya her zaman yetmese de, Kur’ân ve kâinat kitabı üzerinde yapacağımız tefekkür sayesinde bunların pek çoğu hakkında bilgi edinebiliriz.
Bediüzzaman’ın şu izahları söz konusu hikmetlerin bir kısmına işaret eder: “Nasıl çoban, başkasının tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir uyarıdır, memnun bir şekilde dönerler. Öyle de, musibet gibi görünen pek çok olay var ki, aslında ilahî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı günahlara kefarettir. Ve bir kısmı gafleti dağıtıp, insani olan acizliğini ve zayıflığını bildirerek insana bir tür huzur vermektir. Musibetin hastalık olan türü, aslında musibet değil, Rabbanî bir iltifat ve bir arınma vesilesidir” (34)
Beşeriyet açısından kötülük olarak görülen felâketlerin, belâ ve musibetlerin altında yatan başlıca hikmetleri şu şekilde sıralayabiliriz:
a) İmtihan Hakikati
İster ahlakî isterse fizikî kötülük olsun, hiç şüphesiz insanların maruz kaldıkları her tür fenalık ve kötülüğün öncelikli sebebi, imtihan hakikatidir. Kur’ân’da pek çok âyet-i kerimede bu hakikate yer verilir. Enbiya sûresinde yer alan, “Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz.” (35) şeklindeki âyet, genel anlamda kötülüklerin bir imtihan unsuru olduğunu beyan buyururken, daha başka âyetlerde konu detaylı olarak izah buyrulur. Mesela şu âyette bazı kötülükler zikredilir ve bunların imtihan için gönderildiği beyan buyrulur: “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (36)
Uhud savaşının ardından nazil olan şu âyet-i kerime de bir kısım acı ve felaketlerin imtihan sırrına bağlı olarak geldiğini beyan buyurur:“Böylece biz, Allah'ın gerçek müminleri ortaya çıkarması ve içinizden şahitler edinmesi için, bu günleri bazen lehe, bazen de aleyhe döndürüp duruyoruz.” (37) Bunu destekleyen diğer bir âyet ise şöyledir: “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” (38)
Mevlânâ, yeryüzünde var olan kötülüklerin imtihan sırrını, bunların iyilerle kötüleri birbirinden ayırmaya yönelik olduğunu şöyle açıklar: Dünyada acıların, çirkinliklerin, savaşların, nefis ve şeytanın, heva ve hevesin, zahmet ve meşakkatin olmamasını arzu eden kişiye şöyle cevap verir: “O zaman Melik hangi isimle lakapla hitap ederdi kendi kullarına? Nasıl ‘Ey sabırlı, ey hilim sahibi’
derdi? Nasıl ‘Ey yiğit! Ey bilge!’ derdi? Sabredenler sadık olanlar, nafaka verenler
nasıl olurdu eşkıyası, melun şeytanı olmadan?” (39)
Kendisine ulaşan elem ve kederleri imtihan gerçeği açısından algılayan bir mü’min, onları nasıl konumlandıracağını, yorumlayacağını ve onlar karşısında nasıl bir tavır alacağını daha doğru tayin ve tespit eder. Onun bakış açısıyla bütün bu olumsuzluklar, hayat yolculuğunun iniş ve yokuşları gibidir. İşte bu nedenledir ki karşılaştığı zorluk ve sıkıntılar karşısında şaşkınlık yaşamaz, paniklemez, sarsılmaz; bilakis sabırla, rızayla, dua ve tazarru ile bu imtihanı kazanmanın yollarını arar. Hatta bunları, günahlarından arınma, manevî ve ruhî açıdan terakki etme vesilesi olarak değerlendirir.
b) Ahiret Azığı
Yüce Allah, dünya hayatının kendine has zorluklarını yarattıklarına sıkıntı vermek için koymamıştır. Aksine bunlar vasıtasıyla kullarını ebedi saadete mazhar kılmak istemektedir. Kötülük olarak zannedilen pek çok olay, bizim için ahiret azığı olsun diye konulmuştur. Örneğin nefisteki kıskançlık, düşmanlık, hırs, haset gibi kötü duyguları ele aldığımızda, bir açıdan bunları kötülük olarak görebiliriz. Çünkü bu duyguların güdümünde hayat yaşayan niceleri, kendilerine de başkalarına da hayatı zehir etmektedir. Ne var ki çoklarının da bu duygular sayesinde (onları terbiye ederek ve hayra yönlendirerek) rıza-i ilahiye nail oldukları, ebedî nimetlere hak kazandıkları bir gerçektir.
Ahirette hizmet, zorluk yoktur. Orası dünyevî amellerin karşılığının görüleceği bir yerdir. Dünya hayatında çekilen her bir çile, sabredilen her bir mahrumiyet insan açısından önemli birer ahiret azığı olacak ve onu mest u mahmur edecektir. Cenab-ı Hakk’ın, bir kudsî hadiste iki emniyet ve iki korkuyu bir arada vermeyeceğini beyan buyurması da buna işaret eder. (40) Zira burada maruz kalınan endişe ve korkular ahirette emniyet, güven ve huzura dönüşecektir. Afetlerde ve musibetlerde sağlıklarını, organlarını, yakınlarını veya mallarını kaybedenler, şayet uğradıkları sıkıntıları sabır ve rızayla karşılayabilirse, karşılıklarını ahirette fazlasıyla alacaklardır.
c) Günahlara Kefaret Olması
Allah, rahmet ve mağfiretinin bir eseri olarak, dünyada çekilen acı ve kederler sayesinde kullarının işlediği günahların bir kısmını affeder, onları ahirete bırakmaz. Yüce Allah pek çok âyet-i kerimede sabredenleri müjdelemiş ve onlara en güzel mükâfatları vereceğini vaat buyurmuştur. (41) Beşeri günah kirlerinden arındıran, tertemiz bir şekilde Allah’ın huzuruna çıkmasını sağlayan olayları, sırf zahirî yüzlerine bakarak çirkin ve kötü olarak görmek mümkün değildir. Allah Resûlü (s.a.s) bu hakikati şu sözleriyle izah buyurur: “Müminin başına gelen bir bela, bir dikenin batması bile olsa, günahlarının silinmesinden başka bir şey değildir.” (42)
d) Gafletten Uyandırma/Allah’ı Hatırlatma
İnsana isabet eden felaket ve zorlukların diğer bir hikmeti de gafleti dağıtmak suretiyle onun yüzünü yeniden Allah’a döndürmektir. Bu durum bir âyette şöyle dile getirilir: “Biz hangi memlekete bir Peygamber gönderdikse iptida ahâlisini şiddet ve zaruretle sıkmışızdır ki niyaza düşsünler.” (43)
Kur’ân’ın mü’minlere en ehemmiyetli emirlerinden biri, Allah’ı zikretmedir. Sözlükte bir şeyi anmak, hatırlamak anlamına gelen zikrin dinî literatürdeki karşılığı, insanın diliyle, kalbiyle, amelleriyle her daim Allah’ı hatırlaması ve yâd etmesidir. Dolayısıyla zikir, nisyanın (unutmanın) zıddıdır. (44) Ne var ki dünya meşgaleleri, çoluk çocuk, mal u menal çoğu zaman insana Allah’ı unutturur. Pek çok âyette ifade buyrulduğu üzere insan rahat ve bolluk zamanlarında dünyaya aldanır, gaflete dalar ve küstahlaşır. Lakin o, ne zaman dara düşse ve başı sıkışsa yeniden sığınacağı ve yardım dileyeceği kapıya koşar.
İşte kötülük gibi zannedilen olaylar bu noktada önemli bir vazife görür. Beşere, dünyanın faniliğini ve lezzetlerin geçiciliğini hatırlatır. Allah’tan gayrı gerçek anlamda melce ve merci olmadığını ders verir. İnsan, güç yetiremeyeceği sıkıntı ve zorluklarla karşı karşıya geldiğinde, acziyet ve zafiyetinin farkına varır. Yeniden dua ve niyaza, ibadet ve taate yönelir. Sonuç olarak dünyevî açıdan kayıp ve mahrumiyet gibi görünen kötülükler, manevî ve uhrevî açıdan kazanca dönüşür.
e) Cezalandırma
Kötülük problemine Kur’ân’ın ortaya koyduğu izahlar açısından baktığımızda karşımıza çıkan diğer bir sebebin de cezalandırma olduğu görülür. Yukarıda da geçtiği üzere dünyada yapılan iyi veya kötü amellerin karşılığının görüleceği asıl yer, ahiret âlemidir; yani Cennet veya Cehennem’dir. Lakin Allah, verilen cezanın diğer insanlara ibret olması, suçluları ıslah etmesi, ahiretteki cezayı hafifletmesi gibi sebeplerle dünyada da kullarını farklı şekillerde cezalandırabilir. Taşkınlık ve azgınlığın genel bir hâl alması ve münkirlerin iman etme ihtimalinin ortadan kalkması da genel musibetler için bir davetiye gibidir.
Cezalandırmadan bahseden âyetlerin hepsinde göze çarpan husus, “yaptıklarına bir karşılık olarak” (45), “zulümleri yüzünden” (46) vb. kayıtlarla cezanın gerekçesinin insanların yanlış davranışları olduğunun vurgulanmasıdır.
Bediüzzaman Hazretleri, Lem’alar kitabının Onuncu Lem’a adlı kısmına “Şefkat Tokatları Risalesi” ismini vermiş ve burada özellikle iman ve Kur’ân hizmetine gönül vermiş insanların yapmış oldukları hata ve kusurların veya tembellik ve vurdumduymazlıkların neticesinde uğradıkları sıkıntıları, bela ve musibetleri “şefkat tokadı” veya “zecr tokadı” olarak isimlendirmiş; bu tokatların maksadının da onları uyarma, ikaz etme ve yeniden aslî vazifelerine döndürme olduğunu beyan etmiştir. (47)
f) Terbiye Etme ve Maneviyatı Güçlendirme
Nimet, bolluk ve lüks yaşam çoğunlukla insanları şımartır ve küstahlaştırır. Çile çekmemiş ve zorluk görmemiş insanların pişmesi, durulaşıp berraklaşması ve kemale yürümesi çok zordur. Acı ve ızdırapların, insanları hem iman ve tevekkül hem ahlâk ve karakter hem de ibadet ve kulluk açısından olgunlaştırdığı, yücelttiği görülür. Sıkıntılar karşısında sabırlı ve metin olma, nimetlerin kıymetini bilerek şükretme, fakr u zaruret hâlindeki insanların durumunu anlayarak yardım etme, tevazu ve mahviyet sahibi olma gibi pek çok hasletin gelişmesi de insanın böyle bir terbiyeden geçmesine bağlıdır.
g) Güzelin ve İyinin Kıymetini Öğretme
Eşya zıtlarıyla bilindiği için, çirkinlik olmadan güzelliğin, kötülük olmadan iyiliğin farkına varmak ve bunların değerini bilmek mümkün değildir. Şayet yeryüzünde kötü ahlâklı insanlar olmasaydı güzel ahlâklıların değeri idrak edilemezdi. Cahillik olmadan ilim, cimrilik olmadan cömertlik, korku olmadan emniyet, korkaklık olmadan cesaret, fakirlik olmadan zenginlik, zulüm olmadan adalet, nefret olmadan sevgi, yalan olmadan doğruluk anlamsız hâle gelecektir. Sağlığı kıymetli kılan şey hastalığın varlığıdır. Vuslatı kıymetli hâle getiren şey ayrılıklardır.
Örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Sonuç olarak biz yalnızca birbiriyle karşılaştırdığımızda kemal ve noksanlığın ne demek olduğunu idrak edebiliriz. Ancak zıtlarıyla ele aldığımızda ahlakî huylardan bahsedebiliriz. Kötülük olmadan iyilik diye bir şeyden bahsetme imkânı da kalmazdı.
Bediüzzaman bu konuyu şöyle izah eder: “Dünya bahçesinde düzen ve intizamın son sisteminde bulunan mahlukat ve masnuat arasında –hayvanlarda olsun, bitkilerde olsun, cansızlarda olsun- bazı çirkin, düzen dışı şeyler bulunur. Bunların çirkinliği, düzensizlikleri, dünya bahçesinin güzelliğine, düzenine bir zinet, bir süs olmak üzere Sâni-i Hakim tarafından kasten yapılmış olduğunu, pek yüksek, geniş, şairane bir hayal ile dünyanın o bahçe manzarasını nazar altına alan adam, görebilir. Bununla beraber, o gibi şeyler kasti olmasaydı, şekillerinde hikmetli muhalefet olmazdı. Evet zıtlıkta, farklılıkta kast ve ihtiyar vardır. Her insanın bütün insanlara simaca muhalefeti buna delildir.” (48)
DÜNYADA MUTLAK ADALET MÜMKÜN MÜ?
Dünya hayatının mahiyet ve hakikati, mutlak adaletin bu dünyada tecelli etmesine uygun değildir. Dünya, zulümlerin ve acıların olmadığı mükemmel bir hayat yaşamaya elverişli yaratılmamıştır. Şayet böyle olsaydı zaten ahirete gerek kalmazdı. Sonuç olarak dünyanın ahiret uzantılı bir yer olduğuna, mutlak adaletin ahirette tecelli edeceğine, Allah’ın Adil-i Mutlak olduğuna iman edilmediği müddetçe salt rasyonel akılla bu tür mevzuların içinden çıkılması pek de mümkün gözükmemektedir.
Dünyadaki zulüm ve haksızlıkların, mağduriyet ve mahrumiyetlerin, haksız yere çekilen acı ve ızdırapların ahirette karşılığı eksiksiz olarak verilecektir. Belki de dünyadaki kayıpların ahirette nasıl telafi edildiğini gördüğümüzde, dünyadaki mazlumlara ahirette verilen nimetlere şahit olduğumuzda çekilen çilelerin ne kadar küçük kaldığını çok daha iyi anlayacak; burada şanssız ve talihsiz olarak gördüklerimize imreneceğiz.
Yüce Allah şöyle buyurur: “O gün, herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir, onlara asla zulmedilmez.” (49) Bediüzzaman da harplerde ve doğal afetlerde vefat eden mağdurlar hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Öldürülen masumlar şehit olup veli olurlar; fani hayatları, baki bir hayata değiştiriliyor ve kaybolan malları sadaka hükmünde olup bâki bir malla değiş tokuş edilir.” (50)
Dünyada yaşanan felaket ve acılara ahiret penceresinden baktığımızda şer ve hayır göreceli hâle gelebilir. Âyetin ifadesiyle şer zannedilenler hayır, hayır görünenler ise şer hâlini alabilir. (33) Mesela zenginlik ve refahın dünya açısında iyilik olduğunu düşünmeyen kimse yok gibidir. Lakin ahiret cephesinden meseleye baktığımızda bunun çokları için bir kayıp ve hüsran olduğu da söylenebilir. Zaten şu ayet-i kerime de bolluk ve refahın şer olabileceğini gösterir: “Eğer Allah rızkı kullarına bol bol verseydi, mutlaka yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Fakat O dilediğini belli bir ölçüye göre indiriyor.” (51)
Benzer olarak bir başka ayet insana verilen dünyevî imkanların, ahiret açısından nasıl şer hâline gelebileceğine dikkat çeker: “İnsana bir zarar dokunduğunda bize yalvarır. Sonra ona tarafımızdan bir nimet verdiğimizde, “Bu, bana ancak bilgim sayesinde verilmiştir” der. Hayır, o bir imtihandır. Fakat onların çoğu bilmezler.” (52)
Bu itibarla iyilik ve kötülük kavramlarının yerli yerine konulması, dünya hayatının mana ve mahiyetinin doğru anlaşılmasına bağlıdır. İslâm’a göre dünyanın mana ve önemi; ebedî mutluluğu kazanmak için bir vesile olmasından, insana, Cennet’e giden yolda imkân ve fırsatlar sunmasından ve ilahi isimlere tecelli alanı olmasından kaynaklanır. Yoksa birçok ayetin ısrarla üzerinde durduğu gibi dünya hayatı dünyaya bakan yönüyle bir oyun ve eğlenceden ibarettir. (53) Dünya hayatını öncelikli gaye haline getiren ve dünya hayatına yönelik fazla beklentilere kapılan insanların, kafa karışıklıklarından ve hayal kırıklıklarından kurtulmaları mümkün değildir.
Toparlarsak, eğer ahiret hayatı olmasaydı, bu takdirde kötülük problemi adına ortaya konulan sorular mantıki bir temele oturabilirdi. Aslında kötülük problemini ortaya atanlar da daha ziyade öteki dünyayı dikkate almayanlardır. Kötülükleri salt bu dünya cephesinden çözmeye çalıştıkları için işin içinden çıkamamışlardır. Cennet’te gerçekleşmesi mümkün olacak bazı beklentilerle hadiseleri tahlil etmeye çalıştıkları için yanlış neticelere ulaşmışlardır. Lakin tekrar vurgulayalım ki ahiret inancı ve imtihan sırrı hesaba katılmadığı sürece kötülük probleminin içinden çıkılması çok zordur.
Kötülükleri insanın yanlış tercihlerinden doğan ahlakî kötülükler ile insandan bağımsız olarak doğada var olan fizikî kötülükler olmak üzere ikiye ayırdığımızda, hakiki manasıyla kötülüklerin, ilki olduğunu; öbürlerinin ise salt kötülük olmayıp farklı hikmetler için yaratılan göreceli, az ve arızî şeyler olduğunu söyleyebiliriz. Hiç kimse insana acı vermesinden yola çıkarak açlık ve susuzluk hissinin veya vücuttaki ağrıların kötü olduğunu söyleyemez. Zira bunlar, insanın sağlıklı bir şekilde yaşamını sürdürmesi adına oldukça hayatî şeylerdir. İnsana zararı bir ise faydası bindir. Savaşlar, katliamlar, soykırımlar ve zulümler ise insandan kaynaklanan kötülüklerdir.
Bu mevzudaki pek çok yanlış değerlendirmenin temelinde yatan asıl sorun, Allah’ın layık-ı veçhiyle bilinememesi ve Hâlık-mahlûk ilişkisinin doğru kurulamamasıdır. Zira bunlar olmayınca insan, dünyanın mahiyetini, ahiret âlemini, kulluk görevini ve imtihan sırrını da kavrayamıyor.
Aslında kötülükler karşısında asıl önemli olan, insana düşen vazife ve sorumlulukların yerine getirilmesidir. Bu da imkânları nispetinde iyilik ve güzellikleri çoğaltmak, diğer yandan da her tür kötülükle mücadele ederek onları yok etmek veya azaltmaktır. Yani yeryüzünü ıslah ve imar etmektir. Dış yüzleri itibarıyla kötülük gibi görünen olayların da bir taraftan sebep ve hikmetlerini, fayda ve hayırlarını anlamaya çalışmak, diğer yandan da bunları sabır ve tevekkül ile karşılamaktır. Aklının almadığı şeyleri ise Allah’ın adalet ve rahmetine sevk etmektir. İbrahim Hakkı Hazretlerinin sözüyle bitirelim: “Hak şerleri hayr eyler, zannetme ki gayr eyler, Arif ânı seyr eyler, Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler.”
DİPNOT:
(4) Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 18. Söz, İkinci Nokta s. 315 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/on-sekizinci-soz/315
(5) el-İsrâ, 17/85 Diyanet İşleri Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=17&ayet=85
(6) Kant'ın Kötülük Anlayışı ve Teodise Eleştirisi, M. Kazım Arıcan, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, X/2 - 2006 s. 232 http://eskidergi.cumhuriyet.edu.tr/makale/1385.pdf
(7) İbn Sina'da Kötülük Problemi, Nazim Mustafayev s. 90-91 http://acikerisimarsiv.selcuk.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/1549/308870.pdf?sequence=1&isAllowed=y
(8) Din Felsefesi, Prof. Dr. Recep Alpyağıl s. 389-390 http://auzefkitap.istanbul.edu.tr/kitap/ilahiyat_ue/dinfelsefesi.pdf
(9) Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevî-i Nuriye, Katre, s. 101 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mesnevi-i-nuriye/katre/101
(10) el-Enbiya, 21/23 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=21&ayet=23
(11) MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ VE KAZAKADER GÖRÜŞÜ, Nurdan Karakaş s. 114 https://acikerisim.sakarya.edu.tr/bitstream/handle/20.500.12619/94046/T00951.pdf?sequence=1
(12) bkz. er-Ra’d, 13/26 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=13&ayet=26
(13) Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, 12. Mektup, 3. Sual s. 75 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mektubat/on-ikinci-mektup/75
(14) Risale-i Nur Külliyatı, Lem'alar, 25. Lem'a, 4. Deva s. 333 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/yirmi-besinci-lema/333
(15) en-Nisa, 4/78 Diyanet Vakfı meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=4&ayet=78
(16) Risale-i Nur Külliyatı, Lem'alar, 13. Lem'a, 7. İşaret s. 141 https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/on-ucuncu-lema/141
(18) Cafer Sadık Yaran, Kötülük ve Theodise, s. 135-136 https://docviewer.yandex.com.tr/view/0/?page=137&*=9YQUkToxY3j%2BsoWnusENyCBvSAF7InVybCI6InlhLWRpc2stcHVibGljOi8vb1puaTZUQ1R4RlRUUVIvYlJtamNKdU96Yk00MXhuU00rcGxzeUx5b1VCRT0iLCJ0aXRsZSI6IkNhZmVyIFNhZMSxayBZYXJhbiAtIEvDtnTDvGzDvGsgdmUgVGVvZGlzZSAtIEJhdMSxIHZlIMSwc2xhbSBEaW4gRmVsc2VmZXNpbmRlIEvDtnTDvGzDvGsgUHJvYmxlbWkgdmUgVGVpc3RpayDDh8O2esO8bWxlciAtIHd3dy5ib29rdGFuZHVueWEuY29tLnBkZiIsIm5vaWZyYW1lIjpmYWxzZSwidWlkIjoiMCIsInRzIjoxNjI2MTYxNTEwNDQ3LCJ5dSI6IjU1ODU0NzQ4MjE2MTMyMjQzNDMifQ%3D%3D
(19) Mehmet Murat Karakaya, İbn Rüşd Felsefesinde Kötülük s. 509 http://www.beytulhikme.org/Makaleler/1991406982_11_Karakaya_(493-514).pdf
(20) Emine Öğük, İSLÂM DÜŞÜNCESİNDE ŞER/KÖTÜLÜK PROBLEMİNİN İZAHINA
KATKI SAĞLAYAN ETKİLİ ÖĞRETİ: HİKMET, s. 22 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/303740
(21) Risale-i Nur Külliyatı, Sünûhat, Rüyada Bir Hitabe s. 26 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sunuhat/26
(22) es-Secde, 32/7 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=32&ayet=7
(24) Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 18. Söz, İkinci Nokta s. 314 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/on-sekizinci-soz/314
(25) Hüseyin Top, Mesnevi-i Manevi Şerhi Cilt 7 s. 126-127 https://books.google.com.tr/books?id=mDXDDgAAQBAJ&lpg=PA127&ots=c1hupuN8OE&dq=Bir%20%C5%9Fah%C4%B1s%20birine%20g%C3%B6re%20%C5%9Feytan%20olur%2C%20bir%20ba%C5%9Fkas%C4%B1na%20g%C3%B6re%20ise%20sultan&hl=tr&pg=PA126#v=onepage&q&f=false
(26) Şahin Efil, İBN ARABÎ’YE GÖRE TASAVVUF FELSEFESİNDE KÖTÜLÜK PROBLEMİ VE TEODİSE, Felsefe Dünyası, 2011/1, Sayı 53 s. 105 https://avys.omu.edu.tr/storage/app/public/muammer.cengiz/116032/%C4%B0bn%20Arab%C3%AE%E2%80%99ye%20G%C3%B6re%20Tasavvuf%20Felsefesinde%20K%C3%B6t%C3%BCl%C3%BCk%20Problemi%20ve%20Teodise.pdf
(27) Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 26. Söz, Birinci Mebhas s. 624 https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/sozler/yirmi-altinci-soz/624
(28) Risale-i Nur Külliyatı, Lem'alar, 13. Lem'a, 2. İşaret s. 134 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/on-ucuncu-lema/134
(29) İmam-ı Gazali - Esma-ül Hüsna Şerhi, s. 25-26 https://pdfhoney.com/compress-pdf.html?queue_id=60ed954d421873e5718b45cd
(30) Risale-i Nur Külliyatı, Lem'alar, 2. Lem'a, 2. Nükte, 3. Vecih s. 33 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/ikinci-lema/33
(31) el-Vâkıa, 56/17 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=56&ayet=17
el-İnsân, 76/19 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=76&ayet=19
(33) el-Bakara, 2/216 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=2&ayet=216
(34) Risale-i Nur Külliyatı, Lem'alar, 2. Lem'a, 5. Nükte, 1. Mesele s. 36 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/lemalar/ikinci-lema/36
(35) el-Enbiya, 21/35 Diyanet Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=21&ayet=35
(36) el-Bakara, 2/155 Diyanet Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=2&ayet=155
(37) Âl-i İmrân, 3/140 Diyanet Meali (Eski) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=3&ayet=140
(38) el-Ankebût, 29/2 Elmalılı Hamdi Yazır Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=29&ayet=2
(39) Tuna Tunagöz, MEVLÂNÂ’DA KÖTÜLÜK PROBLEMİ VE İLÂHÎ ADALET SAVUNUSU, Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 24, Sayı 2, 2015, s. 240 https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/365369
(41) en-Nahl, 16/96 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=16&ayet=96
el-Kasas, 28/54 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=28&ayet=54
(42) Müslim, Birr 14 https://sunnah.com/muslim:2572e
(43) el-A’râf, 7/94 Elmalılı Hamdi Yazır Meali (Orijinal) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=7&ayet=94
(45) Maide, 5/38 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=5&ayet=38
(46) Yunus, 10/13 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=10&ayet=13
(48) Risale-i Nur Külliyatı, Mesnevi-i Nuriye, 10. Risale s. 275 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/mesnevi-i-nuriye/onuncu-risale/275
(49) en-Nahl, 16/111 Diyanet Vakfı Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=16&ayet=111
(50) Risale-i Nur Külliyatı, Kastamonu Lahikası, s. 46 kısmen günümüz Türkçesiyle https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/kastamonu-lahikasi/46/46
(51) eş-Şûrâ, 42/27 Elmalılı Hamdi Yazır Meali https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=42&ayet=27
(52) ez-Zümer, 39/49 Diyanet Meali (Yeni) https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=39&ayet=49
(53) el-Ankebut 29/64 https://www.kuranmeali.com/AyetKarsilastirma.php?sure=29&ayet=64